27 Mayıs’ın düşündürdükleri

 

Sayı: 546  |   Ahmet Selim

 

 

 

 

 

27 Mayıs muazzam bir kırılma noktasıdır. O tarihte demokrasi tabii mihverinden çıktı, fırladı.27 Mayıs olmasaydı, tabii ekseninde olağan gelişme devam etseydi, sol da olacaktı sağ da, ama mutedil ve dengeli biçimde düşünceyle var olacaktı; Türkiye 1970’lere varmadan kendi demokratik ve ekonomik dengesinin kişilikli gücüne kavuşacaktı. Darbe işte bunu engellemiştir.
Menderes liderliğindeki Demokrat Parti iktidarının hataları hiç mi yoktu? Tabii ki vardı. Onların yaptığı en büyük hata, “hataya sevk edildiklerini anlamamaları” idi. Bir sinir harbinin taarruzuna ve hilesi maruz bırakıldıklarını fark edememeleriydi. Tepkisel duygularına engel olamamalarıydı.


İnternete baktım, “Tankları harekete geçirdik, bir öğrenci paletlerin altında çiğnendi.” diyor, o günleri yaşamış olduğu anlaşılan yazar. Sözünü ettiği kişi bizim lisenin orta kısım öğrencisi Nedim Özpulat. Tanklar öğrencilerin üzerine falan yürümedi; öğrenciler tankların üzerine çıkıp şenlik yaptılar. Bu arada da, elini kolunu sallayarak bağırıp çağıran Nedim kardeş, dengesini kaybettiği için tankın tepesinden düştü. Olay tamamen bir kazadan ibaretti. Protesto şenliğinde oluşmuş bir kaza. Turan Emeksiz’in de doğrudan hedef alınarak değil, sekme bir kurşunla öldüğü balistik raporları falan ortaya serilerek açıklandı.

Bırakın üniversite gençliğini, liseler dahi, CHP kaynaklı faaliyetlerle tahrik edilmişti. Gençlik kollarının kullanıldığını, hiç değilse bu kadarını, kendileri de itiraf etmişlerdi zaten. Bahçe duvarındaki gençlerin önüne gelen “propaganda ve tahrik” ekiplerinden biriyle konuşmuştu. “Ağabeyleriniz kurşunlanıyor, siz duracak mısınız? Siz bu vatanın evlatları değil misiniz?” Beden eğitimi sırasında, çağırıp pencere parmaklığı arasından bunları söylemişlerdi. “Eylem çağrısı” okul okul dolaşılarak iletildi CHP gençlik kolları tarafından. Nedim’cik orta kısım öğrencisiydi. Şenliğe gider gibi güle oynaya katıldı ve belki de hayatında ilk defa bir tankın üstüne çıkıp tezahürat yapmaya çalışırken hayatını kaybetti. Bunun adı da “tanklarla çiğnediler” oldu.

Gençler, en azından onlarca öğrencinin hedef alınarak öldürüldüğüne inandırılmıştı. Asker sessizdi ve dostça davranıyordu. Köprünün üzerinden karşı tarafa yürünürken, bir genç kız, belli aralıklarla sıralanmış süngülü askerlerden birinin önüne dikildi ve ağlayarak “kime taktın o süngüyü” diye haykırdı. Asker hiç ona bakmadan, bir emir almış gibi, süngüyü çıkarıp belindeki yerine koydu. “Olur mu böyle olur mu, kardeş kardeşi vurur mu? Kahrolası diktatörler bu dünya size kalır mı?” nakaratını Plevne Marşı’nın bestesiyle söylüyorlardı. Ne diktatörler vardı ne de gençleri vurmaya çalışanlar. Ayakta durmaya çalışan ama duramayacağı anlaşılan bir ‘seçilmiş iktidar’ın yani 14 Mayıs 1950’den beri yaşanılan demokrasi’nin sonu getirilmek isteniyordu. Yakınımız olan bir asistan hanım bile “Anfiden çıkan öğrenci kalabalığına rastgele ateş açılmış, birçok genç hayatını kaybetmiş” diyebiliyordu o günün akşamında…

Herşey bahaneydi

Bütün bunlar niçindi? DP iktidarı güya dikta kurma kararında olduğu için! Askerin tutumu belli, diktayı ne ile kuracaktı DP? Birkaç polisle mi? Ankara’da Menderes gösteri yapanların arasına dalmış, “Ne istiyorsunuz?” diye soruyor ağlamaklı ve perişan bir eda ile. Yakasının biri kırılıp üste çıkmış, öğrenciler onu adeta tartaklamışlar. Ve bu adama ‘diktatör’lük ithamı yöneltiliyor! Senaryo apaçıktı. 28-29 Nisan olayları ve sonrasında devam eden olaylar, her şeyin bittiğini gösteriyordu. Fısıltı gazeteleri insaf ve vicdan ölçüsü tanımıyordu. Kıyma makineleri ve betona karıştırma hikayeleri bile anlatılıyordu. Gençler katliama tabi tutuluyormuş, Hitler’i aratan insanlık dışı uygulamalarla! Muhalefet de fetvayı vermişti: “Suçluların telaşı içindesiniz. Gayri meşru iktidara karşı direnmek hak’tır.” Sokak hazırlanmış, yeşil ışık yakılmıştı. Babam DP’ye değil, Bölükbaşı’ya oy verirdi. Onun bu fetvaya katıldığını ve “İktidarın zulmü ile halkın tahammülü arasındaki denge bozulunca ihtilal meşru hale gelir” dediğini duyunca, “Yazıklar olsun” diyerek kahırlanmıştı. Bölükbaşı meclisteki çoğunluğa “zalimin uşakları” hakaretini yöneltecek kadar ileri giden ve belki de CHP’den daha etkili olan bir kavganın içindeydi. CHP biliniyordu ama, Bölükbaşı muhafazakar bir çizginin oy verilmese de sevilen bir portresiydi, onun inandırıcılığından CHP yararlanıyordu. Yine de 27 Mayıs’tan sonra yapılan seçimde DP’nin mirasçısı olarak meydanlara çıkmış ve epeyce de oy almıştır sevgili Bölükbaşımız!

27 Mayıs, aylar öncesinden kendini duyurmuştu. Nereye gittiğimiz belliydi. 1957 yılında seçim yapılmış ve yeni seçimlerin yapılmasına sadece bir yıllık bir zaman kalmıştı ama, her şeyin bittiği belliydi. “Seçime gitseydiler darbe olmazdı” deniliyor. O ortamda seçim yapılamazdı. 1957 Seçimleri’nde CHP kendini kazanma umuduna çok şartlandırmış ve büyük bir hayal kırıklığına uğramıştı. 1960’ta yeni bir seçim yapılabilse bile iktidara gelemeyeceğini biliyordu. Daha sonra DP kadroları tamamen tasfiye edildiği halde CHP seçim kazanamayacak ve yeni kurulan “DP halefi partiler” çoğunluğu elde edecekti. AP yüzde 34,8, YTP yüzde 13,7, CKMP yüzde 14... Toplam yüzde 62,5! Bu oyların hepsi, Yassıada’da manen de bitirildiğine inanılan DP’nin oylarıydı. CHP 1957 seçimlerindeki kadar bile oy alamamıştı. Hele senatoda (ki statüsü muhtemel CHP iktidarına göre hazırlanmıştı) 150 üyenin ancak 36’sını alabilmişti CHP. Sandıkların açılıp tahminlerin yıkıldığı noktada, CHP ileri gelenleri (Orhan Eyüboğlu, Orhan Birgit...) askere koşup “bir çare bulun, kaybediyoruz” diyebilecekti. Yani 1960’ta yapılacak bir seçimin CHP’yi yatıştırması mümkün değildi. Bunun kesin ispatı, 1961 Seçimleri’ni dahi iptal ettirmeye çalışmalarıdır.

Dertleri demokrasi falan değildi. Halk birilerini seçip iktidar yapmıştı; çünkü seçmesini bilmiyordu! Bunlara daha fazla tahammül edilemezdi! Zaten ihtilal hücreleri, 1954’ten, hatta daha öncesinden beri kurulmaya başlamıştı. Hepsi kendi hatıralarında kendi kalemleriyle yazdı bunları. 14 Mayıs’ın intikamını alma hırsının önüne geçilemezdi, en rasyonel tedbirler alınsaydı bile geçilemezdi. 27 Mayıs, 14 Mayıs’ın intikamını alma eylemidir, CHP’nin eseridir, entelektüel ve seçkinci bir irtica olgusudur, sonraki bütün darbelerin ve müdahalelerin de kaynağıdır.

“Gitti Menderes”

1950-1960 arasında Türkiye’nin büyük kalkınma hamleleri yapması aydınları ilgilendirmiyordu. Rakamlar ortadadır. Ülke adeta bir büyük şantiye haline dönüştü. İnternette “ekonomik kronoloji” sayfaları var; herşeyi bilenler bile yeni bir hayret ve hayranlıkla okur o sayfaları. Ben Menderes’i sabahın köründe toz toprak arasında Cadillac’ıyla yol almaya çalışırken gördüm. “Babaa!” diye seslendi genç şoförlerden biri, 50 metre ötede durdu ve el salladı. Ülkesinin sevdalısıydı. “Bu taaddi’yi, bu zulmü, bu yol kesiciliği bize nasıl reva görürsün. Niçin müzaheretinizi esirgersiniz” diye, yaşlı gözlerle yalvarıyordu İsmet Paşa’ya. Metin Toker “Bu resmen himaye istiyor” tepkisiyle kınıyordu onu. “Sen İsmet Paşa’sın. Demokrasi kuruldu. Köşenden (iyi çalışıyor bu çocuklar) desene. Demokrasinin yerleşmesine, makus talihin dönmesine yardımcı olsana.” ricası ve bekleyişi içindeydi. Menderes bu adamdı. Diktatör kim, Menderes kim!

Bir sabah, babamın, zabtetmeye çalışılıp da arada bir küçük patlamalar yapan hıçkırıklarıyla uyandım. Ben seçim meydanlarında büyüdüm. 1954 Kıztaşı’nda Bölükbaşı’yı Yusuf Türel’i dinlediğimi hatırlıyorum. Babam, şuur eğitimi için elimden tutup götürürdü. Peki şimdi neden ağlıyordu? Bölükbaşı’lara gün doğmuştu işte. Ama o “gitti Menderes” diye ağlıyordu. “Tarafsız olacaklarmış. Kardeş kavgasını önlemek için yapmışlar” dedim ürkek bir sesle. “Laf onlar” dedi... “Bu darbe Menderes’in şahsında millete, istiklale darbe... Çok gördüler.” “Para gördük, cadde gördük, su gördük, ışık gördük... Onlar çok gördüler.” Hiç unutmadım o sabahı. Takdir ettiğim tarafları olsa bile, o sabahki sesin sahibini de hiç sevemedim.

Hataları yok muydu? Tabii ki vardı.

En büyük hataları, “hataya sevk edildiklerini anlamamaları” idi. Bir sinir harbinin taarruzuna ve hilesine maruz bırakıldıklarını fark edememeleriydi. Coşkularını frenleyip o kadar hızlı gitmenin mahzurlu olabileceğini düşünememeleriydi. İyi niyetlerinden bazılarının dahi hasetlenebileceklerini hesaba katmamalarıydı. Sonra da, işe yaramayacağını ve hatalı olduğunu bildikleri çaresiz tepkisellik duygularına engel olamamalarıydı.

Pahalılık varmış! Yüzde kaç? En fazlası ne, ortalaması ne? O sıralar, “Bizim Radyo” adıyla Doğu Avrupa’dan yayın yapan ve Nâzım Hikmet tarafından yönetilen bir komünist radyo vardı. “Vatanı sattılar” “Hainler” diyordu. Nâzım’ın bu ifadeleri şiir diye basıldı da. Nâzım kahraman, Menderes hain!!! Londra-Zürih anlaşmalarını gerçekleştiren Menderes. İdam sehpasına götürülürken yolda Ortak Pazar’ı konuşan adamlar, Cezayir’in direnişine gemiler dolusu silah göndermeyi beceren yürekler... Köylü Mehmet Efendi’ye, cevabi tebrik telgrafı gönderen başbakan. Birecik Köprüsü için Fırat’ın sularına gözyaşlarını karıştıran kişi... Bunlar hain, Nazım kahraman! “Kimseye iğbirarım yoktur” sözleriyle son mesajını verip bitmiş bedenini sehpaya doğru sürüklemeye gayret eden bir gönül adamı... Ve hain!

Menderes 17 Eylül’de asıldı, bir ay sonra millet sandık başına çağrıldı! Saraçhane Meydanı’nda 40 bin şemsiye. Şemsiyeler yağmurdan korunmaya değil, gözyaşlarını saklamaya yarıyor. Yavuz Selim’deki bakkal Salih Amca’ya orada rastladım. Çocuk gibi ağlıyordu. Gümüşpala’yı dinleyen falan yok. Bir araya gelip birbirimize bakalım, birbirimizi takviye edelim, beraber ağlayalım diye gelmiştik oraya... Kim tanır, kim dinler Gümüşpala’yı.

