RİSALE-İ NUR-DA EĞİTİM

RİSALE-İ NUR-DA EĞİTİM
Risale-i Nur gerek bu asrın ve gerekse de gelecek asrın en önemli problemi olan eğitim probleminin tesbit,teşhis ve tedavi yollarını göstererek çözmüş ve de hayata yansıtmıştır.
Bunları bazı bölümler halinde ele alacağız.Şöyle ki;
*”Madem nefsim emmaredir. Nefsini ıslah etmeyen başkasını ıslah edemez. öyle ise nefsimden başlarım.”
Bediüzzaman ıslaha öncelikle eğitici olarak kendi nefsinden işe başlamıştır.
Bediüzzaman hep nefsine hitab ediyor.Nefsini muhatab alıyor.
“Eğer ehl-i dünya tarafından başıma gelen şu eziyet, şu sıkıntı, şu tazyik, ayıplı ve kusurlu nefsim için ise, helâl ediyorum. Benim nefsim belki bununla ıslah-ı hal eder; hem ona keffâretü’z-zünûb olur. Dünya misafirhanesinin safâsını çok gördüm. Azıcık cefâsını görsem, yine şükrederim.
Eğer imana ve Kur’ân’a hizmetkârlığım cihetiyle ehl-i dünya beni tazyik ediyorsa, onun müdafaası bana ait değil. Onu, Azîz-i Cebbâra havale ediyorum.
Eğer asılsız ve riyaya sebep ve ihlâsı kıracak bir şöhret-i kâzibeyi kırmak için teveccüh-ü âmmeyi hakkımda bozmak murad ise, onlara rahmet! Çünkü teveccüh-ü âmmeye mazhar olmak ve halkların nazarında şöhret kazanmak, benim gibi adamlara zarardır zannederim. Benimle temas edenler beni bilirler ki, şahsıma karşı hürmet istemiyorum, belki nefret ediyorum. Hattâ kıymettar mühim bir dostumu, fazla hürmeti için belki elli defa tekdir etmişim.
Eğer beni çürütmek ve efkâr-ı âmmeden düşürtmek, iskat ettirmekten muradları, tercümanlık ettiğim hakaik-i imaniye ve Kur’âniyeye ait ise, beyhudedir. Zira Kur’ân yıldızlarına perde çekilmez. Gözünü kapayan, yalnız kendi görmez; başkasına gece yapamaz. “
“Ben nefsimi tebrie etmiyorum. Nefsim her fenalığı ister. Fakat şu fâni dünyada, şu muvakkat misafirhanede, ihtiyarlık zamanında, kısa bir ömürde, az bir lezzet için, ebedî, daimî hayatını ve saadet-i ebediyesini berbat etmek, ehl-i aklın kârı değil. Ehl-i aklın ve zîşuurun kârı olmadığından, nefs-i emmârem ister istemez akla tâbi olmuştur.”
*Nasihatın tesir sebebini ise şöyle sıralar:
“Ben vaizleri dinledim; nasihatleri bana tesir etmedi. Düşündüm. Kasâvet-i kalbimden başka üç sebep buldum:
Birincisi: Zaman-ı hâzırayı zaman-ı sâlifeye kıyas ederek yalnız tasvir-i müddeâyı parlak ve mübalâğalı gösteriyorlar. Tesir ettirmek için ispat-ı müddeâ ve müteharrî-i hakikati iknâ lâzım iken, ihmal ediyorlar.
İkincisi: Birşeyi tergib veya terhib etmekle ondan daha mühim şeyi tenzil edeceklerinden, muvazene-i şeriatı muhafaza etmiyorlar.
Üçüncüsü: Belâgatın muktezası olan, hale mutabık, yani ilcaat-ı zamana muvafık, yani teşhis-i illete münasip söz söylemezler. Güya insanları eski zaman köşelerine çekiyorlar, sonra konuşuyorlar.
Hâsıl-ı kelâm: Büyük vaizlerimiz hem âlim-i muhakkik olmalı, tâ ispat ve iknâ etsin.”
-Nefsin terbiyesi ve dizginlenmesi terbiyede esastır.Çünkü problemin ana merkezi nefsin kendisindedir.
