HATIRALAR VE ÖLÇÜLER-33

“ALEM-İ İSLAM’IN ARADIĞI METOD”
20. yy dünya çapında bir çok İslami harekete şahid oldu. Bunların büyük kısmı reaksiyoner özellikli hareketlerdi.Daha çok hisse hitap ediyorlardı ve ajitasyon ağırlıklıydılar.. Hızla parlamalarına rağmen, sonuç itibarıyla hem mensuplarına acı çektirdiler, hem de kavgacı bir görüntü oluşturdular. Şu anda bunları bütün İslam dünyası acı acı sorguluyor. Bir de bunlardan farklı olarak bir ses Anadolu’nun bağrından, Barla eteklerinden yükseldi ve muasırlarından farklı olarak “Müspet hareket” dedi. Aceleci olmayan, ayakları yere basan, şefkat yörüngeli bir metod önerdi. “Medenilere galebe ikna iledir. Sözden anlamayan vahşiler gibi icbar ile değil.” yorumunu sundu.

Bu hizmetin çilekeş bânisi hep şunları solukladı: “ Benim ve Risale-i Nur'un mesleğinin esası ve otuz seneden beri bir düstur-u hayatım olan 'şefkat' itibariyle; bir masuma zarar gelmemek için, bana zulmeden canilere, değil ilişmek; belki beddua ile de mukabele edemiyorum.” “Bizim vazifemiz onlar hakkında yalnız hidayet temennisinden ibarettir. Bize eza ve cefa edenlere karşı hiçbir talebemin kalbinde zerre kadar intikam emeli beslememesini ve onlara mukabil Risale-i Nur'a sadakat ve sebat ile çalışmalarını tavsiye ederim.

Ve artık onun sesi daha bir gür çıkıyor ve haklılığı anlaşılıyor... Şimdi bunlara üç numune sunacağız. Merhum Ali Uçar beyefendi 8.11. 1997’de Almanya’daki sohbetinde Ürdün’ün Amman şehrinde Haziran 1997’deki Bediüzzaman Sempozyumundaki intibalarından birini şöyle anlatmış: “Bazı abilerimizle sohbet ediyorduk Baktım, bir beyefendi bizi son derece dikkatle takip ediyor. Kendisine Türkçe bilip bilmediğini sordum. Arapça cevap verdi, bilmediğini söyledi. “Nerelisiniz?” diye sordum. Lübnan’lıydı. Adı Hüssam’dı. Bediüzzaman hazretlerini tanıyor musunuz dedim. Birdenbire Hüssam konuşmaya başladı, dedi:
“Mazide yaşamış çok İslam alimleri var. Günümüzde de var. Ben hepsinin ellerinden, ayaklarından öperim. Onların ayakları başımın üzerindedir. Ama Bediüzzaman hazretlerini onlardan ayıran çok farklılıklar vardır." "Mesela, onlardan birini söyleyebilir misiniz?" dedim. Derhal cevap verdi: “Bediüzzaman Said Nursi sabrın mürebbisiydi. Bugün İslam dünyasını içinde bulunduğu kritik günlere götüren en büyük hastalıklardan birisi aculiyet(acelecilik) belasıdır.” dedi.

Devam edecekti, duygulandı. ve birden ayağa kalktı; “Ey Risale-i Nur talebeleri! niye sadece Türkiye’de yaşıyorsunuz? Neden bilad-ı İslam’da(İslam beldelerinde) gözükmüyor ve ümmet-i merhumeyi neden kucaklamıyorsunuz?” dedi...

SAAD ZALAM’IN SÖZLERİ
Ali Uçar bey aynı derste şunu da anlatıyor: “Kendisini hastahanede ziyaret ettiğimiz zaman uzun uzun Risalelerden ve Üstad’dan bahseden Ezher Üniversitesi Arapça dili ve edebiyatı dekanı Saad Zalam...Hatip bir insandır. Ve hatta alakalıların beyanına göre günümüzde modern Arap dil ve edebiyatını iki profesör temsil ediyor; Bunlardan birisi Irak Musul Üniversitesindeki İmadüddin Halil Ahmed, diğeri bu zat.

Konuşmasında bir yere gelince, sesinin ahengi ve dozajı değişti, dedi ki “Sadece Kral Faruk döneminde İhvan-ı Müslimin bir milyon evladını kaybetti. Eğer siz Nur risalelerini zamanında buraya getirseydiniz bu korkunç facia yaşanmayacak ve katledilen bu insanlar şimdi hizmetin başında olacaktı. Ama siz geç kaldınız.”