Asıl kırılma noktası

27 Mayıs muazzam bir kırılma noktasıdır. O kırılmanın meydana getirdiği yırtılma ve kayma, hâlâ bir denge bulamadı. Aynen depremin fay hattı gibi... Bir noktada 4-5 metrelik bir kitle kayması olmuşsa, o kaymanın gerektirdiği denge yırtılması sonuna kadar gider ve ondan sonra yeni bir denge oluşur.

27 Mayıs’ta demokrasi tabii mihverinden (ekseninden) çıktı, fırladı. 1960’lı 1970’li yıllarda bazılarının gelişme gibi gördüğü ideoloji furyası, baraj duvarının patlamasından oluşan su baskınlarına benzer. Darbe oldu, şimdi ne olacak? Fikir lazım. Al sana fikir! Her türüyle hepsi ‘yanılmışız’la sonuçlanan ve birkaç nesli kaybettiren nedamet okumaları, yazmaları... Bir ifrat’lar meşheri... Bol bol hareket (aksiyon), sıfır bereket. Millet’in kime oy verdiğinden çok, kime oy vermediği önemli. Bu millete liberallik dersi vermek ayıp bir şey. Aydınlar bu milletin (müspet anlamda) liberal karakterini bozmak için ellerinden geleni yaptılar, başaramadılar. Hele, sol-sağ ifratçılıktan sonra, onu liberal ifratçılık adına zorlamak, çok daha büyük bir ayıp...

27 Mayıs olmasaydı, tabii ekseninde olağan gelişme devam etseydi, sol da olacaktı sağ da, ama mutedil ve dengeli biçimde düşünceyle var olacaktı; Türkiye 1970’lere varmadan kendi demokratik ve ekonomik dengesinin kişilikli gücüne kavuşacaktı. Engellediğiniz budur işte.

O insanlar, öldürüldükten sonra bile yolsuzluktan yargılandılar. Bir tek leke bulunamadı. Bir de şimdiki halimize bakın... Sehpa ve ip masraflarını bile ailelerinden tahsil etme teşebbüsüne vasıf bulunabilir mi? İşte böyle zihniyet yapısı idi, demokrasinin ve milletin bahtsızlığı... 27 Mayıs’ın hikayeleri anlatıldı sadece. Fikri-sosyolojik tahlili yapılmadı.


 

 

 

27 Mayıs cinnet anıdır

 

Sayı: 546  |   Zekai Özçınar

 

 

 

 

Aydın Menderes, 27 Mayıs’tan 45 yıl sonra Aksiyon’a çarpıcı açıklamalarda bulundu: “27 Mayıs, eski efendilerin, dış odakların diş geçiremeyeceği bir Türkiye’ye karşı yapıldı. Menderes’i asmak cinnettir. Birileri, Milli Birlik Komitesi’nin zavallı üyelerine idamlar için baskı yaptı.”27 Mayıs ve Adnan Menderes’in idamı, bir travmaydı; siyaset ve toplum üzerinde hâlâ silinmeyen izler bıraktı. 45 yıllık dramı iliklerine kadar sabırla taşıyan ise ‘Menderes ailesi’ idi.

Kuşkusuz, en fazla da oğlu Aydın Menderes. “Babamı rüyalarımda görüyorum, gülümsüyor.” diyor Menderes, 27 Mayıs ve idamlar için ‘cinnet’ tabirini kullanıyor. Kin tutmadığını belirtirken de ekliyor: “İş öfkeyi tutmakta.”

Menderes, daha 14 yaşında iken Yassıada, İmralı ve idam günlerini yaşadı. Türk siyasetinin etkili ve sözü önemsenen siması hâlâ. Menderes, Aksiyon’a çarpıcı açıklamalarda bulundu. “Eleştirmiyorum, tecrübelerim ışığında tespitlerde bulunuyorum.” demeyi de ihmal etmeden.

-İdamlar için, ‘cinayet’ tabirini kullandınız. Sorumlusu kim bu cinayetin?

Türkiye’de, 1961 Haziranı’ndan itibaren devlet tamamen ortadan kalkmıştır. Milli Birlik Komitesi (MBK) de iktidar değildi. Tam bir ‘fetret devri’dir. Böyle bir boşluk meydana gelmeseydi, Menderes’le ilgili bir aklıselim çizgisi ortaya çıkabilirdi. Kim oldukları bilinmeyen birtakım insanlar, MBK’ye idamların onaylanması için baskı ve tehditte bulundu. “İdam cezasına karşı mısın?” diye sorulduğunda, “Hakim, hukuk, suç, suçlu, idam yok; cinayet var.” dedim. Kim yaptı sorusunun pratik bir değeri yoktur. Mesele, arkada ne vardır, sonra ne olduğudur.

-Sizce, 27 Mayıs neden yapıldı?

27 Mayıs, birçok sebebin bileşkesidir. Hem DP’nin başarılarına hem de halkın sözünün o derecede etkili hale gelişine karşı haset ve çekememezlik vardı. Muhalefet mi iktidar mı haklıdır, bunun tartışması sürer. Ancak, ilk defa söylüyorum, o günkü muhalefet sandıkta bir çözüme, bir askeri müdahaleyi yeğlemiştir.

-Evet...

Yine, “Kıyma makinalarında gençler öldürülmüş!” Kimin aklına gelir? 27 Mayıs’ı yapan zavallı MBK üyeleri uydurmadı bunu. Bir merkezi var. Üçüncüsü, DP’nin iddiaları ve halk desteği, eski yerli buyurganları/efendileri ile dış odakların diş geçiremeyeceği bir Türkiye ortaya çıkarmıştı. DP’nin Ortadoğu politikası tutsaydı, bugün Irak ve bölücülük meselesi olmazdı.

-Türkiye kabuğunu mu kırıyordu?

Türkiye’nin vizyonu ve iddiası Menderes’le birlikte değişmiştir. Bu da, yerli/yabancı birçok odağı rahatsız etti. Kalkınmasıyla, iç ve dış politikasıyla. Menderes, 1071’den 1918’e kadar geçen dönemi tekrar almıştır tarihimizin içine. Bu büyük iddia, rahmetli Atatürk’ün zihninde mevcuttu. Tek partide ise yoktu.

-Darbe, bu süreci kesti öyle mi?

27 Mayıs, önünü kesti; iddiasızlığı, anarşiyi ve iç çekişmeyi tekrar getirdi. Yani, hiçbir şey kazandırmadı, götürdükleri ise muazzamdır. Bugünkü sıkıntılarımızın ana kaynağı da budur. 27 Mayıs ve devamı ikiyüzlülüktür. Cumhurbaşkanı yolunda engellenen Ali Fuat Başgil “Ben çekilirim, ama ülkeye demokrasi gelmez.” dedi. Gelmiyor işte.

-DP’nin hataları yok muydu?

Haklı veya haksız hapse girmiş gazeteciler var. Olmasaydı. Ancak, o zamanki demokrasi ve hürriyetler fotoğrafı anlatılanlardan farklı. Aradan yıllar geçti, basın özgürlüğü hukuk ve tazminat davalarıyla şimdi sınırlanıyor. Menderes için çizilenlerin yanında, Tayyip Erdoğan’ı incitecek hiçbir karikatür yoktur. 50-60 arası, siyasi amaçla idam sehpası kurulmadı; faili meçhul, terör, bölücülük, kapkaç ve suikast yoktu. 60’tan bu tarafa Türkiye, bir kan denizinin üzerinde oturmakta. Devlet hâlâ kendini toparlayamadı. Sorunların temelinde 27 Mayıs’ın yol açtığı yaralar var.

- “Ezan, Tahkikat Komisyonu vs.” hâlâ konuşuluyor. DP, gücünü gövde gösterisine mi dönüştürdü?

Eğer, bugün için bir ışık tutacaksa şunu söyleyebiliriz: Devlet idaresinde her dönem için bir yumuşaklık, ceza veya engellemenin istisnası olmalı. Sükûnet, itidal, orta yol ne kadar lazım? Olduğu kadar.

-CHP ezanda sessiz kalmış ama, DP’li hatipler kızdırmış.

O konulardan mutlaka kaçınmalı. Bugünkü iktidar için de gerekli. Sadece ‘değiştik, muhafazakar demokrat’ olduk filan. Bunun, içselleştirilmesi lazım. Karşıdaki mukavemeti yok saymamalı. Kör parmağı kör gözüne gibi olmamalı.

-Bugün, yaşananlar ışığında 27 Mayıs’ı hatırlatanlar çıkıyor.

Allah korusun, DP’nin başına gelen bir daha yaşanmayacak. Böyle bir benzetmeyi kabul etmem. Bir daha askeri müdahaleler yaşanmaz. Bugün, millete ait olmuş birtakım isteklere, birtakım çevrelerin karşı çıkıyor olması AK Parti’yi tümüyle milli iradenin savunucusu haline getirmez. AKP, ya statükoya tamamen boyun eğecek ya da milletin isteklerine dönecek. Böyle bir çıkmazla karşı karşıyadır.

-Bunu aşabilir mi?

‘AK Parti nedir?’ sorusuna açık yüreklilikle cevap vermeli. Neden değiştiğini, ne yapmak istediğini de anlatmalı. Aksi halde, kendini ve Türkiye’yi tanımlayamaz. Her gün, bunun bedelini öder. Yüksek yargı konuşur, birileri konuşur. Bu, hükümete karşı safları sıklaştırır, oy götürür. Fakat, netice alınamaz.

-AB süreci işini kolaylaştırır mı?

Demokrasi, Brüksel’den uçağa binip mi gelecek? Derme çatma ittifaklarla demokrasinin önünü bir santim bile açamazsın. Böyle bir ittifak, AKP’yi korur; onun için sigorta olur. Millete gerçek hürriyeti getirmez. Yavaş tükürük hem sakala hem bıyığa bulaşır. Milletin hayal gücünü doldurması iç kanama yapar. Parti, ehven-i şer olmaya talipse karışmam.

-AK Parti ne yapmalı?

Büyük yanlışlıkları var. Hükümetin gitmesiyle, Türkiye’nin meseleleri ortadan kalkmaz. Yalnız, samimiyet işin başıdır, bunu doldurmak lazım. Bir bedeli de olabilir. İktidarı ve milleti durduk yerde ateşe atmamak önemli.

-Zorlu bir süreç

27 Mayıs’ı, AP değil 12 Eylül ortadan kaldırdı. 27 Mayısçılar çıkıp konuştuklarında, oluşan siyasi rant AP’ye akıyordu. Bunu, okuyan anlar. Hiçbir siyaset ve devlet adamı, Menderes kadar sevilmedi. 15 ay çeşitli manevi işkencelerden sonra güpegündüz idam edildi. Siyaset, 45 yıldır bunun şokunu şuuraltından atamadı. Meseleyi, sadece bir cesaret, yeterlilik yetersizlik haline getiremeyiz. Birçok insan demiştir ki, ‘Menderes’in kıymeti bilinmedikten sonra kimin kıymeti bilinecek bu dünyada.’

-12 Mart, 12 Eylül ve 28 Şubat tecrübeleri de yaşandı. Gündem ne zaman rahatlayacak?

Her türlü askeri müdahaleye karşıyım. Asker siyasetin içine girerse, siyaset de askerin içine girer. Müdahalelere karşı olmazsak, yönümüzü kaybederiz. Önce, siviller demokrat olacak. Her müdahalenin arkasından, birtakım sivil şahıslar, medya çıkıyor. Bir de, cebelleşme, durduk yerde çekişme... Anlamsız. Sayın Demirel söyledi; iktidar, kansız/darbesiz değişecek. Efendim, asker hiçbir şeye karışmasın. Hayır, kimin nerede, ne kadar karışacağı yazılmış anayasada.

-Kurumlar arası uyumdan bahsediyorsunuz.

Milletin iradesini içimize sindirelim. Devletin kurumları da vardır. Demokratik uzlaşma gerekli. Hakem millet; o getirecek o götürecek. Ben tek başıma iktidarı alayım. Hayır, her seçim bir referandum olmaz. Bu iktidarın, bazı konularda temkinli davranmasını, başbakanın ‘tabana dönük politika yapmayacağız’ sözünü doğru buluyorum. Şu değişim işi, samimiyetle ortaya konursa, birçok şey yerine oturur. Devlet geleneği ve milli egemenliği, bir yolunu bulup aynı anda yürüteceğiz.

-Yani, tartışmaların bir yana bırakılmasını mı öneriyorsunuz?

“Batı’yla takışalım” demiyorum ama, Batı bize yar olmaz. Sayın genelkurmay başkanı ‘Türkiye ılımlı İslam olmaz’ dedi. Katılıyorum. Ardından, ‘İslam ülkesi de değildir’ dedi. Ne manada kullandı, bilmiyorum ama, Türkiye İslam diyarıdır. Olmasa, ne Çanakkale, ne milli mücadele olur. Cevap verme anlamında söylemiyorum. Laiklik, ılımlı İslam, ‘efendim şeriat gelecek’... bunlar benim konularım değil, çatışma gerekçeleri. Bir tarafa koyacağız.