O halde problemin kaynağının yani hastalığın ana kaynağının tesbit ve teşhis edilmesi,tedavisinin de mümkün ve kolay olacağını göstermektedir.

*Üstad Bediüzzaman terbiye sistemini yukarıdan aşağıya,baskıcı bir yöntemle değil,tamamen iradenin harekete geçirilmesiyle gerçekleşen,aşağıdan yani temelden yukarıya ,gövde ve dallara doğru bir eğitim,bir yapılandırma ve terbiye sistemine gidiyor ki,bu kalıcı bir yöntemdir.
-Tıpkı Hz.Musa-nın kendi azgın kavmini terbiye sistemindeki uygulaması gibi.Şöyle ki;
– “Hani bir zamanlar, “Ey Musa, biz tek çeşit yemeğe asla katlanamayacağız, yeter artık bizim için Rabbine dua et de bize yerin yetiştirdiği şeylerden; sebzesinden, kabağından, sarmısağından, mercimeğinden ve soğanından çıkarsın.” dediniz. O da size “O üstün olanı daha aşağı olanla değiştirmek mi istiyorsunuz? Bir kasabaya konaklayın o vakit istediğiniz elbette olacaktır.” dedi. Üzerlerine zillet ve meskenet damgası vuruldu ve nihayet Allah’dan bir gazaba uğradılar. Evet öyle oldu, çünkü Allah’ın âyetlerini inkâr ediyorlar ve haksız yere peygamberleri öldürüyorlardı. Evet öyle oldu, çünkü isyana dalıyorlar ve aşırı gidiyorlardı.”
Hz.Musa Kudüsü fethedip,orayı ekerek yeşilliklere sahib olmasını söylemesi üzerine,firavunun korkusunu hala üzerinde taşıyan bu kavim,buna yanaşmayarak;-Sen git Allahınla savaş,biz arkandan geliriz,demeleri üzerine onların yeni yetişen nesillerini kırk yıl boyunca eğitip yetiştiren Hz.Musa yeni bir nesille Kudüse girer ve fetheder.
Zira toplumun değişimi,zihniyetin değişimi ile mümkündür.

*Bediüzzaman İlk ciddi eğitimini annesinden almıştır.
“Evet insanın en birinci üstadı ve tesirli muallimi, onun validesidir. Bu münasebetle ben kendi şahsımda kat’i ve daima hissettiğim bu mânâyı beyân ediyorum: Ben bu seksen sene ömrümde, seksen bin zatlardan ders aldığım halde, kasem ediyorum ki, en esaslı ve sarsılmaz ve her vakit bana dersini tazeler gibi, merhum validemden aldığım telkinat ve manevî derslerdir ki, o dersler fıtratımda, adeta maddî vücudumda çekirdekler hükmünde yerleşmiş. Sair derslerimin o dersler üzerine bina edildiğini aynen görüyorum. Demek, bir yaşımdaki fıtratıma ve ruhuma merhum validemin ders ve telkinâtını, şimdi bu seksen yaşımdaki gördüğüm büyük hakikatler içinde birer çekirdek-i esasiye müşahede ediyorum.”
Kişinin ilk yetiştirilmesi ve eğitilmesi ailesinden özellikle annesinden başlar.Kalıcı olup,hayat boyu devam eder.
Ailedeki eğitimin de en müessir olanı;lisan-ı kalden ziyade,lisan-ı hal ile olanıdır.
“lisan-ı hal, lisan-ı kalden daha kuvvetli ve tesirli konuşuyor.”
-İmam-ı Âzam Ebu Hanife kendisine 3,5 yaşında bir çocuğunun olup,nereye kaydetmesi gerektiğini soran kişiye cevap olarak;
Nereye kaydedersen et.Eğer üç yaşında iken getirseydin,nereye kaydedeceğini söylerdim,der.
Yani artık çocuğun yaşının geçtiğini belirtirken,bir yandan da çocuğun 0-3 yaş arası kabiliyetlerinin gelişime en açık dönem olduğunu da ifade etmiş olur.
‘Ağaç yaş iken eğilir’atasözü de bu manayı teyid etmektedir.

Ailedeki temel eğitimden sonra,ailenin de yönlendirmesiyle medrese eğitimi alması sağlanmalıdır.
