Hasan Celal Güzel

Tüm Yazıları  

 

 

 

12 Eylül günü

Sağolsunlar, sevgili okuyucularım geçen hafta Pazar Sohbeti'nde "darbeler" hakkındaki yazımdan çok hoşlanmışlar. "Umumî arzu" üzerine, bu hafta da "12 Eylül günü" olup bitenleri Başbakanlık perspektifinden anlatmaya çalışacağım.

"Darbe Geliyor!..."
Başbakanlıkta 11 Eylül 1980 Perşembe günü sabahı saat 10.00'da, Müsteşar Yardımcılığı makamında çalışırken, DPT Teşvik ve Uygulama Dairesi'nde Şube Müdürü olan arkadaşım Hüseyin Erdem, heyecanla odama girdi ve "Ağabey, biraz önce Genelkurmay'dan bir yüzbaşı dostum bana geldi. Genelkurmay'a bütün giriş çıkışları yasaklamışlar. O da 'annem kalp krizi geçirdi' diyerek bir saatliğine izin almış. Yarın ihtilâl yapıyorlarmış; haberiniz olsun" dedi. Hüseyin, sözüne güvenilir, ciddî ve vatanperver bir genç idi.
Hemen Başbakanlık Müsteşarı Turgut Özal'a durumu anlattım. Ciddîye aldı ve "Sen derhal Başbakan'a gidip öğrendiklerini bizzat anlat" dedi.

Her hafta Perşembe günleri saat 11.00'de Bakanlar Kurulu toplantısı yapılırdı. O gün kabine toplantısının yapıldığı Başbakanlık Merkez Binası'nın 100 metre yakınında bombalar patlıyor, ortalıkta tam bir terör havası kol geziyordu. Daha sonra düşündüğümde, bu olayların teröristler tarafından değil, ertesi gün yapacakları "darbeye" gerekçe arayanlar tarafından düzenlendiği kanaatine vardım. Daha önce de, zaman zaman ifade ettiğim bu görüşümü şimdiye kadar hiç kimse yalanlamadı...

Başbakan Demirel, Bakanlar Kurulu Toplantısı'ndan sonra, yanında bakanlar ve bir kısım AP'li yöneticiler ile beraber merdivenlere doğru yürürken önünü kestim ve kendisine çok önemli bir konuda bilgi vermem gerektiğini söyledim. Demirel, durakladı; sonra "Ben şimdi acele gitmek zorundayım; sen Ekrem'e söyle de, gelip bana anlatsın" dedi. Demirel'in en yakını olan -hâlen de öyledir- Devlet Bakanı Ekrem Ceyhun'a gittim ve durumu en ince ayrıntılarıyla anlattım. "Bize de buna benzer bir istihbarat ulaştı. Millî Savunma Bakanı'na ve Genelkurmay'a sorduk. Teröristleri yakalamak için bu gece Ankara'da büyük bir operasyon düzenlemişler. Birliklerin hareket sebebi buymuş" dedi. "Adamlar size, 'darbe yapacağız da ondan' mı diyeceklerdi? Siz bu cevaba nasıl inanırsınız?!..." diye sıkıştırınca, "Peki, ben şimdi Başbakan'ın evine gidip anlatırım" dedi.

Ne hazindir ki, zamanın Millî Savunma Bakanı Ahmet İhsan Birincioğlu, her nedense(!) 12 Eylül darbecilerinin ilk sahip çıktıkları kişi oldu. Başbakan, "Hamzakoy"a hapse gönderilirken, Millî Güvenlik Konseyi (Cunta Yönetimi) Genel Sekreteri ve Genelkurmay II. Başkanı Org. Haydar Saltık, darbeden sonra bana telefon ederek Birincioğlu'nun T.C. Ziraat Bankası Yönetim Kurulu üyeliğine tayin edilmesini istemişti. Bunun için özel olarak "atama kararnamesi" geliştirildi ve darbeye mâruz kalan Hükûmet'in Millî Savunma Bakanı, darbe yönetiminin "ilk ataması" oldu.

