BEDİÜZZAMAN DEDE

                                   BEDİÜZZAMAN       DEDE

            Sevgili çocuklar. Beni tanıdınız mı?Beni tanımadıysanız gelin sizinle tanışalım:

            Herkes annesinin karnında iken,Hadis-de de belirtildiği üzere:”Said,annesinin karnında iken said,şaki (eşkıya )de annesinin karnında iken şaki olarak yaratılmıştır.” Ben de öyle olayım ve kalayım diye bana SAİD adını vermişler.

            Gelişime çok sevinen anne ve babam beni kucaklarından indirmeyip,gözleri gibi bakmaya başlamışlar. Gereğinden fazla ihtimam göstermişler. Aslında bu hallerine başkaları gibi kendileri de şaşmakta imişler. Sanki bir kuvvet kendilerini sevkediyormuş gibi hareket ediyorlarmış. Başkalarından,ellerinin değmesinin benim hayatımı değiştirir korkusuyla gözleri gibi koruyor,saklıyorlarmış.Kem gözler ruhumda yara açmasın,kem eller elektrik akımı gibi vücuduma akıp tahrib etmesin,kem ağızlar özümü yakmasın,kem ayaklar bana çelme takmasın diye beni onlardan uzak tutuyorlarmış…

            Aman canım,böyle de şey mi olurmuş? dediğinizi aklımla duyar gibiyim. İsterseniz size olmuş şöyle bir hadise anlatayım:

            “Vakti zamanın birinde kalbi açık evliyadan iki büyük zat varmış. Bunlar ikizlermiş ve hayatlarında hiçbir zaman doğruluktan ayrılmazlarmış. Hak ve hukuk konusuna çok mu çok dikkat ederlermiş. İnsanlara va’z ve sohbet etmeyi de ihmal etmezlermiş.

            Bunlardan birisi bir gün Cuma vaazında çok kalabalık bir cemaata ihlaslı bir şekilde va’z edip,cemaat de hayret ve dehşet içerisinde onu dinlemekte iken;kardeşinin kapıdan içeriye girip,etrafa şöyle bir göz gezdirdikten sonra,girip oturmadan tebessüm ederek çıktığını görür. Bu duruma çok üzülür. Kardeşinin kendi konuşmasını beğenmediğini zanneder. O üzüntü içerisinde sohbeti bitirir. Namaz kılınır. Hala kafasında kardeşinin o hali gözünün önünde,o durumu sürekli bir şerid gibi gezmeye başlar.

            Düşünceli düşünceli eve gelir. Kardeşi de gelmiştir. Belki rahatlar düşüncesiyle içini annesine açar ve der:

            Anneciğim. Ben kardeşimden şikayetçiyim.” Sebebi sorulduğunda da,”Çünkü,ben camide va’z ederken,herkes memnun memnun dinlemekte olduğu halde,kardeşim geldi,beni dinlemeden,tebessüm ederek gerisin geriye çıkarak gitti.”

            Anne öbür kardeşine dönerek,neden bunu yaptığını sorar. O kardeş de başlar anlatmaya:”Sevgili anneciğim ve sevgili kardeşim. Ben bu hareketimle hakaret etmedim. Kardeşimi hafife alıp,dinlememek için çıkıp gitmiş değilim. Tebessüm edip çıkıp gitmemin sebebi şu idi:Camiye adımımı attığımda her taraf tıklım tıklım dolu idi. herkes büyük bir memnuniyetle dinlemekte idi. Boş kalan yerler de ve aralar da meleklerce doldurulmuş idi. Hem cemaatı hem de melekleri,bulundukları bu güzel durumdan rahatsız etmemek istedim. Ta ki o feyizli sohbetin feyzinden mahrum kalmasınlar diye…”

            Bu sefer hayret ve şaşkınlık sırası öbür kardeşe gelmişti. Biraz rahatladığını hissetmiş,kardeşinden özür dileyerek annesine dönüp;-neden kendisinin de kardeşi gibi o durumu göremediğini annesine sorduğunda,aldığı cevap ibretliydi.

