KARANLIK GECELER

KARANLIK GECELER

Bin yıllık yanan ışık söndürülmeye çalışıldı.

Karartılan gecelerle, bir asır karanlığa gömüldü gündüzlerimiz.

Dünyanın ömrü kaldıkça daha nice asırların yazıp anlatacağı o devri sabıktan birkaç anekdot…

Cumhuriyet dönemi Dini Hayat üzerine yapılan bir doktora çalışmasında o dönemde yapılanlar kaynaklarıyla şöyle anlatılmaktadır:

“İnönü’nün 13.12.1964’te Parti Meclisinde yaptığı konuşmada “Sizin bildiğiniz
iki darbe girişimi var ancak biz on beş darbe girişimini daha hazırlık aşamasında engelledik
” sözleri dönemin siyasi havasını anlamak için manidardır.”[1]

************ 

Köy enstitüleri kurumun mimarı olan İsmail Hakkı Tonguç, imanın yerine aklı hakim kılmayı hedefleyen politikasını şu sözlerle özetlemiştir:
“Ümid edelim ki, yarının dünyası, imanını göklerden gelecek görünmez kuvvetlerle ve
fizik ötesi fikirlerle beslemesin. Eğer onun kuvvetli ve mesut bir temeli olsun istiyorsak biz insanlar yeni dünyaya şamil, ihtirassız, yalansız, insani, rasyonel ve reel taze bir din vermeliyiz.
Köy Enstitüleri’nde yetiştirilen çocuklar, skolastiğe köle olmaktan kurtarılmaya çalışılmıştır.”[2]

-“1938’den 1945 yılına kadar geçen süre içerisinde uygulanan din politikaları, önceki politikaların devamı niteliğinde olmuş, bu politikalar sonucunda dinî hayat açısından oldukça [3] sıkıntılı bir süreç geçirilmiştir.

Ancak 1945’den sonra yaşanan iç ve dış gelişmelere bağlı olarak din politikalarında da önemli değişiklikler görülmeye başlanmış ve artık dinî konuların da, temel hak ve özgürlükler bağlamında değerlendirilmesiyle birlikte inanan insanlar için rahat nefes alınan bir döneme girilmiştir.”[4]

-“Başgil’e göre darağaçlarına dayalı bir istibdat saltanatının kurulmak istendiğini297
bu dönemde, laiklik adı altında din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması, pek çok
durumda, bu ikisinin birbirlerine karşı ilgisiz kalmalarını değil, tersine aralarında
düşmanlık eğilimlerinin ortaya çıkması ve hatta özellikle devletin din karşıtı bir politika
ve ideolojiyi uygulamaya koyması sonucunu doğurmuştur.”[5]

-“Üzerinde durulan dönemde Cumhuriyeti kuran kadronun ve dolayısıyla dönemin
yöneticilerinin Doğu ile köprüleri atıp yüzünü tamamen Batı’ya çevirme kararına kadar
ülkenin, Sovyet Rusya’nın etkisi altında kaldığı söylenebilir. Zira Halk Partisi’nin 1923-
1945 dönemindeki toplumsal örgütlenme anlayışının geniş ölçüde nasyonel sosyalist
ideolojisinin etkisinde olduğu, daha sonraları orta yola doğru kaydığı görülmektedir.

Bu anlayışın şekillenmesinde dış konjoktörün etkisine işaret eden Başgil’e göre “son
otuz beş yıl içerisinde bazı ülkelerin güttüğü din aleyhtarı politika, birtakım küçük
farklar bir tarafa bırakılırsa, Bolşevik Rusya’nınkiyle aynıdır.”301 Atatürk’ün
ölümünden sonra Falih Rıfkı Atay’ın; “Atatürk öldü ise başımızda Stalin ve İnönü
vardır” adlı bir makaleyi kaleme alabilmesi bile, bu Rus hayranlığının izlerini
taşımaktadır.302 Bu hayranlık, özellikle Lozan’dan sonra tüm kurum ve kuruluşlarıyla
“Batılılaşma” kararının alınmasına rağmen, etkisini uzun süre devam ettirmiştir.
Nitekim Amerika’nın gözde vakıflarından birinin gönderdiği gözlemcinin, 1947
Türkiye’sinin izlediği siyasetin tam bir komünist totaliter idare manzarası arz ettiğini
söylemesi, bu durumu teyit eder mahiyette algılanmıştır”[6]