Darbe Gecesi

Artık yapacağım bir şey kalmamıştı. Başbakanlık Müsteşar Yardımcısı Kâzım Oksay'ı, Başbakanlık Özlük İşleri Genel Müdürü Saffet Arıkan Bedük'ü çağırarak durumu anlattım; ellerinde problemli iş bırakmamalarını söyledim. Daha sonra kendi evrakımı ve kâğıtlarımı tanzim ettim. Akşam, herkes gittikten sonra odacılara Başbakan'ın, Devlet Bakanlarının ve Özal'ın odalarını açtırdım; masalarını, çekmecelerini, dolaplarını araştırdım; iş talepleri, özel mektuplar gibi sorun olabilecek evrakı temizledim. Her taraf pırıl pırıl oldu... Darbecilere attığım bu ufak "kazık"tan memnun ve mesut bir şekilde eve giderek, ertesi gün erkenden uyandırılacağımdan emin halde, bir müsekkin alıp uyudum.

Askerî bürokrasinin "nizam" ve "intizamını", 11 Eylül akşamı Başbakanlığa gönderilen bir evrak ortaya koymuştur. Emekli Korgeneral Rüştü Naipoğlu, o günlerde Başbakanlık Güvenlik İşleri'nin başında idi. TSK, MİT ve Emniyet'ten gelen gizli evrakı önce o açıp değerlendirir sonra da bana getirirdi. Elindeki evrakı gülerek bana gösterdi ve "Bizimkiler ne kadar muntazam çalışıyor görüyor musunuz? İhtilâl yapacaklarını bile daha önce yazı ile Başbakanlığa bildirmişler!..." dedi. Gerçekten de, daha önce düzenli şekilde her gün askerî birliklerin hareketlerini Başbakanlığa bildirdikleri gibi, 11 Eylül gecesi de alışkanlıkla aynısını yapmışlardı...

Bakanlar Kurulu'na Dönük Namlu

12 Eylül Cuma günü sabahı saat 07.00'de, yumruklanan kapının sesi ile tahmin ettiğim gibi erkenden uyandırıldım. Evde benden başka kimse yoktu; çoluk çocuk tatilde idiler. İlâcın tesiriyle uyuyakalmışım. Kapıda, sonradan Başbakanlık "irtibat subayları" olduğunu öğrendiğim Hava Kurmay Albay Güner Kurtuluş, karacı Kurmay Albay Kemal Bey (soyadını hatırlamıyorum) ve daha önce evinden aldıkları Saffet Arıkan Bedük ile elinde otomatik silâh tutan bir Mehmetçik vardı. Banyoda yüzümü yıkarken Mehmetçik de peşimdeydi. "Oğlum, dışarı çık da çişimi yapayım" deyince silâhını indirip dışarıya çıktı.


Hep birlikte bir askerî cip ile Başbakanlık binasına geldiğimizde karşılaştığım manzarayı hiç unutmuyorum: Kocaman bir tank, topunun namlusu ikinci kattaki Bakanlar Kurulu Toplantı Salonu'na dönük şekilde merdivenlerin yanında duruyordu... 58 yaşındayım. Çok hareketli, tatlı ve acı hâtıralarla dolu bir hayatım oldu. Sevdiklerimi kaybettim; haksızlıklara uğradım; hapishaneye girdim ama beni bu kadar derinden yaralayan ve üzen bir tablo hatırlamıyorum...

Binadan içeriye girdik. Daha önce memurların, sekreterlerin, odacıların ve vatandaşların doldurduğu koridorlarda, alacalı kamuflaj elbiseleri ve ellerinde silâhları ile askerler koşuşturuyorlardı. Doğruca Özal'ın makam odasına gittik. Bu arada, Başbakanlık Müsteşarı Özal ile Müsteşar Yardımcısı Kâzım Oksay da evlerinden alınıp getirildiler. Merhum Özal, teşrifattan hiç hoşlanmaz, makam masası yerine ortadaki koltukta oturmayı tercih ederdi. Bu defa dikkat ettim, yüzünde ciddî bir ifade ile doğruca masasına gitti ve oradan hiç ayrılmadı...

Devlet Çarkı Nasıl Döner?...

