BEDÜÜZZAMAN’I TANIYALIM

 

 

(Son Şahitler-den seçme Hatıralar)

 

Bedüüzzaman Said nursiyi en sağlıklı olarak eselerinden tanımak mümkündür.

Bununla beraber onun yanında bulunup hizmet etmiş ve onunla görüşmüş olanların ifadeleri de mesela’ nin aydınlatılmasın da önemli önem li rol oynamaktadır.İşte bu son şahitleri

      Abdul Baki arvasi anlatıyor; ‘Ziyaret sırasın da üstad gelecek günlerden bahisle’ üzülmeyin başınıza çok işler gelecek.Sizi çok rahatsız edecekler.Üzülmeyin hak yerini bulur, Onlar şeriatı kaldırmak istiyorlar, şeriatı garra (parlak şeriat İslamiyet)incelir, ama yinede kopmaz.Onun sahibi allah’ tır.Bir koruyucusunu gönderir, yeniden İslamiyet’i ihya eder, dedi.(Son şahitler N. Şahitler-1/59)

Abdullah sağcı dede anlatıyor. ‘Bezüüzzaman evliyaların en son zinciridir.’

Halil çınar anlatıyor; Bezüüzaman vücuduna deymeyen kurşunları askerlere gösterirken , şöyle diyordu ! ‘ bu kurşunlar bir hakkın Müslüman olanlara tesir etmez.’(Age- 1/80)

           Mustafa yalçın anlatıyor; Üstad Sibirya da bize gelecek zaman da buralar da müslüman olur ; ama şimdi anlamıyorlar, diyordu (Age-85)

         - Binbaşı Ali haydar anlatıyor; ‘bedüüzamanla birlikte Volga nehrini çok harika bir tarzda geçtik. Nehri geçerken , ayağımız kara gömülür gibi , bazen topuğumuza, bazen dizimize kadar suya batıp çıkıyorduk.ben çok heyecanlanıyordum.Nehri geçtikten sonra bezüüzzaman bana dönüp dedi ki;

            ‘Kardeşim Ali haydar , cenab’ ı hak hz. Musa aleyhisselam’ a denizi musahhar ettiği gibi , bizi de senin yüzün hürmetine Volga nehrini musahhar etti.

(Age 1/88)

 - Bediüzaman harp arkadaşı molla yasin saatci oğlu anlatıyor; Diğer bir çok alimlerin ilmi deniz olsa, onun topuğuna bile ulaşamazlar.Onun himmet ve kerametlerini çok gördük. (Age1/93)

    - Sinan ömür anlatıyor; Hakim ol selim ol, refik ol şefik ol .İşte sana söyleyeceğim budur’ der.(Age1/99)

    -Molla hamid ekinci anlatıyor; Bir kabrin başında nezaret eden üstad anlatıyor; Saliha bir kadının mezarının yanından geçiyordum.Bu kadın hayatta iken zinete, süse ve boncuğa biraz düşkünmüş.Dünaya da iken gerdanlığı kırılmış, onu ipe dizerken vefat etmiş.Kabrinde de hala boncuk dizmekle meşgul ihtimal ki kıyamete kadarda onunla meşgul olacak.Kıyamet kopduğun da ne çabuk kıyamet koptu, daha boncuğumu dizip bitiremedim diyecek.Ben bunun  için durup cenab ı hakkın azametini seyrediyordum. (Age1/23)

Ve üstad diyordu; Midenin üç hakkı üç hissesi vardır.Sadece birisi yemek içindir.Eğer Böyle yapmazda ölçüsüz doldurursanız davarlık bir ahıra 15 davar doldurmaya benzer. ( Age1/24)İsmail Perihan oğlu anlatıryor; Üstad bana insanlarla fazla münasebet iflas alametidir.Onun için buralarda (Barla da)fazla kişilerle görüşmüyorum dedi.(Age1/29)

Kinyas kartal anlatıyor: Bir askeri kendisinin yanında vazifelendirmişlerdi.Asker bir gün yüzbaşısına gelerek söyledi;

‘Ben bu zatın kapısında bekliyorum, bundan sonra bekleyemem, çünkü kapısını ben kilitliyorum kapı açılıyor namaza kalkıyor kendisiyle birlikte binlerce adam kılıyorlar korkarım haca uça!... Yüzbaşı askere şu cevabı verdi; Oğlum hoca uçarsa sen de eteğine yapış nereye giderse birlikte gidersin.(Age1/40)

Sıdık alp Hızır oğlu anlatıyor: Bir sohbette hocalara hitaben ‘ siz beni anlatıyorsunuz , eğer Mevlana Halid’ i bağdadı ve imam’ ı Rabbani gibi zatlar olsaydı said’ in kim olduğunu anlardı, demişti.(Age1/52)

Hasan basri çantay anlatıyor:’ İlk meclis de bediüzzaman ne kadar haklıymış, bir hocalar üstad bediüzzamanı desteklemedik ve yalnız bıraktık.Biz hocalar Bediüzzaman biraz fazla gidiyor diye, kendilerine mani olmaya çalıştık.Kendilerini durdurmak için, aman fazla ileri gitme diyerek çeketi ’ nin  eteyini çekmiştik.Bizler biraz da korkuyorduk.Bediüzzaman çok pervasızdı.hiç kimseden çekinip korkmuyordu.Ama yıllar geçince Bediüzzaman ne kadar haklı olduğunu gördük, bizlere hakkını helal etsin.(Age1/224)

-Bediüzzaman anlatıyor: ‘ Bundan kırkyıl kadar evvel şeyh esad efendi kardeşim bana geldi.’ Kardeşim Said, esad tuttuğun bu yolu tarikatla birlikte devam edersen zamanın imam veya reisi olursun dedi.’

Cevaben dedim:Kardşeim öyle bir zaman gelecek ki, iman adet kabilinden sallantıda olacak, biz tarikat bir tarafa hepimiz bu günden tezi yok imanı hüccetlerin gönüllerde yerleşmesi için birleşirsek o zaman en faydalı en lüzumlu vazifemizi yerine getirmiş oluruz.’Kardeşim öyle bir mürşid bulki, hayatın da kuran’ ı azimüşşan ve peygamberimizin mübarek sözlerine ittiba edip, gayrı en küçük bir bidat işlememiş olsun.Böyle bir zatı bulda beraber intisab edelim.ben ehli tarika munarız değilim.Benim on üç tarikattan iznim var.Fakat bu güne kadar en yakınlarımın hiçbirisine tarikat dersi vermedim. Zamanımız onun zamanı değil…(Age1/244)

1926 ile 1934 seneleri arasında bir korulukta yangın çıkıyor.Sabri efendi bu alevleri ne yaptıysa söndüremiyor, önleyemiyor.Neticede sırtında üstadından yadigar olarak bulunan cübbeyi çıkartarak alevlere doğru uzatıyor, dalga dalga yayılmak istidadı gösteren kızıl alevlere hitap ediyor. ‘ Yak işte yakabilirsen.İşte bu bedüüzama ‘nın cübbesi’.Az sonra alevler çekiliyor, ferini kaybediyor ve nihayet sönüp gidiyor.Bu hadise bedüüzaman’ a intikal edince nurlu üstad tebessüm ederek sıdık Sabri (Arseven’ e) efendiye hitaben; Keçeli beni orman koruyucusu mu yaptın diye latife yapıyor.’(Age1/292)bkn-1/412)

Refet barutçu anlatıyor; Bir gün üstad hazretleri bir münasebetle üç kişinin tasarrufu devam ediyor.Bunlardan birincisi Abdulkadir’ i geylani hazretleridir, diye buyurunca ,(Refet bey) ‘Efendim diğer ikisi kimdir?’ Hazret’ i üstad ise; diğerleri hayati’i harrani ile maruf ‘ u kerhi diye cevap verdi.(Age1/324)

Hulusi yahyagil anlatıyor; Bir gün hazreti üstad şöyle buyurdu:Eğer siz eski zaman da olsaydınız , bu dersleri ve hakikatleri öğrenebilmek için, sürüne sürüne gelirdiniz, diye buyurdu.(Age1/330)

Abbas Mehmet kara anlatıyor: Bir akşam üzeriydi namaz için yokuş başı mescidine gelmiş, ezanı bekliyorduk.Hoca efendi elinde bir odunla tavuğu kovuyordu.tavuğu niçin kovduğunu sorduk .Tavuk oradan oraya kaçıyordu, fakat üstad odunu atıyor tavuğu dışarı atmak istiyordu.Biz arkadaşlarla bunun sebebini sorduk Bize cevaben üç yumurta gösterdi. ‘ Bu tavuk dün iki tane, bu gün ise üç tane yumurtladı.Benim iktisat kaidemi bozuyor.Bu sebepten kovuyorum, dedi.(Age.1/400)

           

SAHABE İMANI, İSLAM CELADETİ

 

Eşref  edip sebilürreşad’ ın 15. cildinin 356. sayısında ‘ sahabe imanı, İslam celadeti’ başlığı altında şunları yazıyordu:

Ashab’ı kiramdan Hz. Abdullah bin Huzeyfe , Resul’ i Ekrem efendimizin islama davet hakkında iran şahına yazdığı mektubu yazdığı mektubu götüren zattır.Şam fütühatın da Bizans ordusu ile yapılan muharebede esir düşmüştü.Bizanslıların kaidelerine göre , esir düşen kimse evvela mezhebini bildirir, ondan sonra bu mezhepten feragat eder.Hıristiyan dinine girer,ancak bu sayede kurtulurdu.Yoksa böyle yapmadığı taktirde , zeytin ağaçlarından büyük bir odun yığını hazırlanır,üzerine zeytin yağı dökülür, esir o ateş içine atılır yakılırdı. Hz. Abdullah bin Huzeyfe diğer Müslüman esirlerle beraber Bizans hükümdarı’ nın huzuruna getirildi.Hıristiyanlığı kabul edilmesi teklif edildi.kabul etmedi,şiddetle reddetti.mezhebini değiştirmek için çok uğraştılar , fakat muvaffak olamadı.Abdullah Müslüman olarak ölmek istediğini söyledi.

Bunun üzerine adet gereğince Hz. Abdullah ateşe atılmak üzere ateş yığınının yanına getirildi. Bizans hükümdarları da orda hazırlardı.papazlar ve hükümdarlar ,Hz. Abdullah’ ın illa Hıristiyan olmasını tekrar ile sürdüler.Hz. Abdullah kemal’i metanet ve şahametle reddetti.Nihayet ateş yakıldı.Hz. Abdullah ateşe  atılacaktı.Ateş karşısında da yine Müslüman olduğunu, kulhü vallahu ehad, allahhus samed, lemyelid velem yuled diyerek bu batıl dine intisap etmeyeceğini söyledi.

Değil beni dedi ,benim vücudumun her bir zerresi Abdullah olsa, hepsine de ayrı ayrı cefa etseniz , ateşte yaksanız , yine Abdullah hak yoldan dönmez.Allah yolunda , bir olan halık’ ı zülcelal yolunda kalır.Yanlız benim canım değil , binlerce Abdullah’ ın canı hak yolunda feda olsun. ‘Bizans hükümdarı ve papazları , bu İslam iman kuvvetini görünce hayret ettiler,yeni bir teklifte bulundular.Hükümdarın elini öpmek şartıyla kendisini serbest bırakacaklarını söylediler.Hz. Abdullah bunu da kabul etmedi, reddetti. ‘ Ben bir Allah’ a inanan bir müslümanım.Bir haça tapa’ nın elini öpmemdedi.Kendisine pek çok mal , mülk ve servet vereceklerini söylediler.Hz. Abdullah bunların hiçbirisini kabul etmedi.

‘ Bu derece iman, bu derece metanet ve celalet, hükümdarı büs bütün hayrete düşürdü.Böyle iman sahibi bir zatı ateşte yakmaya kıyamıyordu.

Bu defa başka bir teklifte bulundu.Kendisinin alnını öpmek şartıyla , bütün Müslüman esirleri serbest bırakacağını söyledi.Seksen kadar Müslüman esir vardı.Hz. Abdullah bu teklif üzerine düşünmeye başladı:Benim hayatımın kıymeti yok.Hak yolunda ateşte yanarım ölürüm.Fakat benimle beraber seksen Müslüman da yakılacak.Bir putperestin alnını öpmek, bir müslümana yakışmasa da seksen müslümanın da hayatını kurtarmak da büyük bir meseledir.’