-“Dönemin İçişleri Bakanı Şükrü Kaya’nın söylediği: “Biz diyoruz ki, dinler,
vicdanlarda ve mâbedlerde kalsın, maddi hayat ve dünya işine karışmasın.
Karıştırmıyoruz ve karıştırmayacağız” sözleri de, resmi ideolojinin en saf ve en temiz
Müslümanlığı nasıl algıladığını göstermesi bakımından anlamlı kabul edilebilir.”[7]

-“İnönü döneminde görülen Osmanlı’yı karalama politikalarının, Cumhuriyetin
Meşrutiyet tarihçiliğinden aldığı bir miras olduğu noktasında değerlendirmeler vardır.
Buna göre, bin yıllık İslam tarihi eğitimi, karanlık Ortaçağ’ın bir mirası olarak
reddedilmiş, İslamiyet’ten önceki orta Asya Türk tarihine dönülerek oradan itibaren
yeni bir tarih algısı oluşturulmaya çalışılmıştır. Gökalp’in de benimsediği ve öncülük
ettiği bu algıya göre halk, ataları olarak gördüğü Osmanlıyla gurur duymayı
sürdürdükçe, modern bir Türk ulusu yaratmak mümkün olamayacaktır. Osmanlı’nın
“reddi miras” edilmesiyle sonuçlanan bu anlayış, Atatürk tarafından nutukta şöyle ifade
edilmektedir:
“Osmanoğulları, zorla Türk ulusunun egemenlik ve saltanatına el koymuşlardı. Bu
zorbalıklarını altı yüzyıl sürdürmüşlerdi. Şimdi de Türk ulusu bu saldırganların hadlerini bildirerek, egemenlik ve saltanatını, ayaklanarak kendi eline gerçekten almış bulunuyor.”[8]

-“Lozan dönüşü Karabekir’e :
“Müslüman olduklarından dolayı bugüne kadar istiklâlin kendilerine verilmediğini ve
Müslüman kaldıkları sürece müstemlekeci devletlerin, bilhassa İngilizlerin, daima aleyhlerinde olacaklarını, hatta kazanılan istiklalin de daima tehlikede kalacağını…”
söyleyen İnönü’nün, özellikle 2. Dünya Savaşı sonrası yaşanan gelişmelere bağlı olarak
öncülük ettiği değişime bakılırsa, dış konjonktürden çok da bağımsız politikalar
geliştiremediği söylenebilir.”[9]

-“Devlete bağlı bir kurum olarak devletin her türlü imkânlarından yararlanması
beklenilen Diyanet İşleri Başkanlığı’nın çalışmamıza konu olan 1938-1950 yılları
arasında kendisi için belirlenen amaçları bile gerçekleştiremeyecek kadar ihmal edilmiş
bir kurum olduğu görülmektedir. Zira mabetlerin bakım ve onarımı, din adamlarının yetiştirilmesi ve geçimlerinin sağlanması, din öğretiminin yürütülmesi gibi maddi
imkânları devletin elinde olan hizmetler, bu dönemde uzun bir süre yerine
getirilmemiştir. Bu dönemdeki din hizmetlerinin nasıl devam ettiğine dair fikri, 1945’te
Rize şehrindeki durumu tasvir eden aşağıdaki ifadelerde bulabiliriz:
“İmamın maaşı cemaat tarafından verilmektedir. Genellikle bir zengin bunu üzerine alır.
Halk, imamın iki öğün yemeğini sırayla gönderir. İmamın ve dinin tesiri büyüktür.

Yine Karadeniz bölgesinden Ali Kemal Saran’ın anlattığına göre hocaların
yemeği köy halkınca nöbetleşe olarak verilir, caminin girişinde fındık fidanlarının
yontularından örülen bir el sepeti olur ve sırası gelen kişi, evine gönderilen bu sepetle
hocaya yemek gönderirdi.”[10]

-“Dönemin İstanbul Müftüsü ile Sulhi Dönmezer arasında geçen şu diyalog oldukça anlamlıdır: 1941 yılında Sulhi Dönmezer, Cumhuriyet döneminin ilk İstanbul Müftüsü olan Mehmed Fehmi Efendi’yi ziyarete gider ve onu sıkıntılı bir halde bulur. Sebebini sorunca Mehmed Fehmi Efendi şunları söyler: “Bugün hayatımın en elemli gününü geçirdim. Bir camiye imam olarak mahalle bekçisini tayin ettim.”[11]

