Org. Köksal Cumhurbaşkanı yapılacaktı

 

Adem Yavuz Arslan - a.yavuz@aksiyon.com.tr

“Apolet, Kılıç ve İktidar” kitabı, bir bakıma Türkiye’nin son yirmi yılını özetler nitelikte. Üstelik bugüne kadar yazılmayan, dile getirilmeyen, getirilmesi dahi düşünülmeyen olayların belgeseli.

Ordu-siyaset ilişkisi konusunda çok sayıda akademik araştırma yapıldı ve yayınlandı. Ancak yakın dönemde komutanlar arasında yaşananlar ve siyasetçiler ile komutanları karşı karşıya getiren olaylar ilk defa bir gazetecilik çalışmasına konu oldu. Gazeteci-yazar Faruk Mercan’ın Silahlı Kuvvetler’de son yirmi yılda (1983-2003) meydana gelen olayların perde arkasını konu alan “Apolet, Kılıç ve İktidar” kitabı geçtiğimiz hafta Doğan Kitapçılık’tan çıktı.

Beş defa Genelkurmay Başkanı değişikliğine sahne olan son yirmi yıl içinde, beş değişikliğin dördünde büyük sancılar yaşandığını görüyoruz. 1998’de Orgeneral Hüseyin Kıvrıkoğlu’nun, 2002’de ise Orgeneral Hilmi Özkök’ün Genelkurmay Başkanı olmasını engelleme girişimleri olmuş. Kitapta hem bu iki olayın içyüzü anlatılıyor, hem de 2002 yılında Kara Kuvvetleri Komutanı yapılmayarak emekliye sevk edilen Orgeneral Edip Başer ve 1993’te Genelkurmay Başkanı olması engellenen Orgeneral Muhittin Fisunoğlu olayları, her iki komutanla yapılan röportajlarla aktarılıyor.

Kitapta başka ilginç konular da var. Örneğin, “Yedi Komutana Suikast” bölümünde, 1990’lı yıllarda suikasta uğrayan yedi generalin dosyası ele alınıyor. Önceki kitaplarında bu türden olaylardaki karmaşık bağlantıları ortaya çıkarmasıyla tanıdığımız Mercan, yedi komutanın her birinin hayat hikayelerinden yola çıkarak bu suikastların arka planı ile ilgili önemli bulgulara ulaşıyor. Mercan, 1993’te uçağının düşmesiyle ölen Orgeneral Eşref Bitlis olayını, dönemin komutanlarının tanıklığı ve soruşturma dosyasındaki bilgiler ışığında inceliyor. Öte yandan, yıllardır ismi “Kontrgerilla” ile özdeşleştirilen Özel Harp Dairesi ele alınıyor. “Kontrgerilla” ithamına maruz kalan Daire’nin başkanlarından Orgeneral Sabri Yirmibeşoğlu ile yapılmış röportajda Yirmibeşoğlu’na, 1988’de Başbakan Turgut Özal’a suikast düzenleyen Kartal Demirağ’ın Daire’nin sivil elemanı olup olmadığı sorusu yöneltilmiş. Doğal olarak Yirmibeşoğlu, suikastçi Demirağ’ın Daire’nin elemanı olduğu iddiasını reddediyor. Faruk Mercan ile kitabı üzerine konuştuk.

-Kitabınızda, yakın dönemde orduda meydana gelen olaylarla birlikte bir de “yıldız savaşları”ndan bahsediyorsunuz. Subaylar arasında gerçekten bu kadar büyük bir terfi mücadelesi mi var?

Var. Çünkü Türk ordusunda 30 bin civarında subay var ve bunların ancak 300’ü general olabiliyor. Koskoca Silahlı Kuvvetler’de orgeneral üniforması taşıyan komutan sayısı ise sadece 13. Bir subay orgeneral olmak istiyorsa, 30 bin kişi içinde önce ilk üç yüze, sonra bu üçyüz general içinde de ilk on üçe girmek zorunda.

-Genelkurmay Başkanı için adaylarının yıllar öncesinden belli olduğunu söylüyorsunuz, ama yine de kimin Genelkurmay Başkanı olacağı konusunda her dönem büyük tartışmalar yaşanmış...

