DİNDE TEVESSÜL-VELAYET-ŞEYHLİK-TARİKAT

DİNDE TEVESSÜL-VELAYET-ŞEYHLİK-TARİKAT

“- Nitekim Bedir’de Allah sizi zafere ulaştırdı, oysa siz zayıftınız. O halde Allah’tan korkunuz, O’na şükretmiş olasınız.

Hani sen müminlere `Allah’ın gökten indirilmiş üç bin melekle yardım etmesi size yetmez mi?’ diyordun.

Evet, eğer siz sabreder ve Allah’tan korkarsanız, bu arada onlar şimdi, şu taraftan üzerinize saldırırlarsa Allah size beşbin nişanlı melekle yardım eder.

Allah size bu yardımı sırf size müjde olsun ve bu sayede kalpleriniz rahatlasın diye yaptı. Yoksa zafer, sadece üstün iradeli ve hikmet sahibi olan Allah’tan kaynaklanır.”[1]

“Biz kâfirlerin kalplerine korku salacağız. Çünkü onlar kendilerine hiçbir güç verilmemiş olan nesneleri Allah `a ortak koşmuşlardır. Onların gidecekleri yer Cehennem’dir. Zalimlerin varacağı yer ne fenadır!”[2]

“Eğer Allah size yardım ederse sizi hiç kimse yenemez. Fakat eğer sizi yüzüstü bırakırsa O’ndan başka size kim yardım edebilir? Müminler sadece Allah `a dayansınlar.”[3]

“Sizinle karşılaşan iki topluluğun durumunda ne büyük ibret vardır.Bunlardan biri Allah yolunda savaşıyor,öteki kâfirdir.Gözleriyle onların iki misli olduğunu görüyordu bu kâfir topluluk.Allah dilediğini yardımıyla kuvvetlendirir.Bunda gören göze sahib olanlar için büyük ibret var.”[4]

“Ey iman edenler,Allah’tan korkun ve O’na (yaklaşmaya) vesileler arayın,O’nun yolunda cihad edin ki mutluluğa eresiniz.”[5]

Burada vesileler yaklaşmaya sebeb gösterilirken,devam eden âyette ise,küfür tek sebeb olarak o vesileliği ortadan kaldırmaktadır.

“Küfredenler,yeryüzünde olanların hepsi onların olsa ve bunlara bir misli daha katılsa da kıyamet günü azaptan kurtulmak için bütün bunları fidye olarak verseler,yine kabul edilmez.Onlara acıklı azap vardır.”[6]

Allah’a giden yollar, mahlûkatın nefesleri sayısıncadır.

İfrat hareketler,tefritleri doğurur.Kabirlere yapılan ifrat ziyaretler,bez ve çaput bağlayıp,orada yatan zattan beklemek ve onun yaptığına inanmak onları perdelemiş oldu.Nitekim İbni Kayyım Cevzi:” Kabir ziyaretinde bulunan Müslümanlara müşrik deyip, hocası İbni Teymiye gibi, türbelerin yıkılmasını istedi. Hatta Resulullah efendimize dil uzatarak, vefatından sonra, bir meziyetinin kalmayıp, diğer insanlardan bir farkının bulunmadığını iddia etti. Bu konuda bildirilen hadis-i şerif ve haberleri, âlimlerin sözlerini tevil ederek Ehli sünnete uymayan birçok fikirler ileri sürdü. Bunun için, Ehli Sünnet âlimleri tarafından şiddetle tenkit edildi. Hocası İbni Teymiye ile birlikte Şam Kalesine hapsedildi. Hocasının ölümünden sonra hapisten çıkarıldı. (Rehber Ans.)”

”(İrşad-üt-talibin) de, (Büyük bir âlim vefat edince, feyz vermesi kesilmez, hatta artar) buyuruluyor. Allahü teâlâ, sevdiklerinin ruhlarına işittirir, onların hatırı için istenileni yaratır. Ölülerin dirilere yardım etmesi yine Allahü teâlânın dilemesi ile olmaktadır.

(Künuz-üd-dekaik) deki hadis-i şerifte buyuruldu ki: (Kabirdekiler olmasa, yeryüzündekiler yanardı.) [Deylemi]”

Vesilelik meşru ve caizdir.Yeterki aradaki iman ve küfür bağı,O’nu düşündürücü durum ile düşündürmeyici durumların farkları açıkça belirlenmiş olsun.

M.Feyzi Efendi:”İnsan ölünce ruhun cesedden Tedbiri kesilir.Fakat Nisbeti devam eder.Cesed kabirde çürüse bile,cesedin hakikatı mahfuzdur;ruhla nisbeti,bağı devam eder.Enbiyanın ve bazı kibar-ı evliyanın vefatından sonra dahi cesedle ruhun hem tedbiri,hem nisbeti devam eder.Cemadat olsun,nebatat olsun,hayvanat olsun;cüz olsun,kül olsun;müfredat olsun mürekkebat olsun,hepsinin kendi mertebesinde o mertebeye layık ruhu hükmünde olan melekutu vardır.O melekutta hakkı tesbih ederler. Evamir-i tekviniyeden gelen hitabata isyansız itaat ederler.”[7]

Feyzi Efendinin göstermiş olduğu yüzlerce keramet,onun maddi yapısının ötesinde manevi tasarrufunun cereyan ettiğini gösterir.Nitekim;felç olmuş,konuşmayan bir kimseye Kaside-i Bürde’nin okunup,misvağın suyun içerisine konularak içirilmesi halinde dilinin açılması hangi maddi kurallarla izah edilebilir.

Bu zatın; yanına gelenlerin her hangi maksad ve sorularla gelmeleri halinde onların sorularına aynen cevab vermeleri örnekleri yüzlerce olup,bizde kendimizde bizzat müşahede edip,tasdik ettik.Bu hangi maddi alıcılarla izah edilebilir.Maddi manevi ihtiyaçları giderme hangi tesadüfle izah edilebilir.

Bizi bu konuyu araştırıp incelemeye yiten bir sebeb de;Doç.Abdulaziz Bayındır’ın iyi hazırlanmış olduğu ödevinde,bir şeyh efendi ile girmiş olduğu münakaşa ve münazarada bazı haklı çıkışlar yaparak,yapmış olduğu haksızlıklar oldu.

Bazı haklı olarak tenkid ettiği ifrat hareketlere karşı,tefritte bulunuyor,masum gibi görünen gerekçelerle hazırlamış olduğu 2 bölüm halindeki Tasavvuf konusunu işlerken,cerbezeli ve mantık oyunlarıyla önemli hatalara düşüyordu.

Bediüzzaman Said Nursi Hazretlerinin Risale-i Nur külliyatında bu konuya bir çok cihetlerle değinilmektedir.Gerek Evliyanın tevessülü ve yardımı,gerekse de velayet,şeyhlik,şefaat konuları izah edilecektir.

”Cenâb-ı Hakka bir hacetimiz olduğu zaman,(ASM) Efendimizi kalben niyet ederek vesile ve vasıta kılmalıyız.Edeb bunu iktiza eder.Hem,seven,sevdiğinin hatırını kırmaz.Peygamberimize bir hacetimiz olursa,yâranları Hz.Ebubekir ve Ömer(RA) Efendilerimizi vesile yapmalıyız.”[8]

“Büyükler cenaze namazlarını,kendileri de kılarlar.”[9]

Kıyamet gününde Allah’ın izniyle vesilelik görevini yapacak olan peygamberler şefaatta bulunacaklardır. [10]

Hatta Peygamberimizle beraber ,[11] peygamberlerin dışında Melekler [12],yapılan iyilikler [13]ve yapılan dualar,[14] kurtuluşa birer vesiledirler.

Allah’ın sevdiği veli kimselerin bazı şeyleri bilmesi ilham veya Allah’ın ikramı olan keramet iledir.Bu gaybı bilmek demek değildir.

“Gaybın anahtarı O’nun yanındadır. Onları O’ndan başkası bilemez”[15].

“De ki: Göklerde ve yerde Allah’tan başka kimse gaybı bilemez”[16]

“(O bütün) gaybı bilendir, gaybına kimseyi muttali kılmaz. Ancak peygamberlerden, bildirmek istediği bunun dışındadır”[17].

“De ki: ‚Ben size, Allah’ın hazineleri yanımdadır, demiyorum. Gaybı da bilmem; size ben meleğim de demiyorum. Ben, sadece bana vahyolunana uyuyorum. ‚De ki: ‚Körle gören bir olur mu? Düşünmüyor musunuz?”[18].

Velilik Allah’ın dostluğunun kazanıldığı makamdır.

Velayet Abdulkadiri Geylanîde kemalini bulmuştur.

“Haberiniz olsun ki Allah’ın dostlarına hiçbir korku yoktur.Onlar mahzun da olacak değillerdir.Onlar iman edip takvaya ermiş olanlardır.”[19]

Allah’ın onlara bu dünyadaki keramet yoluyla veriği ikramı,âhirette de devam edecektir.

“Dünya hayatında da,âhirette de onlar için müjdeler vardır.Allah’ın sözlerinde hiçbir değişme yoktur.Bu en büyük saadetin ta kendisidir.”[20]

Bu makam olgunluk,hamlıktan kurtulup pişme zamanıdır.

”Bir pîre demişler ki, evlen! Demiş :
Ben daha bulûğa ermedim!
insan veliliğe erince baliğ olur;
Velilik olmayınca çocukluk olur.”[21]

Bu zatlar hakikat,tarikat ve şeriatın birer kahramanı,önderleri ve muhafızlarıdırlar.

”Şeriat gemi, tarikat deniz hakikat ise inci gibidir. “

Velayet Abdulkadiri Geylanîde kemalini bulmuştur.

Allah’a giden yollar, mahlûkatın nefesleri sayısıncadır.

Tarikatlarda hakikata giden bir yoldurdur.

İfrat hareketler,tefritleri doğurur.Kabirlere yapılan ifrat ziyaretler,bez ve çaput bağlayıp,orada yatan zattan beklemek ve onun yaptığına inanmak onları perdelemiş oldu.Nitekim İbni Kayyım Cevzi:” Kabir ziyaretinde bulunan Müslümanlara müşrik deyip, hocası İbni Teymiye gibi, türbelerin yıkılmasını istedi. Hatta Resulullah efendimize dil uzatarak, vefatından sonra, bir meziyetinin kalmayıp, diğer insanlardan bir farkının bulunmadığını iddia etti. Bu konuda bildirilen hadis-i şerif ve haberleri, âlimlerin sözlerini tevil ederek Ehli sünnete uymayan birçok fikirler ileri sürdü. Bunun için, Ehli Sünnet âlimleri tarafından şiddetle tenkit edildi. Hocası İbni Teymiye ile birlikte Şam Kalesine hapsedildi. Hocasının ölümünden sonra hapisten çıkarıldı.”[22]

”(İrşad-üt-talibin) de, (Büyük bir âlim vefat edince, feyz vermesi kesilmez, hatta artar) buyuruluyor. Allahü teâlâ, sevdiklerinin ruhlarına işittirir, onların hatırı için istenileni yaratır. Ölülerin dirilere yardım etmesi yine Allahü teâlânın dilemesi ile olmaktadır. (Künuz-üd-dekaik) deki hadis-i şerifte buyuruldu ki: (Kabirdekiler olmasa, yeryüzündekiler yanardı.) [Deylemi]”

Leysi şöyle dedi:Rasulullah (SAM) ile birlikte Huneyn’e çıktık.Kureyşin büyük yeşil bir ağacı vardır.Her sene ona giderler ve ona silahlarını asarlar ve onun için kurban keserlerdi.

Başka bir rivayette Rasulullah (SAM) ile birlikte Huneyn’den önce çıkmıştık. Müşriklerin yöneldikleri ve silahlarını astıkları Zat-ü Envat adını verdikleri bir ağaç vardı.Böyle büyük bir ağacın yanından geçtik ve dedik ki:

“Ey Allah’ın Rasulü!Onların –Zat-u Envat-ı gibi bizim içinde bir zat-u Envat yap-Nebi (SAM) hemen:

“Bu Musa’nın kavminin,Musa’ya âyette:”Onların ilahları gibi bize de bir ilah yap.”[23] dediği gibidir.Siz de sizden öncekilerin takib ettikleri yolu takib edeceksiniz.”

Hadiste:“Allah,peygamberlerinin kabirlerini mescidler edinen hristiyan ve Yahudilere lanet etti.Böylece onların yaptıklarından ümmetini sakındırarak şöyle devam etti:”Allahım kabrimi tapınılacak bir yer kılma.”

Hz.Ömer gölgesinde Rasulullah (SAM)’e biat edilen ağacı kestirmiş ve sebebini şöyle açıklamıştır:Sizden öncekilerin helakinin sebebi,nebilerinin izlerini takib edip biat edilen yerleri ibadet yerleri kılmalarıdır.Sizden kim bu mescidlerden geçerse namazı kılsın,oraya özellikle gitmesin.”[24]

“Ya Rabbi! Cebrail, Mikâil, İsrafil, Azrail hürmetlerine ve şefaatlerine, beni (bizi) cinn ve insin şerlerinden muhafaza eyle” demeli,Allah’ın kendilerinden razı olduğu,Onlarında Allah’tan hoşnud olduğu kimseleri [25]vesile yapmalı..Allah’tan isteyip,Allah’tan da beklemeliyiz.[26]

Şafii hakiki Allah olmasına rağmen insanlar doktora tevessül etmekte,şifa aramaktadırlar.Bunda bir beis olmamakla beraber,yanlış olanın şifayı Allah’tan beklememesi gibi,tevessülde de önemli olanın yani neticenin Allah’tan olduğunu bilmekle orantılı olmasıdır.

Bediüzzamanın eserlerinde uzunca anlatmış olduğu bu hakikatları komprime hülasalar nevinden sizlere arzedeceğiz:

VESİLE :

Bediüzzaman hazretleri binlerce yerde vesileliklerin önemli bir yer tuttuğunu ifade eder.Vesileleri ve sebebleri görüp,farklı olarak bunların arkasındaki müsebbibül esbab olan Allah’ı da beraber değerlendirir.İkisini birbirinden ayırmaz.Sebeb ve vesileler dünyasında,Allah’tan gelecek olan maddi ve manevi her şey bir sebeb ve vesileye binaen oluşmaktadır.Kudret ve irade asıldır,sebeb vesiledir.Sebeb şeffaf cam gibi olup,arkasındaki hakiki faili gösterdikten sonra,elbette reddedilemez.Ve vesilelere sarılmasında da bir beis olmaz.

“Üstadın bir kerametini gözlerimle gördüm”

“Denizli hapishanesinde mahkemeye gidip gelişlerimizi hatırladım.

“İkişer kişi halinde kelepçe takarlardı. Her duruşmada çeşitli arkadaşlarla kelepçelenirdik. Bir gün beni Üstad’la beraber bağladılar. Mahkemeye gidiyorduk. Tam kabristanın yanından geçerken Üstad Fatiha diyerek okumaya başladı. Kelepçe, zincirli ve asma kilitliydi. Yan gözümle Üstad’a baktım. Fatihayı okuduktan sonra ellerini yüzüne sürdü. Elimiz beraber bağlı olduğu halde benim elim kalkmadı. Bunu Üstad’ın bir kerameti olarak bizzat müşahede ettim..”[27]

“Kadınhan’dan bazıları yine ziyaret için Denizli’ye gitmişlerdi. Bunlardan Haydar Özarslan ismindeki adam saralı idi. Otuz senedir hastaydı. Her gün sokakta düşer, bayılır ve çırpınırdı. Hep saralı gezerdi. Halini Bediüzzaman’a anlatarak dua ve muska istemiş. Bediüzzaman:”Biz muska vesaire yapmayız. Yalnız ben sana dua ederim. Sen de bu duaya âmin de! Belki Allah şifa verir.’

“Sonra Bediüzzaman elini kaldırarak duaya başlamış:

“Yarabbi!.. Bu kulun zayıf, dayanamıyor. Bunun hastalığını bana ver. Bu adama şifa ver Yarabbi!…’

“Bizim memleketli olan bu adam ondan sonra sara hastalığı görmedi. İyileşip şifa buldu.

“Denizli’de Bediüzzaman’ı ziyaret eden iki tüccar arkadaş Hasan Kağnıcı ve Bekir koyuncu l50’şer lira para çıkarıp vermek istemişler.

“Biz para almıyoruz!’ diyerek vermek istedikleri l50′ şer lirayı reddetmiş.”[28]

”Üstadın hapiste iken Cuma’ya gitmesi

“Bediüzzaman hapiste iken Cuma namazına gitmek için izin istemiş, ancak vermemişler. Bir ara gardiyanlar, koğuşuna baktıklarında kendisini görememişler. Telâş içerisinde camileri araştırmaya başlamışlar. Muhtelif camilere giden polisler, kendisini aynı anda İmarat, Otpazarı ve Mısırlı camilerinde namaz kılarken görmüşler.

“Ancak namazdan çıkışta da kendisini bir türlü bulamamışlar.

“Hapishaneye döndüklerinde bir de ne görsünler, Üstad koğuşunda duruyor. Bu hadise çoğu Afyonlu tarafından bilinmektedir.”[29]

”Hakikatlı bir rüya

“l952 yılında çok acaip bir rüya görmüştüm. Rüyamda Stalin, Üstadın oturduğu evin dış kapısından içeri girmek istiyordu. Ben, Ceylân ve Zübeyir Ağabeyler, üçümüz kapının arkasında, bu herifi içeri sokmamak için uğraşıyorduk. Sonra nasıl olduysa, gücümüz kâfi gelmemişti. Stalin bizi iterek, dış kapıdan içeri girdi. Bu sırad Üstad elinde bir keserle merdivenden aşağıya iniyordu. Biz endişe içindeydik. Stalin’le Üstad aşağı merdiven sahanlığında karşılaşmışlardı. Stalin, yukarıya Üstadın oturduğu mevkiye gitmek istiyor, Üstad onu bırakmıyordu. Tam bu sırada Üstad elindeki keserle Stalin’in kafasına vurmaya başlamıştı. Stalin içeriye giremeden, orada düşüp geberdi. Ben heyecanla rüyadan uyandım.

“Ertesi günü bu rüyayı Zübeyir Ağabeye anlattım. O da Üstada anlatmış, Üstadımız beni çağırtmıştı. Zübeyir Ağabey gelerek, ‘Kardaşım, gel, Üstad seni istiyor’ dedi. Beraber Üstada gittik. Üstad, ‘Gel Mahmud kardaşım, gel, nasıl gördün rüyayı, anlat!’ dedi. Ben gördüğüm gibi anlattım. Üstad hayretle ‘Fesubhanallah!’ dedi. Sonra rüyayı yorumladı: ‘Bu, Risale-i Nur’un ve İslâmiyetin komünizme galip gelmesidir. İnşaallah muvaffak olacağız.’

