SEVAB VE DUA ÜZERİNE

                                 SEVAB   VE   DUA   ÜZERİNE

            Te’siri azim olan duanın[1],sevabı da azimdir.

            Dua edenin acizliği,fakirliği,ihtiyaçlarının sonsuzluğu ölçüsünde,duaya cevab verenin de sonsuz büyüklüğü tezahür etmektedir.

            Her şeyi yaratan yaratıcı,her şeyin duası demek olan ihtiyacını reddetmeyecek,kabul edecektir.

<sp!n style=”mso-tab-count:1″>            Hele hele edilen dualar umumun umumi ve zaruri ihtiyaçlarından kaynaklanan bir isteği ise;elbette red edilmeyecek,kabul edilmese bile cevab verilecek,tabiri caizse işleme konulacaktır.

            O ihtiyaç ve lüzumuna göre her duaya cevab verir. Bazen daha güzel bir surette,bazen de zararından dolayı yerine getirmemekle kabul eder. Yani her isteğe cevab verilir. Ancak hikmeti gereği kabul etmeyebilir. Çünki o hakimdir. Her şeyi en güzel bir şekilde var eden ve verendir.

            Bediüzzaman Hazretleri eserinde özetle:[2] -Amellerin sevabına dair bazı surelerin fazileti ki;mesela Fatiha’nın Kur’an kadar,İhlasın Kur’an-ın üçte biri kadar,Zilzal ve Kâfirun suresinin dörtte biri,Yasinin on Kur’an kadar sevabı konusu hakkında özetle şöyle der;

            Kur’anın her bir harfinin bir sevabı vardır. bu on,yetmiş,yedi yüz (Âyetel Kürsi gibi),bazen bin beş yüz (İhlasın harfleri gibi),bazen on bin (Berat gecesinde okunan âyetler ve makbul vakitlerde okunanlar için),bazen otuz bin (Kadir gecesinde okunan ayetler gibi).

            Mesela;Kur’anda 300600 harfi olduğundan[3] İhlas suresi besmele ile beraber altmış dokuzdur,üç defa 69,207 harftir. Demek ihlas suresinin her bir harfinin sevabları bin beş yüze yakındır. İşte Yasin suresinin harfleri hesab edilse,Kur’anın tüm harflerine nisbet edilse ve on defa katlanması göz önünde bulundurulursa,şöyle bir netice çıkar ki;Yasini şerifin her bir harfi takriben beş yüze yakın sevabı vardır,yani o kadar sevab yazılır. Bunlar gibi başkaları da kıyas edilebilir.

            Aynı zamanda bunlar Terğib ve Terhib yani teşvik ve sakındırmak içindir.

            Her şeyi bu alemin ölçüsüyle ölçmemek lazımdır. Bu kısa dünyanın ölçüsüyle ebedi ve sonsuz olan ahiret alemi ölçülmez. Amellerin sevabı da o aleme baktığı için,dünya görüşüyle baktığımız aklımıza dar gelmektedir,sığışmamaktadır. Buradaki kusur ihatasızlığımızdandır.[4]

            İdrâki maâli bu küçük akla gerekmez.

            Zira bu terazi o kadar sıkleti çekmez.

            -Mecmuât-ül Ahzab[5]’da da belirtildiği gibi;Kim şu duayı okursa ona Musa ve Harun-un sevabı kadar sevab verilir. Dua meâlen şöyledir:

“Göklerin ve yerlerin Rabbı olan Allaha hamdolsun. Göklerde ve yerlerde büyüklük sadece alemlerin Rabbı olan Allaha mahsustur. Göklerde ve yerlerde azamet sadece alemlerin Rabbi olan Allahındır. O sonsuz izzet ve hikmet sahibidir. Mülk sadece O’nundur. O semavatın Rabbidir ve sonsuz izzet,hikmet sahibidir.”

Bu söz elbetteki hak ve hakikattır. Ancak aklen izahına gelince;

-İnsan kabiliyet ve ihtiyaç yönüyle ebede namzet bir varlıktır. İhtiyaçları sonsuzdur. elbetteki ebedi olan Allah insanların ahiretteki ebedi ihtiyaçlarını,ebediyyen yerine getirecektir. O halde bu dünyada yapılanlara verilen büyük sevab neden büyük görülsün? Sonsuz alemde ne kadar yer işgal edebilir? düşünülsün!

Aynı zamanda verilenlerin insanın yaptığının karşılığı olarak insana verilmesi, nimetteki lezzeti de ziyadeleştirmektedir.

Allahın hazinesi geniştir. İkrâmı ve ihsanı sonsuzdur.

Oysa Allahın Musa ve Haruna (AS) verdiği ve vereceği sevabı,biz ilmimizle ihata etmiş ve kavramış değiliz. Bizce meçhuldür.

Aynı şekilde bize dünyada iken ahiretten ve cennetten iste istediğini denilse;elbetteki ölçümüz dünya ve içindekiler olur. onlar ise cennetin yanında bir hiç mesabesindedir.

Ve yine küçük bir köyde yaşamış,padişahı bilmeyen ve ondan habersiz olan bir kişiye;-Padişahın sofrasını anlat-denilse;o kişi padişahın sofrasını kendi köyündeki ağasının sofrası gibi tarif edecektir,belki de biraz fazla söyleyecektir.

Buradaki Musa ve Harunun(AS) sevabı kadar verilecek olan;bizim bilgimiz ve tahminimize giren sevabları kadar bir sevab demektir. Yoksa bizzat onlara verilenin aynısı verilecek anlamına değildir.[6]

Buradaki kemiyet yani sayı çokluğu itibariyle olmayıb,keyfiyet yani kabiliyet ve değer yönüyledir.

Böylece her insan kabiliyeti nisbetinde olana sahib olacaktır.

Yoksa bir eri padişah ve binbaşı derecesine çıkarmak,hem ere taşıyamayacağı bir yükü yüklemektir. Hem de diğerlerine bir hakarettir.

 

                                                                                  5-5-1997

                                                                       MEHMET   ÖZÇELİK

[1] Bak.R.N. Kudsi Kaynakları. A. Badıllı. 485-488,beddua hakk.age.481-485.

[2] Sözler.312.

[3] Bak.Kastamonu Lahikası. B. Said Nursi.100.

[4] Bak.R.N.K.Kaynakları.age.334.

[5] Bak.sh.350.

[6] R.N.K.kaynakları.age.334,Sözler.age.313.

Loading

No ResponsesOcak 1st, 2015