-“Elazığ’da yaşayan yaşlı bir Hoca Efendi, “1942′de Kayseri’de okuyordum. Bizi silah altına alıp Çukur Cami’ye sevk ettiler. O camide tam 7 gece yattık. Oradan İstanbul’a sevk ettiler. İstanbul’da nerede kaldık, biliyor musun? Sultanahmet Camii’nde. Camileri at ahırı, ambar, depo dahi yaptılar. Hepsi askeriyenin işgali altındaydı. Diyarbakır’da bir Ulucami vardır. İnönü devriydi, Ramazan’dan önce içerisine
beş on tane sandık attılar, ambar diye kapattılar. Millet çok müracaat etti, “Nerede namaz kılalım?” dediler. Gelen cevap, “Evlerinde kılsınlar.” oldu.

Camilerle ilgili bu tutumun 1935 yılında çıkan bir kanuna dayandığı söylenebilir.
Zira bu kanunda; camiler tasnif edilerek “tasnif harici kalacak cami ve mescitler, usul ve mevzuata göre kendilerinden başkaca istifade edilmek üzere kapatılır” ifadesi yer
almaktadır”[12]

-“Çıkardığı “Serdengeçti” dergisiyle millî ve manevi değerlere bağlı kalmanın
önemini vurgulayan Osman Yüksel Serdengeçti, bu dönemde kendi gibi düşünen
insanlara yapılan baskı ve işkencelerin kendilerini sindirmek bir yana davalarını yayma
konusunda onları daha da istekli hale getirdiğini göstermektedir. Hasan Ali Yücel’e
hakaret ettiği gerekçesiyle hapse atılan Serdengeçti’nin hapiste yaşadıklarının ruhunda
bıraktığı izler sözlerine yansımaktadır:
“… Ben daha neler gördüm. Bayılıncaya kadar dövülen insanlar, mahzenlerde çürütülen, küf kokan cesetler gördüm!… Şimdi anlıyorsunuz değil mi? Ben neden Serdengeçti oldum.
Onun içindir ki Serdengeçti’deki her ses, her seda; … bir feryattır, bir çığlıktır. Bir milletin ıstırabını haykırıyor…”[13]

**************   

Devri sabık kalıntıları.

Devri sabıktan kalma, sabıkalı döküntü ve kalıntılar hala devri sabıkı aramakta ve milleti devri sabıka götürmeye çalışmaktadırlar.

Devri sabık, sabıkalıdır.

Devri sabıkta bu milletin bin yıllık birikimi, sabıkalı kimseler tarafından bitirildi.

Sabık olarak kalanında sabıkın, sabıkalı döküntüleri silmeye çalışıyor.

Allah fırsat vermesin.

Millete de akıl ve basiret ihsan etsin.

Milletin problemi, köksüz bir fikrin, kütük gibi bir zihniyetin peşinden hala gitmekte olan hırçın kimselerin olmasıdır.

Bu memleketin problemi dışta değil, içtedir.

Kirli eller faaliyettedir.[14]

İslam’ın dışında şahsiyet arayan, şahsiyet bulamaz.

MEHMET ÖZÇELİK

27-01-2022

[1] 12 MART 1971 MUHTIRASI ARAŞTIRMA RAPORU -16. Milliyet, 14.12.1964, s.1.

[2] CUMHURİYET DÖNEMİ DİNÎ HAYAT -(1938-1950) -Zeynep ÖZCAN. Sh.71. Bak. Mehmet Başaran, Köy Enstitüleri, 3. Baskı, Cumhuriyet Kitapları, İstanbul, 2003, s. 32.

[3] İsmail Kara, Cumhuriyet Türkiye’sinde Bir Mesele Olarak İslam, 4. Baskı, İslam Dergah Yayınları, 2010, s. 24, ayrıca bkz: Dücane Cündioğlu, Bir Siyasi Proje Olarak Türkçe İbadet I, 1. Baskı, Kitapevi, İstanbul 1999, s. 306. Koçak, Türkiye’de Millî Şef Dönemi, II, s. 545.

[4] Age.77-78.

[5] Age.79.

[6] Age.80.

[7] Age.81.

[8] Age.95.

[9] Age.101.

[10] Age.103-4.

[11] Age.106.

[12] Age.109-110.

[13] Age.232.

[14] https://www.facebook.com/100001902605648/posts/6963453527061332/

https://www.yenisafak.com/yazarlar/tamer-korkmaz/derin-baronun-vedasi-2060800

Loading

No ResponsesOcak 26th, 2022