“Üstad, Zübeyir Ağabeye, ‘Bu rüyayı kaleme alın. Bütün kardeşlere dağıtın’ dedi. Sonra bu rüya lâhika olarak dağıtıldı. Rüyayı gördüğüm gece Stalin beyin kanamasından gebermişti. Ölümünü on-on beş gün kadar gizlemişlerdi. Gazetelerden okuduğum kadarıyla, herifin ölüm günü ile rüyam aynı gün cereyan etmişti.”[30]

“İşte o hâlis şükrün ve o safî hürmetin tercümanı ve ünvanı olan “Bismillahirrahmanirrahîm”i de. O rahmetin vusulüne vesile ve o Rahman’ın dergâhında şefaatçı yap.”[31]

Besmele hem vesile hem şefaatçı kılınmaktadır.

“Rahmet ne kadar kıymettar bir vesile ve ne kadar makbul bir şefaatçi olduğunu bununla anla ki: O rahmet, öyle bir Sultan-ı Zülcelal’e vesiledir ki, yıldızlarla zerrat beraber olarak kemal-i intizam ve itaatle -beraber- ordusunda hizmet ediyorlar.[32]

Yağmura rahmet adı verilmiştir.Çünki rahmet vesile ve aracılığıyla bir çok isimler tezahür etmekte,varlıklarla yaratıcı arasında bir iletişim sağlanmaktadır.

“Ve bu Rahmeten-lil-Âlemîn olan rahmet-i mücessemeye vesile ise salavattır. Evet salavatın manası, rahmettir. Ve o zîhayat mücessem rahmete rahmet duası olan salavat ise, o Rahmeten-lil-Âlemîn’in vusulüne vesiledir. Öyle ise sen salavatı kendine, o Rahmeten-lil-Âlemîn’e vesile yap ve o zâtı da rahmet-i Rahman’a vesile ittihaz et.”[33]

Her bir salavat,peygamberimizin Allah’ın yanındaki derecesini arttıran bir puandır.Bu vesile ile şefaatı uzması tahakkuk etmektedir.

“Eğer hayat-ı uhreviyeyi gaye-i maksad yapsan ve şu hayatı dahi ona vesile ve mezraa etsen ve ona göre çalışsan; o vakit hayvanatın büyük bir kumandanı hükmünde ve şu dünyada Cenab-ı Hakk’ın nazlı ve niyazdar bir abdi, mükerrem ve muhterem bir misafiri olursun.”[34]

Dünya hayatı her şeyiyle âhiret ve nimetlerine ulaşmaya bir vesiledir.

“Bak! O zât nasılki risaletiyle, hidayetiyle saadet-i ebediyenin sebeb-i husulü ve vesile-i vusulüdür. Onun gibi, ubudiyetiyle ve duasıyla, o saadetin sebeb-i vücudu ve Cennet’in vesile-i icadıdır.”[35]

Sen olmasaydın,sen olmasaydın,ben bu eflaki,kâinatı ve dünyayı yaratmazdım hakikatı varlıkların vücuduna vesile olduğu gibi,ubudiyet ve duasıda ikinci hayatın ve cennetin icad ve ulaşımına da sebeb ve vesiledir.

-Çirkinlikler bile Allah’ın tenzihine vesiledir.[36]

İstiğfar ve tazarru’da niyaza vesiledir.[37]

Asl-ı vesvese bile ciddiyete vesiledir.[38]

“İman duayı bir vesile-i kat’iyye olarak iktiza “etmektedir.[39]

“Belki ağacın herbir cüz’ü, o kanun-u emrînin duygularının birer merkezi hükmündedir ki; uzun vasıtaları perde olup bir mani teşkil etmek değil, belki telefon telleri gibi birer vesile-i teshil ve takrib olur. En uzak, en yakın gibidir.”[40]

Cenâb-ı Hak her şeyi kudretiyle bir anda yaratabilirken,sebeb ve vesileleri kudretine perde ve vesile kılmıştır.O vesile telleriyle kudretini tecelli ettirmektedir.

“Her hakkın her vesilesi hak olması lâzım değildir.

Öyle de, her bâtılın her vesilesi bâtıl olması, yine lâzım değildir. Neticesi şu çıkar: Hak olan bir vesile, bâtıl vesileye galibdir.

İtaat galib olur, o emrin isyanına ki bir tavr-ı bâtıldır. Bir bâtıla vesile olmuş olursa bir hak, vaktaki galib olsa

Bir bâtıla ki, olmuş o da vesile-i hak. Bilvasıta bir hakkın bir bâtıla mağlubdur. Fakat bizzât değildir.”[41]

Şer bile hakka vesile kılınmış,neticesi hakka vesile olmuş.

“Kabir ve ecel ve acz ve fakr, nasıl birer vesile-i saadet(’tir.) Saadet-i Dâreyne giden yolu gösterir.”[42]

Allah’a ulaşmaya en büyük ve keskin vesile acz ve fakrdır.Zira O’nun en büyük ismi olan Samed ismi bunlarla tezahür eder.

“Kardeşim ben –Rahmanir-Rahim-isimlerini öyle bir nur-u a’zam görüyorum ki, bütün kâinatı ihata eder ve her ruhun bütün hacat-ı ebediyesini tatmin edecek ve hadsiz düşmanlarından emin edecek, nurlu ve kuvvetli görünüyorlar. Bu iki nur-u a’zam olan isimlere yetişmek için en mühim bulduğum vesile; fakr ile şükr, acz ile şefkattir. Yani: Ubudiyet ve iftikardır. Kur’an-ı Hakîm’in parlak bir i’caz ile, parlak bir surette gösterdiği ve ism-i Rahîm’in vusulüne vesile olan hissiyat-ı Yakubiye, yüksek bir derece-i şefkattir. İsm-i Vedud’a vesile-i vusul olan aşk ise; Züleyha’nın Yusuf Aleyhisselâm’a karşı olan muhabbet mes’elesindedir. “[43]

Küçük yaşta ölen bir çocuk“vefatıyla, ebedî Cennet’te on milyon sene bana evlâd muhabbetine medar ve saadet-i ebediyeye vesile bir şefaatçı hükmüne geçer.”[44]

“Vesile-i saadet-i dâreyn olan iman ve İslâmiyet”[45]

“Muhabbet iki kısımdır. Biri: Mana-yı harfiyle, yani: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm hesabına, Cenab-ı Hak namına, Hazret-i Ali ile Hasan ve Hüseyin ve Âl-i Beyt’i sevmektir. Şu muhabbet Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın muhabbetini ziyadeleştirir. Cenab-ı Hakk’ın muhabbetine vesile olur.

İkincisi: Mana-yı ismiyle muhabbettir. Yani bizzât onları sever. Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm’ı düşünmeden Hazret-i Ali’nin kahramanlıklarını ve kemalini ve Hazret-i Hasan ve Hüseyin’in yüksek faziletlerini düşünüp sever. Hattâ Allah’ı bilmese de, Peygamber’i tanımasa da yine onları sever. Bu sevmek, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın muhabbetine ve Cenab-ı Hakk’ın muhabbetine sebebiyet vermez; hem ifrat olsa, başkaların zemmini ve adavetini iktiza eder.”[46]

Bir göz hatırı için,çok gözler sevilir.

“Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın yağmur duası, tevatür derecesinde ve çok defa tekrar ile, daima sür’atle kabul olması, başta İmam-ı Buharî ve İmam-ı Müslim, eimme-i hadîs nakletmişler. Hattâ bazı defa minber-i şerif üstünde, yağmur duası için elini kaldırıp, indirmeden yağmış. Sâbıkan zikrettiğimiz gibi, bir-iki defa ordu susuz kaldığı vakit bulut geliyordu, yağmur veriyordu. Hattâ nübüvvetten evvel, cedd-i Nebi Abdülmuttalib, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın küçüklük zamanında mübarek yüzüyle yağmur duasına giderdi. Onun yüzü hürmetine gelirdi ki; o hâdise, Abdülmuttalib’in bir şiiri ile iştihar bulmuş. Hem vefat-ı Nebevîden sonra, Hazret-i Ömer, Hazret-i Abbas’ı vesile yapıp demiş: “Yâ Rab! Bu senin habibinin amucasıdır. Onun yüzü hürmetine yağmur ver.” Yağmur gelmiş.”[47]

Haydi,o zatı vesilelikten çekip,bütün insanlıkla beraber,ehli imanla beraber dua edip yalvaralım,o zatın sür’atle kabul olan duasına mukabil,bizim ki ne derece makbul olur,düşünelim?

“Tevatüre yakın meşhurdur ki: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, sahabe ve imana gelenler daha kırka vâsıl olmadan ve gizli ibadet etmekte iken dua etti:-Allahım,İslâmı Ömer bin hattab veya Amr bin Hişam ile kuvvetlendir.- Bir-iki gün sonra, Hazret-i Ömer İbn-il Hattab imana geldi ve İslâmiyeti ilân ve i’zaz etmeye vesile oldu. “Faruk” ünvan-ı âlîsini aldı.”[48]

O zat“bir vesile-i saadet’dir.[49]

“Vesile-i muhabbet olan kemal ve hüsün ve ihsanın “[50]

Tüm güzel sıfatlar özelikle de kemal,hüsün ve ihsan gibi sıfatlar muhabbete birer vesiledirler.

“Mevcudat ve vesait ve ecram onun ef’aline mümanaat etmez, ta’vik etmez, belki hiç lüzum yok. Faraza lüzum olsa, elektriğin telleri gibi ve ağacın dalları gibi ve insanın damarları gibi; eşya, vesile-i teshilat ve vasıta-i vusul-ü hayat ve sebeb-i sür’at-i ef’al hükmüne geçer. Ta’vik, takyid, men’ ve müdahale şöyle dursun; belki teshil ve tesri’ ve îsale vesile hükmüne geçer. Demek Kadîr-i Zülcelal’in tasarrufat-ı kudretine herşey itaat ve inkıyad cihetinde -ihtiyaç yok- eğer ihtiyaç olsa kolaylığa vesile olur.”[51]

Zaten vesile,vasıta ve varlıklar onun ne fiillerine ne de irade ettiklerini engellemeye birer mani teşkil edemezler.Belki vesileler,kolaylığa vesiledirler.

“Ey derd-i maişetle mübtela olan insan! Bil ki senin hanendeki bereket direği ve rahmet vesilesi ve musibet dafiası, hanendeki o istiskal ettiğin ihtiyar veya kör akrabandır.”[52]

“Peder ve vâlide, ihtiyarlık halinde bir hanede bulunsa, ne derece vesile-i bereket ve vasıta-i rahmet ve “Beli bükülmüş ihtiyarlarınız olmasa idi, belalar sel gibi üstünüze dökülecekti.” Ne derece sebeb-i def’-i musibet olduklarını sen kıyas eyle.”[53]

“Vasıta-i halas ve vesile-i necat…”ihlastır.[54]İhlassızlık ise helakete vesiledir.

“Tevekkül ve kanaat ise, vesile-i rahmettir.”[55]

“Vesile-i rızk-ı helâl; acz ve iftikardır, zekâ ve iktidar değildir.”[56]

“Bu seyr ü sülûk-u kalbînin ve hareket-i ruhaniyenin miftahları ve vesileleri, zikr-i İlahî ve tefekkürdür.”[57]

Anahtar hazinenin yerine geçmese de,açılmasına açığa çıkıp bilinip tanınmasına vesiledir.İlahi hazinenin sıfat ve isimleri de vesilelerle açığa çıkarlar.Hadis-i Kudside:”Ben gizli bir hazine idim,mahlukatı yarattım,tâ ki kendimi bileyim,göreyim ve görüneyim.

“Masiva-yı İlahiyeye teveccühü hengâmında, mana-yı harfîden mana-yı ismîye geçmesiyle; tiryak iken zehir olur. Yani; gayrullahı sevdiği vakit, Cenab-ı Hak hesabına ve onun namına, onun bir âyine-i esması olmak cihetiyle rabt-ı kalb etmek lâzımken; bazan o zâtı, o zât hesabına, kendi kemalât-ı şahsiyesi ve cemal-i zâtîsi namına düşünüp, mana-yı ismiyle sever. Allah’ı ve peygamberi düşünmeden yine onları sevebilir. Bu muhabbet, muhabbetullaha vesile değil, perde oluyor. Mana-yı harfî ile olsa, muhabbetullaha vesile olur, belki cilvesidir denilebilir.”[58]

O’nun namına ve O’nun adıyla olup,O’na ulaştıran her şey sevilmeye layıktır.

“Tarîkatın ve hakikatın en yüksek mertebeleri, şeriatın cüzleri hükmüne geçer. Yoksa daima vesile ve mukaddime ve hâdim hükmündedirler. Neticeleri, şeriatın muhkematıdır. Yani: Hakaik-i şeriata yetişmek için, tarîkat ve hakikat meslekleri, vesile ve hâdim ve basamaklar hükmündedir.”[59]

“Tarîkat ve hakikat, vesilelikten çıkmamak gerektir. Eğer maksud-u bizzât hükmüne geçseler; o vakit şeriatın muhkematı ve ameliyatı ve Sünnet-i Seniyeye ittiba’, resmî hükmünde kalır; kalb öteki tarafa müteveccih olur. Yani: Namazdan ziyade halka-i zikri düşünür; feraizden ziyade, evradına müncezib olur; kebairden kaçmaktan ziyade, âdâb-ı tarîkatın muhalefetinden kaçar…Yani: Tekyesi, câmideki namazın zevkine ve ta’dil-i erkânına vesile olmalı; yoksa câmideki namazı çabuk resmî kılıp, hakikî zevkini ve kemalini tekyede bulmayı düşünen, hakikattan uzaklaşıyor.”[60]

“Şeriatın bir hâdimi ve bir vesilesi olan tarîkat…”[61]

Hakikata giden bir çok yollar içerisinde tarikatta hakikata ulaşmaya bir vesiledir.

“Hazret-i Yunus İbn-i Metta Alâ Nebiyyina ve Aleyhissalâtü Vesselâm’ın münacatı, en azîm bir münacattır ve en mühim bir vesile-i icabe-i duadır.”[62]

“Madem Zât-ı Ahmediye (A.S.M.), insanlara olan hadsiz ihsanat-ı İlahiyenin en mühim bir vesilesidir. Elbette Cenab-ı Hak hesabına, hadsiz bir muhabbete lâyıktır.”[63]

“Ciddî bir mes’eleye vesile olabilecek bir latife…”[64]

Çok küçük şeyler var ki,büyük şeylere birer vesiledir.Minarenin her bir taşı,çakılı,minarenin oluşumuna vesiledir.

“Lihye-i Saadet, yalnız Lihye-i Şerifin saçlarından ibaret değil, belki re’s-i mübarekinin traş oldukça hiçbir şeyini kaybetmeyen Sahabeler, o nurlu ve mübarek ve daimî yaşayacak saçları muhafaza etmişler. Onlar binlerdir. Şimdiki mevcuda müsavi gelebilirler. Yine o vakit hatırıma geldi ki: Acaba her câmide bulunan, sened-i sahih ile bu saç Hazret-i Risalet’in saçı olduğu sabit midir ki, ona karşı ziyaret makul olabilsin? Birden hatıra geldi ki: O saçların ziyareti, vesiledir. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’a karşı salavat getirmeye sebeb ve bir hürmet ve muhabbete medardır. Vesilelik ciheti o şeyin zâtına bakmaz, vesilelik cihetine bakar. Onun için eğer bir saç hakikî olarak Lihye-i Saadet’ten olmazsa, madem zahir hale göre öyle telakki edilmiş ve o vesilelik vazifesini yapıyor ve hürmete ve teveccühe ve salavata vesile oluyor; kat’î sened ile o saçın zâtını teşhis ve tayin lâzım değildir. Yalnız, aksine kat’î delil olmasın, yeter. Çünki telakkiyat-ı âmme ve kabul-ü ümmet, bir nevi’ hüccet hükmüne geçer. Bazı ehl-i takva böyle işlerde, ya takva veya ihtiyat veya azimet noktasında ilişseler de, hususî ilişirler. Bid’a da deseler, bid’a-i hasene nev’inde dâhildir. Çünki vesile-i salavattır.”[65]

Vesilenin kıymeti vesile kadar,vesileliği kadardır.Aslı yerine geçemez.

“İlahî! Senin rahmetin melceimdir ve Rahmeten lil-Âlemîn olan Habib’in senin rahmetine yetişmek için vesilemdir.”[66]

Mekke ve Medineye gitmek için vasıtalar ne güzel vesile,ayakla ne güzel vasıtadır.Ancak onlar Mekke ve Medine yerine geçmemektedirler.

