DERS GİBİ….

DERS GİBİ….
SAKIN ANLATMA
Velî bir zât devesiyle çölde giderken, yerde susuzluktan kıvranan bir kişiye rast gelir.

Hemen devesinden inerek, susuzluktan ölmek üzere olduğunu söyleyen kişiye, çöl boyunca kendisine yetecek kadar su kırbasını uzatır.

İkram edilen suyu çok yavaş içmesini de “herhalde takatsizlikten yavaş içiyor” veya “birden içerse, rahatsızlık verir” gibi düşüncelerle hayra yorar.

Oysa; suyu içen kişi son yudumundan sonra, sinsice ve çok hızlı bir hareketle velî zâta sert bir omuz atarak, onu yere yuvarlar.

Velî zât neye uğradığını anlayamadan, o kişi deveye binerek oradan uzaklaşmaya başlar.

Devesinin çalındığını, kendisinin de enâyi yerine konulduğunu anlayan velî zât, o hırsızın arkasında şöyle bağırmaya başlar:

-“Heey, bir dakika, beni dinler misin?”

Hırsız durur, geri döner ve gâlip bir eda ile bir kahkaha atar. Veli zât:

-“Evlâdım, tamam, devem ve eşyalarım senin olsun. Fakat senden bir istirhamım var. Ne olur bu olayı, hiç kimseye anlatma!
Tamam mı?…”

Hırsız şaşkınlıkla sorar:
-“Peki, ama niçin?”

“Çünkü, bu olayı duyanlar, çölde susuz ve çaresiz kalmışlara, bir daha hiç yardım etmezler. Neticede de İslâm’ın yardımlaşma düsturu felce uğrar.”
**************
İhtilâlci Savcıya Kefen Göstermek!

Yakın zamanda vefat eden Samsunlu Hamdi Sağlamer, yaşamış olduğu ibret dolu bir hadiseyi şöyle anlatır:

Sene 1964; hadise, Ankara’da Yargıtay’da cereyan etti.
Av. Bekir Berk, ‘Temyiz’de mahkeme var, birlikte gidelim dedi.
Öğretmen kardeşimiz Konya’lı Mustafa Özsoy’la beraberdik. Temyiz’deki duruşmalara avukatlar dışında kimse alınmıyordu. Bekir Ağabey, bana bir çanta verdi, Mustafa’nın eline de bir dosya tutuşturdu. Bizi stajyer ve yardımcı avukat süsüyle mahkeme salonuna aldırttı.
Manzara dehşet vericiydi:
Yuvarlak bir masa etrafında 27 Mayıs Darbesinin karanlık yüzlü adamları çöreklenmişlerdi. O Egesel’ler, Başol’lar hep oradaydı. İhtilalde oynadıkları başarılı(!) rollerine mükâfat olsa gerek, bu makama atanmışlardı.
Bekir Ağabeyi Yassıada’dan tanıyorlardı. Kin ve nefret dolu gözlerle bizi süzüyorlardı, adeta yiyecek gibi bakıyorlardı.
Savcı Egesel, Bekir Ağabeyin moralini bozacak şeyler yapıyordu: Eliyle masaya vuruyor, dinlemez gibi görünüyordu.
Bekir Ağabey, hiç aldırış etmeden 40 dakika savunma yaptı. Elindeki bütün belgeleri sundu ve bunların zapta geçirilmesini istedi. Zapta geçme talebi, Egesel’i iyice kızdırdı. İki eliyle masayı tutup yüksek sesle:

“Kime, neye güveniyorsun Bekir Bey! Neyine güveniyorsun sen!” diye açıkça tehdit etti.

Bekir Ağabey, tehdide pabuç bırakacak adam değildi. Hemen “Ver şunu!” deyip hızla çantayı elimden kaptı. Başka bir evrak çıkarıp gösterecek sandım. Bir de baktım ki, çantasında sürekli taşıdığı kefenini çıkardı. (Adamların gözleri faltaşı gibi açıldı.) Sonra, gür bir sesle:
“Ben Allah’a güveniyorum!” dedi;
Ardından, kefeni fırlattı ve konuşmasına devam etti…

Öyle yüksek sesle konuşuyordu ki, adeta salon çınlıyordu.
Vallahi yeminle söylüyorum, o anda adamların masaya dayalı ellerine baktım, tirtir titriyorlardı.
O zaman, gerçekten Bekir Ağabeyin arkasında bir kuvve-i maneviye olduğunu, müdafaa esnasında başka bir şahsiyete büründüğünü gördüm ve anladım…
*****************
Anadolu’da bir ilçede müftüydüm. Günlerden cumartesi. Kazanın pazarı da o gün kurulur. Daireler kapalı. Evde oturacağıma müftülüğe gideyim dedim. Daireye vardım, bir çay demledim, camdan dışarı bakıyorum. Bahsettiğim pazar, müftülüğün biraz ilerisinde kurulur. Kimi almaya, kimi satmaya, herkes pazara geliyor. Kalabalık. Müftülüğün karşısında bir bakkal var.