Menderes, ‘babası’yla anılarda yaşıyor

-En son ne zaman görüştünüz?

Ağustos’un ortalarıydı, 1961’de iki abim, annem ve ben Yassıada’da son kez görüştük. Yüzüne baktım ve dedim ki: “Ya, bu güzel, ipekten yumuşak, veli mizaçlı insanın, hizmet dervişinin boynuna kim, nasıl yağlı ilmiği geçirebilir.”

-Rahmetli babanızı rüyalarınızda görüyor musunuz?

Rüyamda görüyorum. Hep gülümsüyor. En güzel haliyle görüyorum. Hep etrafında kalabalık var. Kürsülerde görüyorum. Bir de, İstanbul’da Yıldız Parkı’nda, açılan yollarda onun yanındaydım. Onlar, zaman zaman rüyama giriyor. Sadece rüyada değil, her dakika anıyorum. Aklımda ve gönlümde daima vardır ve var olacak.

-Zihninizdeki Menderes.

Çok hizmet etti. İyi, alçak gönüllü bir insandı. Büyük acılar çekti. Bunun mükafatının, Cenab-ı Hakk’ın katında mutlaka olduğuna da, 17 Eylül 1961’den beri inanıyorum. Hiçbir şüphe ve huzursuzluğum yok. “İnşallah, beni de yanına çağırır, kavuşuruz.” diye dua ediyorum. Her gün özlemim artmıştır. Sadece bir babaya değil, liderime, mürşidime ağlıyorum. Bu duygularımı da iletmiş olayım size.

-Babanıza layık olabildiniz mi?

Hayat boyu haksızlık, arsızlık ve haramdan kaçındım. Dürüst kalmamı engelleyecekse, siyasetin makam ve mevkilerini istemedim. Menderes ismini, bu manada yüksekte tuttum.

-Kimseye karşı kin, intikam duygusu beslediniz mi?

Hayır, olmadı. Biz hepimiz askeriz; zaten, ya er ya yedek. Müesseselere kızamayız. Tartışmalar sürse de, gerekli olan müesseseler yaşayacaktır. Bir eksik, bir yanlış varsa, o kendi şartlarında çözülecektir. Padişahlara sövenlere karşıydım. Bilir bilmez orduyu eleştirenlere de karşıydım. Milletin istekleri ile devletin kurumları arasında birtakım uyumsuzluklar ortaya çıkabilir. Bunu çözecek, siyasettir.

-Hep bu çizgide mi oldunuz?

Yani, rahmetli idam sehpasında “devlete, millete ebedi saadetler diliyorum” dedikten sonra, bir şey söyleme hakkı en azından bana doğmaz. Benim için mesele kolay. Bizden büyük Türkiye var. “Benden büyük Türkiye var demeseydi” Menderes niye idam sehpasına gitsin? 60 yaşındaydı, fevkalade sağlıklı bir insandı. Muhtemelen çok uzun bir ömrü de olurdu. Atmış yaşındaydı, otuz yaşındaki insanlar yürürken ona yetişemezdi. İş öfke duymakta değil, öfkeyi yutmakta. Biz değil, Cenab-ı Hak öyle diyor.

- ‘Yaşadım ve yendim’ diyorsunuz.

Evet. İlelebet Türkiye, cumhuriyet, onun kurumları, millet var olacak. Ve hep İslam diyarı olacak Türkiye. Ölsek bile olacak ümidini, sonsuza kadar kaybetmeyiz.

-Darbede aktif görev alanlardan size pişmanlık ileten oldu mu?

Çok oldu. İsim vermek istemem. Çok oldu, çok. MBK üyelerinden herkes geldi diyemem. Ama birçok insan geldi. Zaten facia orada. Menderes’i asmak cinnet anıdır... Ertesi gün, onun yükü tüm Türkiye’nin üzerine çöktü. Gerekçe yok. E, birtakım insanlar Menderes’e karşı olmayı, buna inandıkları için değil, bir yerde kendi güvenlikleri addettikleri için sürdürdüler. Facia buradadır. Cinnettir, bir cinnet anıdır. Üç kişi, beş kişi, on kişi. Kişisel öfke vs. bunların üzerinde durmam. Türkiye’nin ekseriyeti için söylüyorum, idamları hiç kimse tasvip etmemiştir. Birçok solcu dostum, ahbaplık yaptığım MBK üyesi oldu. Türkiye devam ediyor, onun parçasıyız.

-Bu felsefe babanızdan mı miras?

Müdahaleye iki gün kala, bir milletvekili ‘Durma git, kendini kurtar’ diyor. Rahmetli şu karşılığı veriyor: “Sen ne diyorsun. Bizim topuklarımız Danton gibi bu vatana çakılıdır, vidalıdır. Buradan nereye gideceğiz?” diyor.

MEHMET AĞAR, DYP’Yİ İKTİDARA TAŞIYAMAZ

Aydın Menderes, 14 Mayıs kongresi sonrası DYP’de yaşanan tartışmalara değinirken sert bir dille eleştirdiği Mehmet Ağar’a bayrak açıyor. “Seyis olamadı ki Kırat’ın binicisi olsun. DYP’nin ayağına diken batmıştır. Bu çıkarılır.” diyor.

-DYP’de göremediğinizi açıkladığınız ‘ruhu’ kongre sonrasında yakaladınız mı?

‘Dağ fare doğurmasın’ dedim. Görüyorum ki, ‘dağ’ fare de doğuramadı. Genel başkanın iki taksitte gerçekleştirdiği konuşmayı, ümitle/can kulağıyla dinledim. Bir vizyon, çözüm yok. Beylik laflarla bir yere gidilmez. Önemli meseleler var, ne düşünüyorsun? Millet, AKP’ye oy vermeyecek, DYP’ye neden versin? Cevap yok. Bir söz söyleyin, konuşma yapın, sade suya tirit olmaz. Kimlik, kişilik yok ortada. Beylik laflar. Geçen sene, ‘devlete sadık muhalefet doğru bir şeydir ama, iktidara sadık muhalefet olmaz’ dedim.

-Ümidinizi kaybettiniz mi?

Önce, konuşmada kaybettim. Arkasından bir Genel İdare Kurulu (GİK) listesi geldi. Ben meşgul değilim onunla ama, kamuoyu ve parti tatmin olmadı. Az buz infial doğmadı. İnfial, sokaklara, meydanlara ve medyaya taşacaktır. Mehmet Ağar, ‘seçtiririm, olur biter’ diyemez. Öyle bir karizması, lüksü, hakkı yok. DYP iki buçuk sene, masallarda çocuklarını yiyen dev anası gibi ha bire kendi teşkilatlarıyla uğraşmıştır.

-Kimlikten bahsettiniz...

DP’nin devamıysan, ‘dörtlü takrir’ parti içi demokrasiden bahsediyor. Parti, bunun neresinde duruyor. Ağar, bu listeyi savunamaz. Ben eleştirmiyorum, benim işim değil. Falan yıpransın, sıra bana gelsin. İktidarı nöbete mi koymuşlar? Muhalefet zor ve çetin bir iştir. Öyle sakız çiğner gibi konuşarak muhalefet olmaz. Bunlara kulak verilmeli. Kendini öveceksin, kendini kendin takdir edeceksin, bu kolay değil. Nazım Hikmet’in, ‘Üç telli sazla konmaz, üç sıska bülbülle bu orkestra çalınmaz’ diye bir şiiri var. Bu genel başkan ve GİK ile DYP, asla iktidar alternatifi oluşturmaz.

-Fırsat kaçırıldı mı?

Bir büyük fırsat kaçırıldı. Ama, siyaset istasyon gibidir, trenin biri gider, biri gelir. Söylediğim gibi büyük infial vardır, bu taşacaktır. DYP, Mehmet Ağar’dan önce de vardı, sonra da olacak. Son anda partiye kazandırılmış, bugüne kadar oy verip vermediği belli olmayan insanlarla devam edebileceğini hiç kimse düşünmez. Kongre, yeni gelişmelere, yeni değişimlere kapı açtı. Kısa vadede iktidar alternatifi, ancak DYP zemininde oluşabilir. Mehmet Ağar ve ekibi, bu yolu tıkıyor.

-Şimdi ne olacak?

Devrilmiş bir tır gibi o ana yolu tıkıyor. Bu kaldırılacaktır. Tabii ki, DYP kaldıracak. Ve Mehmet Ağar’dan, DYP’ye yani Kırat’a seyis olup olmayacağı tartışılır. Nereden ona binici olsun? Kongre günü ortaya çıkmıştır; bunun çaresini Doğru Yol bulacaktır.

-Partiden ayrılmayı düşünüyor musunuz?

Ayağına diken battıysa, bunu çıkartır DYP. Pek çok sefer yaptı. Burada gecikmezdi. Gecikince, bir bedel ortaya çıkıyor. DYP’de devam edeceğim. Düşündüklerimi söylemeye devam edeceğim. Kimse ayrılmamalı. Kırat yadigardır, ona sahip çıkılacaktır. Elimizden geldiği kadar çalışacağız. Kendi payıma da söylüyorum.

-Genel Başkan Danışmanlığı’ndan ayrılacak mısınız?

‘Başdanışman’ dendi. Bir odam var. Ancak, resmen böyle bir göreve getirilmediğim için, bana ‘getirildi’ denmediği için ne kabullendim, ne tekzip ettim. Yine aynı durumdayım. Partimle ilgimi sürdüreceğim. Yani sevinecek varsa sevinmesin; üzülecek varsa da üzülmesin. Uzun soluklu bir parti içi muhalefete dönüşse de dönüşmese de, bu yürütülecektir. Ben de, bir parçası, bir yerinde olacağım. Bu kesindir. Doğru Yol Partisi bu çözümü bulmak mecburiyetindedir. Genel başkan tercih etti ama, DYP’nin misyonunu ıskalayamaz.

 

İhtilal CHP’nin muazzam tazyikiyle oldu

 

Sayı: 546  |   Cemal A. Kalyoncu - c.kalyoncu@aksiyon.com.tr

 

 

 

1959’a kadar Türkiye’de ihtilal gibi bir olayı mantık dışı bulan Numan Esin, 27 Mayıs’ın, Halk Partisi’nin muazzam tazyiki ve propagandası ile doğduğunu itiraf ediyor. Kendilerinin talihsizliğinin, ihtilalin sertleşmesine yol açan davaları engelleyememek olduğunu anlatan Numan Esin, 27 Mayıs’ı siyasal zemine taşıyıp halka mal edemedikleri için de millete her zaman özür borçlu olduklarını dile getiriyor.

27 Mayıs 1960 darbesinin üzerinden tam 45 yıl geçti. 27 Mayıs, birçok yönüyle önemli bir hadiseydi Türkiye tarihinde. Daha önceki girişimlerin aksine, halkın iradesiyle gelenler, üniformalı kişiler tarafından iktidardan indirilmişti. 27 Mayıs, biri başbakan olmak üzere üç siyasetçiyi darağacına götürdü. Ondan sonraki süreçte de ihtilal veya darbe yapmak isteyenler, gerek öğrenci ve gençleri gerekse başka grupları ya sokağa iterek veya onların sokaktaki hallerinden faydalanarak hedeflerine ulaştı.

Numan Esin, ihtilal kadrosu içinde yer alan subayların en gençlerinden biri olarak bilindi. O tarihte İstanbul’daki 1. Ordu Komutanlığı Harekat Başkanlığı’nda çalışan 1929 doğumlu Esin, 27 Mayıs’ta ve ondan sonra oluşturulan Milli Birlik Komitesi’nde ön saflardaydı. Çok sürmedi, İsmet İnönü ve Cemal Gürsel’in ‘onayıyla’ tasfiye edilerek yurtdışına sürülen 14’ler arasında yer aldı. İhtilali gerçekleştirmiş ama hemen tasfiye edilmişti. Bu, içinde ukde kaldı. Bunun için 12 Mart karşı darbesiyle sonuçlanan 9 Mart 1971 sürecinde etkin rol oynamak istedi ve oynadı da. Sonrasında iş hayatına atıldı. Faik Türün’ün sıkıyönetim komutanlığı altındaki Ziverbey’de ağır işkenceye tâbi tutuldu. 12 Mart’tan ağzı yandığı için 12 Eylül olur olmaz kendisini yurtdışına atıverdi.

Yaklaşık iki yıldır aralıklarla görüştüğümüz ancak röportajı yayımlamayı kabul ettiremediğimiz Yüzbaşı Numan Esin, hem ailesini hem de hayatını yazdığı Devrim ve Demokrasi, Bir 27 Mayısçının Anıları kitabını yayımlayınca tekrar görüşmek hasıl oldu. Elimizdeki eski görüşmeleri de bu süreçte, talebi üzerine yayınlamadığımız için ‘sizden alacaklıyım’ diyerek röportaja başladım. O yüzden kendisinden net cevaplar beklediğim vurgusunu da ihmal etmedim.