Evet, Genelkurmay Başkanlığı makamına hangi komutanın geleceği yıllar öncesinden ortaya çıkıyor. Ama bu, o komutanın mutlaka Genelkurmay Başkanı olacağını göstermiyor. Mesela 1987’de Necdet Öztorun Genelkurmay Başkanı olması beklenen komutandı. Ama Turgut Özal, onu emekli etti. Aynı şekilde 1993’te Tansu Çiller, Muhittin Fisunoğlu’nu Genelkurmay Başkanı yapmadı.

-Orgeneral Hüseyin Kıvrıkoğlu ve Orgeneral Hilmi Özkök, Genelkurmay Başkanı olurken; her iki komutanın da önünü kesme girişimleri olduğunu yazıyorsunuz.

1998’de Genelkurmay Başkanı olması gereken kişi Hüseyin Kıvrıkoğlu’ydu. Öyle de oldu. Ama onun Genelkurmay Başkanı olmaması için çok çaba harcandı. Kıvrıkoğlu Paşa Genelkurmay Başkanı olmadığı takdirde bu göreve Oramiral Güven Erkaya, gelecekti. 2002 yılında da Orgeneral Hilmi Özkök’ün Genelkurmay Başkanı olmaması için girişimler yapıldı. Orgeneral Özkök emekli edilebilse, Genelkurmay Başkanı olacak kişi Orgeneral Çetin Doğan’dı.

-Yirmi yıl içinde beş defa Genelkurmay Başkanı değişikliği olmuş. Dördünde krizler ve tartışmalar çıkmış. Neden?

Çünkü Türkiye’de Genelkurmay Başkanlığı çok önemli ve çok güçlü bir makam. Fatih Altaylı, “Genelkurmay Başkanı eş başbakan değildir” diyor. Elbette Genelkurmay Başkanı eş başbakan değil ama, güçlü bir makam. Bu yüzden orduda Genelkurmay Başkanı olabilmek kolay bir iş değil. Hatta, Türkiye’de Genelkurmay Başkanı olmak, Başbakan olmaktan çok daha zor diyebiliriz. Bunu, Genelkurmay Başkanlığı görevini yerine getirmek, başbakanlık görevini yerine getirmekten daha zordur anlamında da algılayabilirsiniz...

-28 Şubat süreci doğrudan bir askeri darbeyle sonuçlansa, cumhurbaşkanı yapılacak komutanın Orgeneral Hikmet Köksal olduğunu söylüyorsunuz...

Orgeneral Köksal, dönemin Kara Kuvvetleri Komutanı’ydı. Köksal Paşa, Ordu’da karizmatik ve lider yapıya sahip bir komutan olarak biliniyor.

Zaten 28 Şubat sürecindeki Milli Güvenlik Kurulu toplantılarında hükümete karşı en sert tutum içindeki komutanlardan biriydi. Hükümetin istifasından iki hafta önce İzmir’de yapılan komutanlar toplantısında doğrudan yönetime el konulmasını isteyenlerden biri de Orgeneral Köksal.

-Bu dönemde Genelkurmay İstihbarat Başkanı olan Korgeneral Çetin Saner, orgeneral yapılmadan emekliye sevk ediliyor. Neden?

Bir komutanın neden orgeneral yapılmadığının tek bir cevabı veya tek bir gerekçesi yok. Ama Korgeneral Saner, eski Genelkurmay Başkanı Necip Torumtay’ın yeğeniydi. Bazen bu türden bir akrabalık ve yakınlık, o komutan için avantaj, bazen de dezavantaj olur.

-Yine 28 Şubat sürecinde, terörle mücadele döneminde Güneydoğu’da savaşmış olan Korgeneral Hasan Kundakçı ve Korgeneral Altay Tokat orgeneral yapılmıyor. Neden?

Her iki komutan da, terörle mücadele döneminin Genelkurmay Başkanı Orgeneral Doğan Güreş’e yakın isimlerdi. Biliyorsunuz, 28 Şubat sürecinde Genelkurmay karargahı ile Meclis’te DYP milletvekili olan Doğan Güreş arasında soğuk rüzgarlar esti. Güreş Paşa’nın ismi, Kahramanmaraş’taki bir kışlanın kapısından silindi. Kendisiyle yaptığım röportajda Korgeneral Altay Tokat, bütün dünya ordularında olduğu gibi Türkiye’de de “savaşan-savaşmayan komutanlar” ayırımı doğduğunu, emekli edilmesinde Güreş’e olan yakınlığının da etkili olduğunu söyledi.