‘ Seksen müslüman’ ın serbest bırakmak şartıyla bu teklifi kabul etti.Esir Müslümanları beraberin de alarak Mekke ye geldiler.Hz. Ömer bu mücahitleri , bu kahraman Müslüman Hz. Abdullah’ ı bizzat karşıladı ve Abdullah’ a sarılarak elini öptü.O arada latife kabilinden bazıları, bu zat karşıladı ve Abdullah’ a sarılarak elini öptü,serbest oldu dediler.Hz. Abdullah hemen cevap verdi.Evet maalesef öyle oldu.Fakat seksen Müslüman ‘ın  da hayatını kurtardım.ondan alıp ailelerine kavuşturdum.’ Bu sözün üzerine Hz. ömer’ ül Faruk (r.a)bir defa daha Hz. Abdullah’ ın alnından öptü.’ Bu İslam celadet menkıbesini, neşretmekte olduğumuz asr’ ı saadet, Peygamberimiz ashabı adlı muazzam eserin dördüncü cildinden naklediyoruz.bu bize merhum said nursi’ nin esareti zamanın da Moskof kumandanına karşı gösterdiği celadet ve şehameti hatırlattı. ‘ Merhum üstad umumi harpte Ruslara esir olduğu zaman, buna benzer bir hadise cereyan etmişti.Rus kumandanı esirleri teftiş esnasında üstad kumandanın selamını almıyor,yerinden bile kalkmıyor.Bu hareketten kumandan hiddetleniyor.belki görmemiştir diye tekrar önünden geçer.fakat üstad tekrar yerinden kalkmayınca kumandan tercuman vasıtasıyla , herhalde beni tanımadılar diyor.Üstad hayır!diyor.tanıyorum,kumandan nikola nikoliç!

  Kumandan, şu halde rus ordusuna ve dolayısıyla rus çarına hakaret ediyorsunuz. Üstad hayır diyor.Hareket etmedim ben bir Müslüman din alimiyim, imanlı bir kimse Cenab’ ı hakkı tanımayan bir adamdan üstündür.Binaen aleyh , ben sana kıyam edemem.

‘Bunun üzerine üstad’ ı  divan’ ı harbe verirler.Subay arkadaşları neticenin vehametini taktir ederek, üstad’ ın özür dilemesini istirham ederler.Fakat üstad katiyen kabul etmez.Kemal’ i izzet ve şehametle şöyle der: ‘Bunların idam kararı, ebedi aleme seyahet etmem için bir pasaport hükmündedir.’

Nihayet divan’ ı harb idam kararı verir.Hükmün infaz edileceği sırada Üstad, namaz kılmak için müsaade ister.Vazife’ i diniyesini ifadan sonra atılacak kurşunlara göğsünü gereceğini beyan eder.tam o sırada Rus kumandanı yetişerek, o hareketinizin mukaddesatınıza olan bağlılığınızdan ileri geldiğine kanaat getirdim.Tekrar tekrar rica ederim, beni affediniz der ve idam hükmünü geri alır.

 

                        ABBAS HULUSİ YAHYAGİL ANLATIYOR

 Dersim isyanı

1938’ de bizi dersim isyanını önlemeye ve bastırmaya memur etmişlerdi.İsyan dedikleri şey de , bazı dağ köyleri o yıl vergi vermemişti.Bize verilen emir ise tek kelime idi: imha!...

‘ Canlı bir şey bırakmayınız, genç-ihtiyar , çocuk-kadın ve saire. Bunların çoğu rafizi idi. Fakat bu tarz bir muamele ile, bunlar salah mı bulacaklardı? Ben kıt’ a komutanı idim.En çetin ve zor vazifeyi de bize verdiler. ‘ Sen piyadesin, seni topla takviye etmek gerektir’ deiler.

‘ Müthiş bir hüzün ve ızdırap içinde idim. Hz. üsdat benim bu hüznümü hissetmiş. Bu durumu kendisine yazıp soramadım.Nasıl yazabilirdim? Bu ızdırabımı kağıda nasıl dökebilirdim? Tam merhum pederimle vedalaştım. Hayvana bindim gidiyorum.Bir de baktım, hizmet erikoşarak geldi.Elime bir mektup verdi. Mektubu açtım.Mektubu Üstad Kastamonu dan Ürgüp müftüsü olan kardeşi Abdulmecid vasıtesiyle gönderiyordu:

‘ Hulusi’ nin bir gailesi var, diye hissediyorum. Merak etmesin. Risale’ i nur şakirlerine inayet ve rahmet , nezaret ve himayet ederler. Dünyanın meşakkatleri madem sevap verir, geçerler; o musibetlere karşı sabır içinde , şükür ile , metanetle mukabele edilmek gerekir. Hem o hem sizler , bütün dualarımda ve kazançlarımda benimle berabersiniz.’

‘ Az sonra isyan olan bölgeye gittik. Döndük dolaştık. O bölgeyi terk etmişler, dağlara mağaralara çekilmişler. Rahmet’ i ilahiye yardımımıza yetişti. Elimizi kirletmeden ve kana bulaştırmadan bizi kurtardı.

Yüz yirmi kişiye kelepçe kafi gelmediğinden sarıklı Antalya müftüsü çil Ahmet efendi ile Bekir ağayı çamaşır ipiyle bağlamak isteyen çavuşa , muhafız alayından gelen jandarma subayı mülazım Ruhi bey , ‘ Çekil ordan’ deyip mani oluyor ve elleri bağlı olmadan götürüyor.Daha sonra da baladız istasyonunda diğer maznunların da kelepçelerini açarak yola öyle devam ediliyor.Namaz vakitlerinde mola veriliyor.Yol güzergahındaki şehirlerden geçerken merkez kumandalarına ve vazifeli kimselere maznunlar hakkında izahatta bulunarak: ‘ Bunlar masumdur, zulme mazur bırakılmış kimselerdi’ şeklinde konuşmalar yapıyor.Bu hatırayı gülerek anlatan Refet bey , bize Bedüüzaman’ ın bir ifadesini hatırlatmaktadır. ‘Hedef hepsini imha idi.Ama olmadı.(Bkn.2/20Age)

                                  

‘Ramazan’ a ait’

Refet bey yapılan zulüm ve haksızlıklara misal olarak size bir hatıra anlatayım demiş ve şöyle devam etmişti:

   ‘İsparta da ani yapılan baskın ve araştırmalarda ele geçirilen Risale ve mektuplar arasında bir kitabın üzerinde ‘Ramazan’ a aittir’ diye bir yazı vardı.İslam yazısını okuyamadıkları için kimdir bu ramazan diye aradılar, taradılar, nihayet isparta atabey’ in köylerinden ramazan isimli bir vatandaşı da ellerini bağlayarak eski şehir hapishanesine yolladılar.Aradan iki ay geçtikten sonra kitabın Ramazan efendiye ait değil, Ramazan ve orucun hikmetlerini anlatan bedüüzzaman’ ın ramazan risalesi olduğu anlaşıldı.Mazlum ve masum ramazan efendi tahliye edildi.hapishane de bedüüzaman tebessüm ederek kardeşim ramazan hakkını helal et diye ramazan’ ı teselli ederdi’ diyor refet barutçu.Mehmet gül ırmak anlatıyor: ‘Hapishanede aramızda hiç tanımadığımız birisi vardı.Bize sizin yüzünüzde nur parlıyor diye bizimle konuşmak istiyordu.Sonra üstad çaydanlığın altına bir pusula yapıştırıp göndermişti.Pusula da ‘Dikkat edin , ileri geri konuşmayın.O adam çavuştur.İçinize onu gazi göndermiştir, diye yazılı idi. (Age2/22)

-Mustafa ezener anlatıyor: Üstadın son yıllarda sık sık derslerinde bulunmuştuk. Sabah derslerin de hep bulunmuştum. Bir gün ders esnasın da meyve risalesi okunuyordu.İzavekab sekiz yüz on ederek o zamanlarda ehemmiyetli maddi manevi şerlere işaret eder.Eğer beraber olsa miladi 1971 olur, o tarihde dehşetli bir şerden haber verir.Yirmi sene sonra şimdiki tohumların mahsülü ıslah olmazsa, elbette takatları dehşetli olacak. ‘Bu cümle okununca üstad celallenerek ellerini kaldırdı ve tam! Tam! Hezimet’ i fahişe ile mağlubiyetlerinin senesidir, diyince ben sordum. Efendim bu  mağlubiyet yalnız ehli imana da şümülü var mı? Bediüzzaman ise’ kardaşım, bu tarih küfrün mağlup tarih dir’ diye cevap verdi. ‘ Bir defasında da her gün devam eden bir sabah dersinden sonra, ‘ Fesubhanallah! Seksen defa okumuşum.Bu günkü kadar anlayamamıştım, diyerek kuran hakikatlarındaki ehemmiyetli sırlara işaret etmişdi. (Age-2(27-28)

Fazıl doğran anlatıyor: Üstad bediüzzaman çok heybetli bir zattı.Şu anda bahsederken bile ço heyecanlanıyorum.Sanki burada yanımızda canlanıyor.Röntgen gibi içinizi dışınızı bilirdi.Daima ibadet ve tefekkürle meşguldü.’ (Age.2/50)

Bediüzzaman anlatıyor: Ben kuran’ ın elmas ve mücevherat dükkanının bekçisiyim, dellalıyım.Ben baloncu değilim. Benim dükkanımda, benim pazarımda, kuran’ ın ebedi ve ölümsüz elmasları var. Ben bunlarla meşgulüm.Ben kuran’ ın nurunu ilan ediyorum , balonculuk yapmıyorum, dedi.(Age.2/68)

H. Ömer biçer anlatıyor: Üstad son zamanlarda, kanlı pınar sırtlarına kadar gelir, oradan geri dönerdi. Bunun sebebini , bilahare meydana gelen Eskişehir zelzelesine bağlıyoruz. ‘ Bir akşam Halil delice’ nin evinde toplanmış, çaylarımızı içip risale okuyacaktık.Birden zelzele başladı ve ortalık toz duman oldu. Bir gün sonra üstad hazretleri eskişehir’ e gelmiş ve şöyle demişti:

‘ Erzincan zelzelesinden daha büyük idi.Fakat manevi bir el zelzeleye mani oldu. Elhamdulillah fazla bir zayiat olmadı.’ (Age-2/84)

Siyaset konusunda bediüzzaman söyleder:

Kardeşim , halk partisi dine karşıdır.Demokrat da lakayt.Fakat halk partisi kolu keser , Demokrat partisi ise parmağı.Kolun gitmesini önlemek için, parmağım gitmesine razı olacağız, buyurur. (Age-2/85)

Hasan okur Risale’ i nur’ un şahsi manevisinin ehemmiyetini ifade ile, ‘ Günde en az bir sahife Risalei nur okuyarak alem’ i islamda hasıl olan şirketi maneviye sevabına dahil olmalı, diyordu. (Age.2/90)

M. Feyzi pamukçu anlatıyor: ‘İkişer kişi halinde kelepçe takarlardı.Her duruşmada çeşitli arkadaşlarla kelepçelenirdik.Bir gün beni üstad la beraber bağladılar.Mahkemeye gidiyorduk.tam kabristanın yanından geçerken üstad fatiha diyerek okumaya başladı.kelepçe, zincirli ve asma kilitliydi.Yan gözümle üstada baktım.Fatihayı okuduktan sonra ellerini yüzüne sürdü.Elimiz beraber bağlı olduğu halde benim elim kalkmadı.Bunu üstadın bir kerameti olarak bizzat müşahede ettim. (Age-2/128)

Nadir baysal anlatıyor: Bir gün vali’ nin siyasi komiseri Avni bey kahveye geldi, oturdu. Kahve içerken çaycı emine dönerek gülümser bir tavırla başından geçenleri anlatmaya başladı. ‘ Bu gece başıma bir hal geldi.Ben Hoca’ nın kitaplarını veyahut herhangi bir halini suç üzere yakalama planını yaptığımda düşünüyordum. O anda farkına vardım ki, karnım acayip şişti, nerede ise patlayacaktım . Bunun neticesi hareketimin yanlış olduğunu anladım ve dönüş yaptım. Hemen karnımın şişkinliği indi. ‘Bunları valinin siyasi komiseri Avni bey bizzat anlatırken ,bende bizzat dinledim.Bundan sonra samimiyetini ifade etti. ‘Yine iki polis üstadı çok rahatsız ediyorlardı. Bunların ikisi de meçhul bir hastalığa yakalanarak Ankara’ ya tedavi için gönderildiler. Dönüşlerinde Kastamonu hudutlarında Ilgaz dağı mıntıkasına yaklaşınca tekrar o hastalık kendilerinde belirmeye başlamış.Bu polislerin akibetlerinin ne olduğunu bilemiyorum. (Age2/156)

Abdullah yeğin anlatıyor: (Üstadın kabrine ) ‘ Gelenlerden bazıları şişelere dergahın suyundan dolduruyorlar , kabrin üzerine koyup dua ettikten sonra hastalarına şifa olsun diye içiyorlardı.Yine bir kısmı üstadımızın kabrinin üzerine şeker koyuyor ve onu hastasına götürüyordu.Bazıları da hatıra olarak, kabrin toprağını ceplerine koyup götürüyorlardı.Baktık ki kabirde toprak kalmıyor, beton ile üzerine sıvamak mecburiyeti hasıl oldu. ‘ Üstad , sağlığın mütemadiyen mezarının gizli kalması için cenab’ ı haktan niyazda bulunurdu.Bunu sebebi kendisine sorulduğunda ‘Bu insanlar mezar ziyaretinin usulünü bilmiyorlar, mezarda yatan makbul kulları vesile ederek cenab’ ı hakkın dergahına el açacaklarken , tehlikeli bir şekilde mezarda yatanlardan dilekte bulunuyorlar. Hayatta rahat yüzü göremedim , mezarımda rahatsız edilmemek için rabbimden mezarımın gizli kalmasını niyaz ediyorum, derdi.’ Gerçekten de mezarının birkaç ay urfa da kalması esnasında bu arzunun ne kadar isabetli olduğu açıkça anlaşılmıştı.