-27 Mayıs’ın en talihsiz yönü sizce neydi?

27 Mayıs’ın lidersiz doğması ve ekibin kendi içinde ihtilalden evvel tam bir strateji tespitinde anlaşmış olmaması. Türkeş liderlik iddia ediyor. Türkeş eğer liderliğini arkadaşlara kabul ettirebilseydi, tespit edilen stratejiyi uygulamak daha kolay olurdu. Ama Türkeş sınıf arkadaşları içerisinde de sevilen, beğenilen, sayılan bir subay değildi.

-Buna rağmen bir baş bulamadan ihtilale girdiniz.

Aslında 1954’ten itibaren bu arkadaşlar kendi aralarında görüşüp konuşuyorlardı. Ama size çok açık konuşayım. Ben 1959’a kadar Türkiye’de böyle bir işin olmasını mantık dışı görmüştüm.

-Örnekleri vardı işte Suriye’de, Irak’ta.

9 Subay Olayı olduğu vakit, başkalarına bir şey diyemem ama şahsen ben çok yadırgamıştım. Burası Suriye mi diye? Çünkü Suriye’de üst üste darbeler yapılmış, Suriye halkı da bundan çok ağır bir şekilde nasibini almıştı. Tabii nasipse.

-O yıllarda böyle bir teklif gelseydi size...

Hayır. Kesinlikle reddederdim. Ben bir düşünce adamı olarak demokrasi yanlısı idim. Benim ailem kuruluşundan itibaren zaten DP’li idi. Ama bizimkiler 1954’te bıraktılar DP’yi. 1957 seçimlerinde bunun sonuçlarını da DP’de gördük.

-DP’nin oyları zaten azalıyordu. İhtilal yapmasaydınız, en geç 1961’de yapılacak seçimlerde iktidar kendiliğinden değişecekti belki.

Ya da iktidar hiç değilse kendi içinde daha ılımlıların eline geçerek Türkiye daha demokratik bir evreye girecekti. İnönü 1957 seçimlerinde bir hayli oy almasına rağmen 1960 ihtilali olmasa belki seçimle iktidara gelecekti.

-İsmet Paşa’nın iktidarını engellemiş oldunuz yani.

Ha, tabii. Zaten bizi öyle suçluyorlar. 27 Mayıs olmasaydı biz iktidara gelecektik diyorlar. Mümkündür. Yani bunlar eğer Tahkikat Komisyonu kurmak gibi şeylere yönelmeselerdi... Tecrübeli bir devlet adamı olarak Celal Bayar’ın, tersine, Adnan Menderes’i frenlemeyip görevden alması, yerine daha ılımlı bir ismi başbakanlığa getirmesi ve İnönü ile de el sıkışması gerekirdi. Bu tecrübeyi maalesef Türkiye yaşamadı.

-Celal Bayar burada birinci derecede bir faktör diyelim, ama İnönü’yü de ihmal etmek gerekiyor mu?

İnönü’nün bir muhalefet önderi olarak uyguladığı strateji gerçekten serttir. Ama bu gibi stratejiler, muhalefette bir dereceye kadar mazur görülüyor.

-Bugüne gelelim. Deniz Baykal ve Recep Tayip Erdoğan var lider olarak. Baykal birçok yerde itidalli davranıyor.

Yani akıllı hareket ediyor bence. Türkiye’de muhalefet önderleri de, bütün siyasi parti önderleri de, iktidardakiler de geçmişten ders aldılar ve doğru olanı uygulamaya çalışıyorlar. İktidar basiretli hareket etmek istiyor, muhalefet de öyle.

İç ve dıştan istikrar bozulmak isteniyor

-Türkiye’de son zamanlarda ülkeyi çok kolay karıştırabilecek gelişmeler oluyor.

Gerek siyasal, gerek sosyal, gerekse ekonomik anlamda iç ve dıştan çeşitli tahriklerle Türkiye’deki istikrar bozulmak isteniyor. Hiç şüphe yok. Bunda mutabıkız. Onu bilmek lazım. Ona göre de dikkatli olmak lazım. Burada en büyük vazife iktidardaki adamlara düşüyor. Yani el uzatmak lazım. Küsmemek lazım. Bir münasebetle sormuşlardı, kızmamak lazım, kızmayı unutmak lazım.

-Ben sizden alacaklıyım. Net sorular soracağım, net cevaplar istiyorum. 27 Mayıs’ı yaptınız, 5-6 ay sonra oradan uzaklaştırıldınız. Ve bugün 45 yıl geçti üzerinden. Bir an bile olsa, vicdanen ‘Keşke böyle bir şeye girmeseydik’ dediğiniz oldu mu?

Bu soru bana daha önce de soruldu. Bunu çok düşündüm. Şimdi başlangıçtaki durumumu iyi tespit ettiğimize göre, ben mesela ihtilale 1959’da girdim. Zaten Mayıs 1960’ta da ihtilal oldu. Ha bir gün evvel durum biraz değişse idi ne olurdu? Bir gün çok geç, ama bir hafta, on beş gün evvel söylediğimiz gibi hükümet ve Celal Bayar bir politik yumuşaklığın içine girse idiler ihtilal hakikaten olmayabilirdi.

- Eskişehir’de Adnan Menderes’in konuşmasının halka duyurulmaması, basının haber yapmaması için hoparlörlerin kablolarını kestiniz mi?

O ayrı. Orada bir de şu var. Bizzat Menderes’in ricası var. Çünkü biraz aşırı konuştuğunu çevresi kendisine söyleyince ‘Aman’ demiş ‘söyleyin sıkıyönetim komutanlığına benim konuşmamı yayımlamasın yarınki gazeteler.’ Ben o akşam sıkıyönetim karargahındayım Mehmet Özgüneş’le beraber. Eskişehir’den telefon geldi bize ‘başbakanın konuşması basında yer almasın’ diye.

-Ne vardı konuşmasında?

O konuşmayı ben görmedim. Zaten o gece bizim konuşmayı filan takip edecek halimiz yoktu. O bilgi bize geldiği vakit Mehmet Özgüneş telefonda gülümseyerek demişti ki, tanık oldum konuşmasına, ‘Sayın başbakana belirtin, kesinlikle konuşması yayınlattırılmayacaktır.’

Ben Menderes hakkında dikkat ettiyseniz kitabımda iyi şeyler düşünmeye çalışmışımdır. Kendisi ile Yassıada’da yaptığım mülakat bana bunu telkin etmiştir. Menderes iyi niyet sahibi bir insan ama çok duygusal. Duygu ağırlıklı yaşayan bir insanın yanlışları da çok oluyor tabii.

İnönü sizin de başınıza dert olacak

-Yassıada’da kitabınızda yer vermediğiniz başka bir şey konuştunuz mu Menderes’le?

İnönü’nün aleyhinde konuştu bir hayli. İnönü için epey ağır şeyler söyledi. Hatta yanımdaki arkadaşlar söyletmek istemediler, ben müdahale ettim, konuşsun diye. ‘Sizin de başınıza dert olacaktır’ dedi. ‘Memleketin içine düştüğü bu durumun başlıca sorumlusu odur. Bizim bu durumumuzun sorumlusu da odur’ dedi. Biz de dedik; ‘Yok o kadar da değil canım.’

-Ziyaretinizde bir sezginizden bahsettiniz. Tekrar iktidar mücadelesi yapacak bir şey mi sezdiniz onda?

Pes etmezdi. Mücadeleci yapısı vardı. Fırsat yakaladığı vakit iktidar mücadelesi yapardı. Arkadaşlar yanıldılar orada. ‘Yok. O kadar ezik ki, zavallı. Hiç ömrünün sonuna kadar ilik atmaz’ dediler.

-Siz tehlikeli buldunuz...

Bulmadım. Menderes’in getireceği bir tehlike olacağına inanmadım. Bize bir şey yapamazdı. Biz onun tedbirini alırdık. Zaten almıştık. Ne yaptılar ki kalanlar? Celal Bayar ne yaptı yani? Diğerleri ne yaptı? Asılan üç kişi var. Bütün parti 3 kişi değil ki. Türkiye’nin şartları çok farklı. Bakın ihtilalin üzerinden kaç sene geçti. Bir tek Nazlı Ilıcak yazdı 27 Mayıs Yargılanıyor diye bir kitap. Ama bizi kimse yargıya götürmedi

-Beklediniz mi böyle bir şey?

Hayır beklemedik. Hiç böyle bir eğilim de olmadı. Ben yargıdan çok geçtiğim için bana vız geliyor. (Gülüyor)

-Diyelim ki öyle bir şey oldu?

İnanın bugüne kadar hiç aklıma gelmedi. Yani zaman gelir de bizi yargılarlar, aman tedbirimizi alalım filan diye.

-Ama 12 Eylülcüler kendilerini sağlama almıştı?

12 Eylül ve 12 Eylülcüler çok farklı. Onların savunacak tarafları yok aslına bakarsanız. Ama bizim savunacak çok tarafımız var. Söylediğim gibi iktidardaki kadrolar içinde ılımlı bir değişim olsa idi ihtilal dururdu. Nitekim... Bu nitekim sözünü de sevmiyorum.(Gülüyor)

-İhtilalde kullanıldığınızı hissettiğiniz oldu mu?

Hiç. Ben hissetmedim. Çünkü artık ihtilale karar verdikten sonra onun en önünde, en aktif insanlarından birisi oldum ve yön vermeye çalıştım. Ve başarılı da olduğumu sayarım. Mesela bir Milli Birlik adının Milli Birlik Hareketi olması, ordu tarafsız bir güçtür ve yönetim tarafsız olmalıdır, bizim tezimizdir. Bunları da kabul ettirdik. Çok büyük bir başarıdır bu, o günün şartlarında. Çünkü ihtilal Halk Partisi’nin, muhalefetin muazzam tazyiki ve propagandası ile doğmuştur. Ordu üzerinde de İsmet Paşa büyük bir fenomendi, çok büyük bir güçtü. Ona rağmen orta yolu buldurabilmemiz çok büyük bir başarıdır. Bizim talihsizliğimiz, ihtilalin sertleşmesine yol açan davaları engelleyememetir. Davalara yol açmadan ihtilalin ileri gelenlerini İsviçre’ye gönderme projemiz realize edilebilseydi...

-Planda var mıydı böyle davalar?

Hayır, dava ve mahkeme yoktu. Mahkeme olursa ihtilal mahkemesi olur ve iki günde kararını verirdi. Asar keser, bitirirdi işi. Hatta bunlar da tartışıldı komitede. Sıtkı Ulay “Ne ya! Böyle mahkeme mi olur? Kuralım kendi içimizde bir mahkeme, Fazıl Akkoyunlu’yu da başkan yapalım. Meşhur Kel Ali Divanı gibi. Kaç kişiyi asacaksak asalım, kurşuna dizelim, bitirelim bu işi. Gerisine de ‘Haydi oğlum, paydos’ diyelim, bitsin, gitsin.” dedi. Bunlar aramızda tartışıldı ama hiç güç bulmadı. Mahkeme de istenmedi. Ama biz ekaliyette kaldık.

-Kontrolü kaybettiniz yani.

Ondan sonra bir yığın insanı topla, bir yığın hakaret altında Yassıada’ya götür. Ada komutanı da başlı başına bir âlem. Diğer arkadaşlar öyle. Yani düşman cephesi yarattık kendi elimizle. Kendi halkımızın seçtiklerini yargılayarak, problem yarattık.

-27 Mayıs’ın bilinmeyen sırrı kaldı mı?

Benim gizlediğim fazla bir şey yok.

-Az bir şey var o zaman.

O şöyle. Yani devletle, milletle ilgili olmaktan çok şahıslarla ilgili. Fazla da eleştirici olmak bir noktadan sonra doğru olmayabiliyor. Bir şey var mesela bu derin devlet dedikleri şey; ama ben onun hep dışında kaldım. Hep uzak kalmışımdır istihbarattan, şundan bundan.

Tasfiyemizin arkasında kesinlikle Amerika var

-Derin devlet sizin karşınıza 12 Mart 1971’den sonra çıktı.

Derin devlet bizim karşımıza 13 Kasım 1960’ta da çıktı. Orasını o kadar iyi bilmiyoruz. Çünkü derin devletin arkasında CIA olduğuna göre, 13 Kasım’ın arkasında kesinlikle ABD var. Onu zaten Sovyetler Birliği Büyükelçisi Rişkov o vakit Türkeş’e söyledi. ‘Sizi tasfiyeye hazırlanıyorlar’ dedi. Türkeş de bana söyledi.

-Burada devlet sizdiniz. Ama sizden başka bir devlet daha vardı. Kimdi bu?

Derin devlet dediğin yine milli istihbarat oluyor. Belki orduda Özel Seferberlik Tetkik Kurulu çıktı. Daha sonra bizim arkadaşlarımızın kontrgerilla dedikleri. Yani devlet içinde devlet. Kimseye hesap vermez bir güç. Ve arkasında da CIA var.