-Kitapta, “yedi komutana suikast” diye bir bölüm var. Bu yedi generale yönelik suikastlerin ortak bir özelliği mi var?

Hayır. 1990’ların başında Türkiye yeniden bir terör ortamına çekilmek istendi. Bazı aydınlar, gazeteciler, polisler ve MİT mensupları ile birlikte ordu mensupları da hedef alındı. Generallere yönelik suikastlerin birkaç tanesinde ortak yönler var. Özellikle Oramiral Kemal Kayacan suikastinde bazı ilginç noktalar var. Çünkü Oramiral Kayacan’ın terörün hedefi olması için görünüşte bir sebep yoktu.

-Silahlı Kuvvetler’de son yıllarda bir değişim yaşandığından bahsediyorsunuz.

Bu çalışma öncesi ben de orduda tek tip komutan yetişiyor düşüncesindeydim. Halbuki öyle değilmiş. Evet orduda bütün subaylar aynı üniformayı giyiyor ama bütün komutanlar birbirinin benzeri değil. Ordu, Türkiye’de değişim ihtiyacını çok erken fark eden kurumlardan biri ve bu değişimi şu anda yaşıyor. Mesela şimdiye kadarki Genelkurmay Başkanları hep 62-63 yaşlarındaydı. Halbuki ordu önümüzdeki yıldan itibaren insan kaynakları yönetimi modeline geçiyor. Böylece, bir teğmen 17 yıl sonra general olabilecek. Genelkurmay Başkanları da artık en fazla 50 yaşında olacak.

 

****


”12 Mart 1971 muhtırası döneminde “9 Mart cuntası” olarak bilinen ihtilalcileri destekleyen geniş kitle içinde “üniversite” yine ağırlıklı bir yere sahipti. Ankara’dan Mümtaz Soysal, Bahri Savcı, İstanbul’dan İdris Küçükömer gibi hocalar örnek gösterilebilir. 9 Mart cuntasını deşifre ederek Türkiye’yi Baas tipi bir yönetimden kurtaran dönemin Milli İstihbarat Teşkilatı görevlisi Profesör Mahir Kaynak, hocaların o dönemdeki rolünü anlatırken şöyle diyor:

“Darbenin içinde olmakla, desteklemek farklı şey. Bu hocalar darbeyi destekledi. Zaten darbeciler profesörleri içlerine sokmaz. Hocaların darbenin iç yapısına girmeleri gerekmez de. Bunların rolü daha ziyade kamuoyunda etki yaratmaktır. Cüppeleri ile yürümeleri yeterliydi. Onlardan beklenen odur. Genelde bir gövde gösterisi yaparlar ve yerlerinin neresi olduğunu belli ederler.” Kaynak, dönemin Yargıtay Başkanı İmran Öktem’in cenaze töreninde çıkan olaylar sebebiyle Ankara’da 7 Mayıs 1969 günü yapılan hukukçular yürüyüşünü, bu gövde gösterilerinden biri olarak gösteriyor.

....
Ancak İstanbul’daki olay sadece yürüyüşle kalmadı. Rektör Kemal Alemdaroğlu, “Baskıcı ve dayatmacı yöntemlerle düşüncelerimizin susturulacağı sanılıyorsa bu bir yanılgıdır ve pahalıya mal olur” sözlerini kullandı. Hükümetin YÖK reformunda ısrar etmesinin nasıl pahalıya mal olacağını daha açık biçimde dile getiren kişi ise yürüyüşe katılan ilahiyat profesörü Zekeriye Beyaz’dı. “Bu ülkenin vazgeçilmez dinamikleri vardır. Genelkurmay’a, YÖK’e ve milletin değerlerine yanlış yapılmaz. Yanlış yapılırsa sokağa çıkmak yetmez, arkasından başka şeyler de gelir.” diyen Beyaz, bir gazetecinin “Başka şeylerden kastınız darbe mi?” sorusuna, “Onlar (hükümet) anlar. Erkan—ı Harbiye ile çatışılmaz” cevabını verdi.