(Age-2/166)

Abdullah yeğin anlatıyor:

 Bir gün feyzi efendiye sormuştum=

Bu Risale’ i nur kimdir? O da bana aynı odada kitap mütalaası ile meşgul olan üstadımızı göstererek ‘ Efendi efendi’ demişti. Ben de taaccüple bakmıştım.O zaman demiştim: ‘ Peki Efendim, kitap yazabilir mi? Arapça bilir mi? İla ahir… üstadımızın, insanın en yakın dostu, en fedekar kardeşi , en samimi arkadaşı gibi hareketleri ister istemez insanı kendisine bağlıyormuş. Fakat o kendisine değil, Kuran hakikatlarına , Risale’ i Nur’ a bağlanmamızı temine çalışıyordu.’ (Age.2/170)

Abdullah yeğin anlatıyor: ‘ İslam olanlardan kimsenin aleyhinde konuşmamızı istemezdi.Hatta iyi biliyorum.Müslümanların reisidir diye , mısır devlet bakanı Abdunnasır’ ın aleyhinde konuşturmazdı. İngilizlere karşı sertçe ve cesurca karşı geldi diye onu da takdir ederdi. (Age.2/171)

İbrahim fakazlı anlatıyor:

‘ Hz. Üstadın yemek kabı pencerenin dışında imiş, içine zehir atmışlar.Ğstad yemekten yemiş, zehirli olduğunu anlamıştı.Komşu odalarda yatanların tahkikatını yaptırıyordu.Otelci işin içinden çıkamamıştı.Fakat Hz. Üstad iki yan odalarda yatan yolcuların ifadelerini alarak içlerinden ermeni taşnak militanını bizzat tesbit etmişti.Bu adamın su’ i kasdı yapmak üzere edirne’ den geldiğini , gece yarısı otele gelip yandaki odanın penceresinden üstadın tabağına zehir attığını Hz. Üstada itiraf edip af dilediğini gözümüzle gördük.’

(Age-2/182)

İbrahim fakazlı anlatıyor: ‘Bizim koğuşta zavallı bir ihtiyar vardı.Çok fakirdi.Bir gece baktım, başına bir çul sarmış.Sebebini sordum. ‘Başım çok üşüyor, dedi.’Savcılığa gelirken aldığım kasketi bu ihtiyar adama vermeyi düşündüm.Gece olunca kasketin önündeki siperi çıkardım , götürüp verdim.Adam sevindi, dua etti.Siperi de götürüp helanın deliğine tıktım. O gece bir rüya gördüm.Rüyamda, elimde kalın bir kitap var, kapağın üserinde de sülüs bir hatla ‘Küfr’ ü mutlak’ yazılmış.Önünde de bir soba var. O kitabı götürüp sobaya attım.Sonra uyandım , ‘ Allah hayırlara tebdil etsin’ dedim.Bu rüyayı da unutamam.Hala düşünüyorum.O ihtiyar adam, kasket soba ve küfrü mutlak arasında nasıl bir irtibat var? (Age- 2/190)

Ahmet Özkan (Kureyşi) anlatıyor:

(Üstad) dedi ki ‘ Bu gece ben uyumadım ve şöyle bir alemi gezdim, baktım ki, Ahmet kureyş’ i de ayakta.’ Hakikaten o gece bende uyuyamamıştım. (Age-2/206)

Satı yılmaz anlatıyor: ‘Benim tanıdığım üstad Bediüzzaman katiyen karşılıksız bir hediye kabul etmiyordu.Bazı zamanlar kastamonu’ nun Hacı İbrahim dağından kuru odun toplar, bunları fırıncıya getirir ve fırından buna mukabil ekmek alırdı.Fırıncılar her seferinde ‘ Hocam siz neden zahmet ediyorsunuz , bir ve fırınımız sizin emrinizdeyiz .Siz kabul edin, değil odun mukabilinde ekmek, sizin gibi bir alime canımızı dahi feda ederiz,’ derlerdi.bedüüzaman ise , hayır kardeşim hayır Allah sizlerden razı olsun, ben ancak bu odunların mukabilinde ekmek alırım’ diyordu.(Age-2/237)

Gönenli Mehmet efendi(Öğütçü) anlatıyor:

Bir Müslüman bir beldede bulunduğu sırada bayram olsa, oranın din büyüğünü ziyaret etmek ona vacibdir.Madem ki bu kardeşimiz Hazret’ i kurana hizmet için ortaya çıkmış.Bende onu bu beldenin şeyhulislamı kabul ederek ziyarete geldim,’ dedi. İşte böyle geçti aramızdaki konuşmalar.Elhamdulillah Allah şefaatine nail eylesin.Ona çok şey borçluyum cesaret ve kuvveti kendisinden aldım.’ Biz kuran’ ın manasına  çalışıyoruz.Gönenli Mehmet efendi ise lafzına çalışıyor.Onun talebelerini kendi talebelerim gibi Nur talebesi kabul ediyorum’ diyordu.hatta üstad bunu söylediği vakit bir talebesi içinden, ‘ Üstadım onlar Risale’ i Nur okumuyor’ deyince, cidden talebem olarak kabul ediyorum’ diyor.Gönenli hoca anlatmaya devam ediyordu.’ Bizim eskiden edebiyat arabiye hocamız ihsan bey vardı.O zata ‘ nasıl bir zattır? Diye üstada sormuştum.’ Vallahi kardeşim, benim anlayabildiğim kadarıyla bu zat ibnü’ l vakittir, dedi.Allah şefaatine nail eylesin.hayatımın kıymetli yadigarı olarak saklıyorum onunla görüşebildiğim zamanları….’ (Age-2/263)

 Hilmi arıcı anlatıyor:

‘Duadan sonra bana dönerek dedi ki:

‘Belki hatırınıza benim sakalsız olduğum gelir.Bunu size izah edeyim de tereddüdünüz gitsin.Bu sünneti işlemediğimin sebebi:

Benim bir milyondan fazla talebelerim vardır.ben sakal bıraksam, bunlar da genç ihtiyar hep sakal bırakacaklar.gençlerdeki sakal ise akranları arasında istihza mevzuu olacaktır.bu sebeple ben bu sünneti tehir ettim.’ (Age-2/265)

Hilmi arıcı anlatıyor: ‘ Kadın han-dan bazıları yine ziyaret için denizliye gitmişlerdi.Bunlardan haydar özarslan ismindeki adam saralı idi.Otuz senedir hastaydı her gün sokakta düşer, bayılır ve çırpınırdı.Hep saralı gezerdi.Halini bezüüzaman’ a anlatarak dua ve muska istemiş.bedüüzaman:

‘ Biz muska vesaire yapmayız.yanlız ben sana dua ederim.Sen de bu duaya amin de! Belki Allah şifa verir.’ Sonra bedüüzzaman elini kaldırarak duaya başlamış:

‘ Yarabbi!...Bu kulun zayıf dayanamıyor.Bunun hastalığını bana ver.Bu adama şifa ver yarabbi!...

‘Bizim memleketli  olan bu adam ondan sonra sara hastalığı görmedi.İyileşip şifa buldu.’(Age-2/266)

Süleyman hünkar anlatıyor: ‘ Efendim ben dalaletle (tereddüt) kaldım’ dedim.Halk partilimi olam yoksa demokrat partili mi olam ? dedim.

(Bedüüzaman) elini kenara silkeleyerek) ‘halk partisini şöyle bırak , onlar geberdi’ dedi. ‘Demokratlar eğer sözümü tutarlarsa bir şey olmıyacak. ‘Bir ayet okudu. ‘Bunu tatbik ederlerse aydınlığa gidecekler’ dedi. ‘Sözümü tutmazlarsa, inadın üstüne ölüp giderler’ dedi. ‘Hiç korkma kardeşim siz dindar kişisiniz , size kimse bir şey yapamaz, siz benim tasarrufum altındasınız. ‘Bu kazasız ver, yarabbi demekti’ dedi.(Age-2/290)

Siz bin afesiniz’ dedi. ‘yani senin gibi bin tane, sözüne sadık kalan anlamında. Yoksa kılıçlı, silahlı efe gibi değil. Üçgün misafir kalmanı isterdim. Fakat rahatsızım’ dedi.(Age -2/273)

Rasim günden anlatıyor: ‘Bir gün üstadı hapishaneye götürüyordum. Adliyeye uğramamız gerekiyordu.Adliyeye geldik Adliye üst kattaydı.Yukarıdan bir havacı asker merdivenden iniyordu.Bizde çıkıyorduk, merdivende karşı karşıya geldik. ‘O aşağıya inip gideceği sırada hoca efendi devam etti.’Dur dedi, asker durdu. Hoca efendi devam etti. ‘Oğlum bu şekilde gezilemez. Yıkanman icap eder, gusül abdesti al’ dedi. Asker kızardı bozardı. Etrafına , sağına soluna baktı.Sonra bir şey söylemeden indi gitti.’

Yine bir gün mahkemede hakim hoca efendiye; Gençlik rehberi kitabı nedir? Diye sordu. ‘O da hakime şöyle cevap verdi.’

‘Eskişehir hapishanesinde sabahleyin pencereden dışarıya baktığım zaman mektebe giden açık saçık iki kızla, onların arkasına katılmış dört beş ihtiraslı delikanlıyı görürdüm. Bunlardan doğacak çocukların devlete cemiyete ve islamiyete zararlı olacakları için, ‘Bu kazasız ver, ya rabbi demektir, dedi.’

(Age-2/290)

Hasan akyol anlatıyor:

‘ Bir gün talebelerinden ceylan çalışkan yanına geldi.Bir şey konuştular.Ertesi gün üstad yatıyordu.Bir de baktım ki, koynuna fare girmiş Bedüüzaman sakince uyandı.Ben de aval aval bakıyordum.Hiç fareye ‘ kişt’ diye kovmak aklıma gelmiyor üstad da bir şey demiyor.Fare bu sefer koynundan elbisesi bol olduğu için koluna doğru yürümeye başladı, dirseğine kadar geldi.Üstad hayvana ne dedi biliyormusunuz?

‘ Hey çık mübarek hayvan, hey çık? dedi.

‘Farede sanki bir emir bekliyormuş gibi, kolunun geniş yerinde çıkı verdi. Orada dikildi, kaldı. Üstadın elinden aşağıya inmiyor.Bense şaşkın şaşkın kakıyorum.Üstad bana:

‘ Ya kardeş ‘ dedi. ‘ Şu yere bir ekmek koyu ver, mübarek hayvan ekmek istiyor,’ dedi.Bende bunun üzerine yere bir ekmek koyu verdim.Fare yere indi, ekmeği yedi sonra çekip gitti.(Age-2/289)

Bedüüzamanın sakalı yoktu.Saçları uzundu, keskin bakışlıydı.Şafi mezhebine bağlıydı. ‘Bir gün namazdan sonra dua ediyordu.Elleri havaya doğru açıktı.Birden ellerini yere doğru eğdi, aşağıya çevirdi.Ona hocam dedim. ‘Avuçları yukarıya çevirmek hadi Allahtan istemek.Peki ellerini yüzgeri edip, yere dikmek ne oluyor? Bilmiyorum. ‘bu, kazasız ver, ya rabbi demektir, dedi.’ (Age-2/290)

Ve ben bedüüzama’ nın ayakkabılarını silerdim.Akşamları elime alıp tozunu temizlerdim.Ama sabah olunca ayakkabıları yine tozlu bulurdum.bu her zaman böyle olurdu.Akşama silerdim , velakin yine sabaha tozlu bulurdum.Herhalde üstad geceleri gezip geliyordu. Ve ‘Üstad hazretleri yemeği çok az yerdi.Yanında dört lira parası vardı.Ondan başka parası yoktu.Günde 10 kuruş yıldız çorbasına , 10 kuruş ekmeye, 10 kuruş öte beriye ,toplam 30 kuruş harcardı.Ama o dört lira hiç eksilmezdi.Günde ne kadar para harcarsa harcasın o dört lira hiç eksilmezdi, parası aynı kalırdı, bu durum her gün aynı olurdu.(Age-2/290)