“Evet üstad ve mürşid, masdar ve menba telakki edilmemek gerektir. Belki mazhar ve ma’kes olduklarını bilmek lâzımdır. Meselâ: Hararet ve ziya, sana bir âyine vasıtasıyla gelir. Senden Güneş’e karşı minnetdar olmaya bedel, âyineyi masdar telakki edip, Güneş’i unutup, ona minnetdar olmak, divaneliktir. Evet âyine muhafaza edilmeli, çünki mazhardır. İşte mürşidin ruhu ve kalbi bir âyinedir. Cenab-ı Hak’tan gelen feyze ma’kes olur, müridine aksedilmesine de vesile olur. Vesilelikten fazla feyiz noktasında makam verilmemek lâzımdır. Hattâ bazı olur ki, masdar telakki edilen bir üstad, ne mazhardır, ne masdardır. Belki müridinin safvet-i ihlasıyla ve kuvvet-i irtibatıyla ve ona hasr-ı nazar ile o mürid başka yolda aldığı füyuzatı, üstadının mir’at-ı ruhundan gelmiş görüyor. “[67]

“İhlas ve rıza-yı İlahî yolunda zerre, yıldız gibi olur. Vesilenin mahiyetine bakılmaz, neticesine bakılır. Madem neticesi rıza-yı İlahîdir ve mayesi ihlastır; o küçük değildir, büyüktür.”[68]

“Bu dünyada, hususan uhrevî hizmetlerde en mühim bir esas, en büyük bir kuvvet, en makbul bir şefaatçı, en metin bir nokta-i istinad, en kısa bir tarîk-ı hakikat, en makbul bir dua-yı manevî, en kerametli bir vesile-i makasıd, en yüksek bir haslet, en safi bir ubudiyet: İhlastır.”[69]

“Hastalık mütemadiyen hastaya ve Lillah için hastaya bakıcılara sevab kazandırmakla beraber, duanın makbuliyetine en mühim bir vesiledir.”[70]

“Dergâh-ı İlahîde za’f u aczim o kadar büyük bir şefaatçı ve vesile oldu ki, şimdi de hayretteyim.”[71]

“İhtiyarlıktaki za’f u acz, rahmet ve inayet-i İlahiyenin celbine vesiledir.”[72]

“Evet minnetdarlık ve teşekkürü davet eden ve muhabbet ve sena hissini tahrik eden, hayattan sonra rızk ve şifa ve yağmur gibi vesile-i şükran şeyler dahi doğrudan doğruya Zât-ı Rezzak-ı Şâfî’ye ait olduğunu; esbab ve vesait bir perde olduğunu “Şüphesiz rızık veren,sarsılmaz güç sahibi olan ancak Allah’tır.”[73]”Hastalandığım zamanda da o beni iyileştirir.”[74],”Yağmuru O indirir.Onlar tam ümitsizliğe düştüğü sırada rahmetini yaymakta olandır.”[75]gibi âyetler ile “Rızk, şifa ve yağmur, münhasıran Zât-ı Hayy-ı Kayyum’un kudretine hastır.” Perdesiz, ondan geldiğini ifade için kaide-i nahviyece alâmet-i hasr ve tahsis olan –Hüvellezi,Hüverrezzak- ifade etmiştir. İlâçlara hâsiyetleri veren ve tesiri halkeden ancak o Şâfî-i Hakikî’dir.”[76]

“İnsanlar fıtraten Hâlıkını pek ciddî severler ve Hâlıkları onları hem sever, hem kendini onlara her vesile ile sevdirir..”[77]

“Cenab-ı Hakk’ın nur u feyzine ma’kes ve vesile ve vasıta olan üstadın, masdar ve muktedir ve menba telakki edilmemek lâzım geldiği…”[78]

“Risale-i nur ve iman hizmeti gibi durumlar da belaların define birer vesiledirler.”[79]

“Namaz, kalblerde azamet-i İlahiyeyi tesbit ve idame ve akılları ona tevcih ettirmekle adalet-i İlahiyenin kanununa itaat ve nizam-ı Rabbanîye imtisal ettirmek için yegâne İlahî bir vesiledir. Zâten insan medenî olduğu cihetle, şahsî ve içtimaî hayatını kurtarmak için, o kanun-u İlahîye muhtaçtır. O vesileye müraat etmeyen veya tenbellikle namazı terkeden veyahut kıymetini bilmeyen; ne kadar cahil, ne derece hâsir, ne kadar zararlı olduğunu bilâhere anlar, ama iş işten geçer.”[80]

Marifetten sonra en büyük vesile ibadet özellikle namazdır.

“İbadet, dünya ve âhiret saadetlerine vesile olduğu gibi, maaş ve maâde, yani dünya ve âhiret işlerini tanzime sebebdir ve şahsî ve nev’î kemalâta vasıtadır ve Hâlık ile abd arasında pek yüksek bir nisbet ve şerefli bir rabıtadır.”[81]

İbadetin bir çok hikmetinden bir hikmet ciheti,“İbadetin yapılması, ateşe girmemeğe vesiledir.”[82]

“Dünya âhirete vesiledir.”[83]

“Feya Rabbî, ya Hâlıkî, ya Mâlikî! Seni çağırmakta hüccetin hacetimdir. Sana yaptığım dualarda uddetim fâkatimdir. Vesilem fıkdan-ı hile ve fakrimdir.”[84]

Herşey“Sâni’ ile masnu arasında bir vesile-i tearüf ve tahabbüb olsun.”[85]

“Vesile-i dünya olan Şah-ı Levlâk…”[86]

“İsimlerini, vesile-i kabul olmak üzere kullanarak iltica edebiliyorum. Hiç mümkün müdür ki, bu eşiğe yüzümü sürerken, “Ya Rab, üstadım Said Nursî Hazretlerinden razı ol, dâreynde muradlarını hasıl kıl!” diye yalvarmayayım? Aslâ ve kat’â. Bu bir vazife olmakla beraber, kanaatça inşâallah vesile-i icabe-i duadır.”[87]

“İkinci sualin: İbrahim Hakkı, “Cû’ ism-i a’zamdır” demesinin muradını bilmiyorum. Zahiren manasızdır, belki de yanlıştır. Fakat ism-i Rahman madem çoklara nisbeten ism-i a’zam vazifesini görüyor. Manevî ve maddî cû’ ve açlık, o ism-i a’zamın vesile-i vusulü olduğuna işareten mecazî olarak Cû’ ism-i a’zamdır, yani bir ism-i a’zama bir vesiledir, denilebilir.”[88]

“Küfür ve dalalet, kâinata büyük bir tahkir ve mevcudata bir zulm-ü azîmdir ve rahmetin ref’ine ve âfâtın nüzulüne vesiledir. Hattâ deniz dibinde balıklar, canilerden şekva ederler ki; “İstirahatımızın selbine sebeb oldular” diye rivayet-i sahiha vardır.”[89]

“Yâ Said! Âhirzamanın fitnelerine yetişip düştüğün zaman, benim dua ve himmetimi kendine vesile ve şefaatçi yap.”[90]

Benim adımı,kartımı,şifremi,karyerimi,namımı kullan…

“Dört def’a zelzelelerin başlaması ve intişariyle durmaları ve Anadoluda ekser yerlerde okunması harb-i umumînin Anadoluya girmemesine bir vesile olduğu Sûre-i Ve-l Asr işaret ettiği halde, bu iki ay kuraklık zamanında mahkemenin Risale-i Nurun beraetine ve vatana menfaatli olduğuna dair kararını mahkeme-i temyiz tasdik ederek tam bir serbestiyetle Risale-i Nurun intişarı ve okunmasını beklerken, bütün bütün aksine olarak men’edilmesi ve mahkemedeki risaleler sahiblerine iade edildiği halde bizi de o cihetce konuşmaktan men’etmeleri cihetiyle belâların def’ine vesile olan bu küllî sadaka-i mâneviye, belâya karşı çıkamadı, günahımız neticesi kuraklık başladı.”[91]

“Medeniyetin ve san’atın hakikî üstadı, ve vesilelerin ve mebâdilerin tekemmüliyle cihazlanmış olan şedid bir ihtiyac ve belimizi kıran tam bir fakr, öyle bir kuvvettir ki, susmaz ve kırılmaz.”[92]

Vesileler tamam olmadıkça,neticeler hasıl olmaz.

TEBERRÜK :

Üstad hazretleri kendisiyle bereketlenmek anlamına gelen teberrükü kabul eder,bu hususta yapılmasında da bir beis görmez.Teberrük batıl bir adet değil,belki müstahsen bir âdet-i islamiyedir.Ancak batıl olan bir şeyle veya yaratanı düşünmeden eşyaya bir kutsallık vererek yapılan bir teberrük o eşyaya verildiğinden dolayıdır ki bu nevi hareket cahiliye adetidir.

“Hem -nakl-i sahih-i kat’î ile- hacamat edip mübarek kanını Abdullah İbn-i Zübeyr teberrüken şerbet gibi içtiği zaman ferman etmiş: “İnsanların senden çekeceği var.Senin de insanlardan çekeceğin var.”deyip, hârika bir şecaatle ümmetin başına geçeceğini ve müdhiş hücumlara maruz kalacaklarını ve insanlar onun yüzünden dehşetli hâdiselere giriftar olacaklarını haber vermiş. Haber verdiği gibi çıkmış. Abdullah İbn-i Zübeyr, Emevîler zamanında hilafeti Mekke’de ilân ederek kahramanane çok müsademe etmiş; nihayet Haccac-ı Zalim büyük bir ordu ile üzerine hücum ederek, şiddetli müsademeden sonra o kahraman-ı âlişan şehid edilmiş.”[93]

“Yüzyirmi yaşında bulunan Mevlâna Hâlid’in (K.S.) cübbesini size bir gün göndereceğim. O zât onu bana giydirdiği gibi, ben de onun namına sizin herbirinize teberrüken giydirmek için hangi vakit isterseniz göndereceğim.”[94]

“Ve keza teyemmün, teberrük ve istiane gibi çok vecihleri hâvi; ve tevhid, tenzih, sena, celal ve cemal ve ihsan gibi çok makamları tazammun; ve tevhid ve nübüvvet, haşir ve adalet gibi makasıd-ı erbaaya işaret eden Besmele, zikredilen yerlerin herbirisinde bu vecihlerden, bu makamlardan biri itibariyle zikredilmiş ve edilmektedir.”[95]

“Bizans Hristiyanlarını, içine düştükleri bâtıl itikadlar girîvesinden, ancak Arabistan’ın Hira Dağı’nda yükselen ses kurtarabilmiştir. İlahî kelimeyi en ulvî makama yükselten ses, bu ses idi. Fakat Rumlar bu sesi dinleyememişlerdi. Bu ses, insanlara en temiz ve en doğru dini talim ediyordu. O yüksek din ki, onun hakkında, Gundö Firey Hesin gibi muhakkik bir fâzıl, şu sözleri pek haklı olarak söylüyor: “Bu dinde mukaddes sular, şâyan-ı teberrük eşya, esnam ve azizler, yahud a’mal-i sâlihadan mücerred imanı müfid tanıyan akideler, yahud sekerat-ı mevt esnasında nedametin bir faide vereceğini ifade eden sözler, yahud başkaları tarafından vuku bulacak dua ve niyazların günahkârları kurtaracağına dair ifadeleri yoktur. Çünki bu gibi akideler, onları kabul edenleri alçaltmıştır.”[96]

Tıpkı kutsal bilinip,kendisi için kurbanlar kesilen Sava gölü,Hindularca kutsal bilinen Ganj nehri gibi…

“Ve bin o hediye kadar kıymetli bulunan, o hediye ile gösterilen iltifatına karşı, ne kadar teşekkürde israf ve ifrat etse de makbuldür. Ve o çok mübarek zâtın o hediyesine sardığı kâğıtları da teberrük deyip şeker gibi yese, hattâ o hediye içindeki cevizlerin sert kabuklarını da teberrük diye ekmek gibi yutsa ve o hediyenin kabını mübarek bir kitab gibi öpse ve başına koysa, israf olmadığı ….”[97]

“Mübarek bir hanım, yanında çok senelerdenberi muhafaza ettiği Mevlânâ Hazretlerinin cübbesini, Ramazan-ı Şerifde teberrüken Üstadımızın yanında kalsın diye Feyzi ile gönderir. Üstadımız hemen Emin kardeşimize yıkamak için emrederek Cenab-ı Hakka şükretmeye başlar. Feyzi’nin hatırına: “Bu hanım, benim ile yirmi gün için gönderdi! Üstadım neden sahib çıkıyor?” diye hayretler içinde kalır. Sonra o hanımı görür, o hanım Feyzi’ye der ki: “Üstad hediyeleri kabul etmediğinden, bu suretle belki kabul eder diye öyle söylemiştim. Fakat emanet onundur, canımız dahi feda olsun” der, o kardeşimizi hayretten kurtarır. Evet, mübarek Üstadımızın o cübbeyi kabulü, Mevlânâ Halid’den sonra vazife-i teceddüd-ü dinin kendilerine intikaline bir alâmet telâkki etmesindendir, derler. Hem de öyle olmak lâzım.”[98]

ŞEFAAT :

Risale-i Nur’da şefaatla yapılan vesileliğe sıkça değinilmekte,Sadece rasulullahın değil,aynı zamanda Kur’an-ı,Cevşen-i,Risale-i Nurları ve onun Âyetül Kübra gibi bir risalesini,ihlası,samimiyeti,duaları,ibadet ve namazı,Yasini vesile yaparak Cenab-ı Haktan istemiş,istenilmiş ve istenilmesi teşvik edilmiştir.Zira diğerlerinde olduğu gibi burada da bunlar Allah’a ulaşmaya birer engel değil,vesile kılınmış,ehemmiyetlilikleri sür’atle kabul ve icabete,iletişim ve ulaşıma aracı ve ricacı kılınmıştır.

“Evet, bu kelime (Besmele)öyle mübarek bir definedir ki: Senin nihayetsiz aczin ve fakrın, seni nihayetsiz kudrete, rahmete rabtedip Kadîr-i Rahîm’in dergâhında aczi, fakrı en makbul bir şefaatçı yapar.”[99]

“O besmeleyi)”Rahman’ın dergâhında şefaatçı yap.”[100]

“Rahman-ı Zülcemal, elbette kendi istiğna-i mutlakına karşı, rahmetini ihtiyac-ı mutlak içindeki zîhayata ve insana makbul bir şefaatçi yapmış.”[101]

“Ey insan, eğer insan isen “Bismillahirrahmanirrahîm” de. O şefaatçiyi bul!”[102]

“Kâmil insanlar, aczde ve havfullahta öyle bir lezzet bulmuşlar ki; kendi havl ve kuvvetlerinden şiddetle teberri edip, Allah’a acz ile sığınmışlar. Aczi ve havfı, kendilerine şefaatçı yapmışlar.”[103]

“Rasulullah“O esmadan şefaat taleb ediyor…”[104]

“ Ukûl-ü aşere ve erbab-ül enva’ namıyla şerikleri itikad eden müşrik felasife gibi ve yıldızlara ve melaikelere bir nevi uluhiyet isnad eden Sabiiyyun gibi, Cenab-ı Hakk’a veled nisbet eden mülhid ve dâllînler gibi, Zât-ı Ehad ve Samed’in vücub-u vücuduna, vahdetine, samediyetine, istiğna-yı mutlakına zıd olan veledi nisbet ve melaikenin ubudiyetine ve ismetine ve cinsiyetine münafî olan ünûseti isnad mı ederler? Kendilerine şefaatçi mi zannederler ki, sana tabi olmuyorlar?”[105]

Şefaatı yanlış ve geçersiz kılan sebeb,yanlış ve isabetsiz seçimdir.Yanlış kapıyı çalmakla,kapı açılmaz.

“Cenab-ı Hak,“fermanında ona tebaiyeti ve Sünnet-i Seniyesine ittiba’la şefaatine mazhariyeti en ehemmiyetli bir mes’ele-i insaniye göstermiş…”[106]

“Cenab-ı Hak bizleri, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın şefaatına mazhar etsin, âmîn.”[107]

“Enbiya ve evliyaya Kur’anın tarif ettiği tarzda muhabbetin neticesi: O enbiya ve evliyanın şefaatlarından berzahta, haşirde istifade etmekle beraber; gayet ulvî ve onlara lâyık makam ve füyuzattan o muhabbet vasıtasıyla istifaza etmektir.”[108]

“Rasulullah;”Hem keşf-i evliyada, hem sadık rü’yalarda ümmetine görünür, hem haşirde umum ile şefaatle görüşür.”[109]

“Kardeşim, çocuğun vefatı beni müteessir etti. Fakat –El-Hükmü lillah-,-Hüküm Allah’ındır.-kazaya rıza, kadere teslim İslâmiyetin bir şiarıdır. Cenab-ı Hak sizlere sabr-ı cemil versin. Merhumu da, size zahîre-i âhiret ve şefaatçı yapsın.”[110]

“Küçük yaşta vefat eden bir çocuk“vefatıyla, ebedî Cennet’te on milyon sene bana evlâd muhabbetine medar ve saadet-i ebediyeye vesile bir şefaatçı hükmüne geçer.”[111]

“Dua edileceği vakit, istiğfar ile manevî temizlenmeli, sonra makbul bir dua olan salavat-ı şerifeyi şefaatçı gibi zikretmeli ve âhirde yine salavat getirmeli. Çünki iki makbul duanın ortasında bir dua makbul olur.”[112]

“İşte ey müslüman! Senin rûz-i mahşerde böyle bir şefiin var. Bu şefiin şefaatini kendine celbetmek için, sünnetine ittiba’ et!”[113]

“Kur’an ne kadar makbul bir şefaatçı, ne kadar doğru bir rehber, ne kadar kudsî bir nur olduğunu gör!”[114]

“Namaz kıldığım o Bayezid Câmiindeki cemaatle iştirakimi ve herbiri benim bir nevi şefaatçim hükmüne ve kıraatımda izhar ettiğim hükümlere ve davalara birer şahid ve birer müeyyid gördüm. Nâkıs ubudiyetimi, o cemaatin büyük ve kesretli ibadatı içinde dergâh-ı İlahiyeye takdime cesaret geldi. …

Benim bu kadar şefaatçilerim var; benim namazda söylediğim herbir sözü aynen söylüyorlar, tasdik ediyorlar.”[115]

“Bu dünyada, hususan uhrevî hizmetlerde en mühim bir esas, en büyük bir kuvvet, en makbul bir şefaatçı, en metin bir nokta-i istinad, en kısa bir tarîk-ı hakikat, en makbul bir dua-yı manevî, en kerametli bir vesile-i makasıd, en yüksek bir haslet, en safi bir ubudiyet: İhlastır.”[116]

“Cenab-ı Erhamürrâhimîn’den bütün esma-i hüsnasını şefaatçı yapıp niyaz ediyoruz ki: “Bizleri ihlas-ı tâmme muvaffak eylesin… Âmîn…”[117]

“Bana sekiz sene kemal-i sadakatla hiç gücendirmeden hizmet eden Barla’lı Süleyman’ın halasının, bir vakit gözü kapandı. O sâliha kadın, bana karşı haddimden yüz derece fazla hüsn-ü zan ederek, “Gözümün açılması için dua et” diyerek, câmi kapısında beni yakaladı. Ben de, o mübarek ve meczube kadının salahatını duama şefaatçı yapıp, “Ya Rabbi, onun salahatı hürmetine onun gözünü aç” diye yalvardım. İkinci gün Burdur’lu bir göz hekimi geldi, gözünü açtı. Kırk gün sonra yine gözü kapandı. Ben çok müteessir oldum, çok dua ettim. İnşâallah o dua, âhireti için kabul olmuştur. Yoksa benim o duam, onun hakkında gayet yanlış bir beddua olurdu. Çünki eceli kırk gün kalmıştı. Kırk gün sonra -Allah rahmet etsin- vefat eyledi.”[118]