            Bir müddet düşünen annesi başladı anlatmaya:”Yavrularım. sizi doğduğunuzdan beri bir kere olsun abdestsiz emzirmedim. Ancak bir gün sizi yatırmış meşgul olmakta iken sen ağlamıştın. Ben sana yetişip almaya kalkana kadar,komşu kadın yetişerek seni kucağına almış,bir kere emzirmişti. İşte sen,o kadının bir kere emzirmesinden dolayı görememektesin..”

            Bir de devamlı o vaziyette emzirileni varın siz düşünün…

            Bu olaya benzer kendimle alakalı bir hadiseyi de Tahdis-i nimet yani Allah’ın nimetine bir şükür olması düşüncesiyle anlatayım:

            Bildiğiniz gibi ben 1873 yılında Bitlis vilayetine bağlı Hizan-ın Nurs köyünde doğmuşum. Küçük yaşta ilme olan merakım,beni diyar diyar gezdirdi. Hiçbir yerde aradığımı bulamadım. Bazen bana ders verecek hocanın olmayışı,talebelerin beni çekemeyip üzerime gelmeleri,hatta bir defasında kalabalık olarak üzerime geldiklerinde onlarla mücadele etmiş ve hocama da:”Efendim,bunlara söyleyin,kalabalık değil,ikişer ikişer gelsinler,demiştim de hocam:-Sen benim talebemsin,onlar sana bir şey yapamaz. Yaparlarsa sen bana söyle-demişti.

            Seksen cilt kitabı ezberlemiştim. Bu denizler bana küçük geliyordu. artık okyanuslara açılmam gerekiyordu. Bu düşünce ile kalktım şarkın yaylalarını ve sarp dağlarını aşarak İstanbula vardım. Gördüğüm sadık bir rüyada Peygamber efendimiz bana:”Ümmetimden soru sormamak üzere sana ilmi hakikat ve hikmet ilmi verilmiştir.” Yani ayet-i kerime de Rabbimizin:”Kime hikmet verilmişse Muhakkak ona büyük hayır verilmiştir.”

            Bu hakikatlar doğrultusunda Beyazıt’da Şekerci iş hanına astığım tabelada:”Her soruya cevap verilir. Soru sorulmaz.” Bu durum üzere her gün yüzlerce kişi geliyor,muhtelif alanlarda sorular sorup cevablarını alarak gidiyorlardı.

            Bu durum dikkatini çeken birkaç kişi,bendeki bu farklılıktan dolayı sebebini araştırmak üzere ailemin yanına varmak üzere uzun bir yolculuktan sonra nihayet gündüz vakti köye varıyorlar. Sora sora evimize varıp kapıyı çaldıklarında annem çıkıyor. Babamı soruyorlar. Annemde babamın tarlada olduğunu,akşama doğru geleceğini söylüyor. Bu arada beklemek üzere olan bu kişiler anneme de birkaç soru soruyorlar. Mesela;beni nasıl büyüttüklerini sorduklarında annem cevaben;-Doğumundan beri onu her emzirişimde abdestsiz olarak emzirmedim-diyor.

            Babamı beklemeye devam ederler. Akşama doğru,babamın,önüne iki öküzü katmış gelmekte olduğunu,ancak öküzlerinin ağızlarının bağlanmış olduğuna şaşarlar. Çünkü hasat zamanı değildir ki,hayvanlar mahsule saldırsınlar. Kendilerinin hasat zamanında böyle yaptıklarını düşününce buna bir mana veremezler. Babama sebebini sorduklarında babam onlara:

            -Bizim tarla biraz uzaktadır. Buraya gelinceye kadar etrafta başkalarının bağları,bahçeleri ve tarlaları vardır. olur ya,yanlışlıkla hayvanlar oraya giripte bir şeyler yemesinler diye ağızlarını bağladım-der.

            Onlar da;elbette böyle bir anne ve babadan böyle bir evlat doğar,diyerek başka soru sormaya hacet kalmadığını,artık meselenin anlaşılmış olduğunu söyleyerek,oradan ayrılırlar.