Hasan ergen anlatıyor: ‘ O ilk karşılaştığım simayı hiç unutmam.Rahmetli, bembeyaz pamuk gibi, nurani bir insandı.Hemen sarılıp elini öptüm orada çok hayretimi vucip olan,bana ismimle hitap etmesi oldu. ‘Hasan oğlum, bu yaptığın hizmet Allah indinde çok makbüldür, Allah senden razı olsun, çok büyük bir iyilik yaptın , diyerek teşekkür etti.Yanında biraz oturduk.Bana yine; ‘Hasan oğlum, senin üzülecek hiçbir yanın yoktur.Allahın çok iyi bir kulusun.Yalnız senin iki kusurun var, deyince. ‘ Hocam çok affedersiniz, benim kusurlarımı söylermisiniz? dedim. Senin iki kusurun ; oruç tutmuyorsun , bir de namaz kılmıyorsun diyerek beni ikaz etti.Ayrıca : ‘Aslında bunların her ikisini de senin kalbinde mevcut, fakat sen tesir altında kalıyorsun, dedi. ‘Ben, ‘ Biz Yunanistan’ dan geldik , memleketimizde evimiz çarşı içinde mescidin yanında idi, yine yakınımızda cami de vardı.Ben ozaman namaz kılarıdm.Şimdi kılamıyorum, dedim.(Age-2/296)

Bedüüzaman anlatıyor: ‘Benim kanaatim gelmiş ki: beni merhametsizce tazip edenlerin bir kısmı ,yahudi komitesiyle ve mürtet ve kominist ve zındık ve anarşist komitesiyle bilerek veya bilmiyerek bir alakaları var ve türk milletinden değildirler.Çün ki türk ‘de  ve İslamiyet ‘ de , belki insaniyet de fıtri bir tarzda ihtiyarlara hem gariplere , hem hastalara , hem zayıflara , hem münzevilere , hem ciddi alimlere karşı şefkat, hürmet acımakdostane bakmak hasreti var olduğu halde; şimdi benim gibi bütün acınacak haller , bir den üstünde var iken tam bir kin, bir adavet, bir gayz ile, ihanetlerle beni sıkıntıların içinde görüyorum.Fakat merak etmeyiniz.Onların hiç ehemmiyeti yok.Ben aldırmıyorum.Beş para kıymet vermiyorum.(Age-2/302)

Ve ‘ Evvelen; Ben fıtratında ziyade şefkat itibariyle , eskiden beri sair alimlere nisbeten mümkün olduğu kadar tekfirden çekindiğimi beni tanıyan bilir. ‘Saniyen: Mezheb’ i Hanefi de çok maddelere küfür denildiği halde, mezheb’ i şafiide, o günahlara küfür denmez. Günah’ ı kebire denilir. Eğer sarih küfrü görse, vakit hüküm eder.Ben şafi’ i iken , yine tevili mümkün olsa hüküm etmekten çekinirim.Çün ki , tekfir bana çok ağır geliyor. ‘Salisen: Benim sarfettiğim zındık ve dinsiz kelimelerini gizli ve şahsen tanımadığım ve kırk seneden beri, bu millete , iman ve İslamiyet aleyhinde çalışmalarını bildiğim kökü avrupa’ da bir komite efradına diyorum.Bana zulüm edenlerin çoğunu , masumların hatırı için hakkımı onlara helal ediyorum.Yalnız bazen hiddet ettiğim vakit , ehl’ i dalalet derim.yani harekatında dalalet ve sulme ve fıska düşer.Yoksa küfre düşer demek değildir. ‘Rabian : Gayr’ ı muayyen ve şahısları ve isimleri zikredilmeyen insanlara dair, fena sıfatlar için; Böyle yapan münafıktır , veya dinsizliğe yardım eder veya kafir olur’ denilse hatta gıybet dahi sayılmaz.Ve kuran’ ı Hakim’ de böyle mübhem sahıslar hakkındaki şiddetli tabiatı gibi bir tabir olduğu halde, savcı tabir atı kendine muayyen şahıslara olsa , kendi kendini tekfir eder.Bana ilişmesi bütün bütün kanunsuzdur.(Age-2/303-304)

Ahmet hancı oğlu anlatıyor: ‘Efendim dedim. ‘Bu meydan dinsizlerin elinde ne zamana kadar kalacak?’

‘ Hazret gülerek, ‘Oğlum dedi. Bu sualin cevabı verilmez.(Age-2/310)

Hilmi pancar oğlu anlatıyor:

‘Bedüüzaman hapiste iken Cuma namazına gitmek için izin istemiş, ancak vermemişler.Bir ara gardiyanlar,koğuşuna baktıklarında kendisini görememişler.Telaş içinde camileri araştırmaya başlamışlar.Muhtelif camilere giden polisler, kendisini aynı anda imarat, otpazarı ve mısırlı camilerinde namaz kılarken görmüşler. ‘Ancak namazdan çıkışta da kendisini bir türlü bulamamışlar.’

‘Hapishaneye döndüklerinde bir de ne görsünler, üstad koğuşunda duruyor.Bu hadise çoğu afyonlu tarafından bilinmektedir. Ve ‘Ayakkabıcı Tahir adındaki bir şahıs bana bizzat bediüzzamanla ilgili hatırasını şöyle anlatmıştı; ‘Ben işlemiş olduğum suçumdan dolayı idam kararını bekliyorum.Bediüzzaman hazretleri de hapishanede idi.bana sen idam olmıyacaksın , benimle birlikte taliye olacaksın ‘ dedi.Bu mümkün olamazdı.

     Hem benim duruşma günümle onun ki arasında birkaç ay fark vardı.Ama netice onun dediği gibi oldu, tahliye olduk.O bambaşka bir zat idi.Hapishanede çoğu kerametlerine şahit olmuşuzdur.(Age-2/320-321)

Osman toprak anlatıyor: ‘Üstad , merhum tahiri mutlu için şöyle diyordu:’ ‘Tahiri ‘nin öyle bir derecesi var ki, manevi sahadaki derecelerinden birisini görse dünyayı terk eder.Bunu kendisine söyleme.Tahiri dolu testidir, artık su olmaz.Eğer bu durumu kendisi bilseydi dünya da harcardı.Bu manevi varlığı ahiret’ de ümmet’ i muhammed’ e faydası olacak’ diye anlatmıştı. Ve ‘ Bir gün üstad’ a börek yapıp götürmüştüm. ‘Kimse görmesin, yoksa göz hakkı kalır dedi.Abdullah .alışkanla bana on kuruş göndererek , ‘bunu almazsa boğazımdan geçmez’ dedi.(Age-2/332)

Hasan zaimoğlu anlatıyor:

‘Babamın akrabası Rüstem oğlu Hüseyin isminde bir adam vardı.Bu adam gece gündüz içen birisiydi.Bu adam üstad bediüzzaman’ ın adını duyunca hemen kalkıp ziyaretine gidiyor.Üstadın kapısına varıp, kapıyı çalıyor.Talebeleri kapıya çıkınca içeriden üstad hazretleri; Bırakın misafiri, gelsin diyor, hüseyin’ i içeri aldırıyor. ‘Hüseyin içeriye girince , üstad ‘gel bakalım Hüseyin, senin için tamam, artık sana öyle şeyler yasak’ diyor. ‘Hüseyin şaşıyor.Ondan sonra daima üstadın yanına uğrayıp, ziyaret ederek, dualarını alıyor. ‘Bir gün üstad ona  ‘Hüseyin bana beş kuruşluk domates al’ diyor.

‘Hüseyin domatesi alıp getiriyor. ‘Buyurun hocam diyor. ‘Üstad hazretleri kendisine beş kuruş daha uzatarak, ‘hüseyin ya bu beş kuruşu daha alırsın yahut domatesin yarısını alırsın.Ben sana beş kuruş verdim.Sen gittin on kuruşluk domates aldın’ diyor.

‘yok hocam’ demeye çalışıyor.Üstad hazretleri hüseyin’ e her zaman doğru söylemesini gerektiğini anlatıyor.Artık tevbe ettiğini bildiriyor, onun için bir daha günahlı işlere girmemesini söylüyor.

Ve ‘Amcam afyon ceza evinde yatmıştı.Onun ifadesine göre, hapiste ne kadar vahşi, cani, belalı kişiler varsa, hepsi de üstad hazretlerinin ders ve irşadiyle ıslah olmuşlar.O nur dersleriyle hapishaneleri ıslahanelere çevirmişti.

(Age-2/334-335)

İbrahim Arman anlatıyor:Bediüüzzaman ‘mahkeme zamanı geldiğinden bir gün önce beni yanına çağırarak, ‘Bu gün avluda dolaşırken duvar diplerinde gezinme dedi.

‘Ben merak etmiştim.Fakat kendine nedenini sormadım.Said nursi ve talebeleri mahkeme saati geldiğinde mahkemeye gittiler.Onlar hapishaneden ayrıldıktan sonra bir zelzele oldu.Avluda gezinen birkaç kişinin saçaklardan düşen kiremitlerle yaralandığını gördüm.’

Ve ‘Bir gün yine mahkemeye giderken jandarma onbaşı ellerine kelepçe vurduruyor. Bir kaç adım gittikten sonra kelepçeler çözülerek yere düşüyor. Başçavuş, kelepçeleri neden sağlam bağlamadın? Diye onbaşıyı dövüyor. Bu sefer başçavuş, Said nursi’ nin eline kelepçeleri kendisi takıyor.Fakat aynı hadise cereyan ediyor.Ondan sonra da kelepçe vurmaktan vazgeçiyorlar.Diğer talebeleri kelepçeli , kelepçesiz bir vaziyette mahkemeye gidiyorlar. ‘Yine bir ceza evinde bıçak araması yapılacaktı.Ben Bedüüzaman’ a haber vermeye gittim.Baktım ki, kitap okuyor.Yanında dda bir sürü kitap var. ‘Eyvah dedim.’ Savcı gelirse İbrahim sana itimat ettik de anahtarını verdik bunun yanında bu kitaplar ne? Derse diye düşünmeye başladım.

‘Arama sırası Bedüüzaman’ ın odasına gelince çekine çekine odasını açtım.gerçi savcıdan korkmuyordum, ama mahcup olmaktan çekiniyordum.Açtıktan sonra bir de, ne göreyim, yanında hiçbir kitap yok.(Age-2/336-7-8)

Hasan feyzi yüregil üstadının Emir dağında da zehirlenmesi üzerine mersiyesinde:

‘Ah, o Emirdağ! Biz onun nasıl bir dağ olduğunu hala anlayamadık. Ondaki esrarı hala çözemedik.O dağ hakikaten emir dağı mı: yoksa esir dağımı?

Oda bize bir dağ oldu. O dağın urduğu dağ yine bizi dağladı. Onun dağı bizi yaktı kavurdu. O dağ bizim dağımız üzerine binlerle dağ olup hepimizi dağladı, hüzün ve elem verdi. Ah, o dağ yüz binlerce kardeşin yetim kalmasını kastetti. Hepimizi diri diri ateşlerle yaktı. Hasılı, o dağ seni harap, bizi kebap etti, üstadım . Ona emir dağı değil, emer dağı ve ecel dağı demeli. Seni aramızdan alıp kendine ve içine çeken o dağa emir dağı değil, emen dağı demeli,ey ‘Evemen kane meytenfe ahyeynahu nefsi’ himayesiyle dirilen üstadımız ‘Sadi de öldü’ desek inanırlar mı? Hem Said ölür mü? Ölen şaki ve haycan değimlidir? Buyurduğun gibi , bu ancak bir yer değiştirme ve muvakkat bir ayrılmaktır.Fakat bizim için çok acı,çok.’(Age-2/342)

M. Zeki çalışkan anlatıyor:

‘İlk zamanlar da şuhut’ da memurluk yapan komşumuz şükrü amca, Osman amcamın aklını çelmişti. ‘Siz bu adamın peşinden gidiyorsunuz. Methediyorsunuz, ama hiçbir kerametini göremiyoruz’ diyerek amcamın hizmetteki ihlasını kırmak istemişti.Amcam düşünürken aniden Zübeyir ağabey gelmiş, ‘sizi üstad çağırıyor’ demişti.Üstad amcama , ‘Kardeşim Osman, biz keşfin kerametin, makamatın peşinde değiliz.Kapı dururken pencereden girmek akla aykırıdır’ diye bir ders vermişti ki, hayret’(Age-2/376)

Ceylan çalışkandan: ‘Üstad iman ve kur’ an hizmetinin ehemmiyetini, bu zamanda ki fedakarlığı anlatarak, ‘Size yirmi huride verilse, yine bu hizmeti terk etmemeniz lazım.’deyince , ceylan çalışkan yine latifesini yapmış. ‘Üstadım bir tanesi yeter bana.(Age-2/384)

Ve ‘Kafası pek çalışmayan, safi kalp, hemen aldatılabilen kimselere zeki ve nükteli buluşuyla ‘Kardeşimiz fazla mübarek’ diye takılan ceylan çalışkan , çok konuşan, çenesi kuvvetli kimseleri de ‘kardeşimiz az konuşmanın faziletine dair beş saat konuşabilir’ diye şakayla hicvedermiş.Ve ‘barla’ nın çam dağlarında yabani ve iri bir sinek ceylan’ ın eline konmuş emerken, çalışkan elindeki maskla sineğin ayağını kesmek istemiş, üstad ise, ‘Keçeli ne yapıyorsun? Deyince ceylan çalışkan ‘kasas yapıyorum üstadım demiş.Üstad ise ‘o seni hacamat yapıyor’ diye mukabele etmiş’.(Age-2/410)

Ve ‘sabahleyin bir seher vakti, barla dağlarında giderken, üstad önden giden Zübeyir gündüz alp ile ceylan çalışkan’ ı göstererek, ‘bu ikisi şahitti’ demişti. Mustafa sungur ‘Üstadım , dua et de bende şehit olayım, ‘ diyince üstad ‘Talebe’ i ulumun ölümü şehadettir, ‘diye buyurmuştu.’(Age-22/411)

İhsan çalışkan anlatıyor: ‘Babam bir gece risale’ i nurları elle çoğaltırken aklına şöyle bir husus geliyor. ‘Üstadın ehl’ i beytten olması gerekir. Halbuki üstad şarktan geldi.Bu nasıl olur acaba?