“Said Nursi medrese eğitimiyle dînî ilimlerde kazandığı ihtisası, çeşitli fenlerde yaptığı tetkiklerle tamamlamış bu arada devrinin gazetelerini takip ederek ülkedeki ve dünyadaki gelişmelerle ilgilenmiştir. Diğer taraftan, doğup büyüdüğü şark topraklarının sıkıntı ve problemlerini bizzat yaşayarak gören Said Nursî, en zarüri ihtiyacın eğitim olduğu kanaatine varmış; bunun için de şarkta din ve fen ilimlerinin birlikte okutulacağı bir üniversite kurulmasını temin için yardım istemek maksadıyla 1907’de İstanbul’a gelmiştir.”
“Elbette bizlere lazım ve millete elzem, şimdi resmen izin verilen, din tedrisatı için husûsi dershaneler açılma ve izin verilmesine binaen, Nur şakirtleri, mümkün olduğu kadar her yerde küçücük bir dershane-i Nûriye açmak lazımdır. Gerçi, herkes kendi kendine bir derece istifade eder, fakat herkes her bir meselesini tam anlamaz. Hem îman hakîkatlerinin izahı olduğu için, hem ilim, Haşiye hem marifet, hem ibadettir. Eski medreselerde beş on seneye mukabil, inşaallah Nur medreseleri, beş on haftada aynı neticeyi temin edecek ve yirmi senedir ediyor.”
Haşiye: Şayet biri biliyor, taallüm etmeye muhtaç değilse, ibadete muhtaç veya marifete müştak veya huzur ister. Onun için herkese lüzumlu bir derstir.
Nitekim Risale-i Nur’ların da eğitim yerleri elbette Medrese-i Nuriyelerdir.
-Medreselerin esasının,medrese merkezli eğitim olduğunu beyan etmişlerdir.
Bunun özelliğinin ise insanın iki temel esası olan akıl ve kalbin beraber götürülmesi ve de barışık olmasının lüzumunu ısrarla ifade etmişlerdir.
Akıl ve kalbini aydınlatmış bir insan gerçek bir insandır.
“Vicdanın ziyası, ulûm-u dîniyedir. Aklın nuru, fünun-u medeniyedir. İkisinin imtizacıyla hakikat tecellî eder. O iki cenah ile talebenin himmeti pervaz eder. İftirak ettikleri vakit, birincisinde taassup, ikincisinde hile, şüphe tevellüd eder.”
Maddi ve manevi terakki hedeflenmektedir.

Bediüzzaman bütün mesaisini iman üzerine teksif etmiştir. Hizmeti, gayreti,himmeti hep iman esasları üzerinedir.
Zira iman insan olmanın,insanlığı bulmanın,insanlarla beraber olmanın,insanca yaşamanın,yaratılışın tek sebebidir.
“iman bir manevi tuba-i cennet çekirdeğini taşıyor. küfür ise … demek selamet ve emniyet, yalnız islamiyette ve imandadır.”
“evet, her hakiki hasenat gibi, cesaretin dahi menbaı imandır, ubudiyettir. her seyyiat gibi, cebanetin dahi menbaı dalalettir.”
“madem kur’an-ı hakimin bize verdiği en mühim bir ders, iman-ı bilahirettir ve o iman da bu derece kuvvetlidir ve o imanda öyle bir rica ve bir teselli var ki, yüz bin ihtiyarlık, birtek şahsa gelse, bu imandan gelen teselli mukabil gelebilir.”
“cehennem ateşinin tesirini men edecek ve eman verecek iman gibi bir madde-i maneviye, islamiyet gibi bir zırh…”
“insan, Cenâb-ı Hakkın böyle antika bir sanatıdır ve en nâzik ve nâzenin bir mucize-i kudretidir ki, insanı bütün esmâsının cilvesine mazhar ve nakışlarına medâr ve kâinata bir misâl-i musağğar sûretinde yaratmıştır.