Bu, 1953’te kuruldu, Menderes zamanında. Ne safhalardan geçirildiği hakkında benim doğrudan bir bilgim hiç olmadı. Amerikalılar Türkiye’ye o kadar girdiler ki, burada Menderes’in de büyük hatası var. Türkiye istihbaratının elemanlarının maaşlarını Amerikalılar veriyordu. Böyle rezillik olur mu?

-Derin devleti merak ettiniz mi hiç?

Biraz merak ettim ama ulaşmak, fazla derinine girmek istemedim doğrusu. Bilmemek daha iyi diye düşündüm galiba.

-12 Mart’tan sonra Ziverbey’de size işkence yaptıran Faik Türün müydü? Kitapta adından hiç bahsetmemişsiniz.

Faik Türün... Faik Türün yanlış bir adamdı.

-27 Mayıs’ın devlete, gençliğe, sisteme ne gibi tahribatları oldu?

Tahribattan evvel ne getirdi ona bakmak lazım. 27 Mayıs bir kere Türkiye’ye gerçekten fikir, ifade ve düşünce özgürlüğü getirdi. Biraz düşünün eli kalem tutan sol ve sağ cezalandırılıyordu. Biraz dini, Türkçü, solcu düşüncelere sahip olanlar iteleniyordu. 1961 Anayasası’nın getirdiği özgürlükten sonra bu düşünce akımlarının hepsi Türkiye’de ifadesini buldu. Faydalı oldu zararlı oldu ayrı mesele.

-Tahriplerine gelelim.

Tahriplerine gelince, tahribi yaratan 27 Mayıs değil, 27 Mayıs’tan sonraki yönelişlerdir. Orada hepimizin kusuru var.

-Ahmet Selim, Zaman gazetesindeki bir yazısında ‘Sağın da solun da bugünkü sıkıntılarının kökünde 27 Mayıs vardır’ demişti...

O noktada doğrudur. Eğer biz 27 Mayısçılar kendi fikir ve düşüncelerimizin inşasına yönelik bir siyasal hareket yaratabilseydik, bu siyasal hareket tutardı. Bu siyasal hareket her şeyden evvel ulusal birlik yaratan bir hareket olurdu. Gençliği de, orduyu da, halkı da bu hizmete doğru götürürdü. Yani Türkiye’de sol da sapıklıklara düşmezdi. Sağ da üretici olurdu. Benim tezim buydu. Sağı üretici bir noktaya çekmek, solu aşırılıklardan kurtarıp Türkiye’nin inşasına yöneltmek amaç olmalıydı.

Özür borcumuz her zaman var

-Bir özür bekliyor musunuz birilerinden?

Özür ne bekleyeceğim. Biz hareketi yaratamamışız. Kabahat bizde.

-O zaman tersinden sorayım. Sizin millete bir özür borcunuz var mı?

Bizim millete özür borcumuz her zaman var, bunu yapamadığımız için. Ben şimdi burada kendimi yalnız hissettim. Çünkü arkadaşların kimisi Halk Partisi’ne gitti, kimisi Türkeş’in arkasından Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi’ne (CKMP) girdi. Ben de kopmamak için arkadaşlarla CKMP’ye girdim ama olmadı.

-Yani siyaset içinizde ukde kaldı.

Evet. Çünkü düşündüğümü yapamadım. Ha biraz benim bu sosyalist hareketlere, Yön dergisine, devrim gazetesine filan yönelmemin, 9 Mart hareketi oluştuğu safhada beni ziyaret eden arkadaşlara biraz şöyle yapın, böyle yapın diye nasihatlerde bulunmamın genelinde bu var.

-Yalçın Küçük söylemişti bana. 9 Mart’tan önce ODTÜ’de, dinlenmiyor diye Erdal İnönü’nün odasında, bir araya gelmişsiniz...

Şöyle oldu. 9 Mart’tan bir ay filan evveldi zannediyorum. ODTÜ’de arkadaşları ziyarete gittim, ama Yalçın Küçük orada tesadüfen bulundu. Yalçın’la da orda tanıştırdılar beni. Yani ondan ibaret bir şey. Fazla bir detay yok. Ne diyor ki Yalçın Küçük?

-İşte dinlemesinler bizi diye rektör İnönü’nün odasında konuştuk dedi.

Beni oraya almışlar.

-Bu 9 Mart’la ilgili miydi?

9 Mart’la ilgili olarak gittim tabii yani.

-Hareketin içinde bulundunuz zaten. Ama kitabınızda 9 Mart’ta çok etkin görünmüyorsunuz. Yani dışarıdan tavsiyelerde bulunan birisi gibi duruyorsunuz.

Yine öyledir. Doğrudan 9 Mart’ı yöneten bir insan olsaydım ben 9 Mart’ta netice alırdım. Keşke olsaydım.

İçimde ukde kaldı

-Siz ne için bir daha girdiniz bu 9 Mart hareketinin içerisine?

Valla şimdi tabii, benim içimde 27 Mayıs hedefine ulaşmamış bir hareketti. Hedefine ulaşmaması benim içimde hep ukde kaldı. Siyasette olmadı o iş.

-Rövanşı almak gibi bir şey için mi girdiniz?

Yok canım. Hayatta hiçbir zaman kin gütmem. Daima hizmet şansı var mı yok mu diye olaya bakmaya çalıştım. Şimdi orduda öyle bir birikim olunca, o birikim geldi buldu bizi.

-Başarılı olsa idi nasıl bir sonuç çıkardı ortaya? Sol bir devrim mi olacaktı?

Hiçbir zaman ulusal olmayan bir sol olmazdı ordudan gelen hareket. Yani bunu çok iyi saptayın. Türk ordusundan gelecek her hareket ulusal çizgiyi muhafaza etmeden olmaz. Ama sol motifli bir hareket olur. Şiddet getirir miydi? Bilemem. Getirmesi için de bir sebep yoktu.

9 Mart hareketi başarılı olsaydı sokaktaki sol içeriye alınıp kontrol altına girebilirdi. Ülkücü sağ bir çatışma da doğmazdı zaten. Belki ikisi de cem edilebilirdi. Türkiye’de aşırı akımları doğru yola çekmek için bir düşünce sentezine ihtiyaç vardır. Bu sentez yapılabildiği taktirde bu enerji, çok önemli bir enerji olur.

-O enerji 12 Eylül sürecinde tekrar kullanıldı mı?

Yok canım. Orada tamamen karşıt iki tarafı birbirine dövüştürerek arkasından getirdiler 12 Eylül’ü.

-O anlamda sordum zaten.

Tabii efendim kullandılar. 12 Mart’ta da ve bilhassa 12 Eylül’de de çok iyi kullandılar. Yani sokak hareketleri yaratıldı. Sağ ile soldaki gruplar tahrik edildi, birbirlerini öldürdüler.

-Şefik Soyuyüce 27 Mayıs’a doğru öğrencileri kullandıklarını söylemişti. Siz de konuştuğunuzu söylediniz kendisi ile.

Benim şahsen ne 28 Nisan ne 29 Nisan ne daha sonraki dönemde öğrenci eylemleri ile ilgili hiçbir şeyim yok. Şimdi Şefik Bey bir yerde kendi yönünden doğruyu anlatmış size.

-Siz de kitabınızın 103. sayfasında Orhan Erkanlı’nın bir sözünü aktarmışsınız. “Erkanlı bana dedi. Ankara’ya haber verin bu işi bitirelim. Durum gayet uygun. Ben öğrencileri önüme katar İstanbul’da ihtilali yaparım.” diyorsunuz.

Ha o doğru. Ama o gece Orhan Erkanlı’nın teklifine ben evet deseydim, Ankara ile temas edip mutabakat alsa idim o gece biz ihtilale ayaklanacaktık.

-O zaman da bastırılacaktı ihtilal.

Bastıramazdılar. Biz o gece genelkurmay başkanını, sıkıyönetim komutanını, adli amiri, hepsini tutuklar, ihtilali başlatır ve bitirirdik. O kuvvete sahiptik.

-Halk zaten tepki vermedi biliyorsunuz. Bunu eleştiriyor musunuz yoksa bir değerlendirmeye mi tabi tutuyorsunuz?

O bir değerlendirme. Ama halkın, madem beğenmiyor, tepki de vermek hakkı olmalıydı. O hakkını da kullanmadı demek ki. Adamlar asıldı bir tepki doğmadı Türkiye’de. Cevabı ortada. Dolayısıyla ne takdir ediyorum ne tekdir...

-Kitabınızda ‘Aslında bir parti kurmak ve yönetmek çok güç olmakla beraber bugün rahatlıkla göze alacağım işlerden biridir’ diyorsunuz.

27 Mayıs’tan sonra buna karar verebilseydim.

-Ama ‘bugün’ sözü geçiyor burada. Neyi kastediyorsunuz bununla?

O, o günkü şeyi ifade ediyor. Ben bazı düşünceler taşıyorum ama bir de tabii ömür var yani. Keşke bu yaşta öyle bir şeyler yaratabilsek. Realist olmak lazım. İş hayatı da benim çok zamanımı aldı.

-İş dünyasında engeller oldu diyorsunuz. Ne tür engellemelerle karşılaştınız?

Özel olarak engellendiğim kanısındayım. Tepelediler, üstümüze çöktüler. Bırakın büyümemizi, bizi öldürmek istediler.

-Vatan gazetesini de çıkardınız bir süre. Neden vazgeçtiniz ondan sonra?

1973’te ben hapse girdim, 1974’te çıktım. Cezaevinde iken de ‘Elimde bir gazete olsa idi başıma bu felaketler gelmezdi’ diye düşünmüştüm. Çıkınca da Vatan’ı aldım.

-Vatan’da kontrolü nerede kaybettiniz?

Gazetede, içlerinde çeşitli düşünceden gençlerin olduğu insanlar vardı. İşte Doğu Perinçek’in etkisinde kalanlar, TİP’in etkisinde olanlar. Yani solun bütün unsurları gazetenin içinde yer tutmaya çalışırdı.

-Sağ unutulmuştu.

Sağ da ben. Sağ yok da ulusalcılık vardı. Ulusal solu da ben temsil ediyordum. Sabote edildi ve benim gazetemi Moskova mihraklı sol batırmak istedi.

-Geriye dönüp baktığınızda pişmanlık duyduğunuz bir şey var mı hayatınızda?

Pişmanlık duyduğum tek şey, 27 Mayıs’tan sonra tek kalmama rağmen o hareketin siyasal gücünü benim yaratmam gerekirdi. Eğer o hareketi yaratsaydık Türkiye solu da Türkiye ülkücüleri de bizim etrafımızda toplanırdı. Yani bugün teorisi yapılmaya çalışılan ulusal solu biz o zaman kendi etrafımızda toparlar ve bir yere getirirdik.

 

27 Mayıs'ın düşündürdükleri

Süleyman Demirel halkın temsilcisi olmaktan devletin temsilcisi olmaya siyasî kariyerinin hangi noktasında geçti? O süreçte darbeler mi rol oynadı, yoksa karşılaştığı ilk darbe öncesinden başlamış olabilir mi süreç? Demirel ile benzer sayılabilecek bir hayat akışına sahip Turgut Özal, bazen ucuna kadar gitse bile, neden aynı geçişi yapmadı? Bir soru daha: Bu, her politikacı ve siyasî kadro açısından kaçınılmaz bir kader midir?

Ak Parti ve sinesinde siyaset yapanların ciddi biçimde düşünmeleri gereken, özellikle 'şimdi' düşündükleri taktirde anlam taşıyan sonuçlar doğurması beklenebilecek sorular bunlar... Hayır henüz uca gelmiş değiller; ancak çok keskin yaşadıkları savrulmalarının siyaset gemisini nereye sürükleyeceğini kimse bilemez. Süleyman Demirel de, siyasî yolculuğuna, şimdi bulunduğu noktada başlamamıştı.

Siyaset, en kısa tanımıyla, 'halka hizmet sanatıdır'. Bir yönüyle, devletle de yolu kesişir siyasetçinin, devlet yönetimini teslim de alır; ancak, halkla yolunu ayırdığı ve yalnızca 'devlet' denen o sanal varlığın hizmetine girdiği anda siyasetçi olmaktan uzaklaşır, başka bir şey olur. Siyasette beceri, devlet mekanizmasını halka hizmet için kullanma sırasında ortaya çıkar.

Şu günlerde tartıştığımız Boğaziçi Üniversitesi'nde yapılması planlanmış 'Ermeni sorunu' ile ilgili konferansa siyasîlerin verdiği tepkinin, siyaset-halk-devlet üçgeninde oluşan dehşet dengesini hatırlatmasını yadırgamayınız. Türkiye'de ilk askerî darbe olan 27 Mayıs'ın yıldönümü bugün. Darbeler ile siyasî hayatın dengesi arasında çok yakın bir ilişki vardır. Ancak, sanıldığının tam tersi bir ilişki: Siyasîler gerçek velinimetleri olan halkla yollarını ayırdıklarında darbecilerin hevesi azar...