‘Sabahleyin dükkana giderken üstadın kapısında üç-beş kişiyi görüyor. Gidiyor, hemen ilgileniyor.Üstad, babamı görünce, mangalı veriyor, ‘karşı fırından ateş al, buraya getir’ diyor.Babam ateşi götürdükten sonra diyor ki; ‘Kardeşim Osman, bende seni çağırtacaktım.çünkü ben hazret’ i Ali’ nin (R.A)neslinden geliyorum.Böylece babamın aklına gelen suali üstad cevaplamış oluyor.’

(Age-2/415)

Ve 1345 ramazan’ ı akşamdan sonra üstadın zehirlendiğini haber aldık. Mustafa acet ,ceylan çalışkan, Halil çalışkan, Hamza emekle beraber üstadın yanına gittik.Üstad çok rahatsızdı.Yatsı namazını da kılamamıştı.Sonra abdest almasına yardım ettik.ceylan ağa bey koluna girdi.Ve üstad oturarak yatsıyı kıldı.Gece saat yarıma doğru üstad, ‘Elhamdulillah çok şükür bu ızdıraptan kurtuldum.Kardeşlere selam söyleyin, bana dua etsinler’  buyurdu. Bu zehirlenmenin akabinde sonradan öğrendiğimize göre , üstadın bedeline Hasan feyzi ağabey ahirette  irtihal etmişti. ‘Sabahleyin babam, geçmiş olsun ziyaretine gitdi.Babam daha önce üstadın zehirleneceği haberini bir vesile ile öğrenmişti.Ama ne zaman olacağını bilemiyordu.Üstada soruyor; ‘Üstadım , ihtar edilmedi mi, zehiri yemeseydiniz olmazmıydı. ‘Üstad , kardeşim Osman yemem lazımdı.Çünkü ben hasan ve Hüseyin radiyallahu anhuma’ nın neslinden geliyorum.Beni onlar gibi şehit etmek istiyorlar, fakat muvaffak olamıyorlar’ diyor.’ (Age-2/416)

Ve 1946 sonlarıydı, üstadı tekrar  zehirlediler. İlk gördüğüm zehirlenmeden daha şiddetliydi. Üstad çok ızdıraplı bir durumdaydı.Büyüklerimiz yoplandı.Bir doktor getirilmesine karar verdiler.Eskişehir’ den bir doktor getirdik.Muayene etti, ‘tifo falan’ dedi ve tekrar dönüp gitti. ‘Bundan sonra üstad, ‘elhamdulillah çok şükür bu ızdırabı atlattım dedi.Daha sonra öğrendiğimize göre, tahiri ağabeyin kızı üstadın yerine vefat etmiş.(Age-2/417)

Ve ‘bir gece babamın hatırına geliyor:

‘Üstad’ a emr’ i hak vaki olursa ne yaparız? Birkaç gün sonra üstadı ziyaretinde üstad kendisine şöyle diyor: ‘Kardeşim Osman, emri hak vaki olduğunda karacalar köyüne veya tez köyüne defnedersiniz.Fakat barla ve ispartayı çok severim.Barla ve isparta’ dan gelen olursa hiç itirazsız cenazemi teslim edersiniz. Üstadımız bir ziyaretimizde şöyle buyurmuştu: ‘Biz burada tarassud altındayız.Bütün gözleri Emirdağ’ ın üserinde , fakat hizmetler türkiye’ nin her tarafında devam ediyor. Gazeteler , üstad nur talebeleri’ nin aleyhinde haberleri, tutuklamaları, hapishaneye sevk edilmeleri yazıyordu.Bu durumu üstad şöyle değerlendiriyordu. ‘Bunlar bilmeden Risale’ i nuru reklam ediyorlar, gazete lisaniyle duymayanlara da duyuruyorlar.

Hazret’ i üstad, ziyarete gelenlere şöyle derdi: ‘Zahmet etmeyin, beni görmeye değil, nurları okuyun, tekrar tekrar okuyun. Çünkü ben de dersimi kurandan ve Risale’ i nurdan alıyorum.’

‘Üstad babamla amcalarıma bir gün, ‘Sizler kime hizmet ettiğinizi bilmiyorsunuz. Bilseniz…’

‘Ankara’dan bir misafir gelmişti. Üstadımız ona’ Hükümet ve maarif Risale’ i nuru mektebler de okutmaya mecburdurlar’ demişti.

‘Kuan ve Risale’ i nurla ilgili bir mesele olunca üstad 25 yaşında bir delikanlı zindeliğinde olurdu. Bir üstad’ ın hizmetinde bulunuyorduk.Bir misafir gelmişti.Üstad dua eder şekilde elini açarak şöyle buyurdu; ‘Biz dairemizin içine aldığımızı kolay kolay bırakmayız. ‘Sonra ellerini ileri doğru iterek, ‘Bıraktığımız zaman da Allah muhafaza buyursun- rüz’ u mahşerde yüzüne bakmayız, dediler.

‘1956 Eskişehir zelzelesinden önce hazreti üstad , her gün kuşluk vakti Emirdağ dan eskişehir’ in kanlı pınar semtine giderek 1.15 saat kadar kalıyor tekrar Emirdağ’ a dönüyordu.Son gidişi olan 28. günü amcam Mehmet çalışkan da beraber bulunuyor.Üstad amcamı eskişehir’ e gönderiyor. ‘Kardeşlerime selam söyle, dua etsinler, bir afet olacak, fakat inşallah zarar görmeyecekler. ‘Gariptir ki, zelzele, üstadın eskişehir’ e gelip gittiği gün kadar devam etti. Mühim bir zarar olmadan felaketi atlattılar.’ (Age-2/418-419)

Hamza emek anlatıyor: ‘Üstad Ankara tarafından Emirdağ’ da yeniden ikamete mecbur tutulmuştu. Bu defa müracaatla ispartaya gitti. Tekrar hasta olarak Emirdağ’ ına gelirken çay kazasından çevrilip, Afyon’a gönderildi. Afyon da iki gün kaldı.Bizler merakla beklerken Emirdağ’ ına geldik.Dışarılarda çok kalabalık vardı.Üstad çok hastaydı.Bunu sezdirmemek için ben ve Zübeyir, üstadın koluna girip bahçeye aldık.Sonrada ben üstadı kucaklayıp yatağına yatırdım.Şiddetli hastaydı. Bizde baş ucunda bekliyorduk. Daha sonra aniden iki defa uyandı. Tebessüm ediyordu. Gülerek buyurdu ki; ‘Kardaşlarım korkmayınız, Risale’ i nur bu memlekete hakimdir.Masonların, zındıkların ve koministlerin belini kırmıştır.Biraz zahmet çekeceksiniz, fakat sonu çok iyi olacak,’ diye sevinçlerle anlattı.Bilahare yeniden uyandı.Hiç bir şey olmamış gibi namaz kıldı.kardaşları çağırtı ve hepsiyle ayrı ayrı vedalaştı.İspartaya gitmek üzere Emirdağ’ ından ayrılı.’ (Age-2/425)

‘Bir gün Nureddin ile İsmail isimli iki çocukla Emirdağ yakınlarındaki bir dağa giderler.Dağın başında bir sepet yuvarlanır.Sepetin içinde ki ekmek de dereye yuvarlanır, gider.İki çocuk peşinden koşarlar.Fakat bir türlü ekmeye ulaşamazlar.Az sonra gelin diye üstad kendilerini çağırır.Tepeye çıkan çocuklar bakarla ki , az önce yuvarlanan ekmek , Hazret’ i Üstadın yanında duruyormuş.Hazret’ i üstad onlara, ‘bu dağın sahibi ekmeği bana getirdi.Bu dağ kerametli bir dağdır’ demiş.’

Amcam Hasan Efendi, üstadımız Emirdağ’ a on iki sene evvel bir rüya görmüştü. Rüyasında Hz Ali kendisine bir sandık veriyor. ‘Bu sandığın içinde Hazret’ i hemdi var, bu sana emanettir’ diyor.On iki sene sonra, hazreti üstad emir dağına geldiği zaman , ona diyor: ‘Sende bir emanet var, işte o emanet benim.’ (Age-2/427)

Dr. Tahir Barçın anlatıyor:

‘Benim daha önceleri Mısır’da biraz tahsilim vardı.Bir buçuk sene kadar orda tahsil yapmıştım. Rüyamda mısırdayım…

‘Kendimi Seyide zeyneb camiinde gördüm. Camide namaz kılıyordum. Namazdan sonra bir zat kalktı mihrapta, ayakta konuşmaya başladı.bende şemal’ i şerif vardı.Ben onu okudum tatbik ettim, o konuşan zat Hazret’i Peygamber alayhisselatu vesselamdı.Camiin son cemaat yerinde de başka bir zat konuşuyordu.oda Bediüzzaman Hazretleriydi.Kendi kendime, herhalde bu zat Peygamberimiz’ in vekilidir diye, düşünmeye başlamıştım ki, uyandım…

‘Bu rüyadan sonra Nur Risaleleriyle daha yakından alakadar olmaya başladım. Eserleri okuyordum. Bitlis ve kazalarını dolaştım.’(Age-2/432)

Ve ‘Bolvadin’ de Nakşi şeyhi Yörük zade Ahmed efendi vardı, mübarek bir zattı.Ben onun doktoruydum.Bu zat talebelerine, diğer ziyaretçilerine ve hocalara;

‘Bir icazetleri bıraktık, bizden icazet vermek selahiyeti kalktı. Bedüüzaman buraya geldikten sonra, bizden o vazifeyi aldı! Biz onun emrindeyiz…diyordu.Bu zat Gümüşhaneli ziyaeddin efendi merhumun halifelerindendi.Hem hoca, hem dersiamdı, Fatih dersiamlarındandı.Vefat ettiği zaman üstad talebelerini cenazeye gönderdi, sonra da kendisi ziyarete gidip, taziye etti.’(Age-2/437)

M. Zübeyir gündüz alp anlatıyor:

‘Feragat ve fedakarlığın doruk noktasını ifade eden, şu mısraları müteaddit defalar, iri harflerle bana yazdırarak, odasına bir levha halinde asmışdı.

‘Muarradır, fezayı feyzimiz şeyn’ i temennadan bize dad’ ı ezeldir, zirden beladan istiğna çekildik,neşve’ i ümitten , tül’ ü emellerden öyle mecnunuz ki; ettik vuslat’ ı leyla’ dan istiğna.’

                                   (Son şehitler N. Şahiner-3/16)

                                   ‘Peygamberimizi sorar’:

‘Allah’ u teala’ nın şerefleri ne ile kıymetlendirdiğini ve dereceleri ne ile yükselttiğini size bildireyim mi?

‘Ashab’ ı Kiram, Hazret’i peygamber (A.s.m) efendimize, ‘Buyur, bildir, ya Resulullah diye cevap verirler.

‘Hazret’ i fahr’ ı kainat efendimiz ferman buyururlar ki;

‘Sana karşı cahilane hareket edildiği zaman, halim ve yumuşak olursun, sana zulmedenleri bağışlarsın, sana vermeyenlere sen verirsin ve senden alakasını kesenlere sen alakalanırsın.’ (Age-3/27)

Ve ‘Anne baba, kız çocukları  hakkından daha ziyade refet perver, şefkatli olmalıdır. Zira onların fıtratları, yaratılışları, zaif,naif ve hassasedir.Kız çocukları daha ziyade merhamete, siyanet ve korunmaya muhtaçtır.’

‘Hz. peygamber (a.s.m) efendimiz bir hadise şeriflerinde buyuruyordu ki:

‘üç kız çocuğuna sahip olup da onlara, kendisine muhtaç olmayacakları zamana kadar infak ve ihsanda bulunan, nafakalarını temin eden kimseye, Cenab’ ı hak cennetini vacip kılmıştır. Meğerki o kimse affedilmeyecek büyük bir günah işlemiş olsun veya böyle bir amelde bulundun.’