CEZAYİR ÖRNEĞİ
Ali Uçar bey’in şu hatırası da sorumluluğumuzun büyüklüğünü gösterecek cinsten: “ Fas’lı Prof. Mustafa Dil Hamza hususi sohbetimizde şöyle dedi: “Cezayir’deki FİS başkanı şimdi aramızda bulunsa,

1-O da bizim gibi sunulan tebliğleri dinleseydi,
2-Risale-i Nur’daki Müspet hareketi iyi anlasaydı.
3- Bu müsbet hareketin Anadolu vüs’atindeki tecellisini de görseydi, eminim katiyyen gidişatını değiştirecekti. Ama siz, anadili Arapça olan bizim insanımıza muhatap olmakta geç kaldınız. Müsaade ederseniz bir endişemi söylemek istiyorum; Yarın mahşerde, hesap kitap devranında Cezayir’de dökülen kanların faturası size çıkabilir."


Salih Okur

 

HATIRALAR VE ÖLÇÜLER-37

SEKSEN ŞEYH ENVERİ ERİTSELER
Molla Hamid Ekinci ağabey merhum anlatıyor; “Şarkın şeyh ve ağalarını sürgün edeceklerdi. Bir gün Şarkın ulema ve şeyhlerinden Şeyh Enver Efendi yanında bir at ve elbise getirdi ve üstada dedi ki “Seyda, bunları al, beraber hududu geçelim, rahatına bak. Orada bir yerde oturur, ibadetle meşgul oluruz.” Üstad emretti; “Şeyhim, ben gelmeyeceğim, sen git, sen serbestsin, gidebilirsin. Elimden gelse ben daha içerilere girmeye çalışacağım, tâ ki benim yumruğum, bir takım zındıkların başlarından eksik olmasın.” Şeyh oradan ümidini keserek, meyusane ayrıldı. Yolda Şeyh Enver, Ali Çavuş isminde bir ilim talebesine rastlıyor. Şeyh Ali Çavuşa ; “Ali Çavuş ne yaparsanız yapınız,üstadı buradan uzaklaştırınız, tutacaklar (yakalayacaklar.) deyince Ali Çavuş; “Sen kendi başının çaresine bak, kendini kurtar”. Bunun üzerine şeyh Enver ağlayarak şu cevabı vermiş; “Ali Çavuş, siz Üstadı tanımamışsınız. Sizi kasemle temin ederim ki, 80 tane benim gibi Şeyh Enver’i eritseler daha Üstadın bir parmağını ikmâl edemezler. Benimle onu kıyaslamayın, onu kurtarmaya çalışın.” (Bediüzzaman’ın İlk Talebelerinden Hatıralar-s:85-86)

ÜSTAD’IN DİKKAT ETTİĞİ BİR HUSUS
Molla Hamid Ekinci anlatıyor: “Üstad’ın iki usturası vardı. Haftada iki defa traş olurdu. Molla Resul dedi ki; “Üstadın senin ne ilmini, ne amelini anladık. Nedir bu halin, kendine eziyet edip haftada iki defa traş oluyorsun!” Buyurdu ki; “Ben esaretten evvel çok zındıkları titrettim. Şimdi zındıklar; “Said çökmüş, ihtiyarlamış” demesinler diye ben hep traş oluyorum.” (Age- s:86)

İKTİSADA RİAYET
Üstadın talebelerinden muhterem Abdullah Yeğin bey anlatıyor; “Bir gün İstanbul’da otelde idik. Bir gazetede Müslümanlara dair mühim bir haberden bahsedilmişti. “Bu gazeteden bir tane bulunuz” dedi. Ben hemen gittim, on beş kuruşa bir gazete aldım, geldim. Haberi okuduk, memnun oldu. “Git bunu yerine ver” dedi. Ben; “Üstadım bunu ben aldım, parasını verdim” deyince hiddet etti ve dedi; “Ben seni akıllı zannederdim. Bunun için gazeteye on beş kuruş verilir mi? Sen fakir bir kimsesin, harçlığın yok, talebesin” diye beni  tekdir etmişti. Bir gün Emirdağ’da mangalda kömür yakmıştım, biraz fazla kömür koyduğumdan dolayı da yine şiddetle azarlamıştı. Bizi alıştırmak için olacak ki, çarşıya gönderirdi, bir kuruş eksik veya fazla olsa hesap sorar, asla yanlış hesabı kabul etmezdi.” (s:89-90)