Eğer, nur-u imân, içine girse, üstündeki bütün mânidar nakışlar o ışıkla okunur. O mümin, şuur ile okur ve o intisabla okutur. Yani, “Sâni-i Zülcelâlin masnuuyum, mahlûkuyum, rahmet ve keremine mazharım” gibi mânâlarla, insandaki sanat-ı Rabbâniye tezâhür eder. Demek, Sâniine intisabdan ibâret olan imân, insandaki bütün âsâr-ı sanatı izhâr eder. İnsanın kıymeti, o sanat-ı Rabbâniyeye göre olur ve âyine-i Samedâniye itibâriyledir. O halde, şu ehemmiyetsiz olan insan, şu itibarla bütün mahlûkat üstünde bir muhatab-ı İlâhî ve Cennete lâyık bir misafir-i Rabbânî olur.”
“iman, insanı insan eder; belki, insanı sultan eder. öyle ise, insanın vazife-i asliyesi iman ve duadır. küfür, insanı gayet aciz bir canavar … delildir ve bir bürhan-ı katidir. evet, insaniyet iman ile insaniyet olduğunu, insan ile hayvanın dünyaya gelişindeki farkları gösterir.”
“Evet, ey insan! Sen, nebâtî cismâniyetin cihetiyle ve hayvanî nefsin itibâriyle, sağîr bir cüz, hakîr bir cüz’î, fakir bir mahlûk, zayıf bir hayvansın ki, bütün dehşetli mevcudât-ı seyyâlenin dalgaları içinde çalkanıp gidiyorsun. Fakat, muhabbet-i İlâhiyenin ziyâsını tazammun eden imânın nuruyla münevver olan İslâmiyet’in terbiyesiyle tekemmül edip, insaniyet cihetinde, abdiyetin içinde bir sultansın ve cüz’iyetin içinde bir küllîsin, küçüklüğün içinde bir âlemsin. Ve hakaretin içinde, öyle makamın büyük ve daire-i nezâretin geniş bir nâzırsın ki, diyebilirsin, “Benim Rabb-i Rahîmim, dünyayı bana bir hâne yaptı; ay ve güneşi o hâneme bir lâmba ve baharı bir deste gül ve yazı bir sofra-i nimet ve hayvanı bana hizmetkâr yaptı; ve nebâtâtı, o hânemin zînetli levâzımâtı yapmıştır.”
“Kur’an bütün ins ve cinnin bütün tabakalarını imana davet eder. hem, umumuna imanın ulumunu talim eder, ispat eder.”
“İman eden ve güzel işler yapanlar için ise, altından ırmaklar akan cennetler vardır.”
Bediüzzaman iman sebebiyle insanın *iyi bir insan ve mükemmel bir insan olmasının temelini atmış olmaktadır.
İman merkezli bir insan hayatını esas alır.

*Bediüzzaman Kur’!anın takib ettiği yol ve tarzı takib ederek Allaha imandan sonra en fazla üzerinde durduğu konu Âhirete imandır.Ahirete iman ile kişi, toplum ve fertler kontrol altına alınabilir,sorumluluk yükleyerek sağlıklı eğitim verilebilir.
“BİRİNCİ NOKTA: Âhiret akîdesi, hayat-ı içtimâiye ve şahsiye-i insaniyenin üssü’l-esâsı ve saadetinin ve kemâlâtının esâsâtı olduğuna, yüzer delillerden bir mikyas olarak, yalnız dört tanesine işaret edeceğiz:
• Birincisi: Nev-i beşerin hemen yarısını teşkil eden çocuklar, yalnız Cennet fikriyle, onlara dehşetli ve ağlatıcı görünen ölümlere ve vefâtlara karşı dayanabilirler. Ve gayet zayıf ve nâzik vücudlarında bir kuvve-i mâneviye bulabilirler. Ve her şeyden çabuk ağlayan gayet mukâvemetsiz mizâc-ı ruhlarında, o Cennet ile bir ümit bulup, mesrurâne yaşayabilirler.
Meselâ, Cennet fikriyle der: “Benim küçük kardeşim veya arkadaşım öldü; Cennetin bir kuşu oldu, Cennette gezer, bizden daha güzel yaşar.” Yoksa, her vakit etrafında kendi gibi çocukların ve büyüklerin ölümleri, o zayıf bîçarelerin endişeli nazarlarına çarpması, mukâvemetlerini ve kuvve-i mâneviyelerini zîr ü zeber ederek, gözleriyle beraber ruh, kalb, akıl gibi bütün letâifini dahi öyle ağlattıracak; ya mahvolup veya divâne bir bedbaht hayvan olacaktı.