‘Baba ve annenin kız evlatları için en büyük iyilik ve en birinci vazifesi, en yüksek lütufları şudur ki, onalara iman ve İslamiyet ilmini öğretmektir. İslamiyet’e layık bir edep, terbiye ve ahlakla büyütmektir. Kız yavrularını insan ve cin şeytanların şerlerinden kendilerini koruyacak bir ilimle, bilgiyle yetiştirmektir. Böylece manevi güzellilere ruhu parlayan bir ev kadını, bir hane hanımı olabilecek bir halde dünya ve ahiret’ e hazırlanacaktır.’

‘Bir İslam kadını için yemek pişirmek, elbise dikmek, evinin nezafetine, temizliğine bakmak, erkeğinin hizmetini görmek büyük bir şereftir, iffet ve ismettir. Namazını geçirmeyen, farzlarını eda eden , Allahın emirlerini yerine getiren hanımların bütün dünyevi işlerini dahi bir nevi ibadet olarak, Allahu teala hazretleri kabul buyurur.Bu suretle geçici fani ömürleri ahiret hesabına baki, daimi bir hayata tebdil edebilir, ebedi, sonsuz bir ömre çevirebilir.’(Age-3/28-29)

Bayram yüksel anlatıyor:

‘Nihayet 1947 senesinde üstad bediüzzaman gibi bir zatla tanışmak, Cenab’ ı Allah’ ın lütf’ u ihsanı oldu. O zamanlarda şöyle bir rüya görmüştüm. Emirdağ’a 4 saat mesafede yüksek bir dağda emir dede denilen yüksek bir tepede bir türbe vardı. Türbede bir evliya vardı. Hayatımda hiç görmediğim Üstada bedüüzaman’ ı bu tepenin zirvesinde ki mübarek türbede gördüm. Kendilerine, aşkla şevkle sevinçle hizmet ediyordum. Üstadımıza kahve pişirip takdim ettim. Fincanı iki parmağımla yıkadım. Ellerini öptüğümde burcu burcu kokuyordu. Bu mübarek kokunun birkaç sene benden gitmediğini hissediyordum. İşte bu rüyadan sonra üstada talebe oldum. Üstadı gördükten sonra o kokuyu hiç hissetmedim. Hemde bütün ağabeylerin toplu olarak bulunduğu afyon zindanlarında…’(Age-3/32)

‘Mübarek üstadımızın ispartada ki menzilinde baş ucun da beş metre uzunluğun da bir metre eninde bir şecere vardı. Peygamberimizin (s.a.v) al’ i beytinden, evradların da ism’ i şerifleri olan zatların nerden geldiğini ayrı ayrı oklarla gösteriyordu. Çok arzu etmeme rağmen saymaya bir türlü muvaffak olamadım. Üstadımız dua ederken isim üzerine çok ehemmiyet verirdi. Bazı nur talebeleri üstadımızı ziyaret ettiklerinde üstadımız  isimlerini yazdırırdı. Baş ucuna koyar , o ismi ezberleyinceye kadar yanında muhafaza ederdi.ve şöyle misal verirdi: ‘Nasıl ki bir yer mektup attığınızda zarfın üzerine güzel yazarsanız, gideceği yere güzel gider, dua ederken de ismiyle zikredilirse daha iyi olur’ derdi.

(Age-3/48)

Ve Üstadımız Türkiye takvimine göre amel ederdi. Yeni yazı takvimden hatt’ ı kuraniye’ ye çevirittirir, onu başucuna astırırdı. Şimdi olduğu gibi o zaman da ramazan da bazen bir gün evvel oruç tutanlar, bayram edenler olurdu.Üstadımıza söyledik.O hiç ehemmiyet vermezdi.Hatta bir gün Tahiri ağabey, ‘bu gün Arabistan da bayram ‘ dediğinde üstad, takvimi göstererek; ‘Kardeşim ben Türkiye’ ye göre amel ediyorum’ diye cevap verdi.Bilahare bir dersinde, ‘Ben de öyle yaparsam, fitneye vesile olur’ demişti.(Age-3/49)

Ve ‘Üstadımız , bir insana kafi gelmeyecek kadar az yer ve az uyurdu.Bize de derdi ki; ‘Fıtri uyku 5 saattir. ‘geceleri sabaha kadar dua, niyaz ve ibadette bulunurdu.Yaz ve kış adetini hiç değiştirmez, teheccüd namazını devamlı kılar, münacat ve evradlarını asla terk etmezlerdi. ‘hem isparta’ da hem Barla’ da hem Emirdağ’ da , komşuları bizlere, ‘Ne zaman üstadın evine geceleri baksak, üstadın odasında ışığın yandığını görür, hazin edasıyla dua ettiğini duyardık’ derlerdi.Üstadımız her zaman abdest li olurdu.Üstad Duha namazını da hiç geçirmezdi.Bu namazı güneş doğduktan 45 dakika sonra kılardı.’ (Age-3/51)

Ve ‘Üstadımızın şu sözü bana çok tesir etti. ‘Evladım, Adnan menderes gelse, ‘Saidi bayram’ ı bana şöför verde Risale’ i Nur külliyatını bastırırım’ derse izin yok’ dedi.(Age-3/58)

‘polisler üstadımızı ziyarete geldiklerin de, veyahut taharri için geldiklerinde, bir vesile ile muhakkak onlara ders verirdi.Dindar bir polis memurunun , eski zamandaki çok mübarek zatlar gibi hayr’ ı azim kazandıklarını; bil hassa farz namazını kılan bir polis memuruna; eskisinden çok fazla ihtiyaç olduğunu söylerdi: ‘Ben derim: Bu zamanda hocalardan hatta safilerden ziyade zabıta efradı ehl’ i takva olup kebairden kendilerini muhafaza ve feraizi yapmasını, vazifeleri iktiza ediyor.Ve ona ihtiyacı şedid var. Ta ki karşısındaki manevi tahribatçılara karşı asayiş ve emniyeti umumiyeye ait vazifelerini tam yapabilsinler’.

(Age-3/63-bkn-Emirdağ lahikası-11/76-779)

Üstadımız şöförlere: ‘Şöfrlük de beşeriyete hizmettir, yalnız siz farz namazınızı kılarsanız, çalışmanız da ibadet yerine geçer’ derledi.’(Age-3/63)

‘Namazı, vaktinde ve huşu içinde kıladı.’

‘hayrınız büyük , hatamız da…’ derdi.

‘Nur dersinde dost düşman ayırt edilemez’ derdi.

‘Küfür ile iman ortası yoktur.’ (Age-3/65-66)

‘Üstad bir gün, ‘Evlatlarım, bu ders yalnız bizi değil, bütün kainatı alakadar eden bir derstir.Bu dersi mele’ i alanın sakinleri de dinliyorlar.Bu ders çok mühimdir’ derdi.hakikaten bizlerde acaib bir hal oldu.’

‘Yine bir gün desten sonra, ‘Evlatlarım, siz zannediyor musunuz ki, biz beş-altı kişi ders yapıyoruz? Biz bu dersimizle Anadolu da binler ders yapan cemaatlerin, arasına manen giriyoruz, beraber ders yapıyoruz’ demişti.

(Age-3/71)

‘Bir gün yine üstadımız’ ın Arabi dersinde Hizbun nuruye yi okuyorduk. Üstadımız benden anlayıb-anlamadığımı sorduğunda, anlamadığımı söyleyince izah etti ve ben çok güzel anladım.Ve içimden, ‘Artık ben oldum, Arapçayı güzel anlamaya başladım’ dedim.O anda kafam makine gibi çalışıyordu. Bir de üstadın odasından çıktım, hiçbir şey kalmamıştı. ‘Yine bir gün dersten sonra üstadımız yapılan dersi anlayıb-anlamadığımı sordu.Ben anlamadığımı söyleyince, üstadımız bana takat aşketti. ‘Keçeli , keçeli sen mükemmel anladın. Anladığın kadar yeter sana. Eğer daha çok anlarsan, ‘Bu bana yeter artık’ dersin. ‘Yetiştim’ diye gidersin. Böyle istihdam olamayacaktın.Bir bahçeye girenler boyları nisbetin de meyvelerden istifade ederler. Boyu uzun olan yüksek dallardan, kısa olanlar ise aşağıdaki dallardan koparır yerler. Bir kısmı da koparamaz, meyveleri çiğner. Sen koklasan bu sana yeter. Kanaat et, şükret’ diye bana ders vermişti.’

‘Matbaalarda  yeni harflerle neşriyat başlamıştı. Aynı zamanda hatt’ ı kuran’ la isparta da teksir devam ediyordu.Üstadımız nur talebelerinin her yerde dershaneler açmalarını teşvik ediyordu.İsparta’ nın köylerinde dershaneler açmaya başladılar. Üstadımızı davet ediyorlardı.Üstadımız da ya bizleri gönderiyor, yahut da kendisi gidiyordu.Dershane açanlar 15-20 anahtar bizlere teslim etmişlerdi. Üstadımız isparta ‘nın köylerinden gelen nur dershanenin anahtarını bana vermişti.Ben muhafaza ediyordum.(Age-3/72-73)

Sıdık Süleyman ağabey anlatmıştı:

‘Bir gün üstadımıza içimden dedim, ‘Biz yazı yazıyoruz , biz okuyoruz, üstad bu kadar zahmeti niye çekiyor?’ diye düşündüm. Böyle mulahaza ediyordum, üstadım, birden ‘Kardeşim göreceksin, ben bunları bütün dünyaya okutturacam’ dedi. ‘Bir gün bulaşık yıkıyordum.Üstadımızda balkonda okuyordu.Aramızda on beş metre kadar mesafe vardı.İçimden dedim.Bu barla çok mahrumiyetli bir yer, mübarek üstad, geldiği zaman burada duruyor.Halbuki isparta daha güzel, her şey mükemmel ve isparta’ da hem talebe çok , hem hizmet geniş, vasıta filan da bol.

                                   Son şahitler

 

 ‘Eskiden halk partisinin yaptığı zulümleri anlatırdı.Bir kimsenin hatasıyla başkalarının, akraba ve yakınlarının mesul olmayacaklarını söylerdi.Halkçıların şarktaki zulümlerinden bahsederken,; bir köyü olduğu gibi imha ettiklerini, hatta bir kadının karnından çocuğunu çıkarttıklarını, kadını öldürdüklerini, çocuğun ise hala sağ olduğunu söylemişti. ‘Emirdağ’da da gezmeye çıktığımız zaman, Halk partililerin hal ve hatırlarını da sorardı. ‘Emirdağ’da halim yüksel isimli halk partili bir zata nasihat eder, incitmeden dersler verirdi. Hatta adama risale bile yazdırmıştır. Daima yazardı. ‘halk partisinin yaptığı zulüm ve haksızlıkların mesuliyetini baştakilere verirdi, ‘sizin kabahatiniz yoktur’ derdi.

‘Alevi ye nasihat ı’

Barla da alevi bir öğretmen vardı, hem de Halk partiliydi. Üstad bazen kendisini çağırtır, saatlerce kendisiyle konuşurdu. İltifat eder, şefkatle tokatlardı, adama:

‘Siz hazret’i Aliye hürmetsizlik ediyorsunuz, Hazreti Ali yatsı namazının abdestiyle sabah namazını eda ederdi. Eğer siz Hazreti Aliyi seviyorsanız namazlarınızı kılın’ diyordu. ‘Bu onun zararını azaltıyorum’ derdi. Sonra o adam Barla’ nın müdürlüğüne de baktı. Bize hiçbir zararı olmadı. Onun zamanında hiçbir hadise olmadı.Fakat ihtilal olduğunda, o adam ilk sefer mübarek çınar ağacındaki köşkü kendi eliyle yıktı, ne olduğunu gösterdi.

Tarikat dersi:

‘Bazen tarikat dersi almaya gelenlere şöyle derdi: ‘hem Risale’ i Nurun mesleği tarikat değil, hakikattir. Sahabe mesleğinin bir cilvesidir. Bu zaman tarikat zamanı değil, imanı kurtarmak zamanıdır. Risale’ i Nur bı hizmeti lillahilhamd en müşkel ve ağır zamanlar da yapmış ve yapıyor. Risale’ i Nur dairesi Hazret’ i Ali (r.a) ve hasan ve hüseyin’ in ve gavs’ ı Azamın ihbar’ ı gaybiyeleriyle şakirtlerinin bu zamanda bir dairesidir. Çünkü, Hazret’ i Ali (r.a) üç keramet’ i gaybiyesiyle Risale’ i Nurdan haber verdiği gibi, Gavs Azam da (k.s) kuvvetli bir surette ‘Risale’ i Nurdan haber verip tercumanı’ nı teşci etmiş. Zaten üveysi bir surette ,doğrudan doğruya hakikat dersimi gavs’ ı azamdan (r.a) ve Hasan (r.a) ve Hüseyin (r.a) vasıtasıyla imam’ ı Ali’ den (r.a) almışım. Onun için hizmet ettiğimiz daire onun dairesidir.’