            Asrın geçirdiği dehşetli inkilaplar gibi,bende de manevi büyük inkilaplar oldu. Asır değişmiş,her şey başkalaşmıştı. Maddi-manevi temelleri sarsılan bu insanların manevi büyük bir inkilaba ihtiyaçları vardı. Bu inkilap temelden başlamalı idi. Yıkılan manevi yapılar yeniden yapılanmalıydı. Bu durum da sıfırdan başlamak üzere ferd ferd ilgilenilmeli idi. Asrı saadetteki gibi,bir iman seferberliği içerisine,herkese farzı ayın olarak başlanmalı idi. Kalblerde sönen iman ateşi yeniden yandırılmalı,yeniden tutuşturulmalı,İslam güneşini örten perdeler yeniden aralanmalı ve açılmalı idi.

            Bu gaye ve düşünce ruhumda yer etmiş,ruhuma ruh,aklıma akıl,kalbime kalb olmuştu. Onsuz ben ve ben gibi benler bir hiç ve yok idi.

            O andan itibaren bütün sesim ve nefesimle,dünyaya ve bizden sonraki nesillere ve ruhlara işittirecek bir şekilde –Allah- dedim. Dediğim için suç oldu,ben buna aldırmadım. Sürüldüm,ben buna üzülmedim. Hapsedildim,gam yemedim. Her türlü eziyet bana reva görüldü,onun arkasındaki hikmeti gördüm. Ondokuz kere öldürücü zehirlerle zehirlendim,zehirler panzehir oldu. Yirmi sekiz sene zindandan zindana attılar,zindanlar birer Medrese-i Yusufiyye oldu. Yapılan tüm bu işler hep imha içindi. Onlar imhaya çalıştıkça,Allah ihya edip,diriltti.

            İstifade edilmek için çağrıldığım meclis de silahla karşılandım. Gül değil,kurşun atıldı. O kurşunlar gül oldu. Atanlar soldu,anlatılanlar sümbül oldu.

            Sürgün diye sürdükleri yerdekiler bana ve davama sahip çıktılar. Bu durum onları kudurttu. Ceza olarak yine sürdüler. Sürdükleri yerler birer medreseye dönüştü. Son kez ve son koz olarak unutturmak amacıyla,unutulmuş bir yer buldular. Sevindiler. Onlar için bu bir sibiryaya denk idi. Adeta böyle bir yeri bulmak için çok süründüler. Buldukları yer ise Barla idi. Oysa burası bir bitişin değil,başlayışın hedef noktası olmuştu. Bütün insanlığa ulaşacak Kur’an ve İslam güneşinin ışıklarının gittiği,aleme dağıldığı yer idi. Geçmiş ve gelecek asırlardaki insanların bekleştiği,gökte meleklerin arzuladığı ve ulaşmayı istediği,ancak Musa (AS) nın Asa-sı gibi sondajını vuracak,sahibini uzun yıllar beklediği ölümsüz pınar,başında bekleyen çınar altındaki mekanda idi.

            Artık kalblerdeki şifreyi açacak numara ve anahtar bulunmuş,geriye açmak kalıyordu. Ve ona da başlandı Barla’da. Kadın-erkek,çoluk-çocuk,çoban,efe geceli gündüzlü durmadan santral gibi çalışmaya başlamışlardı. Artık kapalı olan kalblere mesajlar akmaya başlanmıştı. İnsanlarda bir değişiklik olmaktaydı. Böylece rahmet olan Nur suyu en katı kalbleri delmiş,akmaya başlamıştı. Canavarlar rahmet meleği kesilmişti. Bu durum engelleyenlerin yüzsüz yüzünü de değiştirmişti. Yanmakta olan cehennemin siyah alevleri gibi…

            Görmeğe değerdi… Zulümler daha da arttı. Artık bir kişiye değil,binlerce kişiye uygulanmaktaydı. Artık nafile. Çünkü ok yaydan çıkmıştı. Hedefi vurmak üzere ışık hızıyla gitmekteydi. Hiçbir şey onu durduramaz,dünyanın gücü ona mani olamazdı. Evet. Kader hükmünü vermişti. Bilenler bunu biliyordu.