Bir evrensel kuralı hatırlayalım: Halkla bütünleşmiş kadrolara karşı darbe yapılamaz. 27 Mayıs'tan 28 Şubat'a kadar uzanan çizgide bütün darbeler, halkın arkasından çekildiği siyasî kadrolara karşı yapılabilmiştir; bunu sağlamak için bazen kışkırtma ve tuzaklara başvurulması da gerekmiştir... Halktan kopup kendisini daha 'güvenilir' sandığı ittifaklar içine atanların mukadder âkıbetidir darbeler... Benzer süreçlerin sonunda bazı başka ülkelerde siyasîler bürokratların emrine girer...

Halkın tablodan çıktığı bir siyasî hayat siyasîler için tam bir karabasandır.

Ak Parti'nin bugün iktidarda karşılaştığı zorluklar var; onu iktidara taşıyan insanlar, oy vermese de politkalarını beğenenler, o zorlukların farkındalar. Ekonominin bir çırpıda düze çıkmayacağını hepimiz görüyoruz; bu yüzdendir ki, ticarethanesini siftahsız açıp kapatan esnaf, taksidini zamanında ödeyemeyip yeniden borçlanan tüketici, ücret ödemede zorlanan küçük sanayici, aybaşını iple çeken işçi, memur ve emekli sabırla bekliyor.

Zorlukların hak ve özgürlükler alanında da varlığı seziliyor; bu sezgi de, çok geniş bir mağdur kitlenin, birkaç acul dışında, sabırla beklemesine yol açıyor. Türkiye'nin önünde kat etmesi gereken mesafeler var ve o yolculuğun sonunda hak ve özgürlüklerin herkes için daha kolay elde edilir hale geleceğine inanıyor insanlar...

Ancak, şu sırada birbiri ardına meydana gelen olaylar, kim ne derse desin, 'halk' da denilen insanların aklını karıştırıyor. Türk Ceza Kanunu'nda (TCK) ısrarla savunulan yasakçı maddeler sözgelimi; Ak Parti'nin çizgisiyle hiç uyuşmuyor. Başkalarının koyduğu mağdur edici kısıtlamaların kaldırılmasında zorlanmak bir şey, o kısıtlamayı kendisinin koyması çok daha başka bir şey... Aynı durum, Boğaziçi Üniversitesi'nde yapılacakken 'hâinler' edebiyatıyla engellenen toplantı konusunda da yaşandı. "Söyletmen, vurun" yıllarca halka ve aydınlara karşı kullanılmış bir mantıktır; halk, o mantığın 'çözümü' temsil eden Ak Parti sözcülerinin ağzına yakışmadığını hissediyor...

Halk, hoşumuza gitsin gitmesin, siyasîye ölene kadar âşık olmuyor, çabuk bıkıyor ve sunduğu kolaylıkla gönlünü teslim ettiği kişi ve kadrolardan alıyor da...

 

fkoru@yenisafak.com.tr   .27-05-2005

 

27 Mayıs, 1961 Anayasası ve millet iradesinin ortakları

27 Mayıs, Türkiye'de çok olumsuz bir çığır açtı. 1960 darbesi, cumhuriyet dönemindeki ilk askermüdahaleydi ve o gün oynayan taşlar, bir daha tam anlamıyla yerine oturmadı.

İlk adım
27 Mayıs, vesayetçi rejimin veyahut emanetçi demokrasinin de, başlangıç noktasıdır. 1961 Anayasası, özgürleşme istikametinde atılan bazı adımlara mukabil, bugün halâ sıkıntısını çektiğimiz millet iradesinden kopuk bir sistemin oluşmasına da hizmet etmiştir.
1961 Anayasası'nın hazırlanması için oluşturulan Kurucu Meclis'e Demokrat Partili hiç kimse alınmamıştır. Bu söylediğimiz bir iddia değil, Milli Birlik Komitesi'nin resmi bir kararıdır. Halkın bir bölümü yok sayılarak hazırlanan bir anayasanın, demokratik düzene geçtikten sonra tartışılmasını ve benimsenmesini de doğal karşılamalıyız.
1961 Anayasası'nı hazırlayan zihniyet, "cahil oy çoğunluğunu", bir başka ifadeyle, milletin iradesini sınırlamak için bir takım düzenlemeler yapmıştır.

Bayar'ın sözleri
Celâl Bayar'ın bir mülâkatımızda bana söylediği gibi, "1961 Anayasası, ulusal egemenliğin kullanılışına yeni ortaklar getirmiştir. Vatandaş oyunun kuracağı Millet Meclisi'nin bu egemenliği iyi kullanabileceği noktasında şüphe vardır. Ulusal egemenliğe, Anayasa Mahkemesi, Milli Güvenlik Kurulu, muhtar (özerk) üniversite, muhtar TRT gibi ortak müesseseler ihdas edilmiştir. Kanun yapma gücü Anayasa Mahkemesi ve cumhurbaşkanlığının "anayasa muhafızlığı" göreviyle daraltılmakta, frenlenmekte, barajlanmaktadır. Bu daraltma, frenleme, barajlama, vatandaş oyuna karşı duyulan, fakat açıklanmayan güvensizliği gösterir. Devletin gerçek sahibi olan milletin yeni ortaklarına, anayasanın karakterine bakarak, 'Ordu' ve 'Aydınlar' diyebiliriz. 'Ordu', Milli Güvenlik Kurulu ile 'aydın' Anayasa Mahkemesi, üniversite, TRT ve Senato'nun seçim dışı gelen üyeleriyle devlet ortaklığına girmiştir. Bu bir bakıma, bin yıllık devlet yönetimi geleneğimize uygundur. " Yukarıdaki cümleleri Celâl Bayar bana, 1970'li yıllarda söylemişti. O günkü teşhisinin ne kadar doğru olduğu, sonradan gelen darbelerle ve demokrasi yönetiminin vesayetçi bir rejime dönüşmesiyle de anlaşılmıştır.

Ordu - medrese işbirliği
Celâl Bayar, Osmanlı'da ülkeyi ordu ve medrese işbirliğinin yönettiğini, bu iki kurum biad etmeden padişahın tahta çıkamayacağını hatırlatıyor, "ordu ve medreseyi bir çeşit müntehib-i saniler" (ikinci seçiciler) olarak nitelendiriyordu. Bayar, ister Yeniçeri, ister onun yerine gelen Nizam-ı Cedid, Sekban-ı Cedid veya Osmanlı ordusu olsun, hiçbirinin bir sınıfı temsil etmediğini, medreselerin de, bir sınıfın elinde tekelleşmediğini, hem ordunun, hem de medresenin, tabanın temsilcileri sıfatını taşıdığını söylüyordu. Bayar'a göre, Atatürk, bu temel gerçeği görmüş, 1924 Anayasası ile orduyu ve aydını devlet ortaklığından çıkarmış, bu görevi halk tefekkürünün mümessilleri sayılan müntehibi sanilere, ikinci seçicilere kaydırmıştı. Böylece ordu ve medresenin denetim gücü seçim mekanizması sayesinde seçmenlere geçiyor, devlet ile halk bütünleşiyordu. Saray'ın kanun yapma ve yürütme yetkisi de Türkiye Büyük Millet Meclisi'ne veriliyordu.

***
Yukarıdaki tahlili yapan Celâl Bayar'a "27 Mayıs bir ihtilâl mi, yoksa bir darbe mi?" diye sormuş şu cevabı almıştık: "Bir ihtilâl değildir. Çünkü ihtilâller, mevcut devlet statüsünü temelinden değiştiren bir fikre dayanır. Bir tefekkür kaynağı ve bu tefekkür kaynağını besleyen bir halk tabanı vardır. 27 Mayıs bir hükûmet darbesi de değildir. Çünkü iktidarda kalmayı amaçlamamaktadır. Bence 27 Mayıs, bir fiili durumdur. Osmanlı'dan kalma geleneksel yönetimimizdeki ordu, medrese işbirliğinin kanun yapma ve yürütme gücüne karşı müdahalesidir."

Cumhuriyet muhafızları
1961 Anayasası'nı özgürlükçü bir metin olarak takdim edenlere, Milli Güvenlik Kurulu'nun ilk defa bu tarihte anayasa metnine girdiğini, 27 Mayıs'a kadar Milli Savunma Bakanlığı'na bağlı olan Genelkurmay Başkanlığı'nın da, Başbakanlığa karşı sorumlu hale getirildiğini hatırlatmak isteriz. En kötüsü, "çoğunluk diktasını" önlüyoruz iddiasıyla, çoğunluğun yönetiminin etkisizleştirilmesidir.
Çoğunluğun iradesi ancak azınlık haklarının korunması için sınırlanabilir. Ama Türkiye'de siyasiktidar, darbe zemini yaratacak yeni bir gerginlik çıkmasın diye, meslek okullarının önündeki katsayı engelini dahi kaldıramıyor. Başörtüsü yasağını engelleyemiyor. Türk Ceza Kanunu'nda, kanuna aykırı eğitim kurumu açmanın cezası düşürüldü diye kıyamet kopuyor. Kıyameti koparan CHP'liler ve bazı basın mensupları, belli ki sırtlarını tabimüttefikleri sayılan orduya dayıyorlar; ellerinde bir yaptırım gücü olduğunu biliyorlar.
Cumhuriyet muhafızları 27 Mayıs darbesinden sonra ortaya çıktı. Bakalım AB sürecinde müessiriyetlerini azaltmak mümkün olabilecek mi?”Tercüman.28-05-2005.N.Ilıcak.

 

 

28.05.2005  CUMARTESİ/Zaman


Yassıada’yı hatırlatanlar Başol’un akıbetine baksın

TBMM eski Başkanı Hüsamettin Cindoruk, siyasetçilere Yassıada’yı hatırlatanların idam kararlarına imza atan Salim Başol’un akıbetinden ders alması gerektiğini söyledi.

Cindoruk, “Adnan Menderes bir kere öldü; ama Salim Başol bin kere öldü. Ne saygı gördü, ne sevgi, ne de itibarları oldu.” dedi. 1960’taki ihtilalden sonra DP’lileri yargılamak üzere ihdas edilen Yüksek Adalet Divanı’nın başkanlığını Salim Başol yaptı. Başol ismi, sanık sandalyesine oturtulan devlet adamlarını azarlayan ifadeleri ve “Sizi buraya tıkan kudret böyle istiyor.” sözüyle hafızalara kazındı. Dava sonucunda Başbakan Adnan Menderes, Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu ve Maliye Bakanı Hasan Polatkan idam edilirken, aralarında Salim Başol’un da bulunduğu 6 yargıç Anayasa Mahkemesi üyeliğine terfi etti.

Hüsamettin Cindoruk, 27 Mayıs darbesinin ardından kurulan Yassıada Mahkemeleri’nde sanık olarak yargılanan dönemin Cumhurbaşkanı Celal Bayar ve Başbakan Adnan Menderes’in avukatlığını yaptı. İhtilal mahkemesinin yakın tanıklarından olan Meclis eski Başkanı Cindoruk, darbenin açtığı yaraları Zaman’a anlattı. O dönemde genç bir avukat olan Cindoruk, Yassıada mahkemelerinin Türkiye’ye 27 Mayıs darbesinden daha fazla zarar verdiğini düşünüyor. Cindoruk’a göre bunun başlıca sorumlusu ise yargıç Salim Başol’du. Mahkemenin açıkça taraf tuttuğunu kaydeden Cindoruk, “İhtilalciler ne diyorsa onu yapıyorlardı. Dava devam ederken darbeyi yapan Cemal Gürsel, Salim Başol’la iki kere görüştü. Tarafsız bir mahkeme başkanının bu darbeyi yapan cuntanın lideriyle görüşmesi olacak iş değil.” şeklinde konuştu. Bazı yargı mensupları ve akademisyenlerin siyasilere zaman zaman Yassıada’yı hatırlatmalarına tepki gösteren Cindoruk, darbenin kimseye yaramadığına işaret etti. İhtilalcilerden çoğunun acı bir sonla bu dünyadan göçtüğünün altını çizen Cindoruk, “Kimisi 9 organı parçalanarak öldü. Açıkçası hiçbirine hayr etmedi o ihtilal. Çünkü parmaklarında kan izi vardı.” ifadelerini kullandı.