• İkinci delil: Nev-i insanın bir cihette nısfı olan ihtiyarlar, yalnız hayat-ı uhreviye ile, yakınlarında bulunan kabre karşı tahammül edebilirler. Ve çok alâkadar oldukları hayatlarının yakında sönmesine ve güzel dünyalarının kapanmasına mukabil, bir teselli bulabilirler. Ve çocuk hükmüne geçen serîü’t-teessür ruhlarında ve mizaçlarında, mevt ve zevâlden çıkan elîm ve dehşetli me’yusiyete karşı, ancak hayat-ı bâkiye ümidiyle mukabele edebilirler. Yoksa, o şefkate lâyık muhteremler ve sükûnete ve istirahat-i kalbiyeye çok muhtaç o endişeli babalar ve analar, öyle bir vâveylâ-i ruhî ve bir dağdağa-i kalbî hissedeceklerdi ki, bu dünya onlara zulmetli bir zindan ve hayat dahi kasâvetli bir azab olurdu.
• Üçüncü delil: İnsanların hayat-ı içtimâiyesinin medârı olan gençler, delikanlılar, şiddet-i galeyanda olan hissiyâtlarını ve ifratkâr bulunan nefis ve hevâlarını tecavüzâttan ve zulümlerden ve tahribâttan durduran ve hayat-ı içtimâiyenin hüsn-ü cereyânını temin eden, yalnız Cehennem fikridir. Yoksa, Cehennem endişesi olmazsa, “El-hükmü lil-galib” kaidesiyle o sarhoş delikanlılar, hevesâtları peşinde bîçare zayıflara, âcizlere dünyayı Cehenneme çevireceklerdi. Ve yüksek insaniyeti, gayet süflî bir hayvaniyete döndüreceklerdi.
• Dördüncü delil: Nev-i beşerin hayat-ı dünyeviyesinde en cemiyetli merkez ve en esaslı zemberek ve dünyevî saadet için bir Cennet, bir melce’, bir tahassüngâh ise, âile hayatıdır. Ve herkesin hânesi, küçük bir dünyasıdır. Ve o hâne ve âile hayatının hayatı ve saadeti ise, samimi ve ciddî ve vefâdarâne hürmet ve hakiki ve şefkatli ve fedâkârâne merhamet ile olabilir. Ve bu hakiki hürmet ve samimi merhamet ise, ebedî bir arkadaşlık ve dâimî bir refâkat ve sermedî bir beraberlik ve hadsiz bir zamanda ve hududsuz bir hayatta birbiriyle pederâne, ferzendâne, kardeşâne, arkadaşâne münâsebetlerin bulunmak fikriyle, akîdesiyle olabilir.
Meselâ, der: “Bu haremim, ebedî bir âlemde, ebedî bir hayatta dâimî bir refîka-i hayatımdır. Şimdilik ihtiyar ve çirkin olmuş ise de, zararı yok. Çünkü, ebedî bir güzelliği var; gelecek. Ve böyle dâimî arkadaşlığın hatırı için, her bir fedâkârlığı ve merhameti yaparım” diyerek, o ihtiyâre karısına, güzel bir hûri gibi muhabbetle, şefkatle, merhametle mukabele edebilir. Yoksa kısacık, bir iki saat sûrî bir refâkatten sonra ebedî bir firâk ve müfârakata uğrayan arkadaşlık, elbette gayet sûrî ve muvakkat ve esassız, hayvan gibi bir rikkat-i cinsiye mânâsında ve bir mecâzî merhamet ve sun’î bir hürmet verebilir. Ve hayvanâtta olduğu gibi, başka menfaatler ve sâir gâlip hisler, o hürmet ve merhameti mağlûp edip, o dünya cennetini cehenneme çevirir.