Başbakanlık irtibat subaylarının başkanı olan havacı Albay Güner Kurtuluş, çok kibar, nazik ve sevimli bir askerdi. Biz toplandıktan sonra, "Haydi bakalım, artık 'devlet çarkı'nı döndürmeye başlayalım" dedi. Şaşkın ve üzgün birbirimize baktık. Ben, "Resmî Gazete, Cumhuriyet'in kuruluşundan beri hiç aksamadan çıkarılmıştır. Önce bunu yayınlamaya devam edelim; hem yönetimin kararları 'resmîleşmiş'(!) olur" dedim. Bu teklifimi uygun gören Havacı, Karacı ve Denizci Albaylar, Başbakanlık Matbaası'nın idareci ve işçilerini evlerinden toplayarak Resmî Gazete'yi yayınladılar.

Bu arada MGK bildirileri devam edip duruyordu. Özal, bir bildiri ile bankalardaki mevduata el konulacağını öğrenince, oturduğu yerden hoplayarak "Sakın böyle bir şey yapmayın. Bu uygulama ekonomiyi mahveder ve halkta paniğe sebep olur" dedi. Albay Kurtuluş, Özal'ın itirazını Genelkurmay'a bildirince, bildiriden vazgeçildi ve Özal, Genelkurmay'a çağrıldı. İki saat sonra döndüğünde, "Bana bakanlık teklif ediyorlar" dedi ve devam etti, "Orada kimleri gördüm dersiniz? Turan Feyzioğlu ile Emin Paksüt de bu işin içindelermiş..."

"Devlet çarkı" ile ilgili olarak o güne dair hatırladığım diğer bir olay da, "kanunların numaralandırılması" ile ilgilidir. O gün, birbiri ardından yayınlanan 5 MGK Bildirisi'ni görünce, bunun arkasından sıranın "kanun yapma"ya geleceğini anlayarak irtibat subaylarına "Aman sakın MGK kanunlarına 1'den başlayarak yeni numaralar vermeyin. 27 Mayıs'ta Millî Birlik Komitesi bunu yapınca ortalık karma karışık olmuştu. Şimdi de üçüncü tertip numaralar çıkmasın" dedim. Neyse, bu defa dediğimizi yaptılar da uğraşıp durmaktan kurtulduk...

Tahsisât-ı Mestûre Kasası

Darbeciler, oldum olası "tahsisât-ı mestûre" (örtülü ödenek) kasasına pek meraklıdırlar. Bizden tahsisât-ı mestûre kasasını açmamızı istediler. Ben anahtarının, bu konuda görevli olan Devlet Bakanı Ekrem Ceyhun'da olduğunu söyledim. Bunun üzerine, âlâyı vâlâ ile ciplere binerek Ekrem Ceyhun'u Enis Behiç Sokak'taki evinden almaya gittik. Ekrem Bey ile irtibat subayları üçlüsü kasayı açtılar. İçinden az bir miktar para, birkaç parça gümüş eşya ve Başbakan'ın taltif için kullandığı saatler çıktı. İrtibat subaylarının sukutuhayalleri yüzlerinden okunuyordu. Belli ki, kasadan bir hazinenin ya da "kadın külotu", "cımbız" gibi "ilginç" şeylerin çıkmasını bekliyorlardı. Ekrem Ceyhun, son derece düzgün çalışan bir devlet adamı idi; kuruşuna kadar hesabını verdi.



Kemal Güçyener'in Dramı

12 Eylül günü denilince, her defasında rahmetli Kemal Güçyener'i içim ezilerek hatırlarım. Kemal Bey, bürokrasinin en tecrübeli ve kıdemli Özel Kalem Müdürü idi. Demirel'e çok sâdıktı. O'nu çok sever ve üzerine titrerdi. Öğleden sonra hatırını sormak için telefonla kendisini aradığımda, titrek ve ağlamaklı bir sesle "Sayın Müsteşarım, çok üzgünüm. Beyefendiyi (Demirel) alıp götürdüler; bu acıya kalbim dayanmıyor..." dedi. "Kemal Bey, iyi misiniz? Sizi doktora götüreyim..." dedim. İstemedi... Bu sırada beni Genelkurmay'dan çağırdılar; Kemal Bey'e gidemedim. Sonradan Başbakanlık Özel Kalem Müdürü olan Özal'ın müşaviri Tevfik Ertürk'e durumu anlattım. Ne yazık ki, Kemal Bey ertesi gün, yalnız yaşadığı evinde ölü olarak bulundu. Yaşlı kalbi, çok sevdiği Başbakanı'nın darbeciler tarafından götürülüşüne dayanamamıştı...

Anayasa Mahkemesi Kaldırılıyordu...