Ben camdan ilçenin cumartesi günlerine mahsus bu hareketli vaziyetini seyrederken, lüks bir otomobil gelip, bakkalın önüne park etti. Bakkal bir hışımla çıktı;
«–Yok arkadaş dükkânın önüne park etme!» dedi.

Zaten ‘pazarın kurulduğu gün’ olduğu için, bakkala giden gelen yok. Bir de dükkanın önü kapanacak diye adamcağız iyice asabîleşti. Arabanın sahibi de haklı;
«–Yahu burada park yasağı mı var? Niye park etmiyormuşum?!.» diye çıkıştı. Baktım gereksiz bir münakaşa çıkacak. Hemen indim, arabanın sahibine;

«–Arkadaş, bugün ilçenin pazarı var. Gelen-giden çok. Bakkal; ‘Belki satış yaparım’ diye dükkânın önü kapansın istemiyor. Burada arabana zarar gelmesin. Müftülüğün bahçesinde müsait park edecek yer var. Ben kapısını açayım, oraya koy.» dedim.
«–Olur…» dedi.

Arabayı park ettikten sonra;
«– Yukarıda çay demledim, tek başıma içiyorum, istersen buyur birlikte içelim» dedim.
«–Olur, içelim.» dedi. Teşekkür etti.

Yukarı çıktık. Bir yandan çaylarımızı içiyor, bir yandan tanışıyor, konuşuyorduk.

O sırada müftülüğün kapısı açıldı. İçeriye elleri titreyen yaşlı bir hanım girdi. Elinde tek sıra dizilmiş bir tabak incir.
«–Oğlum, müftülüğün kapısını açık gördüm de içeri girdim. Kusura bakmayın. Ben bu incirleri bizim bahçeden topladım. Pazara satmaya götürüyorum. Parasını da sana getireceğim bir kız Kur’ân kursu yaptırırsınız diye…»

Bir tabak incir… 1 kilo ya gelir, ya gelmez. Kur’ân kursu yaptırmak için onu getirip hayır olarak müftülüğe verecek…
Duygulandırıcı bir samimiyet, niyet ve arzu…

Ben dondum kaldım. Misafirim de duygulandı. Hanıma dedi ki:
«–Kaça satıyorsun?»

Kadıncağız, mütevekkil;
«–Ne verirseniz?» dedi.

Adam da coştu:
«–Peki, bir Kur’ân kursu yaptırmaya verir misiniz?»

Yâ Rabbî!..
Bir tabak incir ile bir Kur’ân kursu…
Adam bu güzel niyeti gerçekleştirmek için harekete geçti. O kadıncağızın arzusu gerçek oldu…”

Siz ne derseniz deyin, bunun adı samimiyetten başka bir şey değil. Samimiyetle, ihlâsla istersen; Mevlâ’m karşılığını hemen, fazlasıyla verir.

O kadıncağız, istemiş, gönülden arzu etmiş. «Benim ne imkânım var ki?» diye düşünmemiş. «Bir tabak incirden ne olur…» dememiş. Onu toplamış. «Bana gülerler…» dememiş, yola koyulmuş. Bunlar hep bereketin sırları…

-Vehbi Akşit (Kuşadası İlçe Müftüsü)
****************
İMAM-I GÂZÂLÎ ve BATINÎ TÜCCAR

Şelemzar’a Medrese yapımıyla görevlendirilen İmam-ı GAZALİ, medrese inşaatına yardım etmek isteyen BATINÎ bir tüccara şu sözleri söyler:

“Bu altınlarla kurulacak medresede yetişecek müderrisler, ola ki bir gün doğru yoldan sapıp, altın uzatan ellerin işaret ettiği tarafa yönelirler.
Temiz olduğundan emin olmadığımız ellerin işaret ettiği tarafa yönelmek, şiarımıza terstir.
Velhasıl tüccar efendi bizim tanımadığımız bir elden, kaynağını bilmediğimiz bir pınardan cansuyu istemişliğimiz vaki değildir.”
*********************
1897 yılında, OSMANLI, yunan harbi zaferle neticelenmişti.