İşte, imân-ı haşrînin yüzer neticesinden birisi, hayat-ı içtimâiye-i insaniyeye taallûk eder. Ve bu tek neticenin de yüzer cihetinden ve faydalarından mezkûr dört delile, sâirleri kıyas edilse, anlaşılır ki, hakikat-i haşriyenin tahakkuku ve vukuu, insaniyetin ulvî hakikati ve küllî hâceti derecesinde katîdir. Belki, insanın midesindeki ihtiyacın vücudu, taamların vücuduna delâlet ve şehâdetinden daha zâhirdir ve daha ziyâde tahakkukunu bildirir. Ve eğer, bu hakikat-i haşriyenin neticeleri, insaniyetten çıksa, o çok ehemmiyetli ve yüksek ve hayattar olan insaniyet mahiyeti, murdar ve mikrop yuvası bir lâşe hükmüne sukut edeceğini ispat eder. Beşerin idare ve ahlâk ve içtimâiyâtı ile çok alâkadar olan içtimâiyyun ve siyâsiyyun ve ahlâkiyyunun kulakları çınlasın. Gelsinler; bu boşluğu ne ile doldurabilirler? Ve bu derin yaraları ne ile tedâvi edebilirler?”
*Allah sonsuza dek anlaşılmaya devam edecektir.
İnsanda sonsuza dek O’nu anlamaya devam edecektir.
Adeta O artı kutup,insan eksi kutuptur.
İnsan O’nu anlamaya devam ettikçe O uzaklaşacak,insan gerileyecektir.
O’nu anladıkça,anlamadığını anlayacak,farkına varacaktır.
“Mâ arafnâke hakka ma’rifetike ya ma’ruf.”
“Ey bilinen Allahım!Ben seni hakkıyla bilemedim.”
Zulmet ve karanlığın artışıyla,nurun fazlalaşması misali,insanın cehaleti arttıkça,O’nun nuru ve marifet şuaları tebarüz edecektir.
O’nu tanıdıkça O’na olan kulluğu,kul olduğu belirginleşecektir.
İnsanın kulluğu,O’nu tanıması nisbetindedir.
O’na gerçek manada kul olan,O’nu hakkıyla tanıyabilir.
“Mâ abednâke hakka ibadetike ya ma’bud.”
“Sana hakkıyla ibadet edemedim ey ma’bud”
O ma’ruf-u meçhuldür.
Bilinen bilinmez..biliniyor,tanınıp,ihata edilmiyor ve edilemiyor.
Allah ahirette sürekli tanınma,bilinme içerisinde olacaktır.Bunun sonu ise olmadan,sürekli devam ederek,sürekli açılımlar içerisinde sürdürülerek…
İşte Bediüzzaman bunun startını vermiş ve kapıyı açmıştır.

“(Resûlüm!) Sana vahyedilen Kitab’ı oku ve namazı kıl. Muhakkak ki, namaz, hayâsızlıktan ve kötülükten alıkoyar. Allah’ı anmak elbette (ibadetlerin) en büyüğüdür. Allah yaptıklarınızı bilir.”
Namaz kişiyi kontrol etme mekanizması olup,
insanı tüm kötülüklerden alı koymaktadır.
Bundan dolayıdır ki Efendimin anne-babalara tavsiyelerinden en önemlisi,yedi yaşına gelmiş olan çocuklarını namaza alıştırmalarıdır.
“Namazda ruhun ve kalbin ve aklın büyük bir rahatı vardır. hem, cisme de o kadar ağır bir iş değildir. hem, namaz kılanın diğer mübah dünyevi amelleri, güzel bir niyet ile ibadet hükmünü alır.”
“Her zîimân, namazın ef’âl ve erkânına fikrini bindirip, bir nevi Mi’rac ile kâinatı arkasına atıp, huzura kadar gider”
“Sâni-i mevcudât ve sâhib-i kâinat ve Rabbü’l-âlemîn olan Hâkim-i Ezel ve Ebedin marziyât-ı Rabbâniyesi olan İslâmiyetin, başta namaz, esâsâtını cin ve inse hediye getirmiştir ki, o marziyâtı anlamak, o kadar merakâver ve saadetâverdir ki, tarif edilmez.”
“Kâinatta en yüksek hakikat imandır, imandan sonra namazdır.”
İnsanlar namazla takviye edilmeli,eğitimine ciddiyet kazandırmalıdır.

Eğitimde sevgi eğitimin mayasıdır.Eğitim sevgi temelli olmalıdır.Zira kainatın yaratılışında muhabbet esas alınmıştır.