            Gün be gün mühürlü olan kalbler açılıyor,bazılarının da foyası ile boyası ortaya çıkıyordu. İman ile küfür tüm açıklığıyla madden dahi görülüyordu.

            Öldürülmek istenilenlerin ölmeyişi,ölenlerin bire yüz dirilişi,cenaze hırsızları ve kabir soyguncuları olan bu insanları kahrından öldürüyordu.

            Artık yavaş yavaş uyur gezerler gibi,ölür gezer halinde olan bu hareket eden cenazeler,yerlerini gerçek hayat sahiplerine terketmekte idi.

            Gökten inip çorak toprağı dirilten yağmur misali,Barla pınarından akan su,rahmet suyu olarak girmiş olduğu çorak ve ölü kalblerde olan buzulları eritiyor,fırtına ve kış yerini bahara devrediyordu. Suyun vardığı ve ulaştığı yerler canlanıyor ve hareketleniyordu.

            Suyun önüne konulan barikatlar aşılıyor,setler yıkılıyor,zulmün ördüğü karanlık üreten barajlar yıkılıyor,yerine nur üreten tirübünler ve barajlar inşa ediliyordu.

            Zulmün ve küfrün diktiği piramitler çatırdıyor,yerine abideler dikiliyordu.Artık kötülüklerin satıldığı pazarda           alternatif mallar da sergileniyor ve alıcı buluyordu. Bu durum çok fırtınaların kopmasına neden oluyor,müşterisini kaybedenlerce etraf karıştırılıyor ve karışıyor,bazı malların gizlenmesine çalışılıyordu.

            Devir ve devran değişmekte idi. Devrimbazlar ise,devire devire bitiremediklerini hala devirmeye devam ediyorlar,başka sermayeleri bulunmadığından onlarla meşgul oluyorlardı. Bin yıllık değerler bitirilmeye çalışılıyordu. Ve yapılmıştı da…

Bu yıkım tarihte hiçbir yıkıma benzemiyordu.

            Ancak yapımda da farklı harikalıklar oluyor,gün yüzü gibi görülüyordu. Demek ki,rakibler birbirine denk ve aynı sıklette idiler. Bu son raund ve son rövanş da şer cephesi bütün kuvvetiyle hücum etmekte,adeta Hz. Âdem-den beri biriken intikamlarını bir kerede alma ve bir kerede kusmak istiyorlardı.

            İman cephesinde ise aynı hak ve adalet içerisinde hareket ederek,şerrin bilinen tüm kalelerinde gedikler açılırken,,hayat damarları da tıkanmaktaydı. Artık kurtuluşu olmayan damar tıkanıklığı ve kanserine tutulmuştu. Şairin dediği gibi;

            Sur’da bir gedik açtık,mukaddes mi mukaddes.

            Ey kahpe rüzgar,her nereden esersen es…

            Her şeyiyle tükenen şer cephesinde ne ses,ne de nefes kalmıştı,tükenmekte idi. Bütün bu saldırılar ve bağırışlar bir bitişin ve ölümün son çırpınışları idi. onun için esaretimde Rus-un bana çektirmediğini bunlar çektirmişti.

            Aslında hikayede anlatmakta olduğumuz her türlü zulüm ve işkence,kendisine reva görülen ben Said değil,onun temsil etmiş olduğu milleti ve savunmasını yaptığı dini davası idi.

            Sevgili çocuklar. Bediüzzaman dedenizin belki de acele edip kışta gelmesi,her türlü ızdırabı yaşayıp göğüslemesine rağmen,inşaallah sizler cennet gibi bir baharda geleceksiniz. Artık havanın açılması gibi yer yüzü de açılmış,ağaçlar çiçek açmış ve meyve verecektir. Şimdiden görür gibiyim..ümitvârım…

            Zaman göstermiştir ki;Cennet ve cennet gibi bir hayat ve o zeminin oluşması ucuz ve kolay değil. Cehennem gibi bir hayatı yaşatan içinde cehennem lüzumsuz değil…

 

                                                                                              MEHMET   ÖZÇELİK

Loading

No ResponsesOcak 1st, 2015