O gün Milliyet gazetesinden Derya Sazak’a röportaj veren Yüksek Öğretim Kurulu Başkanı Erdoğan Teziç’in, “Üniversitelerin ayakta ve gergin olması, Türkiye’yi 1960’lı yıllara götürür. O örnekleri yaşamış biri olarak uyarıyorum. Oraya gelmemeli” sözleri daha da açıktı. Üstelik Profesör Teziç, “27 Mayıs” çağrışımları yapan ilk hoca değildi. Ondan önce, Dokuz Eylül Üniversitesi Rektörü Profesör Emin Alıcı, “Hepimiz birer Kubilay olmaya hazırız” çıkışını yapmıştı. Başbakan Tayyip Erdoğan, Rektör Alıcı’ya “Hükümet rektörler tarafından en çirkin ve edebe sığmayacak şekilde eleştiriliyor. Rektör olmak, insana edep dışına çıkma yetkisi vermez. Önce edep öğrensinler” tepkisini verince, Orta Doğu Teknik Üniversitesi Rektörü Profesör Ural Akbulut, noktayı koydu: “Erdoğan’ın bu ifadesi, Adnan Menderes’in kara cüppeliler sözü gibi 50—100 yıl hiç unutulmayacak.”

Üniversitenin iktidarla girdiği çekişmelerin Osmanlı dönemindeki tarihsel kökenlerine de değinen Profesör Cöhçe, şu ilginç açıklamaları yaptı: “Osmanlı’nın son döneminde ulema yönetimle zıtlaştı ve Yeniçeri Ocağı’nı kışkırtmaya başladı. Yeniçeriler ulemanın, yani bugünkü anlamıyla üniversite hocalarının etkisinde olur olmaz sebeplerle padişaha karşı ayaklandı. Yeniçeri Ocağı kaldırılınca ulema fiili muhalefet yapamadı ve partilerin içine sızdı. Cumhuriyet döneminde ise 1960’larda üniversite hocaları askeri yine etkiledi ve sürekli askere Demokrat Parti’nin kötülüklerini anlattı. Cumhuriyet Halk Partisi (CHP), İttihatçı geleneği sürdürerek 1960’larda üniversite hocaları aracılığıyla askeri etkilemeye çalıştı. Ama bugün, asker üniversite hocalarını etkiliyor. Arada önemli bir fark var. Bugün ulema askerin emrine girdi. Bir komutan Ankara Üniversitesi Rektörü’nden Kıbrıs Mitingi için 2 bin öğrenci talep edebiliyor.”
”(
Son tezleri darbe. Faruk Mercan - Birol Uzunay.Aksiyon.30-05-2004)

 

*****”27 MAYIS BAĞDAT PAKTI İÇİN YAPILDI

DP Muş eski Milletvekili Gıyasettin Emre “27 Mayıs Bağdat Paktı için yapıldı. Bağdat Paktı olmasaydı 27 Mayıs olmazdı. Darbeden 15 gün önce ABD Büyükelçisi Harp Okulu komutanına, ‘Ne bekliyorsunuz herkes hazır hareket bekliyor’ dedi. Adnan Menderes, ‘Biz hiç kimsenin yapamadığını yaptık. Biz 4 devleti bir araya getirdik’ demişti. Menderes`in açıklamasından hemen sonra ‘ABD tepki gösterdi ‘hem bizimle birliktesiniz hem bize karşı Pakt kuruyorsunuz.’ Bağdat Paktı’na imza atanların hepsi idam edildi. Hiçbiri kurtulamadı. Dünya üzerinde de Pakistan dışında hiç kimse ‘idam edilmesin’ diyemedi. Bugün Kıbrıs kahramanı olarak gözüken kimseler bugün Adnan Menderes sayesinde bu noktaya geldiler ama ona tek bir teşekkür dahi etmediler. Adnan Bey tarihini kendisi yazmıştır” diye konuştu. “

 

“”DARBENİN ARKASINDA CHP’DE VARDI

Rasim Cinisli’nin “Metin Toker CHP yer altı çalışmaları yapıyordu yazıyor. Bunları Metin Toker’den daha iyi kim bilebilirdi. Bu işin arkasında CHP de vardı.. Bu işte orduyu tenzih etmek isterim 27 Mayıs asker elbisesi ile yapılmış. 27 Mayıs asker elbisesi içinde ordu iradesi ile değil disiplini kırmış kişilerin başlattığı bir harekettir” sözlerine karşı Gencay Gürsoy ise “O kişilerin kendi görüşüdür. 27 Mayıs çok onurlu bir harekettir. Onun içinde yer alanlar da o onuru taşırlar” karşılığını verdi. “

                                                                                                                                   30-05-2004

                                                                                        MEHMET   ÖZÇELİK