“Muhabbet, şu kainatın bir sebeb-i vücududur, hem şu kainatın … bir meyvesi olduğu için, kainatı istila edecek bir muhabbet, o meyvenin çekirdeği olan kalbine derc edilmiştir. işte şöyle nihayetsiz bir muhabbete layık olacak, nihayetsiz bir kemal sahibi olabilir. işte, ey nefis ve ey arkadaş! insanın, havfa ve muhabbete alet olacak iki cihaz, fıtratında derc olunmuştur. alaküllihal, o muhabbet ve havf, ya halka veya halıka müteveccih olacak. halbuki halktan havf ise, elim bir beliyyedir; halka muhabbet dahi belalı bir musibettir. çünkü, sen öylelerden korkarsın … etmez. şu halde, havf elim bir beladır. muhabbet ise, sevdiğin şey, ya seni tanımaz, Allaha ısmarladık demeyip gider (gençliğin ve malın gibi); ya muhabbetin için seni tahkir eder. görmüyor musun ki, mecazi … rağmına müfarakat ediyor. madem öyledir, bu havf ve muhabbeti, öyle birisine tevcih et ki, senin havfın lezzetli bir tezellül olsun, muhabbetin zilletsiz bir saadet olsun. evet, halık-ı zülcelalinden … lezzet vardır. madem havfullahın böyle lezzeti bulunsa, muhabbetullahta ne kadar nihayetsiz lezzet bulunduğu malum olur. hem, … kurtulur. hem, Allah hesabına olduğu için mahlukata ettiği muhabbet dahi, firaklı, elemli olmuyor. evet, insan evvela … madem öyledir, ey nefis, aklın varsa bütün o muhabbetleri topla, hakiki sahibine ver, şu belalardan kurtul. şu nihayetsiz muhabbetler, nihayetsiz bir kemal ve cemal sahibine mahsustur; ne … onun aynası olduğu cihetle ızdırapsız sevebilirsin. demek, şu muhabbet doğrudan doğruya kainata sarf edilmemek gerektir. yoksa, muhabbet, en leziz bir nimet iken, en elim bir nikmet olur.”

*Bediüzzaman temsillerle hakikatları dürbün gibi nazarlara yaklaştırmakta ve anlayışını kolaylaştırmaktadır..daha ziyade akılda kalmaktadır. Bu Kur’ani bir tarzdır.
Eğitimde geliştirilecek olan temsillerle daha muşahhas etkilemede bulunulacaktır.
“Şu risâlelerde teşbih ve temsilleri hikâyeler sûretinde yazdığımın sebebi, hem teshîl, hem hakâik-ı İslâmiye ne kadar mâkul, mütenâsib, muhkem, mütesânid olduğunu göstermektir. Hikâyelerin mânâları, sonlarındaki hakikatlerdir. Kinâiyât kabîlinden yalnız onlara delâlet ederler. Demek, hayalî hikâyeler değil, doğru hakikatlerdir.”
“Sözlerdeki ekser temsiller birer bürhan-ı yakini, birer hüccet-i katıa hükmündedir.”
“Temsiller, mühür veya imzalar gibi tasdik ve ispat içindir.”

*Kur’an-da önce kulaktan bahsedilir.
“İnnes sem’a vel basare ve fuâde, küllü ulâike anhu mes’ûlâ)
“Bilmediğin şeyin ardına düşme; doğrusu kulak, göz ve kalp, bunların hepsi o şeyden sorumlu olur.”
Bediüzzaman her kulaktan girerek gözleri açıyor,kalbleri tatmin edip,memnun ediyor.
*İnsanın yüzer kapılı bir saray olduğunu belirtip,mutlaka insanın içerisine ve kalbine girilecek bir kapının açık olacağı ve o kapıdan girileceğini belirtmektedir.
Bediüzzaman insanların farklı kapılarından girip,onlarla konuşup, kendisini dinlettirmektedir.
Bediüzzaman herkesin direk kalbine giden kulak diliyle konuşmaktadır, kendisini dinlettirmektedir.
Konuşmak bir marifet ise,kendisini dinlettirmek iki marifettir.
“Bir saray, yüzer kapalı kapıları var. Bir tek kapı açılmasıyla o saraya girilebilir, öteki kapılar da açılır. Eğer bütün kapılar açık olsa, bir iki tanesi kapansa, o saraya girilemeyeceği söylenemez.