“O Zât-ı Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm, dünyaya geldiği dakikada “ümmetî ümmetî” rivayet-i sahiha ile ve keşf-i sadıkla dediği gibi, mahşerde herkes “nefsî nefsî” dediği zaman, yine ümmetî ümmetî” diyerek en kudsî ve en yüksek bir fedakârlık ile, yine şefaatıyla ümmetinin imdadına koşan bir zâtın gittiği âleme gidiyoruz. Ve o güneşin etrafında hadsiz asfiya ve evliya yıldızlarıyla ışıklanan öyle bir âleme gidiyoruz.”[119]

“Kusurumun afvı için, Kur’anı ve Cevşen-ül Kebir’i şefaatçı ederek rahmetinden afvımı niyaz ediyorum.”[120]

“Hem Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’a Makam-ı Mahmud verilmesi, umum ümmete şefaat-ı kübrasına işarettir.”[121]

“Bir gün bir duada, “Ya Rabbi! Cebrail, Mikâil, İsrafil, Azrail hürmetlerine ve şefaatlerine, beni cinn ve insin şerlerinden muhafaza eyle”[122]

“Şahs-ı manevînizden himmet ve meded ve sebat ve metanet ve şefaat bekleyen

Kardeşiniz,Said Nursî”[123]

Mü’minler ibadetlerinde, dualarında birbirine dayanarak cemaatle kıldıkları namaz ve sair ibadetlerinde büyük bir sır vardır ki; her bir ferd, kendi ibadetinden kazandığı miktardan pek fazla bir sevab cemaatten kazanıyor. Ve her bir ferd ötekilere duacı olur, şefaatçi olur, tezkiyeci olur, bilhassa Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâma…[124]

“Risale-i Nur’un vasıta-i neşri olan üstadımızın câmii, Barla’da seddedildi. Risale-i Nur’u yazacak hariçteki talebelerinin yanına gelmeleri men’ edildiği hengâmda kuraklık başladı. Yağmura ihtiyac-ı şedid oldu. Sonra yağmur başladı, her tarafta yağdı. Yalnız Karaca Ahmed Sultan’dan itibaren, bir daire içinde kalan Barla mıntıkasına yağmur gelmedi. Üstadımız bundan pek müteessir olarak dua ediyordu. Sonra dedi ki: “Kur’an’ın hizmetine sed çekildi, bu köydeki mescidimiz kapandı. Bunda bir eser-i itab var ki, yağmur gelmiyor. Öyle ise, madem Kur’an’ın itabı var. Yâsin Suresini şefaatçı yapıp Kur’an’ın feyzini ve bereketini isteyeceğiz.” Üstadımız, Muhacir Hâfız Ahmed Efendi’ye dedi ki: “Sen kırkbir Yâsin-i Şerif oku.” Muhacir Hâfız Ahmed Efendi bir kamışa okudu. O kamışı suya koydular. Daha yağmur alâmeti görünmezken, ikindi namazı vaktinde, üstadımız daima itimad ettiği bir hatırasına binaen Muhacir Hâfız Ahmed Efendi’ye söyledi ki: “Yâsinler tılsımı açtı, yağmur gelecek.”

İşte bu hâdise, kat’iyyen delalet ediyor ki; o yağmur, Hizmet-i Kur’an’la münasebetdardır. O rahmet-i âmme içinde bir hususiyet var ki; Sure-i Yâsin anahtar ve şefaatçı oldu ve yağmur kâfi mikdarda yağdı.”[125]

“Tesbihattan sonra dua için elimizi kaldırdık, üstadımız yağmur duası etti. Kur’anı şefaatçı yaptı. Birden o güneş altında, herbirimizin ellerine yedi-sekiz damla yağmur düştü. Elimizi indirdik, yağmur kesildi. Cümlemiz bu hale hayret ettik. O vakte kadar yirmi-otuz gündür yağmur gelmemişti. Yalnız o yağmur duası ânında dua eden her ele, yedi-sekiz damla düşmesi gösterdi ki, bunda bir sır var. Üstadımız dedi ki: “Bu bir işaret-i İlahiyedir. Cenab-ı Hak manen diyor ki: Ben duayı kabul ediyorum, fakat şimdi yağmur vermiyorum.” Demek sonra Sure-i Yâsin şefaat edecek. Nitekim öyle olmuştur.”[126]

“Hâfız Ali’nin mektubunda, Risale-i Nur’a karşı kemal-i mahviyetle kemal-i ihlası ve irtibatı, onun eskiden beri takdir ettiğim bir hasiyet-i mümtazesini göstermekle beraber, benim gibi bir bîçareyi de şefaatçi yapıp, ben de onun kemal-i samimiyetini şefaatçi yapıp, duasına âmîn derim.”[127]

“Risale-i Nur mü’minlere; Kur’an’dan hedaya-yı hidayet, kevneyn–i saadet, mazhar-ı şefaat ve feyz-i Rahman’dır.”[128]

“Hakikat-ı Leyle-i Kadr’i şefaatçi ederek rahmet-i İlahiyeden niyaz ediyoruz.”[129]

“Benim dua ve himmetimi kendine vesile ve şefaatçi yap. İnşâallah, senin herşey’inde ve her işinde uzun bir zamanda, yâni tufûliyet zamanından tâ ihtiyarlığın vaktinde işkenceli esaretine kadar.. yâni, bin ikiyüz doksandörtten tâ bin üçyüz kırkbeş, belki altmışdörde, daha ziyade bir zamana kadar Allah’ın izniyle ve kuvvetiyle senin imdadına yetişeceğim.”Said Nursî.[130]

“İmam-ı Ali (R.A.) gayb-âşina nazariyle bu risaleyi görmüş, “Kaside-i Celcelutiye” sinde bu risalenin ehemmiyetine ve makbuliyetine işaret edip-Ve bil âyetil kübra emini minel fecet-( Âyet-ül Kübra hakkı için o fecet ve musibetten şakirdlerine aman ver)[131]fıkrasiyle onu şefaatçi yaparak dua etmiştir.”[132]

HADİSLERDE ŞEFAAT :

-Ebû Hüreyre radiya’llâhu anh’den:

Şöyle demiştir: (Bir kere) “Yâ Resûlâ’llâh, Kıyâmet gününde Sen’in şefâatin en ziyâde kime râyegân olacak?” diye sordum. Buyurdu ki: “Yâ Ebâ Hüreyre, hadîs (bellemek) için sende gördüğüm hırsa göre bu hadîsi senden evvel kimsenin bana sormayacağını (zâten) tahmîn ediyordum. Kıyâmet gününde halk içinde şefâatime en ziyâde mazhar olacak kimse kalbinden (yâhud içinden) hâlis olarak Lâ ilâhe illâ’llâh diyendir.”

-Abdullâh İbn-i Ömer radiya’llâhu anhümâ’dan rivâyete göre -şöyle demiştir: Kıyâmet günü insanlar küme küme, her ümmet peygamberinin peşinde (ileri, geri) dönüştürürler (ve büyük peygamberlere):

– Ey falan, şefâat et, ey falan, şefâat et, derler. En sonu şefâat dileği Nebî salla’llâhu aleyhi ve sellem’e erişip nihâyet bulur. Bu şefâat vâkıası Allâhu Teâlâ’nın peygamberi Muhammed Mustafâ’yı Makâm-ı Mahmûd’a gönderdiği gün vukû’ bulur. (Ve herkes o gün Muhammed Mustafa’yı tebcîl eder.)

-Ebû Hüreyre radiya’llahu anh’den rivâyete göre, Resûlu’llah Salla’llahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: Her peygamberin kendisine has müstecab bir du’âsı vardır. Onunla Allah’a du’â edegelmiştir. Fakat ben du’âmı âhirette ümmetime şefâ’at etmek için saklıyorum.

-Enes (İbn-i Mâlik) radiya’llahu anh’den Nebî Salla’llahu aleyhi ve sellem’in şöyle buyurduğunu işittim, dediği rivâyet olunmuştur: Kıyâmet günü hulûl ettiğinde (Umûmî sûrette) ben şefâ’at ederim. Bunun üzerine ben: Yâ Rabbî! Gönlünde hardal dânesi kadar îmânı olanları Cennet’e koy, diye niyâz ederim, bunlar Cennet’e girerler. Sonra ben: Yâ Rabbî! Hardal dânesinden az îmânı olanları da koy, diye şefâ’at ederim. Enes İbn-i Mâlik der ki: (Az bir îmânı) dediği sırada ben Resûlu’llah’ın parmaklarına bakar gibi idim. O parmaklarını biribirine zam ederek işâret ediyordu.

-Yine Enes İbn-i Mâlik radiya’llahu anh’den Ma’bed İbn-i Hilâl ma’rifetiyle şefâ’at hadîsi rivâyet olundu, Ebû Hüreyre’den uzun bir metin ile rivâyet olunan şefâ’at hadîsi yukarıda geçti. Buradaki rivâyetin sonuna Enes İbn-i Mâlik şu ma’lûmâtı ziyâde etmiştir.

Mahşer halkı ‘Îsâ’ya gelirler (şefâ’at dilerler). Hazret-i ‘Îsâ da onlara:

– İstediğiniz umûmî şefâ’atci ben değilim. Lâkin siz, Muhammed Salla’llahu aleyhi ve sellem’e gidip mürâcaat ediniz, diyecek. Bunun üzerine ehl-i mahşer bana gelecekler. Ben de onlara:

– Umum beşeriyete şefâ’at bana ihsân olunmuştur. Rabbimden müsâ’ade istiyeyim, diyeceğim. Rabbimden istediğim de müsâ’ade olunacak, ve bana Allahu Teâlâ’ya arz-ı Mahmedet için şimdi hâfızamda bulunmıyan birtakım hamd ü senâlar ilhâm olunacak. Bu mehâmid-i seniyye ile Allahu Teâlâ’ya hamdü senâ edip Cenâb-ı Hakk’a secdeye kapanacağım. Sonra bana Allahu Teâlâ:

– Yâ Muhammed! Başını secdeden kaldır, hem (ne istersen) söyle, sözün dinlenecek, (ne dilersen) iste verilecektir, şefâ’at et, şefâ’atin de kabûl olunacaktır, buyuracak ben de artık:

– Yâ Rab! Ümmetimi ümmetimi, diye niyâz edeceğim. Bunun üzerine bana:

– Haydi git, gönlünde arpa dânesi kadar îmânı olan müslümanları Cehennem’den çıkar, denilecek. Resûl-i Ekrem der ki: Ben de gidip vazîfemi îfâ edeceğim. Sonra dönüp geleceğim. Bunun üzerine Cenâb-ı Hakk’a o birtakım hamdü senâlarla hamd edip sonra Cenâb-ı Hakk’a secdeye kapanacağım. Bunun üzerine bana taraf-ı ilâhîden:

– Yâ Muhammed! Başını secdeden kaldır, ve (ne dilersen) söyle, sözün dinlenecek, ve iste; istediğin verilecektir. Şefâ’at de et, şefâ’atin kabûl olunacaktır, buyurulacak. Ben de hemen:

– Yâ Rab! Ümmetimi ümmetimi, diye niyâz edeceğim. Bunun üzerine bana:

– Haydi git, gönlünde zerre veyâ hardal dânesi kadar îmânı olan müslümanları Cehennem’den çıkar, denilecek. Ben de gidip onları çıkaracağım. Sonra dönüp geleceğim. Bu def’a da Cenâb-ı Hakk’a evvelki hamd ü senâlarla hamd edip sonra Cenâb-ı Hakk’a secdeye kapanacağım. Bunun üzerine taraf-ı ilâhîden bana:

– Yâ Muhammed! Başını kaldır ve ne dilersen söyle, sözün dilenecek, ve iste, dileğin verilecek, şefâ’at de et, şefâ’atin kabûl olunacaktır, buyurulacak. Ben de:

– Yâ Rab! Ümmetimi ümmetimi, diye niyâz edeceğim. Bunun üzerine bana:

– Haydi git, hardal dânesine yakın mikdarda, azın azı îmânı olan kimseleri Cehennem’den çıkar, denilir. Ben de gidip onları çıkarırım.

-Yine Enes İbn-i Mâlik’den gelen bir rivâyet tarîkında deniliyor ki: Ben dördüncü def’a dönüp geleceğim. Ve Allahu Teâlâ’ya o mehâmid-i mübâreke ile hamd ü senâ edip sonra secdeye kapanacağım. Bunun üzerine bana:

– Yâ Muhammed! Başını kaldır ve söyle; sözün dinlenecek, iste, dileğin verilecek. Şefâ’at et, şefâ’atin de kabûl olunacaktır, denilecek. Ben de:

– Yâ Rab! Bana müsâ’ade buyur da Lâ ilâhe illa’llah, diyen bütün ehl-i tevhîd hakkında şefâat edeyim, diye niyâz edeceğim. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak:

– İzzetim ve celâlim, kibriyâ ve azametim hakkı için Lâ ilâhe illa’llah, diyen ehl-i tevhîd’in hepsini muhakkak sûrette Cehennem’den çıkaracağım, buyuracaktır.

KERAMET :

“Bütün evliya keşf ü kerametlerine istinad edip davasını tasdik ettikleri ve bütün asfiya tahkikatına istinad ederek hakkaniyetine şehadet ettikleri Resul-i Ekrem Sallallahü Aleyhi ve Sellem’in tahakkuk etmiş bin mu’cizatı…”[133]

“Mi’rac ise, velayet-i Ahmediyenin (A.S.M.) keramet-i kübrası, hem mertebe-i ulyâsı olduğundan, risalet mertebesine inkılab etmiş. Mi’racın bâtını velayettir, halktan Hakk’a gitmiş. Zahir-i Mi’rac risalettir, Hak’tan halka geliyor. Velayet, kurbiyet meratibinde sülûktur. Çok meratibin tayyına ve bir derece zamana muhtaçtır. Nur-u a’zam olan risalet ise, akrebiyet-i İlahiyenin inkişafı sırrına bakar ki, bir ân-ı seyyale kâfidir. Onun için hadîste denilmiş: “Bir anda dönmüş gelmiş.”[134]

“Sema-yı risaletin kamer-i müniri olan Hâtem-i Divan-ı Nübüvvet, nasılki mahbubiyet derecesine çıkan ubudiyetindeki velayetin keramet-i uzması ve mu’cize-i kübrası olan Mi’rac ile, yani bir cism-i Arzı semavatta gezdirmekle semavatın sekenesine ve âlem-i ulvî ehline rüchaniyeti ve mahbubiyeti gösterildi ve velayetini isbat etti. Öyle de: Arz’a bağlı, semaya asılı olan Kamer’i, bir Arzlının işaretiyle iki parça ederek Arz’ın sekenesine, o Arzlının risaletine öyle bir mu’cize gösterildi ki: Zât-ı Ahmediye (A.S.M.) Kamer’in açılmış iki nurani kanadı gibi; risalet ve velayet gibi iki nurani kanadıyla, iki ziyadar cenah ile, evc-i kemalâta uçmuş; tâ Kab-ı Kavseyn’e çıkmış, hem ehl-i Semavat, hem ehl-i Arz’a medar-ı fahr olmuştur…”[135]

“Bir mi’racî kerametle melekler, gördüler elhak ki müsellem bir nübüvvette muazzam bir velayet var.”[136]

Velayetin bittiği noktada,nübüvvet başlar.Veli bu ulvi makamından dolayı kerametlerle ikram olunurken,nebi harika ikramlara mazhar olur.

“Keramet ve ikram ve inayetin bahsi geldiği münasebetiyle, keramet ve ikramın bir farkını söyleyeceğim. Şöyle ki:

Kerametin izharı, zaruret olmadan zarardır. İkramın izharı ise, bir tahdis-i nimettir. Eğer keramet ile müşerref olan bir şahıs, bilerek hârika bir emre mazhar olursa, o halde eğer nefs-i emmaresi bâki ise, kendine güvenmek ve nefsine ve keşfine itimad etmek ve gurura düşmek cihetinde istidrac olabilir. Eğer bilmeyerek hârika bir emre mazhar olursa, meselâ birisinin kalbinde bir sual var, intak-ı bilhak nev’inden ona muvafık bir cevab verir; sonra anlar. Anladıktan sonra kendi nefsine değil, belki kendi Rabbisine itimadı ziyadeleşir ve “Beni benden ziyade terbiye eden bir hafîzim vardır.” der, tevekkülünü ziyadeleştirir. Bu kısım, hatarsız bir keramettir; ihfasına mükellef değil, fakat fahr için kasden izharına çalışmamalı. Çünki onda zahiren insanın kesbinin bir medhali bulunduğundan, nefsine nisbet edebilir. Amma ikram ise; o, kerametin selâmetli olan ikinci nev’inden daha selâmetli, bence daha âlîdir. İzharı, tahdis-i nimettir. Kesbin medhali yoktur, nefsi onu kendine isnad etmez.”[137]

Sahabe makamı velayetle nübüvvet arasında bir makam,bir köprü ve berzahtır.En büyük velayet onların makamıdır.Nübüvvete makes olduklarındandır ki,en büyük veli en küçük sahabeye yetişemez.

“Sahabelerin velayeti, velayet-i kübra denilen, veraset-i nübüvvetten gelen, berzah tarîkına uğramayarak, doğrudan doğruya zahirden hakikata geçip, akrebiyet-i İlahiyenin inkişafına bakan bir velayettir ki, o velayet yolu, gayet kısa olduğu halde gayet yüksektir. Hârikaları az, fakat meziyatı çoktur. Keşif ve keramet orada az görünür. Hem evliyanın kerametleri ise, ekserîsi ihtiyarî değil. Ummadığı yerden, ikram-ı İlahî olarak bir hârika ondan zuhur eder. Bu keşif ve kerametlerin ekserisi de, seyr ü sülûk zamanında, tarîkat berzahından geçtikleri vakit, âdi beşeriyetten bir derece tecerrüd ettiklerinden, hilaf-ı âdet hâlâta mazhar olurlar. Sahabeler ise, sohbet-i nübüvvetin in’ikasıyla ve incizabıyla ve iksiriyle tarîkattaki seyr ü sülûk daire-i azîminin tayyına mecbur değildirler. Bir kademde ve bir sohbette zahirden hakikata geçebilirler. Meselâ: Nasılki dün geceki Leyle-i Kadr’e ulaşmak için iki yol var:

Biri: Bir sene gezip dolaşıp, ta o geceye gelmektir. Bu kurbiyeti kazanmak için bir sene mesafeyi tayyetmek lâzım gelir. Şu ise, ehl-i sülûkün mesleğidir ki, ehl-i tarîkatın çoğu bununla gider.