Sakal meselesi:

‘Bazı ziyaretçilere şu şekilde ders verirdi:

‘Belki hatırınıza gelir, neden sakalsız olduğum, bunu size izah edeyim de tereddüdünüz gitsin.Bu sünneti işlemediğimin sebebi,Benim milyonlarca talebem var.ben sakal bırakırsam onlar da genç ihtiyar hep sakal bırakacaklar. Gençlerdeki sakal ise akranları arasında istihza mevzuu olacaktır.Bu sebepten ben bu sünneti terk ettim.’

'Sebepsiz eser yazmadım:’

‘Eserleri hakkında:

Ben hiçbir zaman boşuna sebepsiz eser yazmadım.Mutlaka bir delile ve bir sebebe binaen yazdım.Bir ihtiyaca binaen yazdım.Hem sizler bilerek çalışıyorsunuz.Ben şuurum taalluk etmeden istihdam ediliyorum. Risaleler Cenab’ ı Hakkın bu zamanın ihtiyacına binaen bir tütfu ve ihsanıdır’ derdi.

‘Emirdağ lahikalarında ki içtimai mektupların bir çoğu 1950 senesinden sonra yazılmıştı. Bu mektupları üstad siyasi ve içtimai hayatla alakadar olanlara gönderirdi. ‘ Bu mektupları üstad siyasi ve içtimai hayatta alakadar olanlara gönderirdi. ‘Bu mektupları isparta da Nur talebeleri ve husrev ağabeyler teksir ederek çoğaltırlardı. Üstad isparta’ ya  gelince mektupların teksir edilmesi ve gönderilmesiyle bizzat kendisi ilgilenirdi. ‘Yanında ki hizmetçileri vasıtasıyla lahikaları hiç kesintisiz devam ettirirdi. Aynı zamanda Nur talebeleri ile haberleşme, müjdeli mektupla tebrikleri gönderirdi.

‘Zararı yok’

‘Ankara da tarihçe’ i hayat neşrolunduğun da bir mektup geldi. Mektupta resmin caiz olmadığından bahsediliyordu. Mektubu üstadımıza okuduk. Üstadımız tebessüm etti. ‘Bir kurşun kalem getirin’ dedi, kurşun kalemi getirdik. Üstadımız kurşun kalem ile resmin boynunu çizdi. ‘Zararı yok. Yarım insan yaşamaz ve böyle mektup yazın’ dedi. Mektubu yazan zata aynen Üstadımızın cevabını gönderdik.

‘Buna benzer başka bir mesele: Üstadımız Afyon hapishanesinden çıktığın da Zübeyir ağabey ile isparta’ da bir evde kalıyordu. Tahiri Ağabey isparta’ dan üstadımızı ziyarete gelip bir akşam misafiri kalıyor.Namaz kılarken resimli para olduğu için cüzdanını çıkarıyor. Sabahleyin Üstadımıza, ‘Allaha ısmarladık’ deyip çıkıyor. Garaja geldiği zaman bilet almak için cüzdanını arıyor, bulamıyor. Hemen geriye DÖNÜYOR, Zile BASIYOR. Zübeyir ağabey çıkıyor cüzdanını getiriyor. O anda üstadımız tahiri ağabeyi görünce, ‘Niye geldin? Diye soruyor. Tahiri ağabey de, resimli para olduğu için cüzdanımı çıkartmıştım. Unutmuşum , onu almaya geldim’ diyor. Üstadımız, tahiri ağabeye darılıyor, ‘ bir daha böyle yapma, zararı yok, yarım insan yaşamaz’ diyor.

‘Rüya ile Amel edilmez’

‘Üstadımız bize bu hususlarda çok mükerrer ders verirdi. Bazen bizlerde cüzdanımızı korduk, yatağın üzerinde filan unuturduk. Üstadımız gördüğünde, bize ‘Emniyete sadakatsizlik ediyorsunuz. Böyle yapmayın’ derdi. ‘Çünküsizin hatırınıza gelmez, fakat diğer kardeşinizin hatırına gelir; acaba bı kardeşimiz parayı kaybetti, benden mi şüpheleniyor? Diye…

‘Yine bir gün Diyarbakır’ dan bir mübarek zat mektup yazmıştı. Üstadımıza, orada birisi rüya görmüş rüyasında peygamber efendimi Zişan efendimiz ve hulafa raşidi’ nin ve gavsı azam gibi zatların bulunduğu meclise Cibril aleyhisselam gelip, artık hizmetin neşri yatın sona erdiğini ve bundan böyle maddi cihad lazım olduğunu söylemiş.Bunu Üstadımıza yazmışlardı, biz de okuduk.Üstadımız hemen kağıt kalem istedi.Cevap yazdırdı, ‘O rüyanız mübarektir, yalnız tevile ve tabire muhtaçtır. Oradaki cihad maddi değil, manevi iman gizmetidir, düşmana galebe çalmak silah ile değil, Nur’ un iman ve burhanlarının küfr’ ü mutlaka manevi galebesine işarettir. Sakın maddi cihad zannedilmesin. Ve ben rüya ile amel etmem’ demişti. ‘Üstadımız Ankara Beyrut palas oteline geldiğinde, bazı mühim zatlar kendisini ziyarete gelmişlerdi. Üstad burada, vaziyet namesi hükmünde olan bir mektubu kaleme aldı. Bu mektup , ‘ nur talebelerinin müsbet hareket tarzını bir kanun gibi ilelebet devam ettirmeleri… manasın da idi.

(Bkz. Emirdağ lahikası 2. cilt 213’ üncü sahife, umum Nur talebelerine Üstad Bediüzzaman’ ın vefatından önce vermiş olduğu son derstir.) Bir zaman Prefesör Ali fuat başgil, Üstadın ilmine hayranım. Bizim tahsil ilimli, üstadın ilmi mukayese edilmez. Üstada Cenab’ ı hak öyle bir ilim nasib etmiş ki; umman gibi, aştıkça kabarıyor. Diğer eserleri, ilimleri müstesna, yalnız Türkiye’ de Osmanlı lisanını muhafaza ettiği kafi dir. Çünkü onun eserleri aynı zamanda omsalı lisanını muhafaza ediyor’ demişti.

     Çantay: ‘Bizler Bediüzzaman sayesinde eser verdik,’

‘1961’de Mustafa Polat la merhum Hasan basri çantay’ ı ziyarete gitmiştik. Mustafa Polat sordu: ‘Neden Polat sordu: ‘Neden üstad tarzında eser yazmadınız.’

‘Kardeşim,’ dedi. ‘Sizler üstadın nasıl bir insan olduğunu bilmiyorsunuz. Kimse üstad la mukayese edilemez. Onun kulağına üfleyen vardı. Onun fiş takacağı yeri vardı. Bizim fiş takacak yerimiz yok. ‘Kardeşim sizi tebrik ederim. Bizler üstadın sayesinde müellif olduk. Bizler korkumuzdan ne eser yazabiliyorduk ve ne de kimseye anlatabiliyorduk. Üstad hazretleri Risale’ i Nurları telif etmeye başladı; hem Türkiye’ de okuma çığırı açtı, hem de hapishanelerde dayak, kelepçe, açlık, susuzluk her zulme tahammül etti. Fakat onun ihlası, onun şefkati, onun merhameti, onun tevazuu, onun şecaati ve kahramanlığı galip geldi. Türkiye’ de her şey onun peşinde; emniyeti, polisi, bekçisi, islamiyetten mahrum kalmış halkı, İslamiyet’ den uzaklaşmış insanları hep aleyhinde. Onun kimsesi yok. Ne ordusu var, ne polisi, ne jandarması, ne bekçisi.Yalnız onun allah’ ı var. Yalnız peygamberine.’

   ‘Siz üstadı anlayamazsınız’

Bir Gün eski alay

           

Cilt-3)

                                               Abbas Mehmet Kara

1906’ da isparta’ nın barla nahiyesinde doğru. Köyde marangozluk yapmaktadır. Sikke’ i tasdik’ i gaybi de ismi geçen bir nur talebesidir. Abbas Mehmet kara , barla nahiyesinde bediüzzaman’ dan kalan son hatıra,  son canlı şahitlerden birisidir. Zannediyorum, Barla da’ ki bu aziz  insanların sayısı iki elin parmakları kadar ancak vardır.Nur’ un mektupların da Risale’ i Nur’ un bereketine ait yağmur hadisesinde Abbas mehmed’ in de ismi ve bahsi geçmektedir. Barla seyahatlerimizde Abbas mehmed Amcanın o çok tatlı, latif , kendi mahali şivesiyle, ‘r’ siz konuşmalarıyla güzel ve unutulmaz saatler geçirmişizdir. Şu anda bu edebi hayat levhalarından, bantlardan ve norlardan bir demet, bir Nur buketi sunmanın hazzını tatmaktayım.

Abbas Mehmet Efendinin anlattığı hatıraların içinde, bir yumurta hadisesi vardı. Şöyle diyor Abbas Mehmet  Efendi:

‘Bir akşam üzeriydi, namaz için yukuş başı mescidine gelmiş, ezanı bekliyorduk. Hoca efendi elinde bir odunla tavuğu kovuyordu. Tavuğu niçin kovduğunu sorduk. Tavuk oradan oraya kaçıyordu, fakat üstad odunu atıyor, tavuğu dışarı atmak istiyordu.Biz arkadaşlarla bunun sebebini sorduk.Bize cevaben üç yumurta gösterdi. ‘Bu tavuk dün iki tane bu gün ise üç tane yumurtladı. Benim iktisat kaidemi bozuyor. Bu sebepten kovuyorum ‘ dedi.

Abbas Mehmet Efendi, bu hatırayı anlatır ve peşinden.

 

Üstadla beraberdik. Sonradan plaj yaptıkları yerde boğazdan koca bir yılan geliyordu. Bilek kalınlığında ve iki adam boyu, ben taş aldım. ‘Mehmet ne ediyon?’ dedi. ‘yılanı kovalıyom’ dedim. ‘O gelsin dokunmaz, sürünsün, taş vurmak yok,’ dedi. ‘Biz’ dedi, ‘ufacık bir karıncayı öldürmeyiz, çok ufak bir mahluku öldürmeyiz. Bize canlıları öldürmeye müsaade yok’ dedi. Yılan onun mezkebinin altından geçti. Biz yayan yürüyorduk. Hiçbir şey yapmadı. ‘O suya gidiyor’dedi.

Bir gün üstad, ‘ bu gece isparta’ da evliya ullah’ ın toplantısı var. Bana ihtar edildi. Evin iki senelik kirasını vermem lazım’ dedi. Ben de samimiyet bularak dedim: ‘üstadım, herhalde benim malım veya param kirli ki, Risale’ i nur hizmetine layık görülmüyor. Ashab’ ı kiram mallarıyla, canlarıyla cihad etmiş. Demek, benim malım kirli ki, kabul görmüyor.’

Bunun üzerine Üstad ayağa kalktı ve gözlerimden öptü. ‘Yine de iki aylığını vermem lazım’ diyerek bir Reşat altını verdi. Bizde o altını bozdurup, üstadın geliş gidişlerindeki masraflara harcadık.

‘ Bir gün Hızır (a.s) gelerek, ‘ Eskişehir’ de zelzele olacak. Taş üstünde taş kalmayacak. Gel bedüzzaman’ a gidelim ve dua etmesini isteyelim ki bu zelzele hafiflesin’ dedi. Beraberce gidip, Bediüzaman’ a vaziyeti anlattık. ‘Haberim var, haberim var, dedi. Hızır (a.s) ‘Dağlara gidip, dua edelim’ dedi. Bedüüzaman ‘ben hasteyım. Siz dağlara çıkıp dua edin, ben buradan dua edeceğim’ dedi. Eğer onun duası olmasaydı, Eskişehir’ de gerçekte taş üstünde taş kalmazdı.’

Bu sözleri dinleyen Yarbay Reşat beyin arkadaşı ikna olup büdiüzzaman ve eserlerine taraftar bir vaziyete giriyor.

Sonrada kabir ziyareti ile alakalı olarak şunları söyledi:

‘Ehl’ i dünya kabir ziyaretini bilmiyorlar. Kabirden meded umuyorlar. Bu şirke girer. Halbuki kabre varınca, üç ihlasla bir fatiha okunur. Sonra başta peygamberimize ve ta kabirdekilerin ruhuna gelinceye kadar, diğer büyük zatların ruhlarına hediye edilir. Şu şekilde de dua edilir: ‘ Ey filan! İnşallah kabre imanla girmişsindir. Bize de dua et ki, imanla kabre girelim.’

‘Hakim üstada sarığınızı çıkarınız’ dedi. Üstad ‘ bu boynumu kesersiniz , fakat bu sarığı çıkaramazsınız’  manasında boğazını işaret etti. Bu arada mübaşir, üstadın, hakimin sözünü duymadığını zannederek yüksek sesle, ‘ Hoca efendi, Hoca efendi! Hakim, sarığınızı çıkarın diyor’ dedi. Mahkeme başkanı mübaşire müdahele ederek, ‘Tamam, biz anlaştık. Sen aradan çekil’ dedi.