İşte, hakaik-i imaniye o saraydır. Her bir delil, bir anahtardır; ispat ediyor, kapıyı açıyor. Bir tek kapının kapalı kalmasıyla o hakaik-i imaniyeden vazgeçilmez ve inkâr edilemez. Şeytan ise, bazı esbaba binaen, ya gaflet veya cehalet vasıtasıyla kapalı kalmış olan bir kapıyı gösterir; ispat edici bütün delilleri nazardan iskat ediyor. “İşte bu saraya girilmez. Belki saray değildir, içinde bir şey yoktur” der, kandırır.
İşte, ey şeytanın desiselerine müptelâ olan biçare insan! Hayat-ı diniye, hayat-ı şahsiye ve hayat-ı içtimaiyenin selâmetini dilersen ve sıhhat-i fikir ve istikamet-i nazar ve selâmet-i kalb istersen, muhkemât-ı Kur’âniyenin mizanlarıyla ve Sünnet-i Seniyyenin terazileriyle a’mâl ve hâtırâtını tart. Ve Kur’ân’ı ve Sünnet-i Seniyyeyi daima rehber yap.”

Hasılı;Eğitimde evvela kişinin kendi nefsinden başlaması gerekir.
*Fertlerin münferiden ıslahı ile genel ıslaha gidilmelidir.Yani merkezden muhite doğru bir gidiş sergilenmelidir.
*Anne adayı seçilirken hassas olunmalı,Fatih-ler doğuracak anneler seçilmelidir.
*Her kişi mutlaka medrese eğitiminde bulunmalı,diz çöküp tedrisde bulunmalıdır.
*Hayat boyu imanın takviyesi ve beslenmesi için iman hakikatlarına mesaisini teksif edip ayırmalı,mutlaka en asğarisiyle haftanın bir gününü iman hakikatlarının dinlenmesi ve okunmasıyla meşgul olunmalıdır.Sürekli tecdid-i imanda bulunulmalıdır.
*Âhiret imanı,âhiret sorumluluğu,âhiretteki hesap kısaca âhiret akidesinin yerleştirilmesiyle oto kontrol ve nefis muhasebesi yapılmalı ve yaptırılmalıdır.
*Hadisde:”Birinizin evinin önünden bir ırmak aksa,o kişi o ırmakta yıkansa,kir diye bir şey kalır mı?”
Elbette kalmaz.
Namazla günlük arınma gerçekleştirilmeli,ihmal edilmemelidir.
*Bütün bunlar yapılırken sevgi merkezli olmalıdır.Fir’avunların ele aldıkları korku yolu ile değil,peygamberlerin yolu olan sevgi ile yürütülmelidir.
*Hakikatler sürekli temsiller yolu ile zenginleştirilerek aktarılmalıdır.
*Hakikatları anlatmakta bıkkınlığa düşmemeli.
Hakikatları sunduğumuz kişinin yüz kapısı da çalınmalı.Bir kapısının kapalı olması,diğer kapılarının da kapalı olmasını gerektirmemektedir.
Özellikle insanın yaratılıştan getirdiği ‘Fıtrat kapısı’ son nefese kadar açıktır.O kapı bulunmalı ve o kapı çalınmalıdır.
Rivayete göre Efendimiz Ebu Cehilin yanına yüz defayı aşkın olarak gitmiştir.
Artık bundan sonra hiç bir bahanesi de kalmamaktadır.Tüm haklar kullanılmıştır.Mazeret söz konusu değildir.
Gerekirse yüz defa gidilmeli ve yüzlerce defa anlatılmalıdır.

Said Nur iyi geliyor bana..siz de kullanır mıydınız?Size de iyi geleceğine inanıyorum…Çok iyi geliyor..çok iyi gidiyor..
Beden ve ruh derinliklerime nüfuz ediyor,sathi kalmıyor..ekiyor ve ekiliyor.
O asra iyi geliyor çünkü o asra geliyor.Asır onun,o asrın adamı.Asırdaki asırlık adam..asırlık çınar..asrın ve asırların çınarı..velayet zincirinin son halkası…
MEHMET ÖZÇELİK
03-06-2009/Adıyaman
mozcelik02 ©hotmail.com
www.tesbitler.com
www.mehmetözçelik.com
www.adimder.com

Loading

No ResponsesOcak 2nd, 2015