28.05.2005
Ali İhsan
İstanbul

 

İlk darbemizin 45. yıldönümü

Sene 1960, 27 Mayıs..
Silahlı güçler tarafından millî iradenin çarmıha gerildiği bir gün..
O günü anlatmaya lisan kâfi gelmez.. Yaşayanlar bilir, hukukun ayaklar altına alındığını ve keyfiliğin, şiddetin, hakaretin zirve yaptığını..
27 Mayıs darbesinin organizatörlüğünü CHP yapmıştı.. İktidarı kaybetmenin intikamını alacaklardı.. Alkışçı ve yalancı medyayı yanlarına almışlar, tek parti döneminin ceberrut bürokratlarını da kullanarak -Türk demokrasisi- alaşağı edilmişti..
Gerekçe ise enteresan ve düşündürücü idi:
"Kardeş kanının akmasına son vermek, Atatürkçülüğü ve inkılapları korumak."
Atatürk'ü Koruma Kanunu'nu çıkartan Demokrat Parti (DP), kendi silahı ile vurulmuştu..
CHP hariç, Türk halkının tamamı "düşük-kuyruk" diye itham edilmişti..
Demokrasi adına parlamento kapatılmış, Anayasa lağvedilmiş, milletin seçtiği belediye başkanlarının tamamı değiştirilmişti.. Özellikle seçilen bürokrat ve askerler belediye başkanı olarak atandılar..
Başkanlığını Salim Hasol ve Başsavcılığını Ömer Altay Egesel'in yaptığı düzmece mahkemenin nasıl çalıştığını izaha lüzum yok.. Mahkeme Başkanı, "Sizi buraya tıkan güç böyle istiyor" ifadesiyle adaletin ne hallere düşürüldüğünü anlatmaya yeter sanıyorum..
DP, sütten çıkmış ak kaşık değildi.. Ancak onlara reva görülen muamele çok tiksindirici idi..
İdamı gerektiren hiçbir suç işlememişlerdi..
Millî iradenin seçtiği bir ekip radyolar vasıtasıyla tahkir ve terzil edildi, insaf ölçüleri ortadan kalktı..
Ve darbe kapıları açıldı o tarihte..
Türkiye'nin geri kalmışlığının sebepleri arasında en önde geleni herhalde darbelerdir..
Neydi o Millî Birlik Komitesi üyelikleri? Ne olmuştu bilahere o komitenin üyelerinden yarıdan fazlasının CHP saflarına geçmeleriyle? Temelli senatörlük diye bir ucube icat etmişlerdi ve ülkenin temeli sarsılmıştı..
Türkiye ve Türk hukuku 1960'ta mailinhidam durumuna düşürüldü, hâlâ dik duramıyor..
Darbenin akabinde yazdığım, yayınladığım ve ilk mahkemeye verildiğim şiirin ilk dörtlüğü şöyledir:
Hürriyeti gelin ettik dul çıktı
Çal davulcu fırsat ele bir geçer
Bu düğünün şakşakçısı bol çıktı
Çal davulcu fırsat ele bir geçer..
Sahiden ne kadar da darbe davulcusu peydah olmuştu.. Her havadan düdük öttürenler, davul çalanlar, tabiî ücretini alanlar kum gibi kaynıyordu..
Ben "Hasan'a Mektuplar" kitabımı, yani ilk eserimi o dönemde yazmıştım.. Tabiî pek çok defa mahkemeye verildim, hepsinden de beraat ettim..
Hakimler ve savcılar henüz politize olmamışlardı.. Mevcut kanunlara göre objektif kararlar verdiler..
27 Mayıs "bayram" ilan edildi.. Yani darbe bayramıyla da karşılaştık.. Her 27 Mayıs geldiğinde Türk milletine çirkef şekilde küfürler edildi...
O günün Çobanyıldızı "Anayasa Mahkemesi" oldu.. Darbeyi yapanların ifadelerine göre, "ileride milletin seçeceği iktidarlara serbest hareket etmeleri halinde bir baraj konulduğu" açıklandı..
Dünyanın hiçbir ülkesinde bulunmayan maddelerle tahkim edilen Anayasa, cebren ve hileyle kabul ettirildi.. El'an aynı maddelerden bir kısmı yürürlüktedir.. Çünkü daha sonra Anayasa'yı değiştirenler de darbe mimarlarıydı..
Türk milleti 45 yıl içinde 4 darbeye şahit oldu.. Kimisi silahlı, kimisi ültimatomlu, kimi de postmodern..
Bu geçen süre içinde Türk halkı CHP'ye iktidar nasip etmedi..
Bundan sonra da etmez kanaatindeyim..
Amma, AKP'nin "mutabakat" beklentisi yüzünden CHP, maalesef iktidarda bulunuyor..
Hangi mutabakat? Hangi konsensüs?..

Abdurrahim Karakoç/Vakit

 

 

 

CHP yanlısı tanıklarla 27 Mayıs

MERHUM Metin Toker, ihtilal hazırlığının 1957'de başladığını yazar. Menderes'in CHP'yi kapatarak diktatör olmak amacıyla kurduğu iddia edilen ünlü Tahkikat Komisyonu'ndan üç yıl önce!
Toker'e göre, 1958'in 19 Mayıs'ında CHP'nin resmi gazetesi Ulus'ta "Atatürk'ün Bursa Nutku"nun yayımlanması "sebepsiz değildi!" Bu nutukta Atatürk, güya "Memleketin polisi vardır, jandarması, ordusu, adliyesi vardır demeyeceksin" diyerek inkılapları kurtarmak için gençleri eyleme çağırıyordu!
Atatürkçü Prof. Sina Akşin'e göre, 'Bursa Nutku' Atatürk'e ait değildir, uydurmadır.
Toker, CHP'nin "yeraltı çalışmalarından" da bahseder, "İhtilale yeşil ışığı İsmet Paşa'nın yaktığı bir gerçektir" diye vurgular. (1)
Yine Toker'e göre, "ihtilalin esası, Ordu+CHP unsuru" idi. Hatta DP'lileri idam etmek ve ağır cezalara çarptırmak amacıyla ihtilalciler, profesörlerin fetvasıyla, "geçmişe yürüyen ceza kanunları" çıkardıklarında, İnönü, bunun hukuku çiğnemek olduğunu bile bile susmuştur, ihtilali eleştirmemek için. (2)

Nihat Erim yazıyor
CHP'li merhum Nihat Erim'in 20 Ağustos 1960 günü defterine yazdığı not:
"Bir 27 Mayıs darbesinin zaruri hale gelmesinde İnönü'nün mesuliyeti yok mu? Ciddi, samimi ve ısrarlı bir uzlaşma aradı mı? Buna rağmen yürüttüğü 1955-60 politikasının ya Menderes diktatörlüğüne veya askeri darbeye götüreceğini anlamadı mı? Askeri darbenin neticesini hesaplayamadı mı? Son bir buçuk yıl nutuklarıyla da böyle bir darbeyi teşvik etmedi mi?.."
Erim'in 27 Şubat 1962 tarihli notu:
"(İnönü) 27 Mayıs'ı teşvik etti, askeri politikaya teşvik etti, ihtilale azmettirdi. Şimdi onlar bir darbe ile Meclis'i, hükümeti, devlet reisini yıkıverince, işin kolay olduğuna hükmettiler. Yeni hevesliler çıkıyor..."
CHP'li Avni Doğan, orduyu ihtilale nasıl kışkırttıklarını, isimler vererek açıklamıştı. (3)
1950 ortalarına kadar tarihimizde saygın bir yere sahip olan İnönü, artık ihtilal tahriki yapan bir muhalefet lideridir!

İhtilale doğru...
Erdal İnönü'nün siyaset arkadaşı, araştırmacı Tevfik Çavdar'a göre, CHP'nin yıkıcı muhalefeti "doğal olarak DP'yi de sertleştirdi", Bayar ve Menderes'i büsbütün baskıcılığa yöneltti. CHP hakkında kurdurdukları Tahkikat Komisyonu'na 27 Nisan 1960 tarihinde hukuka aykırı yetkiler verdiler; bu da öbür tarafta Menderes diktatör olacak kaygılarını tahrik etti. (4)
Çok önceden hazırlanan ihtilalin en etkili bahanesi bu Tahkikat Komisyonu oldu. Halbuki ihtilalcilerin yayımladığı propaganda kitabındaki belgeler bile gösteriyor ki, Komisyon'un amacı CHP'yi kapatmak değil, "seçim güvenliği"ni sağlamaktı. (5)
Seçmen kütüklerinin yenilenmesine ilişkin hükümet tasarısı Meclis'te görüşülüyordu zaten.
Ve tanklarla geldiler, milli iradeyi katlettiler, arkadan geleceklere de yol açtılar!
Merhum Nihat Erim'in 25 Mart 1963 günlü notu, ebedi bir uyarıdır:
"Baskı ve korkutma tedbirleri işi daha kötüye vardırır. Ordunun komutanları, halka rağmen uzun vadeli bir politika güdülemeyeceğini bilmezler mi?"

1) M. Toker, İsmet Paşa'yla On Yıl, II, sf. 32, 66, 236-237.
2) M. Toker, aynı eser, III, sf. 101.
3) Nihat Erim, Günlükler, II, sf.708,720, 746, 756.
4) Tevfik Çavdar, Türkiye'nin Demokrasi Tarihi, II, sf. 41-76.
5) Milli İnkılap Nasıl Oldu?, sf. 83.

Taha Akyol / Milliyet / 27 Mayıs 2006

 

MÜMTAZ’ER TÜRKÖNE

27.05.2006  CUMARTESİ

 


27 Mayıs Toplumun ve siyasetin çöküşü

46 yıl önce bugün, sabah erken saatte radyodan okunan “ihtilal bildirisi” ile Askerî Cunta hükümeti devirerek yönetime el koydu.

38 kişiden oluşan Cunta’nın içinde 8 yüzbaşı, 10 binbaşı, 7 yarbay, 8 albay ve çoğunlukla sonradan işe dahil edilen 5 general bulunuyordu. Bu subaylar, uzun bir süre önce darbe kararı almışlar, bunun için planlar yapmışlar ve emirlerindeki askerî birlikleri bu iş için kullanmışlardı. Bildiri, darbenin gerekçesini “Bugün demokrasimizin içine düştüğü buhran ve son müessif hadiseler dolayısıyla ve kardeş kavgalarına meydan vermemek maksadıyla Türk Silahlı Kuvvetleri memleketin idaresini eline almıştır.” ifadesi ile temellendiriyordu.

Bu gerekçelerin tamamı “bahane” idi. Bahsedilen “son müessif hadiseler”, nisan ayı içinde DP iktidarının kurduğu tahkikat komisyonunun başlattığı tartışmalarla, CHP’nin sokağa inmesinden ibaretti. Bugünün CHP Genel Başkanı Deniz Baykal’ın da genç bir CHP’li olarak katıldığı bu olaylar, gerginliği tırmandırmıştı. Ama, darbe yapanlar bu işe son olaylar üzerine değil, aylar öncesinde karar vermişti. Ortada CHP aracılığıyla halka yayılan mide bulandırıcı söylentiler vardı. Üniversite gençlerinin öldürüldüğü, mezbahalarda kıyma makinesinden geçirildiği, bir kısmının da gömüldükten sonra üzerine beton ve asfalt döküldüğü söyleniyordu. Amaç infial yaratmak olunca, akıl ve mantık sınırları dışına çıkan söylentileri, birilerinin niyeti bozduğu şeklinde anlamamız gerektiğini, 27 Mayıs bize öğretmiş oldu. Nitekim 27 Mayıs sonrasında mezbahalarda araştırmalar yapıldı, asfaltlar sökülerek altında ceset arandı. 27 Mayıs öncesinde yaşananların hepsi, Cunta’nın yönetime el koymasının bahanesi olduğuna göre soru şu olmalı: Gerçek sebep neydi?

27 Mayıs, TSK’yı yaralayan bir sapma halidir

Büyük tarihçimiz Halil İnalcık, 27 Mayıs’ı, maaşını az bulan subayların yaptığını söylüyor. İnalcık’ın iddiası, Yassıada duruşmalarında geçen bir sahne ile doğrulanıyor. Bir gün duruşmaya sadece subaylar geliyor ve ön sıraya oturuyorlar. Amaç Menderes’i yuhalatmak. Mahkeme Başkanı Başol da subaylara dönük bir şova girişiyor ve Menderes’i muaheze ediyor: “Şu kadar yıl ülkeyi yönettiniz, köylüye, tüccara şu hizmetleri yaptınız, milyonlarca para harcadınız, şu şerefli subaylar için bir şey yapmadınız. Bu subaylar ya çatı katlarında ya bodrum katlarda ağır şartlar içinde yaşadılar. Bu güruha yaptığınız hizmetleri bu şerefli insanlara yapsaydınız bunlar başınıza gelmezdi.” diyor. Mahkeme zabıtlarında ve hatıralarda yer alan bu sahne, 27 Mayısçıları “Ulufe isteriz.” diye ayaklanan Yeniçerilere benzetse de, mesele bu kadar basit olmamalı. Öncelikle şu hükmü vermeliyiz: 27 Mayıs bir kurum olarak Türk Silahlı Kuvvetleri’nin marifeti olan bir askerî darbe değildir. Genelkurmay Başkanı Şükrü Erdelhun ile, bir önceki Genelkurmay Başkanı İsmail Hakkı Tunaboylu’nun, teğmenler tarafından tekmelenerek sıraya konduğu, birçok generalin tutuklandığı ve emekliye sevk edildiği bir teşebbüsü, kimse Ordu’nun kurumsal kimliğine mal edemez. Kore kahramanı Tahsin Paşa’nın rütbeleri sökülerek hakaretlere maruz kalması gibi sayısız örnek, Silahlı Kuvvetler’in bir kısmının diğer kısmına, aşağıdakilerin yukarıdakilere karşı giriştiği ve maalesef başarılı olduğu bir teşebbüsü yansıtır. 27 Mayıs, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin tarihten gelen geleneklerini, disiplinini ve kimliğini onulmaz bir şekilde yaralayan, sarsan bir sapma halidir. Generallerin yüzbaşılar önünde hazırolda durduğu sahneler ancak, Birleşmiş Milletler’e kaydını yeni yaptırmış kabile devletlerinde görülebilirdi. 27 Mayıs bu yüzden Silahlı Kuvvetler’in çivisini çıkartmış, hiyerarşi ve disiplinini yaralamış, akabinde Talat Aydemir olayı gibi cuntacı örgütlenmelerin önünü açmıştır. 27 Mayıs sonrasında Silahlı Kuvvetler’in kurumsal hiyerarşisi, yurdu koruma görevinin yanında cuntalara engel olmak gibi bir görevle de karşı karşıya kalmıştır. 84 yıldır savaşmayan, bu arada dört darbeyi, herhangi bir engelle karşılaşmadan gerçekleştiren Ordu, biraz da “cunta” sorunlarını çözmek için rejim sorunlarına el atmak zorunda kalmıştır. Türkiye’de rejim tartışmalarının bel kemiğini sivillerin değil de askerlerin oluşturmasının sebebi de budur. Laiklik, başörtüsü, irtica gibi tartışmalar sivil siyasete müdahalenin araçları olarak, cuntaların bahanelerini de hiyerarşinin tekeline aktarmaktadır.