İkincisi: Zamanla mukayyed olan cism-i maddî gılafından sıyrılıp, tecerrüdle ruhen yükselip, dün geceki Leyle-i Kadr’i öbür gün Leyle-i Îd ile beraber bugünkü gibi hazır görmektir. Çünki ruh zamanla mukayyed değil. Hissiyat-ı insaniye ruh derecesine çıktığı vakit, o hazır zaman genişlenir. Başkalarına nisbeten mazi ve müstakbel olan vakitler, ona nisbeten hazır hükmündedir.”[138]

“Şu mu’cize-i taamiye ve mu’cize-i mâiye ise, mu’cizeden ziyade bir keramettir, belki kerametten ziyade bir ikramdır, belki ikramdan ziyade ihtiyaca binaen bir ziyafet-i Rahmaniyedir. Onun için çendan dava-yı nübüvvete delildir ve mu’cizedir; fakat asıl maksad: Ordu aç kalmış; bir çekirdekten bin batman hurmayı halkettiği gibi, Cenab-ı Hak hazine-i gaybdan bir sa’ taamdan, bin adama ziyafet veriyor. Hem susuz kalmış mücahid bir orduya, kumandan-ı a’zamın parmaklarından, âb-ı kevser gibi su akıttırıp içiriyor. İşte şu sır içindir ki, mu’cize-i taamiye ve mu’cize-i mâiyenin her bir misali, hanin-i ciz’ derecesine çıkmıyor. Fakat o iki mu’cizenin cinsleri ve nevileri külliyet itibariyle, hanin-i ciz’ gibi mütevatir ve kesretlidir. Hem taamın bereketini ve parmaklarından suyun akmasını herkes göremiyor, yalnız eserlerini görüyor. Direğin ağlamasını ise herkes işitiyor. Onun için fazla intişar etti.”[139]

Bazı bilinmeyen şeylerden haber vermek;ilmin kerameti,samimiyetin kerameti,hassasiyetin kerameti,ihlasın kerameti,ferasetin kerameti,Hissi kablel vuku’nun kerameti,Kur’an-ın kerameti,şeyh ve velinin kerameti,niyeti halisenin kerameti,iktisadın kerameti,sadakatin kerameti gibi hususlar sebebiyle vücuda gelebilir.

“Hicaz’da bir çocuk dünyaya gelir. Onun iki omuzu arasında hâtem gibi bir nişan var. İşte o çocuk umum insanlara imam olacak!” Sonra gizli Abdülmuttalib’i çağırmış, “O çocuğun ceddi de sensin” diye kerametkârane, bi’setten evvel haber vermiş.”[140]

“Kurdun bahsini ettiğin zaman topuzu hazırla, vur; çünki kurt geliyor.” Demek bir hiss-i kabl-el vuku’ ile, latife-i Rabbaniye icmalen o adamın gelmesini hisseder. Fakat aklın şuuru ihata etmediği için; kasden değil, ihtiyarsız olarak bahsetmeye sevkeder. Ehl-i feraset bazan keramet gibi geldiğini beyan eder. Hattâ bir zaman bende şu nevi hassasiyet fazla idi. Bu hali bir düstur içine almak istedim, fakat yakıştıramadım ve yapamadım. Fakat ehl-i salahatta ve bahusus ehl-i velayette bu hiss-i kabl-el vuku’ fazla inkişaf eder, kerametkârane âsârını gösterir.”[141]

“Dünyevî işlerimde; keramet sahibi bir şeyhin bir müridi, nasıl şeyhinden hacatına dair meded ve himmet bekliyor; ben de Kur’an-ı Hakîm’in kerametli esrarından o hacatımı beklerken, ümid etmediğim ve ummadığım bir tarzda bana çok defa hasıl oluyor.”[142]

“Evet velayetin kerameti olduğu gibi, niyet-i hâlisenin dahi kerameti vardır. Samimiyetin dahi kerameti vardır. Bahusus Lillah için olan bir uhuvvet dairesindeki kardeşlerin içinde ciddî, samimî tesanüdün çok kerametleri olabilir. Hattâ şöyle bir cemaatin şahs-ı manevîsi bir veliyy-i kâmil hükmüne geçebilir, inayata mazhar olur.”[143]

“Ehl-i velayet, hizmet ve meşakkat ve musibet ve külfeti hoş görüyorlar, nazlanmıyorlar, şekva etmiyorlar. “Elhamdülillahi alâküllihal” diyorlar. Keşf ü keramet, ezvak u envâr verildiği vakit, bir iltifat-ı İlahî nev’inden kabul edip setrine çalışıyorlar. Fahre değil, belki şükre, ubudiyete daha ziyade giriyorlar. Çokları o ahvalin istitar ve inkıtaını istemişler, tâ ki amellerindeki ihlas zedelenmesin. Evet makbul bir insan hakkında en mühim bir ihsan-ı İlahî, ihsanını ona ihsas etmemektir; tâ niyazdan naza ve şükürden fahre girmesin.”[144]

“Kırk gün ekmek yemeyen Seyyid Ahmed-i Bedevi’nin hârikulâde halleri, imkân-ı örfî dairesindedir. Hem keramet olur, hem hârikulâde bir âdeti de olabilir. Evet Seyyid Ahmed-i Bedevi’nin (K.S.) acib ve istiğrakkârane hallerde bulunduğu, tevatür derecesinde naklediliyor. Kırk günde bir defa yemek yemesi, vaki’ olmuştur. Fakat her vakit öyle değil. Keramet nevinden bazı defa olmuştur. “[145]

“İktisaddaki bereketin keramet derecesine çıktığı…”[146]

“Bu fevkalâde enaniyetli ehl-i dünyanın enaniyet işinde o kadar hassasiyet var ki, eğer şuuren olsa idi, keramet derecesinde veyahud büyük bir deha derecesinde bir muamele olurdu.”[147]

En büyük keramet ve ikramı ilahi imana mazhariyet,ibadete nailiyettir.

“İmam-ı Rabbanî Ahmed-i Farukî diyor ki: “Bir küçük mes’ele-i imaniyenin inkişafı, benim nazarımda yüzler ezvak ve kerametlere müreccahtır.”[148]

“Ey beşer! Yüksek ve alçak bütün ecramı sizin istifadenize tahsis etmekle sizlere bu kadar i’zaz ve ikramlarda bulunan Cenab-ı Hakk’a ibadet ediniz! Ve sizlere yaptığı keramete karşı liyakatınızı izhar ediniz.”[149]

“İnsanın eti, hürmet ve keramet için; zehir, zarar için; lâşe eti, necaset için haram olmuşlardır.”[150]

“İnsan bu keramete, bu şerefe nâil olduğu halde, kendisini başıboş ve gayr-ı mes’ul zannetmesin.”[151]

“Keramet ile istidrac manen birbirine mübayindir. Zira keramet, mu’cize gibi Allah’ın fiilidir. Ve o keramet sahibi de kerametin Allah’tan olduğunu bilir ve Allah’ın kendisine hâmi ve rakib olduğunu da bilir. Tevekkül ü yakîni de fazlalaşır. Lâkin bazan Allah’ın izniyle kerametlerine şuuru olur, bazan olmaz. Evlâ ve eslemi de bu kısımdır.

İstidrac ise, gaflet içinde iken eşya-yı gaybiyenin inkişafından ve garib fiilleri izhar etmekten ibarettir. Fakat bu istidrac sahibi, nefsine istinad ve iktidarına isnad etmekle enaniyeti, gururu öyle fazlalaşır ki- Karun:”Bu varlık bana ancak kendimdeki bilgi sayesinde verildi.”[152]-okumaya başlar. Lâkin o inkişaf, tasfiye-i nefs ve tenevvür-ü kalb neticesi olduğu takdirde, ehl-i istidrac ile ehl-i keramet arasında tabaka-i ûlâda fark yoktur. Tam manasıyla fenaya mazhar olanlar ise, onlara da Allah’ın izniyle eşya-yı gaybiye inkişaf eder. Ve onlar da, o eşyayı fena fillah olan havaslarıyla görürler. Bunun istidracdan farkı pek zahirdir. Zira zahire çıkan bâtınlarının nuraniyeti, müraîlerin zulümatıyla iltibas olmaz.”[153]

“Süleyman, benim her hususî işimi ve kitabetimi kemal-i şevk ile minnet etmeyerek, mukabilinde birşey kabul etmeyerek, kemal-i sadakatla yapmış. Hattâ o derece hizmeti safî ve hâlis, lillah için yapıyordu; belki yüz defadan ziyade arzu ettiğim dakikada, ümid edilmediği bir tarzda geliyor; fesübhanallah diyordum “Benim arzu-yu kalbimi, bu işitiyor mu?” Anladım ki o istihdam olunuyor, sadakatının kerametidir. Hattâ hizmetimde bulunduğu bir gün, bir yaşındaki kız çocuğuna bakılmamış. Yüksek bir damdan, taş üstüne çocuk düştü. O hizmet sadakatının bir ikram-ı İlahî olarak, o çocuk hiçbir teessür ve hastalık görmediği gibi; sütten, memeden bile kesilmedi. Her ne ise, bu tarz sadakatının lem’alarını çok gördüm.”[154]

“Bu Re’fet’in bir keramet-i ferasetidir.”[155]

“İhlasın ve sadakatın dahi velayet gibi kerameti var. Belki bazan daha fevkindedir.”[156]

“Çok şahs-ı denî, nur ile hem buldu keramet…”[157]

“Keramet, mu’cize gibi Cenâb-ı Hakkın fiilidir, hediyesidir, ihsanıdır ve ikramıdır; beşerin fiili değildir. O keramete mazhar olan zât ise, bâzan biliyor, bâzan bilmiyor -vukuundan sonra bilir-. Keramete mazhariyetini kablelvuku’ bilen ve ikram-ı İlâhîye ihtiyarıyla tevfik-ı hareket eden kısım, eğer enaniyetten bütün bütün tecerrüd etmiş ise ve Hazret-i Gavs gibi kudsiyet kesbetmiş ise, Cenâb-ı Hakkın izniyle, o kerametin her tarafını bilerek kendisi sahip çıkar, bilir ve bildirir. Fakat bununla beraber, mâdem o keramet ikramdır; bütün tafsilâtiyle keramet sahibine de meşhud olmak lâzım değildir. Bu sırra binaen; Hazret-i Şeyh; i’lâm-ı Rabbanî ve izn-i İlâhî ile bu asrı görmüş ve hizmet-i Kur’aniyenin etrafında bizleri müşahede edip nazar-ı şefkatiyle bakmış. O beş satır, sırf bir keramet ve intak-ı bilhak ve bir ikram-ı İlâhî ve veraset-i Nebeviye itibariyle zuhur ettiğinden, mu’cizevârî, kudret-i beşer fevkınde bir şekil almış. Sun’î, irade-i şeyh ile olduğu değildir. Çünki intakdır. Ruh-u kudsîsi hissetmiş, görmüş. İrade ve ihtiyar yetişemiyor. Akıl ise ruhun harekâtını ihâta edemez. Lisan, ne kadar aklın dekaik-ı tasavvuratının tercümesinde âciz ise, ihtiyar dahi ruhun dekaik-ı harekâtının derkinde o derece âcizdir.”[158]

“Hazret-i Gavs, o derece yüksek bir mertebeye mâlik ve o derece hârika bir keramete mazhardır ki, kâfirlerin bir kısmı demiş: “Biz İslâmiyeti kabûl edemiyoruz; fakat Abdülkadir-i Geylânî’yi de inkâr edemiyoruz.”Hem evliyayı inkâr eden Vahhâbînin müfrit kısmı dahi Hazret-i Şeyhi inkâr edemiyorlar. Evliya, onun derece-i celâletine yetişmediği bütün ehl-i tarikatca teslim edilmiştir.”[159]

“Keramet ise mu’cize gibi Cenâb-ı Hak tarafındandır, intak-ı bilhak nev’indendir…”[160]

“Bir mutasarrıfın pençe-i kahriyle, elleri bağlı, muhafız nezaretinde Bitlise nefyedildi. Jandarmalarla yolda giderken namaz vakti gelir. Namaz kılmak için, kayıdların açılmasını jandarmalara ihtar eder. Jandarmalar kabul etmeyince, demir kayıdları bir mendil gibi açarak önlerine atar, jandarmalar, bu hali keramet addedip hayretler içinde kalırlar. Teslimiyetle, rica ve istirham ile:

– Biz şimdiye kadar muhafızınız idik, bundan sonra hizmetçiniziz! derler.

“Bir gün Bediüzzamana soruldu:

– Kaydı nasıl açtın?

Dedi:

Ben de bilmem. Fakat, olsa olsa namazın kerametidir.”[161]

“Şeyhin kerameti şeyhten rivayet; lâkin tahdis-i nimet dahi bir şükürdür.”[162]

VELİ :

“Bütün münevver kalblerin kutubları olan veliler..”[163]

“Kalbin telefonuyla vasıtasız münacat eden bir veli …”[164]

“Bir hacı, ne kadar ami de olsa, kat’-ı meratib etmiş bir veli gibi umum aktar-ı arzın Rabb-ı Azîmi ünvanıyla Rabbine müteveccihtir. Bir ubudiyet-i külliye ile müşerreftir.”[165]

“Bir hurma çekirdeği, bir hurma ağacı gibi, kendi ağacını tavsif eder. Fark yalnız icmal ve tafsil ile olduğu gibi; senin ve benim gibi bir âminin -velev hissetmezse- namazı, büyük bir velinin namazı gibi şu nurdan bir hissesi var…”[166]

“Cenab-ı Hakîm-i Mutlak, şu dâr-ı tecrübe ve meydan-ı imtihanda çok mühim şeyleri, kesretli eşya içinde saklıyor. O saklamakla çok hikmetler, çok maslahatlar bağlıdır. Meselâ: Leyle-i Kadri, umum ramazanda; saat-ı icabe-i duayı, Cum’a gününde; makbul velisini, insanlar içinde; eceli, ömür içinde ve kıyametin vaktini, ömr-ü dünya içinde saklamış.”[167]

“En büyük veliler sahabe derecesine çıkamıyorlar. Hattâ Celaleddin-i Süyutî gibi, uyanık iken çok defa sohbet-i Nebeviyeye mazhar olan veliler, Resul-i Ekrem (A.S.M.) ile yakazaten görüşseler ve şu âlemde sohbetine müşerref olsalar, yine sahabeye yetişemiyorlar. Çünki Sahabelerin sohbeti, Nübüvvet-i Ahmediye (A.S.M.) nuruyla, yani Nebi olarak onunla sohbet ediyorlar. Evliyalar ise, vefat-ı Nebevîden sonra Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ı görmeleri, velayet-i Ahmediye (A.S.M.) nuruyla sohbettir. Demek Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın onların nazarlarına temessül ve tezahür etmesi, velayet-i Ahmediye (A.S.M.) cihetindedir; nübüvvet itibariyle değil.”[168]

“Velayet-i kübra olan veraset-i nübüvvet ve sıddıkıyet ki, sahabelerin velayetidir; bir veli kazansa, yine saff-ı evvel olan sahabelerin makamına yetişmez. “[169]

“Bazı veliyy-i kâmil olan padişahlar; çok dairelerde, bazı eşhas suretinde icraatını yaptığı rivayet edilir.”[170]

“Her zîkalb ve kâmil veli, seyr ü sülûk ile, arştan ve daire-i esma ve sıfâttan kırk günde geçebilir. Hattâ Şeyh-i Geylanî, İmam-ı Rabbanî gibi bazı zâtların ihbarat-ı sadıkaları ile; bir dakikada arşa kadar uruc-u ruhanîleri oluyor.

Velilerin ebdalı, çok yerlerde bir anda zuhur eder, görünür.”[171]

“Said Nursî, Kur’an ve imana hizmet mesleğini ihtiyar edip, hiçbir maddî ve manevî menfaat, salahat ve velilik gibi manevî makamları maksad ve gaye etmeden, sırf Cenab-ı Hakk’ın rızası için hizmet yapmıştır.”[172]

“Makamat-ı velayette bir makam vardır ki, “Makam-ı Hızır” tabir edilir. O makama gelen bir veli, Hızır’dan ders alır ve Hızır ile görüşür. Fakat bazan o makam sahibi yanlış olarak, ayn-ı Hızır telakki olunur.”[173]

“Bizde “Seyda” lakabıyla meşhur bir veliyy-i azîm, sekeratta iken, ervah-ı evliyanın kabzına müekkel Melek-ül Mevt gelmiş. Seyda bağırarak demiş ki: “Ben talebe-i ulûmu çok sevdiğim için, talebe-i ulûmun kabz-ı ervahına müekkel mahsus taife ruhumu kabzetsin!” diye dergâh-ı İlâhiyeye rica etmiş. Yanında oturanlar bu vak’aya şahid olmuşlar.”[174]

“Evet velayetin kerameti olduğu gibi, niyet-i hâlisenin dahi kerameti vardır. Samimiyetin dahi kerameti vardır. Bahusus Lillah için olan bir uhuvvet dairesindeki kardeşlerin içinde ciddî, samimî tesanüdün çok kerametleri olabilir. Hattâ şöyle bir cemaatin şahs-ı manevîsi bir veliyy-i kâmil hükmüne geçebilir, inayata mazhar olur.”[175]

“Velilerin himmetleri, imdadları, manevî fiilleriyle feyiz vermeleri hâlî veya fiilî bir duadır. Hâdi, Mugis, Muin ancak Allah’tır. Fakat insanda öyle bir latife, öyle bir halet vardır ki, o latife lisanıyla her ne sual edilirse, -velev ki fâsık da olsun- Cenab-ı Hak o latifeye hürmeten o matlubu yerine getirir. O latife pek uzaktan bana göründü ise de, teşhis edemedim.”[176]

“Eski zamandan beri ekser yerlerde medrese taifesi, tekyeler taifesine serfüru’ etmiş; yani inkıyad gösterip onlara velayet semereleri için müracaat etmişler. Onların dükkânlarında ezvak-ı imaniyeyi ve envâr-ı hakikatı aramışlar. Hattâ medresenin büyük bir âlimi, tekyenin küçük bir veli şeyhinin elini öper, tâbi’ olurdu. O âb-ı hayat çeşmesini tekyede aramışlar. Halbuki medrese içinde daha kısa bir yol hakikatın envârına gittiğini ve ulûm-u imaniyede daha sâfi ve daha hâlis bir âb-ı hayat çeşmesi bulunduğunu ve amel ve ubudiyet ve tarîkattan daha yüksek ve daha tatlı ve daha kuvvetli bir tarîk-ı velayet; ilimde, hakaik-i imaniyede ve Ehl-i Sünnet’in ilm-i Kelâmında bulunmasını, Risale-i Nur Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın mu’cize-i maneviyesiyle açmış göstermiş, meydandadır.”[177]

“Böyle kaza ile vefat eden şehid hükmünde olduğu gibi, şehid de veli hükmünde olmasından altı arkadaşıma acımadım.”[178]

“Sual : Gavs-ı A’zam gibi büyük veliler, bâzı evkatta, mâzi ve müstakbeli hazır gibi müşahede ederler. Neden mâziye ait cihette sarahat suretinde haber veriyorlar da istikbalden hafî remizlerle, gizli işaretlerle bahsediyorlar?