Öğleden sonra 16.00'da Genelkurmay Başkanlığı'na gittim. Tuğgeneral Zâti Ergül Paşa'nın odasında toplandık. Maliye Bakanlığı Müsteşarı Ertuğrul Kumcuoğlu, Merkez Bankası Başkanı İsmail Hakkı Aydınoğlu ve bazı üst düzey bürokratlar da oradaydı. Zâti Paşa, çok heyecanlıydı. Millî Güvenlik Konseyi Genel Sekreter Yardımcısı gibi bir pozisyonda idi. Taşradaki sıkıyönetim komutanlıklarından gelen telefonlara cevap veriyor, esip savuruyordu. Bu arada, toplantı halindeki Konsey ile de temas içindeydi. Devletin "ekonomi çarkı"nın nasıl döndürüleceğini konuşuyorduk. Arkadaşlar çok tedirgin ve ciddî idiler. Benim de aksine hınzırlığım tutmuştu. Paşa'nın tonton ve heyecanlı hâline, içinde bulunduğumuz durumun garâbeti ilâve edilince kendimi gülmekten alıkoyamıyordum.

Zâti Paşa, Konsey Toplantısı'na her gidip gelişinde yeni bir kararı açıklıyor, bizden de takdir nidâları bekliyordu. Anayasa, Meclis ve birçok kurum kaldırılıyordu. Aklıma bir cinlik geldi. "Sayın Paşam, Meclis ve Anayasa olmadığına göre Anayasa Mahkemesi niye duruyor? Kaldıralım gitsin..." dedim. Ertuğrul (Kumcuoğlu), ayağıma gizlice bir tekme attı. Paşa, "Çok doğru Sayın Güzel" dedi; "Ama nasıl yapacağız?..." "Kolay Sayın Paşam" diye cevap verdim ve bir kâğıt alarak "Anayasa Mahkemesi feshedilmiştir" diye yazdım. Şimdi sakın Anayasa Mahkemesi'ndeki dostlar bana kızmasınlar; bu sadece "mantıklı bir şaka"dan ibaretti. Zâti Paşa, bildiri taslağını alarak Konsey Toplantısı'na koşturdu. Döndüğünde muzafferâne bir edâ ile "Anayasa Mahkemesi kaldırılmıştır beyler!..." diye "müjde"yi verdi. Ben rahat durmadım. Ertuğrul'un sunturlu tekmesini yiyerek "Sayın Paşam, 'taylar'ı da kaldıralım; Yargıtay, Danıştay, Sayıştay niye duruyor?..." dedim. Tonton Paşa, bu konuda yazdığım bildiriyi de götürdü.

Ancak kısa bir müddet sonra alı al, moru mor odaya dönüp bağırdı: "Hepiniz ayağa kalkın!..." Ayağa fırladık. "Bu olayı unutacak, kimseye söylemeyeceksiniz!..." Koro halinde "Söylemeyiz" dedik. Paşa, bu sözümüzü yeterli görmedi. Bana, "O olaydan kimseye bahsetmeyeceğiz, diye yazın; hepiniz imzalayın" dedi. Kumcuoğlu itiraz etti. "Hangi olay belli değil ki" dedi. Ben gırgıra devam ettim. "O ağacın altı gibi bir şey Paşam" dedim. Paşa, "Sen sus, zâten senin yüzünden bunlar başıma geldi. Şimdi hepinizi içeri atarım!..." diye bağırdı. Sonunda "Yüksek Mahkemeler hakkındaki o olay" diye yazarak imzaladık. Paşa da kasaya kilitledi.

Sonradan; Toplantıya gelen Feyzioğlu Hoca'nın "Siz ne yapıyorsunuz?... Hiç Yargıtay kaldırılır mı?!..." diye feryat ettiğini öğrendik. Olaydan sonra, çok iyi kalpli, saf ve temiz bir insan olduğunu öğrendiğim. Zâti Ergül Paşa, tümgenerallikten emekliye ayrıldı. Yaşıyorsa en iyi dileklerimi sunuyorum. Bana kızma olur mu Paşam?...

Bu haftalık da bu kadar... Darbeciler bir gün, devlet yönetimin uzmanlık işi olduğunu anlarlarsa, bu mesele kendiliğinden çözülecektir...

Tercüman.21-9-2003