ÜSTADIN TEDBİRİ
Muhterem Ahmed Vehbi Ünlü beyin şu hatırası Üstadın hizmette tedbir düsturuna da güzel ışık tutuyor: Sayın Ünlü bir kısım hizmet ehli ise 17 Temmuz 1969’da Barla’da Bediüzzaman’ın mekanında, merhum Bayram Yüksel ağabeyin nezaretinde on beş günlük bir okuma programı yapmışlar. İlk gün olan tatlı bir hadiseyi şöyle anlatıyor; “Duvarlarında oyma 2-3 ağaç dolap bulunan büyük odada Bayram ağabeyin etrafında toplandık. Pür dikkat onu diniyorum; “Evet kardaşlarım, bu dolaplardaki gizli bölmelerde Risaleler var. Kim bulacak bakalım?” Emrini alır almaz, hepimiz aramaya başladık. Zarif el işçiliği ile yapılmış dolap kapaklarından biri açılıyor, diğeri kapanıyordu. Ama nafile...dolaplardaki gizli bölmeyi bulup mübarek ellerinin değdiği, mübarek nur kitaplara hiçbirimiz ulaşamamıştık. Zaten vakit de geçmişti. Alışamadığımız gaz lambasının ışığında akşam ve yatsı namazlarını cemaatle eda ettikten sonra, tesbihat ve derslerimizi de yapıp, aynı odaya yataklarımızı serip, yattık.O gece bana dolaptaki gizli bölme gösterildi. Sabah namazını eda edip, tesbihatı yaptıktan sonra Bayram Yüksel ağabey; “Risalelerin yerini hala bulamadınız mı?” deyince ben kalktım, “Bismillah” diyerek bir dolabı açtım, içindeki tahtayı yana kaydırınca gizli bölme ve Risaleler göründü. Bayram ağabey; “Nasıl bildin?” deyince “Gece rüyamda Üstad bana gösterdi” dedim. “Maşallah, barekallah kardeşim” dedi...(s:96-97)





Salih Okur

 

 

 

HATIRALAR VE ÖLÇÜLER-37

SEKSEN ŞEYH ENVERİ ERİTSELER
Molla Hamid Ekinci ağabey merhum anlatıyor; “Şarkın şeyh ve ağalarını sürgün edeceklerdi. Bir gün Şarkın ulema ve şeyhlerinden Şeyh Enver Efendi yanında bir at ve elbise getirdi ve üstada dedi ki “Seyda, bunları al, beraber hududu geçelim, rahatına bak. Orada bir yerde oturur, ibadetle meşgul oluruz.” Üstad emretti; “Şeyhim, ben gelmeyeceğim, sen git, sen serbestsin, gidebilirsin. Elimden gelse ben daha içerilere girmeye çalışacağım, tâ ki benim yumruğum, bir takım zındıkların başlarından eksik olmasın.” Şeyh oradan ümidini keserek, meyusane ayrıldı. Yolda Şeyh Enver, Ali Çavuş isminde bir ilim talebesine rastlıyor. Şeyh Ali Çavuşa ; “Ali Çavuş ne yaparsanız yapınız,üstadı buradan uzaklaştırınız, tutacaklar (yakalayacaklar.) deyince Ali Çavuş; “Sen kendi başının çaresine bak, kendini kurtar”. Bunun üzerine şeyh Enver ağlayarak şu cevabı vermiş; “Ali Çavuş, siz Üstadı tanımamışsınız. Sizi kasemle temin ederim ki, 80 tane benim gibi Şeyh Enver’i eritseler daha Üstadın bir parmağını ikmâl edemezler. Benimle onu kıyaslamayın, onu kurtarmaya çalışın.” (Bediüzzaman’ın İlk Talebelerinden Hatıralar-s:85-86)

ÜSTAD’IN DİKKAT ETTİĞİ BİR HUSUS
Molla Hamid Ekinci anlatıyor: “Üstad’ın iki usturası vardı. Haftada iki defa taş olurdu. Molla Resul dedi ki; “Üstadın senin ne ilmini, ne amelini anladık. Nedir bu halin, kendine eziyet edip haftada iki defa traş oluyorsun!” Buyurdu ki; “Ben esaretten evvel çok zındıkları titrettim. Şimdi zındıklar; “Said çökmüş, ihtiyarlamış” demesinler diye ben hep traş oluyorum.” (Age- s:86)