Elcevap :”De ki:”Göklerde ve yerde gaybı Allah’tan başka kimse bilemez.”[179]âyetiyle,

“(Bilinmeyenleri) Gaybı O bilir,kendi sırlarını da kimseye açıklamaz.Ancak bir peygamber olarak seçtiği müstesnadır.”[180] âyeti ifade ettikleri kudsî yasağa karşı ubudiyetkârane bir hüsn-ü edeb takınmak için, tasrihden işaret mesleğine girmişler. Tâ ki işaretler ile, remz ile anlaşılsın ki, ihtiyarsız niyetsiz bir surette talim-i İlâhî ile olmuştur. Çünki istikbâlî olan gaybiyat, niyet ve ihtiyar ile verilmediği gibi; niyet ile de müdahale etmek, o yasağa karşı adem-i itâati işmam ediyor.”[181]

“İki veli, iki ehl-i hakikat, birbirini inkâr etmekle makamlarından sukut etmezler. Meğer bütün bütün zâhir-i şeriata muhalif ve hatâ bir ictihad ile hareket edilmiş ola.”[182]

“S- Bir büyük adama ve bir veliye ve bir şeyhe ve bir büyük âlime karşı nasıl hür olacağız. Onlar meziyetleri için bize tahakküm etmek haklarıdır. Biz onların faziletlerinin esiriyiz?

C- Velâyetin, şeyhliğin, büyüklüğün şe’ni; tevazu ve mahviyettir, tekebbür ve tahakküm değildir! Demek tekebbür eden, sabiyy-i müteşeyyihdir, siz de büyük tanımayınız!”[183]

“Türk Milleti asırlardanberi İslâmiyete hizmet etmiş ve çok veliler yetiştirmiştir. Bunların torunlarına kılınç çekilmez; siz de çekmeyiniz; teşebbüsünüzden vazgeçiniz. Millet, irşad ve tenvir edilmelidir!”[184]

“S- Veli olan şeyhin, müddeî olan müteşeyyih ile farkları nedir?

C- Eğer hedef-i maksadı, İslâmın ziya-yı kalb ve nur-u fikriyle ittihad ve mesleği muhabbet ve şiarı terk-i iltizam-ı nefs ve meşrebi mahviyet ve tarîkatı hamiyet-i İslâmiye olsa kabildir ki, bir mürşid ve hakikî şeyh olsun. Lâkin eğer mesleği tenkis-i gayr ile meziyetini izhar ve husumet-i gayr ile muhabbetini telkin ve inşikak-ı asâyı istilzam eden hiss-i taraftarlık ve meyelan-ı gıybeti intac eden kendine muhabbeti, başkalarına olan husumete mütevakkıf gösterilse; o bir müteşeyyih-i müteevviğdir, bir zi’b-i mütegannimdir. Din ile, dünyanın saydına gider. Ya bir lezzet-i menhuse veya bir içtihad-ı hata onu aldatmış, o da kendisini iyi zannedip büyük meşayihe ve zevat-ı mübarekeye sû’-i zan yolunu açmıştır!”[185]

“Şüheda cem’iyetindenim. Tek bir veliyi inkâr veya istihfaf etmek, meş’umdur. Öyle ise, iki milyon evliyaullah olan şühedayı inkâr etmek ve kanlarını heder saymak, meş’umların en meş’umudur.”[186]

EVLİYA

“Mehasin-i rububiyetin dellâlları olan enbiya ve evliyaya kulak ver. Nasıl müttefikan Sâni’-i Zülcelal’in kusursuz kemalâtını, hârika san’atlarının teşhiriyle gösteriyorlar, beyan ediyorlar, enzar-ı dikkati celbediyorlar.”[187]

“Birinci Sır: “Evliya niçin usûl-i imaniyede ittifak ettikleri halde, meşhudatlarında, keşfiyatlarında çok tehalüf ediyorlar. Şuhud derecesinde olan keşifleri bazan hilaf-ı vaki’ ve muhalif-i hak çıkıyor? Hem niçin ehl-i fikir ve nazar, herbiri kat’î bürhan ile hak telakki ettikleri efkârlarında, birbirine mütenakız bir surette hakikatı görüyorlar ve gösteriyorlar. Bir hakikat niçin çok renklere giriyor?”

Evet çünki hakikatta hakikî kemal-i etem öyledir. İşte şu esrarın hikmeti şudur ki: İnsan çendan bütün esmaya mazhar ve bütün kemalâta müstaiddir. Lâkin iktidarı cüz’î, ihtiyarı cüz’î, istidadı muhtelif, arzuları mütefavit olduğu halde binler perdeler, berzahlar içinde hakikatı taharri eder. Onun için hakikatın keşfinde ve hakkın şuhudunda berzahlar ortaya düşüyor. Bazılar berzahtan geçemiyorlar. Kabiliyetler başka başka oluyor. Bazıların kabiliyeti, bazı erkân-ı imaniyenin inkişafına menşe’ olamıyor. Hem esmanın cilvelerinin renkleri mazhara göre tenevvü ediyor, ayrı ayrı oluyor. Bazı mazhar olan zât, bir ismin tam cilvesine medar olamıyor. Hem külliyet ve cüz’iyet ve zılliyet ve asliyet itibariyle cilve-i esma, başka başka suret alıyor. Bazı istidad, cüz’iyetten geçemiyor ve gölgeden çıkamıyor. Ve istidada göre bazan bir isim galib oluyor, yalnız kendi hükmünü icra ediyor. O istidadda onun hükmü hükümran oluyor.”[188]

Hem enbiya ve evliyayı sevmek, Cenab-ı Hakk’ın makbul ibadı olmak cihetiyle, Cenab-ı Hakk’ın namına ve hesabınadır ve o nokta-i nazardan ona aittir.”[189]

“Diyorsun: Benim taamlara, nefsime, refikama, vâlideynime, evlâdıma, ahbabıma, evliyaya, enbiyaya, güzel şeylere, bahara, dünyaya müteallik ayrı ayrı muhtelif muhabbetlerimin (Kur’anın emrettiği tarzda olsa) neticeleri, faideleri nedir?

Bütün neticeleri beyan etmek için büyük bir kitab yazmak lâzımgelir. Şimdilik yalnız icmalen bir iki neticeye işaret edilecek. Evvelâ, dünyadaki muaccel neticeleri beyan edilecek. Sonra âhirette tezahür eden neticeleri zikredilecek. Şöyle ki:

Sâbıkan beyan edildiği gibi; ehl-i gaflet ve ehl-i dünya tarzında ve nefis hesabına olan muhabbetlerin; dünyada belaları, elemleri, meşakkatleri çoktur. Safaları, lezzetleri, rahatları azdır. Meselâ: Şefkat, acz yüzünden elemli bir musibet olur. Muhabbet, firak yüzünden belalı bir hirkat olur. Lezzet, zeval yüzünden zehirli bir şerbet olur. Âhirette ise; Cenab-ı Hakk’ın hesabına olmadıkları için, ya faidesizdir veya azabdır. (Eğer harama girmiş ise.)”[190]

“Sual: Enbiya ve evliyaya muhabbet, nasıl faidesiz kalır?

Elcevab: Ehl-i Teslis’in İsa Aleyhisselâm’a ve Râfızîlerin Hazret-i Ali Radıyallahü Anh’a muhabbetleri faidesiz kaldığı gibi.

Eğer o muhabbetler, Kur’anın irşad ettiği tarzda ve Cenab-ı Hakk’ın hesabına ve muhabbet-i Rahman namına olsalar, o zaman hem dünyada, hem âhirette güzel neticeleri var.

Enbiya ve evliyaya muhabbetin ise: Ehl-i gaflete karanlıklı bir vahşetgâh görünen âlem-i berzah, o nuranîlerin vücudlarıyla tenevvür etmiş menzilgâhları suretinde sana göründüğü için o âleme gitmeğe tevahhuş, tedehhüş değil; belki bilakis temayül ve iştiyak hissini verir; hayat-ı dünyeviyenin lezzetini kaçırmaz. Yoksa onların muhabbeti, ehl-i medeniyetin meşahir-i insaniyeye muhabbeti nev’inden olsa, o kâmil insanların fena ve zevallerini ve mazi denilen mezar-ı ekberinde çürümelerini düşünmekle, elemli hayatına bir keder daha ilâve eder. Yani “Öyle kâmilleri çürüten bir mezara, ben de gideceğim” diye düşünür; mezaristana endişeli bir nazarla bakar. “Ah!” çeker. Evvelki nazarda ise: Cisim libasını mazide bırakıp, kendileri istikbal salonu olan berzah âleminde kemal-i rahatla ikametlerini düşünür, mezaristana ünsiyetkârane bakar.”[191]

“Enbiya ve evliyaya Kur’anın tarif ettiği tarzda muhabbetin neticesi: O enbiya ve evliyanın şefaatlarından berzahta, haşirde istifade etmekle beraber; gayet ulvî ve onlara lâyık makam ve füyuzattan o muhabbet vasıtasıyla istifaza etmektir.”[192]

“Maatteessüf birinci kısım, hususan ülema-i ehl-i zahir, meslek-i Ehl-i Sünneti muhafaza niyetiyle, çok mühim evliyayı inkâr, hattâ tadlil etmeye mecbur olmuşlar. İkinci kısım olan tarafdarları ise, o çeşit şeyhlere ziyade hüsn-ü zan ettikleri için, hak mesleğini bırakıp, bid’ate hattâ dalalete girdikleri olmuş.”[193]

“Hem şu hakikata bina edilen beyn-el evliya kesretle vuku bulmuş olan “bast-ı zaman” hâdiseleridir. Bazı evliya bir dakikada, bir günlük işi görmüş. Bazıları bir saatte, bir sene vazifesini yapmış. Bazıları bir dakikada, bir hatme-i Kur’aniyeyi okumuş olduklarını rivayet edip ihbar ediyorlar. Böyle ehl-i hak ve sıdk, bilerek kizbe elbette tenezzül etmezler.”[194]

“Hazret-i İbrahim Aleyhisselâm, gerçi Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’a yetişmiyor. Fakat onun âli, enbiyadırlar. Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’ın âli, evliyadırlar. Evliya ise, enbiyaya yetişemezler.”[195]

“Üçyüzelli milyon içinde Âl-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’dan yalnız iki zâtın; yani Hasan (R.A.) ve Hüseyin’in (R.A.) neslinden gelen evliya, -ekser-i mutlak- hakikat mesleklerinin ve tarîkatlarının pîrleri ve mürşidleri onlar olmaları”[196]

“Gavs-ı A’zam gibi, memattan sonra hayat-ı Hızıriyeye yakın bir nevi hayata mazhar olan evliyalar vardır. Gavs’ın hususî ism-i a’zamı “Ya Hayy” olduğu sırrıyla, sair ehl-i kuburdan fazla hayata mazhar olduğu gibi, gayet meşhur Maruf-u Kerhî denilen bir kutb-u a’zam ve Şeyh Hayat-ül Harranî denilen bir kutb-u azîm, Hazret-i Gavs’tan sonra mematları hayatları gibidir. Beyn-el evliya meşhur olmuştur.[197]

“Evliya divanlarını ve ülemanın kitablarını çok mütalaa eden bir kısım zâtlar taraflarından soruldu: “Risale-i Nur’un verdiği zevk ve şevk ve iman ve iz’an onlardan çok kuvvetli olmasının sebebi nedir?”

Hem Risalet-in Nur, sair ülemanın eserleri gibi, yalnız aklın ayağı ve nazarıyla ders vermez ve evliya misillü yalnız kalbin keşf ü zevkiyle hareket etmiyor; belki akıl ve kalbin ittihad ve imtizacı ve ruh vesair letaifin teavünü ayağıyla hareket ederek evc-i a’lâya uçar; taarruz eden felsefenin değil ayağı, belki gözü yetişmediği yerlere çıkar; hakaik-i imaniyeyi kör gözüne de gösterir.”[198]

“Hazret-i Şeyhin vefatından sonra hayatta oldukları gibi tasarrufu ehl-i velâyetce kabûl edilen üç evliya-yı azîmenin en âzamı o Hazret-i Gavs-ı Geylânî’dir.”[199]

“Bir zaman meşhur bir allâmeyi harbin müteaddid cephesinde cihada gidenler görmüşler. Ona demişler… O da demiş: “Bana sevap kazandırmak ve derslerimden ehl-i îmana istifade ettirmek için, benim şeklimde bazı evliyalar, benim yerimde işler görmüşler.”[200]

VELAYET :

“Ciddî bir maksad için Muhyiddin-i Arabî gibi zâtlar ki, istediği vakit ervah ile görüşen bir kısım ehl-i velayet …”[201]

“Berzahlar tavassut eder. Âyine ve mazharların kabiliyetleri, Şems’in cilvelerine birer renk takıyor. Şu yol ise, velayet mesleğini temsil eder.”[202]

“Onikinci ve Yirmidördüncü ve Yirmibeşinci Sözlerde isbat edildiği gibi, nübüvvetin velayete nisbeti, Güneşin ayn-ı zâtıyla, âyinelerde görülen Güneşin misali gibidir. İşte daire-i nübüvvet, daire-i velayetten ne kadar yüksek ise, daire-i nübüvvetin hademeleri ve o güneşin yıldızları olan sahabeler dahi, daire-i velayetteki sulehaya o derece tefevvuku olmak lâzım geliyor. Hattâ velayet-i kübra olan veraset-i nübüvvet ve sıddıkıyet ki, sahabelerin velayetidir; bir veli kazansa, yine saff-ı evvel olan sahabelerin makamına yetişmez.”[203]

“Sahabelerin kurbiyet-i İlahiye noktasındaki makamlarına velayet ayağıyla yetişilmez. Çünki Cenab-ı Hak bize akrebdir ve herşeyden daha ziyade yakındır. Biz ise, ondan nihayetsiz uzağız. Onun kurbiyetini kazanmak iki suretle olur. Birisi: Akrebiyetin inkişafıyladır ki, nübüvvetteki kurbiyet ona bakar ve nübüvvet veraseti ve sohbeti cihetiyle sahabeler o sırra mazhardırlar. İkinci suret: Bu’diyetimiz noktasında kat’-ı meratib edip bir derece kurbiyete müşerref olmaktır ki, ekser seyr ü sülûk-ü velayet ona göre ve seyr-i enfüsî ve seyr-i âfâkî bu suretle cereyan ediyor. İşte birinci suret sırf vehbîdir, kesbî değil, incizabdır, cezb-i Rahmanîdir ve mahbubiyettir. Yol kısadır, fakat çok metin ve çok yüksektir ve çok hâlistir ve gölgesizdir. Diğeri; kesbîdir, uzundur, gölgelidir. Acaib hârikaları çok ise de; kıymetçe kurbiyetçe evvelkisine yetişemez. Meselâ: Nasılki dünkü güne, bugün yetişmek için iki yol var. Birincisi: Zamanın cereyanına tabi olmayarak, bir kuvvet-i kudsiye ile; fevk-az zaman çıkıp, dünü bugün gibi hazır görmektir. İkincisi: Bir sene kat’-ı mesafe edip, dönüp dolaşıp, düne gelmektir; fakat, yine dünü elde tutamıyor, onu bırakıp gidiyor. Öyle de, zahirden hakikata geçmek iki suretledir. Biri: Doğrudan doğruya hakikatın incizabına kapılıp, tarîkat berzahına girmeden, hakikatı ayn-ı zahir içinde bulmaktır. İkincisi: Çok meratibden seyr-ü sülûk suretiyle geçmektir. Ehl-i velayet, çendan fena-i nefse muvaffak olurlar, nefs-i emmareyi öldürürler. Yine sahabeye yetişemiyorlar. Çünki sahabelerin nefisleri tezkiye ve tathir edildiğinden; nefsin mahiyetindeki cihazat-ı kesîre ile, ubudiyetin enva’ına ve şükür ve hamdin aksamına daha ziyade mazhardırlar. Fena-i nefisten sonra, ubudiyet-i evliya besatet peyda eder.”[204]

“Mi’rac, velayet-i Ahmediyenin (A.S.M.) bütün velayatın fevkinde bir külliyet, bir ulviyet suretinde bir tezahürüdür ki; bütün kâinatın Rabbi ismiyle, bütün mevcudatın Hâlıkı ünvanıyla Cenab-ı Hakk’ın sohbetine ve münacatına müşerrefiyettir.”[205]

“Bir mi’racî kerametle melekler, gördüler elhak ki müsellem bir nübüvvette muazzam bir velayet var.”[206]

“Hem demiş ki: “Velayet üç kısımdır: Biri velayet-i suğra ki, meşhur velayettir. Biri velayet-i vustâ, biri velayet-i kübradır. Velayet-i kübra ise; veraset-i nübüvvet yoluyla, tasavvuf berzahına girmeden, doğrudan doğruya hakikata yol açmaktır.”[207]

“Eğer denilse: Hazret-i Ömer’in (R.A.) minber üstünde, bir aylık mesafede bulunan Sâriye namındaki bir kumandanına – Ey Sariye,dağa dikkat et,dağa!- deyip, Sâriye’ye işittirip, sevk-ül ceyş noktasından zaferine sebebiyet veren kerametkârane kumandası ne derece keskin nazarlı olduğunu gösterdiği halde, neden yanındaki katili Firuz’u o keskin nazar-ı velayetiyle görmedi?