Bir ara ben, ‘ Bu menderes çok münafıktır’ diyerek aleyhinde konuşmaya başladım. Üstad hiddetle, ‘sus   keçeli! Menderese böyle deme.  O çok hizmet etmek istiyor. Fakat mani olanlar var’ cevabını verdi. Bunun üzerine ben, ‘biz bir parti kuralım. Biz başa geçelim’ dedim. Üstad ‘eğer bu gün Bayar bana dese, ‘Said gel, buraya otur,’ ben şiddetle reddederim. Bir cemiyete yüzde yetmiş din dar olmazsa, İslamiyet namına başa geçmek cinayet olur. Memuru,mebusu senden olmadıktan sonra islamiyete büyük zarar olur. Biz bütün kuvvetimizle menderes’ i desteklememiz lazım ki ,halk partisi iktidara gelmesin. Halk partililerin yüzde doksan beşi masumdur. Kabahat yüzde beşindir.’

‘Kardeşim, benim nazarımda ilk sınıf çok ehemmiyetlidir: Birisi Subay, diğeri ise öğretmendir. Bence bir öğretmen, yüz vaiz kadar bu memlekete faydalıdır. Subay türk ordusunun en sağlam temeli ve unsurudur.

‘Kardeşim, hoş geldin, öğretmenler çok mühimdir, öğretmenlerin yeri ya kulenin başı, ya kulenin dibidir. Ortada tutunacak yer yok’ dedi.

‘Kardaşlarım , Abdulkadir’ i geylani şimdi gelse, ‘Said sen bu  mesleğinden bir parça taviz versen, milyonlar insanlar senin kitaplarını okuyacak, fakat öyle yapmasan hem bunlardan mahrum kaldığın gibi, hapishanelerde zulümlerle, eziyetlerle cefa çekeceksin’ dese, Hayır Üstadım, ben bu zulümlere, işkencelere razıyım, fakat mesleğimden en küçük bir taviz vermem’ diye ona söyleyeceğim.’

‘H.z Abdullah bin Huzeyfe, diğer Müslüman esirlerle beraber Bizans hükümdarının huzuruna getirildi. Hıristiyanlığı kabul etmesi teklif edildi. Kabul etmedi, şiddetle reddetti. Mezhebini değiştirmek için çok uğraştılar, fakat muvaffak olamadılar. Abdullah Müslüman olarak ölmek istediğini söyledi.

‘Bunun üzerine adet gereğince Hz. Abdullah, ateşe atılmak üzere ateş yığınının yanına getirildi. Bizans hükümdarı da orada hazırdı. Papazlar ve hükümdarlar, Hz. Abdullah’ ın illa Hıristiyan olmasını tekrar ileri sürdüler. Hz. Abdullah kemal’i metanet ve şehametle reddetti. Nihayet ateş yakıldı. Hz. Abdullah ateşe atılacaktı Ateş karşısında da yine Müslüman olduğunu, ‘kulhü vallahu ehad, Allahs’ samed lemyelid velem yuled’ diyerek bu batıl dine intisap etmeyeceğini söyledi.

‘Değil beni,’ dedi. ‘benim vücudumun her bir zerresi Abdullah olsa, hepsine de ayrı ayrı cefa etseniz, ateşte yaksanız, yine Abdullah hak yoldan dönmez. Allah yolunda, bir olan halik’ ı zülcelal yolunda kalır. Yalnız benim canım değil, binlerce Abdullah’ ın canı hak yolunda feda olsun.’

‘Bizans hükümdarı ve papazları, bu İslam, iman kuvvetini görünce hayret ettiler, yeni bir teklifte bulundular. Hükümdarın elini öpmek şartıyla kendisini serbest bırakacaklarını söylediler. Hz. Abdullah bunu da kabul etmedi, reddetti. ‘ben bir allah’ a inanan bir müslüman’ ım. Bir haça tapanın elini öpmem’ dedi. Kendisine pek çok mal, mülk ve servet vereceklerini söylediler. Hz. Abdullah bunların hiç birisini kabul etmedi. ‘Bu derece iman, bu derece metanet ve celadet, hükümdarı büs bütün hayrete düşürdü. Böyle iman sahibi bir zatı ateşte yakmaya kıyamıyordu. ‘Bu defa başka bir teklifte bulundu. Kendisinin alnını öpmek şartıyla, bütün Müslüman esirleri serbest bırakacağını söyledi. Seksen kadar Müslüman esir vardı. Hz. Abdullah bu teklif üzerine düşünmeye başladı:

‘Benim hayatımın kıymeti yok. Hak yolunda ateşte yanarım, ölürüm. Fakt benimle beraber seksen Müslüman da yakılacak. Bir putperestin alnını öpmek, bir müslüman’ a yakışmasa da, seksen müslümanın hayatını kurtarmakta büyük bir meseledir.’

‘Seksen müslümanı serbest bırakmak şartıyla bu teklifi kabul etti. Esir Müslümanları beraberinde alarak mekke’ ye geldiler. Hz. Ömer bu mücahitleri, bu kahraman Müslüman Hz. Abdullah’ ı bizzat karşıladı ve Abdullah’ a sarılarak elini öptü. O arada latife kabilinden bazıları, ‘Bu zat bir putperestin alnını öptü, serbest oldu dediler. Hz. Abdullah hemen cevap verdi: ‘ Evet, maalesef öyle oldu. Fakat seksen müslümanın’ da hayatını kurtardım. Onları alıp ailelerine kavuşturdum’.

‘Bu sözü üzerine Hz. ömer’ ül Faruk (r.a) bir daha Hz. Abdullah’ ın alnından öptü.

1950’ den sonra öğretmenlikten ayrıldım ve bir müddet üstadın hizmetinde bulundum. Öğretmen iken, bir gün talebelerle otururken Üstad yanımıza gelmişti. O gün Üstad ‘Menderes’ i kurtardık, o kuruldu!’ diye buyurdu. Bir gün sonra uçak kazasında Adnan Menderes’ in sağ salim kurtulduğunu öğrendik. Üstadın bu harika kerametine bir gün sonra hadise olunca öğrenmiştik

                                   Üstad çingenelere ne dedi?

Bir gün üstad la birlikte kıra gezmeye çıkmıştık. Yolda çingeneleri gördük. Üstad onlara nasihat etti buyurdu ki: ‘Siz dünyanın fani olduğunu anladığınızdan, basit yerlerde oturuyorsunuz. Sizler de göçebe olduğunuzdan dolayı benim hemşerim sayılırsınız.’ Bu hadiseden sonra onlar Üstadı nerede görseler çok hürmet eder, kimseye üstadın aleyhinde söz söyletmezlerdi. Üstad herkese durumuna göre muamele ederdi.

1952 yılında çok acayip bir rüya görmüştüm. Rüyamda Stalin, üstadın oturduğu evin dış kapısından içeri girmek istiyordu. Ben, Ceylan ve Zübeyir Ağabeyler, üçümüz kapının arkasında, bu herifi içeri sokmamak için uğraşıyorduk. Sonra nasıl olduysa, gücümüz kafi gelmemişti. Stalin bizi iterek, dış kapıdan içeri girdi. Bu sırada Üstad elinde bir keserle merdivenden aşağı iniyordu. Biz endişe içindeydik. Stalin’ le Üstad aşağı merdiven sahanlığında karşılaşmışlardı. Stalin, yukarıya Üstadın oturduğu mevkiye gitmek istiyor, Üstad onu bırakmıyordu. Tam bu sırada Üstad elindeki keserle Stalin’ in kafasına vurmaya başlamıştı. Stalin içeriye giremeden, orada düşüp geberdi. Ben heyecanla rüyadan uyandım. Ertesi günü bu rüyayı Zübeyir ağabeye anlattım. O da Üstada anlatmış, Üstadımız beni çağırtmıştı.  Zübeyir Ağabey gelerek, ‘Kardaşım, gel Üstad seni istiyor’ dedi. Beraber üstada gittik. Üstad, ‘gel Mahmut  kardaşım, gel, nasıl gördün rüyayı, anlat!’ dedi. Ben gördüğüm gibi anlattım. Üstad hayretle ‘Fesubhanallah’ dedi. Sonra rüyayı yorumladı: ‘Bu Risale’ i Nur’un islamiyetin kominizme galip gelmesidir. İnşallah muvaffak olacağız. Üstad, Zübeyir ağabeye, ‘bu rüyayı kaleme alın. Bütün kardeşlere dağıtın’ dedi. Sonra rüya yazılıp lahika olarak dağıtıldı. Rüyayı gördüğüm gece Stalin beyin kanamasından gebermişti. Ölümünü on- on beş gün kadar gizlemişlerdi. Gazetelerden okuduğum kadarıyla, herifin ölüm günü ile rüyam aynı gün cereyan etmişti.

Bir gün sabah namazından sonra, Zübeyir Ağabeye hem çok yorgun hem de uykusuz oldukları için odalarına çekilmiş, uyuyorlardı. Birden bizim oradaki üstadın zili çaldı. Diğer ağabeyler uykuda oldukları için, ceylan Ağabey hemen üstada koştu. Üstad ağabeyleri sorduğu zaman, ceylan ağabey ‘çalışıyorlar’ demişti. Az sonra üstad yine zili çalarak çağırdı. Ceylan Ağabey tekrar gittiğinde üstad, ‘keçeli, sizi çağırmadım mı?’ diye sorunca, ceylan Ağabey ‘Üstadım, arkadaşlar çalışıyorlar, meşguller’ dedi. Üstad ise ‘Fesubhanallah’ neye çalışıyorlar? Diye merakla sordu. Ceylan ağabey ise, latifeli olarak şunu söyledi.:

‘Üstadım, arkadaşlar uykuya çalışıyorlar!’

Üstad bu latifeye güldü. ‘Çabuk onları çağır gel, ders yapacağız’ demişti. Bunun üzerine Ceylan Ağabey diğer Ağabeyleri de çağırdı ve ders yapıldı.

Bir gün öğle namazı kılarken, müezzine on lira lazım olduğundan, kalbinden on lira geçmiş. Bu esnada cebine el gibi bir şey girmiş. Namazdan sonra Üstad kendisine ‘Kalbine namazda bir şey getirme’ diye tenbihatta bulunmuştu.

Kafası pek çalışmayan, safi kalb, hemen aldatılabilen kimselere zeki ve nükteli buluşuyla ‘Kardeşimiz fazla mübarek’ diye takılan Ceylan çalışkan, çok konuşan, çenesi kuvvetli kimseleri de ‘kardeşimiz az konuşmanın faziletine dair beş saat konuşabilir’ diye şakayla hicvedermiş.

Aynı günlerde İnönü verdiği beyanatında menderes’ in Üstad la olan alakasını söylüyor ve başvekile hücum ediyordu. Emirdağ teşkilatının yazdığı yazıyı da vesika olarak gösteriyordu. O gün Menderes Hirfanlı barajının açılış merasimine gitmişti. Anadolu ajansına verdiği beyanatta Emirdağ teşkilatını feshettiğini bildirdi. Biz bu haberi saat yirmi üç haberlerinde radyodan dinledik. Ertesi gün hadise çok dedikodulara sebep oldu. Üstad beni çağırttı. Girdiğimde bana kardaşım, yoksa müteessir mi oldun? Dediğinde ben hayır Üstadım müteessiz olmadım dedim. Sonra Üstad kardeşim bu ahmak kuvveti nereden aldığını bilmiyor dedikten sonra bir iki dakika murakebe etti, sonra başını kaldırıp, Ben de kendisini başvekillikten azlettim diye hiddet etti.

Bir ara mezarında bahsetti. Kabrinin kimse tarafından bilinmeyeceğini söyledi. Bir dağ başına defnedin dedi. Bunu ben niçin söylüyorum? Bizim milletimiz temiz ve safidir, kabirlere çok teveccüh ediyorlar, ben bu işleri istemiyorum, diyerek mezarının kimse tarafından bilinmemesini istediğini söyledi.

Birinci cihan harbinin o dehşetli günlerinde, Kafkasya dağlarında; kışın yağmur ve karları altında, mevzide bulunurken, amansız bir müsademe ve çarpışma oluyor. Bediüzzaman Hazretleri, bizzat kendi askerlerinin ve keçe külahlı fedailerinin başında milis albayı olarak yağmur gibi yağan Rus’ un kurşunlarının önünde, mevzileri ve siperleri mütemadiyen gezmek suretiyle idare ediyordu. Çok celalli ve heybetli bir şekilde askerlere kumanda ediyordu. Rus’ tan gelen kurşunlar, Bediüzzaman’ ın aziz vücuduna isabet ettiği halde, kendisine hiç tesir etmiyordu. Aynı zamanda elini kaputunun cebine atarak, rus kurşunlarını cebinden çıkararak Müslüman askerlere gösteriyordu. Vücuduna değmeyen kurşunları askerlere gösterirken, şöyle diyordu: ‘Bu kurşunlar bihakkın Müslüman olanlara tesir etmez.’