İKTİSADA RİAYET
Üstadın talebelerinden muhterem Abdullah Yeğin bey anlatıyor; “Bir gün İstanbul’da otelde idik. Bir gazetede Müslümanlara dair mühim bir haberden bahsedilmişti. “Bu gazeteden bir tane bulunuz” dedi. Ben hemen gittim, on beş kuruşa bir gazete aldım, geldim. Haberi okuduk, memnun oldu. “Git bunu yerine ver” dedi. Ben; “Üstadım bunu ben aldım, parasını verdim” deyince hiddet etti ve dedi; “Ben seni akıllı zannederdim. Bunun için gazeteye on beş kuruş verilir mi? Sen fakir bir kimsesin, harçlığın yok, talebesin” diye beni diye tekdir etmişti. Bir gün Emirdağ’da mangalda kömür yakmıştım, biraz fazla kömür koyduğumdan dolayı da yine şiddetle azarlamıştı. Bizi alıştırmak için olacak ki, çarşıya gönderirdi, bir kuruş eksik veya fazla olsa hesap sorar, asla yanlış hesabı kabul etmezdi.” (s:89-90)

ÜSTADIN TEDBİRİ
Muhterem Ahmed Vehbi Ünlü beyin şu hatırası Üstadın hizmette tedbir düsturuna da güzel ışık tutuyor: Sayın Ünlü bir kısım hizmet ehli ise 17 Temmuz 1969’da Barla’da Bediüzzaman’ın mekanında, merhum Bayram Yüksel ağabeyin nezaretinde on beş günlük bir okuma programı yapmışlar. İlk gün olan tatlı bir hadiseyi şöyle anlatıyor; “Duvarlarında oyma 2-3 ağaç dolap bulunan büyük odada Bayram ağabeyin etrafında toplandık. Pür dikkat onu diniyorum; “Evet kardaşlarım, bu dolaplardaki gizli bölmelerde Risaleler var. Kim bulacak bakalım?” Emrini alır almaz, hepimiz aramaya başladık. Zarif el işçiliği ile yapılmış dolap kapaklarından biri açılıyor, diğeri kapanıyordu. Ama nafile...dolaplardaki gizli bölmeyi bulup mübarek ellerinin değdiği, mübarek nur kitaplara hiçbirimiz ulaşamamıştık. Zaten vakit de geçmişti. Alışamadığımız gaz lambasının ışığında akşam ve yatsı namazlarını cemaatle eda ettikten sonra, tesbihat ve derslerimizi de yapıp, aynı odaya yataklarımızı serip, yattık.O gece bana dolaptaki gizli bölme gösterildi. Sabah namazını eda edip, tesbihatı yaptıktan sonra Bayram Yüksel ağabey; “Risalelerin yerini hala bulamadınız mı?” deyince ben kalktım, “Bismillah” diyerek bir dolabı açtım, içindeki tahtayı yana kaydırınca gizli bölme ve Risaleler göründü. Bayram ağabey; “Nasıl bildin?” deyince “Gece rüyamda Üstad bana gösterdi” dedim. “Maşallah, barekallah kardeşim” dedi...(s:96-97)



HATIRALAR VE ÖLÇÜLER-36

KADİR GECESİ HAKKINDA BİR İPUCU

Muhterem Ahmed Vehbi Ünlü beyin “Bediüzzaman’ın İlk Talebelerinden Hatıralar” adlı eserinden alıntılara devam ediyoruz; “Re’fet ağabeyin bana yazdırdığına göre Üstadımız kadir gecesi hakkında şu ipucunu vermiştir; (9,9,9) yani Ramazan-ı şerifin ilk 9. gecesi, sonra ikinci 9. gecesi ve üçüncü 9. gecesini değerlendirmek lazımdır.”(s:55)

ÜSTADIN İBADET DERİNLİĞİ
Üstad Bediüzzaman’a 1924-25’lerde Van’da hizmet eden talebesi Molla Hamid Efendi, Üstadın namazını şöyle anlatıyor: “Allahüekber der demez, boynu düştü, kendisine bir hal geldi. Ben içimden diyordum ki; “Bunda bildiğimiz hoca kılığı yoktur ama bu ne haldir ki...” Bir hayret ve dehşet içinde kaldım. Neyse namazı kıldık, tesbihata başladık. Derdi ki; “Namazın sonundaki tesbihat namazın tohumu, çekirdekleri hükmündedir.”Hazin bir sada ile bizden çok ağır bir şekilde tesbihat yapıyordu. “Sübhanallah, Sübhanallah” diye, çok içten ve yavaş tesbihat yapardı. Biz adeta “sübb..sübb..sübb” diyoruz. Ben çok namaz kılanlar gördüm. Fakat böyle hazin, huşu içinde, heyecan verici bir tarzda namaz kılan görmedim.” (s:69-70)