Elcevab: Hazret-i Yakub Aleyhisselâm’ın verdiği cevab ile cevab veririz.Yani: Hazret-i Yakub’dan sorulmuş ki: “Ne için Mısır’dan gelen gömleğinin kokusunu işittin de, yakınında bulunan Ken’an Kuyusundaki Yusuf’u görmedin?” Cevaben demiş ki: “Bizim halimiz şimşekler gibidir; bazan görünür, bazan saklanır. Bazı vakit olur ki, en yüksek mevkide oturup her tarafı görüyoruz gibi oluruz. Bazı vakitte de ayağımızın üstünü göremiyoruz.”[208]

“Yalnız şuhuduna istinad eden bir kısım ehl-i velayetin ihatasız keşfiyatı, veraset-i nübüvvet ehli olan asfiya ve muhakkikînin şuhuda değil, Kur’ana ve vahye, gaybî fakat safi, ihatalı, doğru hakaik-i imaniyelerine dair ahkâmlarına yetişmez. Demek bütün ahval ve keşfiyatın ve ezvak ve müşahedatın mizanı: Kitab ve Sünnettir. Ve mehenkleri, Kitab ve Sünnetin desatir-i kudsiyeleri ve asfiya-i muhakkikînin kavanin-i hadsiyeleridir.”[209]

“Cadde-i Kübra, elbette velayet-i kübra sahibleri olan sahabe ve asfiya ve tâbiîn ve eimme-i Ehl-i Beyt ve eimme-i müçtehidînin caddesidir ki, doğrudan doğruya Kur’anın birinci tabaka şakirdleridir.”[210]

“Hakaik-i imaniyeyi kemal-i vuzuh ile beyan eden ve esrar-ı Kur’aniyeden tereşşuh eden Sözler, velayetten matlub olan neticeleri verebilirler.”[211]

“Velayet, bir hüccet-i risalettir; tarîkat, bir bürhan-ı şeriattır. Çünki risaletin tebliğ ettiği hakaik-i imaniyeyi, velayet bir nevi şuhud-u kalbî ve zevk-i ruhanî ile aynelyakîn derecesinde görür, tasdik eder.”[212]

“Meslek-i velayet çok kolay olmakla beraber çok müşkilâtlıdır, çok kısa olmakla beraber çok uzundur, çok kıymetdar olmakla beraber çok hatarlıdır, çok geniş olmakla beraber çok dardır.”[213]

“Mazhariyet-i esmadan ibaret olan meratib-i velayet dahi öyle mütefavittir.”[214]

“Velayet yolları içinde en güzeli, en müstakimi, en parlağı, en zengini; Sünnet-i Seniyeye ittiba’dır. Yani: A’mal ve harekâtında Sünnet-i Seniyeyi düşünüp ona tabi olmak ve taklid etmek ve muamelât ve ef’alinde ahkâm-ı şer’iyeyi düşünüp rehber ittihaz etmektir.”[215]

“Cadde-i kübra, velayet-i kübra olan ehl-i veraset-i nübüvvet olan sahabe ve selef-i sâlihînin caddesidir.”[216]

“Velayet yollarının ve tarîkat şubelerinin en mühim esası, ihlastır. Çünki ihlas ile hafî şirklerden halas olur. İhlası kazanmayan, o yollarda gezemez. Ve o yolların en keskin kuvveti, muhabbettir. Evet muhabbet, mahbubunda bahaneler aramaz ve kusurlarını görmek istemez. Ve kemaline delalet eden zaîf emareleri, kavî hüccetler hükmünde görür. Daima mahbubuna tarafdardır.”[217]

“Hodgâm, aceleci bir kısım ehl-i sülûk; âhirette alınacak ve koparılacak velayet meyvelerini, dünyada yemesini ister ve sülûkunda onları istemekle vartaya düşer.”[218]

“Nübüvvet, sıfat-ı rububiyete nâzır ve mazhar olduğundan, umumî bir câmiiyete mâliktir. Velayet ise, hususî ve cüz’îdir.”[219]

“Velayet sahibi, avamın itikad ettiği şeyleri gözle müşahede ediyor.”[220]

“Velayetin, şeyhliğin, büyüklüğün şe’ni tevazu ve mahviyettir. Tekebbür ve tahakküm değildir. Demek tekebbür eden, sabiyy-i müteşeyyihtir. Siz de büyük tanımayınız.”[221]

ŞEYH :

“Eğer derseniz: Şeyhler bazan işimize karışıyorlar. Sana da bazan şeyh derler.

Ben de derim: Hey efendiler! Ben şeyh değilim, ben hocayım. Buna delil: Dört senedir buradayım; bir tek adama tarîkat verseydim, şübheye hakkınız olurdu. Belki yanıma gelen herkese demişim: İman lâzım, İslâmiyet lâzım; tarîkat zamanı değil.”[222]

“Ehl-i tasavvufun mabeyninde “fena fi-ş şeyh, fena fi-r resul” ıstılahatı var. Ben sofi değilim. Fakat onların bu düsturu, bizim meslekte “fena fi-l ihvan” suretinde güzel bir düsturdur. Kardeşler arasında buna “tefani” denilir. Yani, birbirinde fâni olmaktır. Yani: Kendi hissiyat-ı nefsaniyesini unutup, kardeşlerinin meziyat ve hissiyatıyla fikren yaşamaktır.”[223]

“Evet eğer mesleğimiz şeyhlik olsa idi, makam bir olurdu veyahut mahdud makamlar bulunurdu. O makama müteaddid istidadlar namzed olurdu. Gıbtakârane bir hodgâmlık olabilirdi. Fakat mesleğimiz uhuvvettir. Kardeş kardeşe peder olamaz, mürşid vaziyetini takınamaz. Uhuvvetteki makam geniştir. Gıbtakârane müzahameye medar olamaz. Olsa olsa, kardeş kardeşe muavin ve zahîr olur; hizmetini tekmil eder. Pederane, mürşidane mesleklerdeki gıbtakârane hırs-ı sevab ve ulüvv-ü himmet cihetiyle çok zararlı ve hatarlı neticeler vücuda geldiğine delil: Ehl-i tarîkatın o kadar mühim ve azîm kemalâtları ve menfaatleri içindeki ihtilafatın ve rekabetin verdiği vahim neticelerdir ki; onların o azîm, kudsî kuvvetleri bid’a rüzgârlarına karşı dayanamıyor.”[224]

“Gizli düşmanlarımız bazı memurları ve bir kısım enaniyetli hocalar ve şeyhleri aleyhimize evhamlandırdılar.”[225]

“Hem belki karşımıza aldanmış veya aldatılmış bazı hocalar ve şeyhler ve zahirde müttakiler çıkartılır. Bunlara karşı vahdetimizi, tesanüdümüzü muhafaza edip onlar ile uğraşmamak lâzımdır, münakaşa etmemek gerektir.”[226]

“Eski zamanda bir şeyhin müridleri pek çok olmasından, o memleketin hükûmeti siyasetçe telaş edip onun cemaatini dağıtmak istemiş. O zât, hükûmete demiş: “Benim yalnız bir buçuk müridim var, başka yok. İsterseniz tecrübe edeceğiz.” O zât bir yerde çadır kurdu, kendi binler müridlerini oraya toplattı. O da emretti: “Ben bir imtihan yapacağım. Her kim benim müridim ise ve emri kabul etse, Cennet’e gidecek.” Çadıra birer birer çağırdı. Gizli bir koyun kesti; güya has bir müridini kesti, Cennet’e gönderdi. O kanı gören binler müridler daha hiç biri şeyhi dinlemedi, inkâra başladılar. Yalnız bir adam dedi: “Başım feda olsun.” Yanına gitti. Sonra bir kadın dahi gitti, başkalar dağıldılar. O zât hükûmet adamlarına dedi: “İşte benim bir buçuk müridim bulunduğunu gördünüz.”[227]

Bir zaman, müslim olmayan bir zât, tarîkattan hilafet almak için bir çare bulmuş ve irşada başlamış. Terbiyesindeki müridleri terakkiye başlarken, birisi keşfen mürşidlerini gayet sukutta görmüş. O zât ise ferasetiyle bildi, o müridine dedi: “İşte beni anladın.” O da dedi: “Madem senin irşadın ile bu makamı buldum, seni bundan sonra daha ziyade başımda tutacağım.” diye Cenab-ı Hakk’a yalvarmış, o bîçare şeyhini kurtarmış; birdenbire terakki edip bütün müridlerinden geçmiş, yine onlara mürşid-i hakikî kalmış. Demek bazan bir mürid, şeyhinin şeyhi oluyor. Ve asıl hüner, kardeşini fena gördüğü vakit onu terketmek değil, belki daha ziyade uhuvvetini kuvvetleştirip ıslahına çalışmak, ehl-i sadakatın şe’nidir.”[228]

“Üstadımız kendisi söylüyor ki: “Ben sekiz-dokuz yaşında iken, bütün nahiyemizde ve etrafında ahali Nakşî Tarikatında ve oraca meşhur Gavs-ı Hîzan namiyle bir zattan istimdad ederken, ben akrabama ve umum ahaliye muhalif olarak “Yâ Gavs-ı Geylanî” derdim. Çocukluk itibariyle elimden bir ceviz gibi ehemmiyetsiz bir şey kaybolsa, “Yâ Şeyh! Sana bir fatiha, sen benim bu şeyimi buldur.” Acibdir ve yemin ediyorum ki, bin def’a böyle Hazret-i Şeyh, himmet ve duasiyle imdadıma yetişmiş. Onun için bütün hayatımda umumiyetle fâtiha ve ezkâr ne kadar okumuş isem, Zât-ı Risaletten (A.S.M.) sonra Şeyh-i Geylânî’ye hediye ediliyordu. Ben üç-dört cihetle Nakşî iken, Kadirî meşrebi ve muhabbeti bende ihtiyarsız hükmediyordu. Fakat tarikatla iştigale ilmin meşguliyeti mâni oluyordu.

Sonra bir inâyet-i İlâhiyye imdadıma yetişip gafleti dağıttığı bir zamanda Hazret-i Şeyhin “Fütuh-ül Gayb” namındaki kitabı hüsn-ü tesadüfle elime geçmiş. Yirmisekizinci Mektupta beyan edildiği gibi, Hazret-i Şeyhin himmet ve irşadiyle eski Said (R.A.) yeni Saide inkılâb etmiş. O Fütuh-ül-Gaybın tefe’ülünde en evvel şu fıkra çıktı: Yâni, “Ey bîçâre! Sen Dar-ül-Hikmet-il-İslâmiyede bir âza olmak cihetiyle güya bir hekimsin, ehl-i İslâmın mânevi hastalıklarını tedavi ediyorsun. Halbuki, en ziyade hasta sensin. Sen, evvel kendine tabib ara, şifa bul; sonra başkasının şifasına çalış.” İşte o vakit, o tefe’ül sırriyle, maddî hastalığım gibi mânevî hastalığımı da kat’iyyen

anladım. O şeyhime dedim: “Sen tabibim ol.” Elhak o tabibim oldu. Fakat pek şiddetli ameliyat-ı cerrahiye yaptı. “Fütuh-ül-Gayb” kitabında “Yâ gulâm!” tâbir ettiği bir talebesine pek müdhiş ameliyat-ı cerrahiye yapıyor. Ben kendimi o gulâm yerine vaz’ettim. Fakat pek şiddetli hitab ediyordu. “Eyyüh-el-münafık ” “ey dinini dünyaya satan riyakâr” diye diye yarısını ancak okuyabildim. Sonra o risaleyi terkettim. Bir hafta bakamadım. Fakat ameliyat-ı cerrahiyenin arkasından bir lezzet geldi; iştiyak ile o mübarek eseri acı tiryak gibi veya sulfato gibi içtim. Elhamdülillâh, kabahatlerimi anladım, yaralarımı hissettim, gurur bir derece kırıldı.” Hocamızın sözü bitti.”[229]

“Avâm-ı mü’minînin şeyhlerine karşı hüsn-ü zanlarını kırmamakla îmanlarını sarsılmadan muhafaza etmek…”[230]

“S- Sen eskiden umum şeyhlere muhabbet, hattâ müteşeyyihlere de hüsn-ü zan ederdin. Neden şimdi bid’aya düşmüş bir kısım müteşeyyihlere hücum ediyorsun?

C- Bazan adavet, şiddet-i muhabbetten gelir. Evet nefsim için onları ne kadar severdim. Nefs-i İslâmiyet için bin derece daha ziyade onlara âşıktım.

Lâkin onların asl-ı esas-ı mesleği, kulûbün tenviri ve rabtı, yani fazilet-i İslâmiye üzerine sülûk.. yani hamiyet-i İslâmiye ile tahattüm.. yani İslâmiyet için hayatta zühd ve ravhı terk.. Yani ihlas için terk-i menafi’-i şahsî.. Yani tesis-i muhabbet-i umumiyeye teveccüh.. yani ittihad-ı İslâmiyeye hizmet ve irşad…”[231]

“S- Bid’alara düşen şeyhlere hücum hatardır. İçlerinde evliya bulunur.

“Bilmeden bir kavme fenalık edersiniz de,yaptığınıza pişman olursunuz.”[232]

C-Evet benim hücumum onların aleyhinde değil, lehlerindedir. Tâ ki onların suretiyle kendini gösteren bazı ehliyetsiz, onların kıymetini tenzil etmesin.”[233]

“S- Şimdiki şeyhlerden ne istersin?

C- Daima onların demdemelerinin mevzuu olan ihlası; hem de tekke denilen manevîleşmiş kışlalarda, tarîkat denilen ruhanîleşmiş askerlikte ona murabıt oldukları cihad-ı ekberi ve terk-i iltizam-ı nefsi; hem de onların şiarı olan, zühdün manası olan terk-i menafi’-i şahsiyeyi; hem de daima iddiasında bulundukları ve mizac-ı İslâmiyetin mayesi olan muhabbeti isterim. Zira onlar, bizi istihdam ederek ücretlerini almışlar. Şimdi bize hizmet etmek borçlarıdır.”[234]

“S- Veli olan şeyhin, müddeî olan müteşeyyih ile farkları nedir?

C- Eğer hedef-i maksadı, İslâmın ziya-yı kalb ve nur-u fikriyle ittihad ve mesleği muhabbet ve şiarı terk-i iltizam-ı nefs ve meşrebi mahviyet ve tarîkatı hamiyet-i İslâmiye olsa kabildir ki, bir mürşid ve hakikî şeyh olsun. Lâkin eğer mesleği tenkis-i gayr ile meziyetini izhar ve husumet-i gayr ile muhabbetini telkin ve inşikak-ı asâyı istilzam eden hiss-i taraftarlık ve meyelan-ı gıybeti intac eden kendine muhabbeti, başkalarına olan husumete mütevakkıf gösterilse; o bir müteşeyyih-i müteevviğdir, bir zi’b-i mütegannimdir. Din ile, dünyanın saydına gider. Ya bir lezzet-i menhuse veya bir içtihad-ı hata onu aldatmış, o da kendisini iyi zannedip büyük meşayihe ve zevat-ı mübarekeye sû’-i zan yolunu açmıştır!”[235]

“Şeyhin kerameti şeyhten rivayet; lâkin tahdis-i nimet dahi bir şükürdür.”[236]

KURBAN :

Kurban bir vesiledir.Kesilen kurban kişiye sıratta Burak olur.[237]

Bunun batıl oluşu;zamanla vesilelikten çıkıp gaye haline girmesi ile olmuştur.Nitekim islamdan önce,”Allah’a yaklaşmak amacıyla sanemlere kurbanlar kesilmesi…”gibi..[238]

“Hak yolunda,[239] Nur yolunda kurban olunması,[240] feda olunması da hakikata ulaşmak içindir.

Annenin evladını kurtarmak için kurban olması,[241] şefkatin hakikatıdır.

Kurban yapılırken,ibadete de vesile olması,[242]kurbanın hakikatıdır.

Dini akidelerin kurbanı olunması,[243] dinin kudsi hakikatındandır.

“İbadet amacıyla başkasının namına kurban kesmek…[244]caiz ve meşrudur.

“Cemaat için eşhasın kurban edilmesi,zayıf da olsa bir adalettir.[245]

Yanlış olan her şeyde ve her yerde “Özün söze kurban edilmesidir.[246].

“Çirkin hatalara kurban olunması.[247]

Kötü niyetle de kullanılabilir.“Kurban koyunu gibi kesmek için bizi beslettiriyordu.[248]

Adanan bazen bir kurbanlık hayvan bazende insan olur.“Dahi nezrim bu ki canım sana kurban olacak.”[249]

“Aşiretime kurban olayım”[250]

TAKARRUB :

Bütün bunlar yaklaşmak amaçlı olup,bzen kişilerden kaynaklanan sebeblerde yanlışda da kullanılabilir.O kişilere ait eksik bir sıfat olup,yaklaşma aracı ve işlemine ait değildir.Kusur vasıtada değil,onu yanlış kullanandadır.

“Takarrüb istifadeye vesiledir.”[251]

“İnsanlar her zaman Allah’a yaklaşmak istemişlerdir.[252]

İLHAM :

Veli zatlar kalb telefonuyla Cenâb-ı hak ile manevi irtibat kurmuş,ilhama mahzar şahsiyetlerdir.İİlham farklı şekillerde tezahür eder.

“Ve telefon ise, ma’kes-i vahy ve mazhar-ı ilham olan kalbden uzanan bir nisbet-i Rabbaniyedir ki, kalb o telefonun başıdır ve kulağı hükmündedir.”[253]

“Amma sair kelimat-ı İlahiye ise: Bir kısmı, has bir itibar ile ve cüz’î bir ünvan ve hususî bir ismin cüz’î tecellisi ile ve has bir rububiyet ile ve mahsus bir saltanat ile ve hususî bir rahmet ile zahir olan kelâmdır. Hususiyet ve külliyet cihetinde dereceleri muhteliftir. Ekser ilhamat bu kısımdandır. Fakat derecatı çok mütefavittir. Meselâ en cüz’îsi ve basiti, hayvanatın ilhamatıdır. Sonra, avam-ı nâsın ilhamatıdır. Sonra, avam-ı melaikenin ilhamatıdır. Sonra, evliya ilhamatıdır. Sonra, melaike-i izam ilhamatıdır. İşte şu sırdandır ki: Kalbin telefonuyla vasıtasız münacat eden bir veli der:Yani: “Kalbim benim Rabbimden haber veriyor.” Demiyor: “Rabb-ül Âlemîn’den haber veriyor.” Hem der: “Kalbim, Rabbimin âyinesidir, arşıdır.” Demiyor: “Rabb-ül Âlemîn’in arşıdır.” Çünki kabiliyeti miktarınca ve yetmiş bine yakın hicabların nisbet-i ref’i derecesinde mazhar-ı hitab olabilir.”[254]

“Enbiyaya gelen vahyin ekseri melek vasıtasıyla olduğunu ve ilhamın ekseri vasıtasız olduğu…”[255]

“Şu sure (Zilzal suresi) kat’iyyen ifade ediyor ki: Küre-i Arz, hareket ve zelzelesinde vahy ve ilhama mazhar olarak emir tahtında depreniyor. Bazan da titriyor.”[256]

“Kalb etrafındaki ilhamat ve vesveselerin mübarezelerinden tut, tâ sema âfâkında melaike ve şeytanların mübarezesine kadar o kanunun şümulünü iktiza eder.”[257]

“Bal arısı ve ipek böceğini istihdam edip ilham-ı İlahî ile azîm bir istifade yolunu açar…”[258]

“Şeytan ile melek-i ilham, kalb taraflarında mücaveretleri var “[259]

“İnsanın yirmi senede kazandığı iktidar-ı hayatiyeyi ve meleke-i ameliyeyi, yirmi günde serçe ve arı gibi bir hayvan tahsil eder, yani ona ilham olunur.”[260]

“Şu meşhud saltanat-ı insaniyet ve terakkiyat-ı beşeriye ve kemalât-ı medeniyet; celb ile değil, galebe ile değil, cidal ile değil, belki ona onun za’fı için teshir edilmiş, onun aczi için ona muavenet edilmiş, onun fakrı için ona ihsan edilmiş, onun cehli için ona ilham edilmiş, onun ihtiyacı için ona ikram edilmiş.”[261]

Medeniyet harikaları ilham ile insanlara bildirilmiştir.