Halkın sorun çözme yeteneğine darbe

27 Mayıs, askerin siyaset içindeki ağırlığının normal kabul edildiği bir geleneğin, bize özgü bir tarihselliğin ürünü değildir. 27 Mayıs’ı da, akabinde gelen darbeleri değerlendirirken de düşülen en büyük hata budur. Türk ordusunda çeteleşme, Balkan dağlarında komitacı kovalayan İttihatçı subaylar tarafından başlatılmıştır. Komitacı, yani çeteci yöntemleri ile iktidara el konulmuş; akabinde bu yöntemlerle koskoca imparatorluk batırılmıştır. Kurtuluş Savaşı, Meclis eliyle yürütülmüştür. Kurtuluş Savaşı’nı yürüten Meclis’in ilk elden savaştığı güç, yine asker rütbesini taşıyan ama diğer kanatta yer alanlardır. Osmanlı Ordusu’nun içinde Yunan işgalini sona erdirmeye çalışan Ankara’ya karşı örgütler (Atatürk Nutuk’ta uzun uzun bunları anlatır) çıkmıştır. Bu yüzden Atatürk, Cumhuriyet’le birlikte askeri siyasetin uzağında tutmak için çok katı düzenlemeler getirmiştir. 27 Mayıs’ın ilham kaynağı bizim tarihimiz değil, nevzuhur devletlerin cuntalarıdır. Nitekim 27 Mayıs’ı yapanlar şablon olarak Mısır’daki Albay Cemal Abdülnasır’ı taklit etmişlerdir. Nasır Cuntası’nın emekli olan General Necib’i devlet başkanı yapması gibi, 27 Mayısçılar emekli olan Cemal Gürsel’i aynı koltuğa oturtmuşlardır. 27 Mayıs için seçilen “Ak Devrim” ibaresi bile kopyadır.

27 Mayıs, zengin tarih tecrübesi, birikimi, gelenekleri olan bir toplumu köksüz ve dengesiz bir topluma dönüştürmüştür. Devleti topluma yabancılaştırmış, devletin sağlam geleneklerini yok etmiştir. Devletin seçkinleri arasında rekabete konu olan iktidar mücadelesi, tarih içindeki örneklerde olduğu gibi halkın dışında sürmekte idi. İlk defa elinde silah bulunduranlar, ellerindeki silahı kullanarak iktidarı halktan aldılar. Demokrasinin olgunlaştırdığı, özgürleştirdiği, yeteneklerini geliştirdiği ve medenileştirdiği halkın elinden iktidar, bir kaba güç tarafından gasp edilerek alındı. Bu olayın tarihimizin en acıklı kırılmalarından biri olduğunu kaydetmemiz gerekir. Bu kırılma demokrasiyi, toplumsal yaşamın bütün kurallarını, halkın kendisini perişan etmiştir. Elinde silah olanın, elindeki silah ile ülkeyi yönetebildiği, halkın seçtiği başbakanı idam edebildiği bir ülke, ancak ilkel ve geri bir ülke olabilir. 1960’lı yıllarda başlayan ve 70’li yıllarda hızlanan hızlı sosyal değişmelerle, toplumun kendi anlam dünyası içinde baş edememesinin, artan şiddetin arkasında 27 Mayıs’ın tahrip ettiği dengeler vardır. Daha önce kullandığım bir benzetmeyi tekrarlayayım: Fidelerin yeni boy verdiği bir bahçeye destursuz bir fil sürüsü girmiş ve ortalığı viraneye çevirmiştir. 27 Mayıs’ın vicdanını yaraladığı, hak ve meşruiyet duygusunu zedelediği toplum, fillerin ayakları altında posası çıkmış bir toplumdur. Bu kırılma, toplumu sahte bir dünyanın içine hapsetmiştir. Halkın gücünün, tercihinin sonuçta işe yaramadığı ortaya çıkınca, güçsüzlüğünden emin olan toplumun sığınacağı şizofrenik dünya karşılaştığı sorunları çözme yeteneğini de yok etmiştir. Adnan Menderes’in darağacında sallandığı meşhur resmin, siyasetçilere gözdağı vermek için sık sık kullanıldığı söylenir. Gerçekte gözdağı halka verilmektedir. Seçtiği başbakan bile darağacında sallandığına göre, sıradan insanları güç sahiplerinden koruyacak olan nedir? 27 Mayıs’ın hukuku mu? Farklı olana tahammülsüzlüğün egemen olduğu, hukuka inancın sarsıldığı, kaba gücün ve silahın tek çözüm göründüğü 60’lı ve 70’li yıllar, 27 Mayıs’ın yol açtığı kırılmalar üzerine inşa edilmiştir.

‘Halka karşı devlet’ ve topallayan siyaset

Siyasî alana gelince. 1837’deki Eyalet Meclislerine, 1876 Parlamentosu ve Anayasası’na, 1908 sonrası çok partili hayat tecrübesine ve tarihinin en zor kader aralığını, Kurtuluş Savaşı’nı her farklı düşüncenin serbestçe dile getirildiği bir Meclis eliyle yürütmesine, kısaca arkasında devasa bir demokrasi tecrübesi bulunmasına rağmen, aynı fil sürüsü bu birikimi de 27 Mayıs’ta yerle bir etmiştir. 27 Mayıs olmasaydı, yapılacak seçimlerle Türkiye’nin, iktidarın iki parti arasında el değiştirdiği iki partili sisteme oturması ve istikrarlı bir yönetimin ortaya çıkması mümkündü. Tek Parti iktidarına göre tasarlanmış 1924 Anayasası, bu sisteme uygun şekilde değiştirilir, kuvvetler ayrılığı prensibi yerleştirilir, parlamenter sistem pekiştirilirse tam anlamıyla işleyen, istikrarlı ve güvenli bir demokrasiye sahip olabilirdik. 27 Mayıs asıl desteğini aldığı sol siyaseti zayıflattı. Devlet ile halk arasında sıkışıp kalan ve tercihini “halka karşı devlet”ten yana koyan, “Devlet Partisi” hüviyetini benimseyen CHP siyasî yelpazenin işgal ettiği bölümünü mefluç hale getirdi. Sol kanadı topallayan siyaset ise dengelerini kendi içinde kuramadığı için dışardan gelecek müdahalelere karşı savunmasız kaldı. Bugün bile siyasî alana demokrasi dışı müdahalelerin CHP üzerinden yapılması tesadüf değildir.

Cunta kelimesi İspanyolcadan gelmektedir. Ülkeyi ellerindeki silahlı güce dayanarak yöneten asker gruba “cunta” denmektedir. Cuntalar başlangıçta çetelerdir. Önce bir çeteleşme ortaya çıkar. Bu çete, uygun araçlara sahip olup, yönetime el koyduğu zaman cuntalığa terfi eder. Bizim tarihimizde “çete”, İttihatçı komitacılar (çeteler) eliyle sahne almıştır. Sonra bu çeteler devlete el koymuş ve ortada devlet kalmamıştır. 1919’dan itibaren Yunan işgaline karşı ilk direniş, Kurtuluş Savaşı’nın “Çete Harbi” denen kısmında, Kuvva-yı Milliye eliyle yürütülmüştür. Çetecilik, devletin vazgeçilmez hukukunu bir gerekçe ile iptal ederek, hukuk dışına çıkmaktır. 27 Mayıs darbesini yapanlar da bir çetecidir. Darbe başarılı olduğu için biz onları “cunta” diye anıyoruz. Bugün, elinde silah bulunduranların ellerindeki silahı ve yetkilerini akıllarına estiği gibi kullanmaya kalkmalarının arkasında 27 Mayıs’ın açtığı kanal vardır. Bir kere olmuş ve başarıya ulaşmış örnek her zaman tekrarlanabilir demektir. O yüzden 27 Mayıs ile hesaplaşmak, çetelerle hesaplaşmak demektir.

Tarih bir toplumun hafızasıdır. 27 Mayıs, bu hafızanın kirli bir sayfasıdır. Bu kirli sayfayı unutarak, yaşadığımız çetecilik gibi sahte dünyaların ürettiği hastalıkların üstünü örtemeyiz. Ders çıkartılmayan tarih kendini tekrarladığına göre; kolektif bir hafıza onarma işlemine ihtiyacımız var demektir. 27 Mayıs tarihimize, toplumumuza hatta bizden sonra gelecek nesillere karşı bir çetenin işlediği ağır bir suçtur. Vicdanlarda, tarihte ve hukuk önünde mahkûm edilmesi gerekir.

27.05.2006

POLİTİKA

27.05.2006  CUMARTESİ


27 Mayıs darbecileri, az daha ‘Trakya devleti’ kuracakmış

Bir başbakan ve iki bakanı darağacına yollayan 27 Mayıs 1960 darbesinin yapıldığı gün, Türkiye'nin bölünmekten son anda kurtulduğu ortaya çıktı.

Darbe günü İstanbul'daki zırhlı tugayın komutanı olan Orhan Erkanlı, taburunun başında Galata Köprüsü'nü geçip Taksim yönüne çıkarken, bir yandan da elindeki pilli radyoyu dinliyormuş. Ankara Radyosu'nun ihtilal yayınına başlamasını bekliyormuş. Fakat beklenen yayın bir türlü gelmeyince Erkanlı telaşlanıp planı yapmış: “Ankara'dakiler ya bizi aldattı ya da başarılı olamadı. Bizim için artık dönüş yolu kapanmıştır. İstanbul Trakya Türk Cumhuriyeti'ni ilan ederiz.” Kısa bir süre sonra, Ankara Radyosu teknik sorunu çözüp ihtilal yayınına başlamış ve Türkiye de bölünmekten kurtulmuş. 1965'te CHP'den milletvekili seçilen Erkanlı, 1960'ta ilan etmeyi planladığı İstanbul Trakya Cumhuriyeti'ni, milletvekili arkadaşı Orhan Birgit'e anlatmış. Yıllar sonra anılarını “Evvel Zaman İçinde” ismiyle kitaplaştıran eski siyasetçi ve deneyimli gazeteci Birgit, 27 Mayıs şartlarının bir daha yaşanmamasını temenni ediyor. Birgit, kitabında, Erkanlı'nın o dönem Marmara'daki Geyve Boğazı'nı kapatmayı da düşündüğünü, daha sonra söz konusu fikirlerine kendisinin de kahkahayla güldüğünü anlatıyor.

Orhan Birgit Doğan Kitap’tan çıkan kitabında darbenin ardından, Alparslan Türkeş ile görüştüğünü söylüyor. Türkeş, Birgit’e kendisini istediği zaman arayabileceği bir telefon numarası vererek, “Aradığında, ‘Ankara’dan Saatçi Nuri’yi’ istersin, bana bağlarlar.” demiş. Darbeden sonra yapılan seçimlerle ilgili de ilginç bir bilgi veren Birgit, CHP’nin beklenilen oy oranına ulaşamamasının dönemin İstanbul 66. Tümen Komutanı Tümgeneral Faruk Güventürk’ü çok kızdırdığını belirtiyor. Birgit, Güventürk’ün CHP’nin İstanbul il merkezine geldiğini ve elektrik arızası çıkartarak, seçim sonuçlarına müdahale edilmesini önerdiğini ifade ediyor.

27.05.2006
Emre Soncan
İstanbul