Dedem Sultan II. ABDÜLHAMİD Han büyük sevinç içindeydi. Harpte yaralananların hepsini İstanbul’a getirtmiş. Bu gazileri, Gümüşsuyu Hastanesi ve yeni yaptırdığı Şişli Etfal Hastanesine yerleştirmişti. Padişah, yaralıların durumlarını öğrenmek için her gün hastanelere görevliler gönderiyordu.

dedem Sultan ABDÜLHAMİD Han marangozluğa meraklıydı. Yıldız Sarayı’nda bir marangoz atölyesi vardı. Devlet işlerinden yorulduğu zaman dinlenmek için buraya gelirdi. Her biri sanat şaheseri kabul edilen ahşap eşyalar yapardı.

Bir sabah dinlenmek için atölyeye inmişti. Kendisini yardımcısı Mehmed Usta karşıladı.

-Hadi bakalım Mehmed Usta, 150 tane baston ağacı kes..

Usta şaşkınlıkla sordu:

-Ferman Padişahımızındır. Lakin merakımı mazur görün. Bu kadar baston ağacı ne olacak?

-Askerlerim ayaklarından yaralı..

Dedem ABDÜLHAMİD Han ustanın bu hayretini gideren şu cevabı verdi:

-Mehmed Usta, araştırdım. Gazilerimizden, 150 kadarının ayaklarından yaralandıklarını öğrendim. Bunlar iyi olsalar da yürümek için bir asaya muhtaç kalacaklar. Hepsine birer baston yapacağım ve hastaneden çıkıp memleketlerine gidecekleri zaman kendilerine hediye edeceğim.

Mehmed Usta, Sultanın bu ulvi düşüncesine ve insan sevgisine hayran kalarak, hemen işe koyulur.

Kısa zamanda bitirilen bastonları gazilere ulaştırırlar..
*****************
Avustralya’daki kurbağa
Bir dişi hayvanın yavrularını yuttuğunu duysanız, herhalde onun ne kadar vahşi olduğunu düşünürsünüz.

Halbuki Avustralya’da yasayan bir tur kurbağa, yavrularını vahşiliğinden değil, merhametinden yutmaktadır.

“Rheobatrachus silus” adi verilen kurbağanın yumurtadan çıkmak üzere olan yavrularını yutma sebebi, onların emniyetli bir şekilde gelişmesini sağlamaktadır. Acaba anne kurbağanın midesine inen yavrular, mide tarafından hazmedilmeyecek mi?
Elbette hayır.

Çünkü bütün kainatta görülen İlahi rahmet, bu yavruları da ihmal etmeyecektir. Yeni doğan aciz yavrulara anında sut yetiştirerek merhametini gösteren Zat, mideye inen yavruların hazmedilmemesi için de, kurbağanın midesindeki sindirim faaliyetini durdurur. Dişi kurbağanın daha önce midesine doldurduğu gıda maddeleri bağırsağa iletilir ve midenin şekli ile yapısı tamamen değişerek, yavrular için sıcak ve emniyetli bir beşik suretine girer.

Oburluğu ile tanınan bu kurbağanın iştahı, aynı rahmet sahibi tarafından sonra tamamen kesilecek ve kuluçka devresi tamamlanıncaya kadar hayvan tam 2 ay aç kalacaktır. Kuluçkanın ileri safhasında mide büyüyerek akciğere dayanır. Ve onun faaliyetinin durmasına sebep olur.

Ancak İlahi Rahmet burada da imdada yetişir ve akciğerleri devreden çıkan kurbağa, derisi vasıtasıyla nefes almaya baslar.

Yumurtadan çıkan kurbağalar daha sonra yemek borusundan tırmanır ve anne kurbağanın ağzından aşağı atlayarak, gün ışığına çıkarlar.

Mide yavruların tamamen çıkmasından 8 gün sonra normal haline gelir ve vazifesini yerine getiren kurbağa, yiyip içmeye baslar.

Avustralya’nın Adelade Üniversitesi’nden Zoolog Michael J. Tyler ile yardımcısı David Carter tarafından ortaya çıkarılan bu esrarengiz hadise, fizyoloji olarak bilinen ilim dalını alt-üst etmiştir.

İlim adamları ülserin tedavisinde yeni bir ümit olarak gördükleri bu olağanüstü olayın nasıl gerçekleştiğini ve midedeki faaliyetin nasıl durdurulduğunu aramakla meşguller…

MEHMET ÖZÇELİK

Loading

No ResponsesNisan 3rd, 2022