“Bazı ehl-i keşif ve ehl-i velayet olan muhaddisîn-i muhaddesûn ilhamlarıyla gelen bazı maânî, hadîs telakki edilmiş. Halbuki ilham-ı evliya -bazı arızalarla- hata olabilir. İşte bu neviden bir kısım hilaf-ı hakikat çıkabilir.”[262]

İlhamda bir kemal ve yükseklik vardır.

“İhtiyar sahibi olanların içinde, arı emsali gibi vahy ve ilham ile tenevvür edenlerin amelleri, cüz’-i ihtiyarîsine itimad edenlerin amellerinden daha mükemmeldir.”[263]

Melek ve beşer ve hayvanatın ilhamları, külliyet ve hususiyet itibariyle çok muhteliftir.”[264]

“Şahs-ı Âdem’e talim-i esma ünvanıyla nev-i benî-Âdeme ilham olunan bütün ulûm ve fünunun talimini ifade eder…”[265]

Hidayette de ilham vardır.“Evet envâr-ı hidayeti ilham eden…”[266]

“Bütün ehl-i edyan “melek-ül cibal, melek-ül bihar, melek-ül emtar” gibi her nev’e göre birer melek-i müekkel, vahyin ilhamı ve irşadı ile bulunduğunu kabul ederek o namlarla tesmiye ediyorlar.”[267]

“ilham-ı Rabbanî ile gaibden haber veren bu ârifler…”[268]

“Bir zaman ben, bu hiss-i kabl-el vukuu, zahirî ve bâtınî meşhur duygulara ilâve olarak, insanda ve hayvanda “saika” ve “şaika” namıyla aynı “sâmia” ve “bâsıra” gibi iki hiss-i âheri ilmen bulmuştum. Ehl-i dalalet ve ehl-i felsefe, o gayr-ı meşhur hislere; -hata ederek- ahmakçasına “sevk-i tabiî” diyorlar. Hâşâ sevk-i tabiî değil, belki bir nevi ilham-ı fıtrî olarak insan ve hayvanı kader-i İlahî sevkediyor. Meselâ: Kedi gibi bazı hayvan; gözü kör olduğu vakit, o sevk-i kaderî ile gider, gözüne ilâç olan bir otu bulur, gözüne sürer, iyi olur.”[269]

“Hem rûy-i zeminin sıhhiye memurları hükmünde ve bedevi hayvanatın cenazelerini kaldırmakla muvazzaf kartal gibi âkilüllahm kuşlara bir günlük mesafeden bir hayvan cenazesinin vücudu, o sevk-i kaderî ile ve o hiss-i kabl-el vuku ilhamıyla ve o saika-i İlahî ile bildirilir ve bulurlar.”[270]

“Hem yeni dünyaya gelmiş bir arı yavrusu; yaşı bir gün iken, havada bir günlük mesafeye gider, havada izini kaybetmeyerek, o sevk-i kaderî ile ve o saika ilhamıyla döner, yuvasına girer. Hattâ herkesin başında çok defa tekerrür ediyor ki, birisinden bahsediyorken, âni kapı açılarak tahminin fevkınde aynı adam gelir.”[271]

“Kalbine ilhamî bir tarzda gelen cüz’î manaları “Kelâmullah” tahayyül edip, âyet tabir etmeleridir. Ve onunla, vahyin mertebe-i ulya-yı akdesine bir hürmetsizlik gelir. Evet bal arısının ve hayvanatın ilhamatından tut, tâ avam-ı nâsın ve havass-ı beşeriyenin ilhamatına kadar ve avam-ı melaikenin ilhamatından, tâ havass-ı kerrûbiyyunun ilhamatına kadar bütün ilhamat, bir nevi kelimat-ı Rabbaniyedir. Fakat mazharların ve makamların kabiliyetine göre kelâm-ı Rabbanî; yetmiş bin perdede telemmu’ eden ayrı ayrı cilve-i hitab-ı Rabbanîdir.”[272]

“Amma vahiy ve kelâmullahın ism-i hassı ve onun en bahir misal-i müşahhası olan Kur’anın necimlerine ism-i has olan “âyet” namı öyle ilhamata verilmesi, hata-yı mahzdır.”[273]

“Sadık ilhamlar, gerçi bir cihette vahye benzerler ve bir nevi mükâleme-i Rabbaniyedir, fakat iki fark vardır:

Birincisi: İlhamdan çok yüksek olan vahyin ekseri melaike vasıtasıyla ve ilhamın ekseri vasıtasız olmasıdır.

İkinci fark: Vahiy gölgesizdir, safidir, havassa hastır. İlham ise gölgelidir, renkler karışır, umumîdir. Melaike ilhamları ve insan ilhamları ve hayvanat ilhamları gibi çeşit çeşit hem pekçok enva’larıyla denizlerin katreleri kadar kelimat-ı Rabbaniyenin teksirine medar bir zemin teşkil ediyor.”[274]

“Evet herkes bizzât gaybı bilmez. Fakat i’lam ve ilham-ı İlahî ile bilinebilir ki, bütün mu’cizat ve keramat ona dayanır.”[275]

“Risale-i Nur vahiy değil, ilham ve istihracdır.”[276]

“Evet şu terakkiyat-ı hazıra tamamıyla dinlerden alınan işaretlerden, vecizelerden hasıl olan ilhamlar üzerine vücuda gelmişlerdir.”[277]

“Tecrübeler sayesinde ve telahuk-u efkâr ile husule gelen terakkiyat-ı tıbbiye, Hazret-i İsa’nın (A.S.) mu’cizesinin ilhamatındandır.”[278]

“Takdis ederiz o zâtı ki, bu sineğe nezafeti ilhamen öğretir, bana da üstad yapar. Ben de onun ile nefsimi ikna ve ilzam ederim.”[279]

“Doğrudan doğruya Kur’andan alıp ilhamı,

Asrın idrâkine söyletmeliyiz islamı.”[280]

MÜLHEM :

“Ekalliyet teşkil eden muhterem san’atkârlar ve mülhem keşşaflar…”[281]

Risale-i Nurlar,“Doğrudan doğruya Kur’anın feyzinden mülhemdir.”[282]

28-05-2003

Mehmet ÖZÇELİK

[1] Al-i İmran-123-126.

[2] Al-i İmran-151.

[3] Al-i İmran-123-126.

[4] Âl-i İmran.13.Bak.Enfal.9-13,17-18,42-44,48,50.

[5] Maide.35.

[6] Mâide.36.

[7] Karanlıktan Aydınlığa.Şaban Kalaycı.sh.127.

[8] Feyizlerden Damlalar.Derleyen.Musa Özdağ.sh.77.

[9] Age.109.

[10] Bakara.48,123,254-255,Yunus.3,Hud.105,Meryem.85-87,Taha.109-110,Enbiya.28,Sebe’.23,Zümer.43-44,Mü’min.18,Zuhruf.86,Necm.26,Müddessir.48,Nebe’.38.

[11] Yunus.2,İsra.79,Mü’minun.118.

[12] Enbiya.28,Sebe’.23,Necm.26,Mü’minler,Duhan.41-42.

[13] Nisa.85.

[14] Âl-i İmran.194,Şuara.87-89.

[15] En’am, 59.

[16] Neml,63.

[17] Cin,26-27.

[18] En’âm,50.

[19] Yunus.62-63.

[20] Yunus.64.

[21] Şeyh Şirazî «Gülşen-i Raz»

[22] Rehber Ans.

[23] A’raf.138.

[24] İrtidat ve Mürtedin Hükmü.A.Heysemi.Çeviren.H.Müftüoğlu.sh.78-92,Bak.Nisa.171, Zümer.3, Yunus.18,İsra.56-57,Nahl.36,Enbiya.25,Bakara.255,Sebe’.22-23,İbrahim.35-36.

[25] Beyine.8.

[26] Şualar.257.

[27] Son.Şahidler.Mehmet.Feyzi Pamukçu.2/126.

[28] Son.Şahidler.2/265.

[29] Son Şahitler.2/320.

[30] Son Şahitler.2/362.

[31] Sözler.10-11.

[32] Sözler.14.

[33] Sözler.15.

[34] Sözler.24.

[35] Sözler.70,237,239.

[36] Sözler.231.

[37] Sözler.270.

[38] Sözler.278.

[39] Sözler.317,318.

[40] Sözler.611.

[41] Sözler.725.

[42] Sözler.777.

[43] Mektubat.30,79.

[44] Mektubat.79.

[45] Mektubat.80.

[46] Mektubat.107.

[47] Mektubat.143.

[48] Mektubat.144.

[49] Mektubat.199,201,304.

[50] Mektubat.226.

[51] Mektubat.250.

[52] Mektubat.260.

[53] Mektubat.261.

[54] Mektubat.270.

[55] Mektubat.271.

[56] Mektubat.418.

[57] Mektubat.444.

[58] Mektubat.450.

[59] Mektubat.451.

[60] Mektubat.452.

[61] Mektubat.485.

[62] Lemalar.5.

[63] Lemalar.58.

[64] Lemalar.105.Haşiye.1.

[65] Lemalar.111.

[66] Lemalar.130.

[67] Lemalar.135.

[68] Lemalar.156.

[69] Lemalar.159.

[70] Lemalar.214.

[71] Lemalar.234.

[72] Lemalar.235.

[73] Zariyat.58.

[74] Şuara.80.

[75] Şura.28.

[76] Lemalar.332.

[77] Lemalar.369.

[78] Lemalar.394.

[79] Şualar.341,384.Haşiye.1,402,412,425,443,514.

[80] İşarat-ül İ’caz.43.

[81] İşarat-ül İ’caz.83,99.

[82] İşarat-ül İ’caz.127.

[83] Mesnevi-i Nuriye.91.

[84] Mesnevi-i Nuriye.106.

[85] Mesnevi-i Nuriye.113.

[86] Barla lahikası.209.

[87] Barla lahikası.216.

[88] Barla lahikası.347.

[89] Kastamonu Lahikası.75.

[90] Sikke-i Tasdik-i Gaybi.165.

[91] Sikke-i Tasdik-i Gaybi.205,211.

[92] Tarihçe-i Hayat.93.

[93] Mektubat.103,Lemalar.339.

[94] Şualar.306.

[95] İşarat-ül İ’caz.31.

[96] İşarat-ül İ’caz.214.

[97] Kastamonu Lahikası.66,Sikke-i Tasdik-i Gaybi.49.

[98] Tarihçe-i Hayat.329.

[99] Sözler.6.

[100] Sözler.11.

[101] Sözler.11.

[102] Sözler.11.

[103] Sözler.32.

[104] Sözler.72.

[105] Sözler.388.

[106] Sözler.460.

[107] Sözler.585.

[108] Sözler.649.

[109] Sözler.705.

[110] Mektubat.77.

[111] Mektubat.79,Lemalar.200.

[112] Mektubat.279.

[113] Mektubat.301.

[114] Mektubat.384.

[115] Mektubat.393.

[116] Lemalar.159.

[117] Lemalar.166.

[118] Lemalar.213.

[119] Lemalar.224-225.

[120] Lemalar.374,Şualar.59,622.

[121] Şualar.97.

[122] Şualar.257.

[123] Şualar.297.

[124] Mesnevi-i Nuriye.239.

[125] Barla Lahikası.168-169.

[126] Barla Lahikası.169.Kastamonu Lahikası.239,Sikke-i Tasdik-i Gaybi.19-20,40.

[127] Kastamonu Lahikası.214.

[128] Emirdağ Lahikası.1/97,135.

[129] Emirdağ Lahikası.1/245.

[130] Sikke-i Tasdik-i Gaybi.165.

[131] Şualar.297.

[132] Tarihçe-i Hayat.332.

[133] Sözler.88,235.

[134] Sözler.562.

[135] Sözler.589.

[136] Sözler.701.

[137] Mektubat.32,Şualar.749.

[138] Mektubat.50-51.

[139] Mektubat.131.

[140] Mektubat.173.

[141] Mektubat.248-249.

[142] Mektubat.357.

[143] Mektubat.372.

[144] Mektubat.451.

[145] Lemalar.64.

[146] Lemalar.147.

[147] Lemalar.174-175,Tarihçe-i Hayat.189,190.

[148] Lemalar.340.

[149] İşaratül İcaz.99,Bak.Bakara.22.

[150] İşaratül İcaz.193.

[151] Mesnevi-i Nuriye.45.

[152] Kasas.78.

[153] Mesnevi-i Nuriye.227-228,Bak.A’raf.182,Kalem.44.

[154] Barla lahikası.200.

[155] Barla Lahikası.208.Haşiye.1.

[156] Barla Lahikası.255.

[157] Emirdağ Lahikası.1/115.

[158] Sikke-i Tasdik-i Gaybi.150.

[159] Sikke-i Tasdik-i Gaybi.150.

[160] Sikke-i Tasdik-i Gaybi.156.

[161] Tarihçe-i Hayat.43-44.Haşiye.1.

[162] Münazarat.93.Haşiye.1.

[163] Sözler.100.

[164] Sözler.134.

[165] Sözler.199.

[166] Sözler.273.

[167] Sözler.342-343,721.

[168] Sözler.489.

[169] Sözler.491.

[170] Sözler.565.

[171] Sözler.705.

[172] Sözler.758.

[173] Mektubat.6.

[174] Mektubat.352.Haşiye.1.

[175] Mektubat.372.

[176] Mesnevi-i Nuriye.240.

[177] Kastamonu Lahikası.228-229.

[178] Emirdağ Lahikası.2/199.

[179] Neml.65.

[180] Cin.26-27.

[181] Sikke-i Tasdik-i Gaybi.162.

[182] Sikke-i Tasdik-i Gaybi.195.

[183] Tarihçe-i Hayat.82.

[184] Tarihçe-i Hayat.150.

[185] Münazarat.77-78.

[186] Sünuhat-Tüluat.İşarat.108.

[187] Sözler.68.

[188] Sözler.335-336.

[189] Sözler.640.

[190] Sözler.643.

[191] Sözler.643-645.

[192] Sözler.649.

[193] Mektubat.343.

[194] Lemalar.17.

[195] Şualar.95.

[196] Şualar.95.

[197] Barla Lahikası.336-337.

[198] Kastamonu Lahikası.11-12.

[199] Sikke-i Tasdik-i gaybi.144.

[200] Tarihçe-i Hayat.586.

[201] Sözler.258.

[202] Sözler.338.

[203] Sözler.491.

[204] Sözler.492.

[205] Sözler.561.

[206] Sözler.701.

[207] Mektubat.22.

[208] Mektubat.52.

[209] Mektubat.83.

[210] Mektubat.100.

[211] Mektubat.355.

[212] Mektubat.444.

[213] Mektubat.446.

[214] Mektubat.447.

[215] Mektubat.450.

[216] Mektubat.450.

[217] Mektubat.450.

[218] Mektubat.455.

[219] Mesnevi-i Nuriye.63.

[220] Mesnevi-i Nuriye.223.

[221] Münazarat.24,Âsar-ı Bediiye.A.Badıllı.455.

[222] Mektubat.63.

[223] Lemalar.162.

[224] Lemalar.166.

[225] Lemalar.263.

[226] Şualar.315.

[227] Şualar.319.

[228] Şulalar.319.

[229] Sikke-i Tasdik-i Gaybi.143-144.

[230] Tarihçe-i Hayat.308.

[231] Münazarat.70-71.

[232] Hucurat.6.

[233] Münazarat.73-74.

[234] Münazarat.75.

[235] Münazarat.77-78.

[236] Münazarat.93.Haşiye.1.

[237] Sözler.203.

[238] Mektubat.175,176,Şualar.629,Barla Lahikası.157.

[239] Mektubat.522.

[240] Mektubat.523,Emirdağ Lahikası.1/117,124,189,Sikke-i Tasdik-i Gaybi.222,228.

[241] Lemalar.199.

[242] Şualar.233.

[243] Barla Lahikası.58.

[244] Emirdağ Lahikası.1/190.

[245] Emirdağ Lahikası.2/98,Sözler.717,Hutbe-i Şamiye.145.

[246] Tarihçe-i Hayat.20.

[247] Tarihçe-i Hayat.222.

[248] Tarihçe-i Hayat.239.

[249] Tarihçe-i Hayat.540.

[250] Sünuhat-Tuluat.İşarat.66.

[251] Sözler.258,Lemalar.111.

[252] Lemalar.392,442,İşarat-ül İcaz.217,Mesnevi-i Nuriye.147.

[253] Sözler.54.Haşiye.1.

[254] Sözler.134.

[255] Sözler.136.

[256] Sözler.171.

[257] Sözler.179.

[258] Sözler.260.

[259] Sözler.276.

[260] Sözler.316.

[261] Sözler.328.

[262] Sözler.342.

[263] Sözler.356.

[264] Sözler.367.

[265] Sözler.401.

[266] Sözler.432.

[267] Sözler.510.

[268] Mektubat.174.

[269] Mektubat.348.

[270] Mektubat.348.

[271] Mektubat.348.

[272] Mektubat.448.

[273] Mektubat.448.

[274] Şualar.124-125.

[275] Şualar.436.

[276] Şualar.699,Haşiye.1,706.Haşiye.1,714.

[277] İşaratül İcaz.207.

[278] İşaratül İcaz.208.

[279] Mesnevi-i Nuriye.80.

[280] Tarihçe-i hayat.161.

[281] Sözler.266.

[282] Şualar.711.

Loading

No ResponsesOcak 3rd, 2015