ÜSTADIN İFFETİ
Merhum Molla Hamid diyor ki: Molla Resul (1872-1952) “Tahir Paşanın(1847-1913) evinde iki tane kızı vardı. Birini Üstadımıza vermek istiyordu. Neyse, sonra Paşayı başka bir yere naklettiler, oraya gitti. Bir gün mevzu açıldı. Üstad’a; “Paşanın iki tane kızı vardı. Birisini siz alacaktınız” diyorlardı, siz görmediniz mi” dedik. “Kasem ederim, ben o evde kız olduğunu bilmedim” diye cevap verdi.(s:74)

ÜSTADIN ÇOCUKLUĞU
Molla Resul anlatmış; “14-15 yaşlarında iken keşif-keramet Üstad Hazretleri yanında bir şey değildi.”(s:75)

ÜSTADIN KENDİSİNİ GİZLEMESİ
Molla Hamid ağabey diyor ki; “Üstad, mübarek kendini belli etmiyordu. Gerçi böyle bazı müşahedatımız olmakla beraber, o zamanlar üstadı tam anlayamıyorduk.ve bilemiyorduk. Zaten keşif, kerameti de istemezdi, rahatsız olurdu. Tâ ki Risale-i Nurlar zuhur etti, ancak o zaman anladık. Bir gün bu mevzular geçince Üstad bir elini diğer elinin dışına vurarak; “Bırakın eski Said’i, o geçti” dedi. (s:75)

ÜSTADIN AZ YEMESİ VE YEDİRMESİ
Üstad, özellikle Eski Said dönemi talebelerine perhiz uygulatıyormuş. Bu konuya muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi bir yerde şöyle değiniyor; “Üstadın talebeleri büyük ölçüde riyazet yaparlarmış o da onlara bal verirken bir çay kaşığı verirmiş. Oysa ki bizde çok abur cubur yemek var, çarşıda dolaşma var maalesef.” Bu konuda Hamid ağabeyin bir hatırası şöyle; “Sizi yeminle temin ederim bu şekilde ben Üstadımızın yanında bir-iki sene kaldım, ancak bir gün tok olabildim. O bir gün de, bir talebe pilav pişirmişti, tencerede pilav artmış, sahan almadı. O talebe bana dedi; “Gel bunu ye, sonra sofrayı götür” Ben biraz yedim, sonra biraz da üstadın yanında yedim O gece doyduğumu hatırlıyorum.” (s: 80)

 

 

HATIRALAR VE ÖLÇÜLER-35

ÜSTAD’IN NAMAZDAKİ HUŞUU
Bediüzzaman’ın İlk Talebelerinden Hatıralar (Ahmed Vehbi Ünlü-Şahsi basım- Ankara-1997) adlı eserde merhum Refet Barutçu beyin (1886-1975) Eskişehir Hapishanesinde geçen şu namaz hatırasına yer verilmiş; “Üstadın arkasında kılınan namazın hazzı bambaşka...İlk tekbir aldıklarında adeta yer gök sarsılır. Aman ya Rabbi! O ne huşu, o ne munis seda tarif edilmez.” Gardiyanlar; “Biz sizin Üstadınız gibi görmedik. Sabah uykusunun dışında hiç uyumuyor” derlermiş...(s:32)

Fethullah Gülen Hocaefendi bir sohbetinde bu hususa şöyle temas ediyor: “Üstad Bediüzzaman ve talebeleri namaza durduklarında bıçak vursan kanları çıkmayacak kadar, ciddi konsantrasyon yaşıyorlardı, vakıa bu..”

NE İŞ YAPARSIN?

Aynı eserden; “Eskişehir mahkemesinde hakim teker teker herkesin ne iş yaptığını soruyor. Sıra Üstada gelince; ayağa kalkarak, şehadet parmağını da kaldırarak; “İmana hizmet” diyor. (s:32)

UHUVVET... UHUVVET
Eskişehir hapishanesinde iki talebe münakaşa ediyor. Üstad Hazretleri bu olayı ruhen hissediyor ve çok sıkılıyor. Aniden, Refet ağabeylerin kaldığı koğuşa geliyor ve Refet ağabeyin yatağına oturuyor. Aralarında münakaşa yapan zatları çağırıyor ve soruyor; “Neden uhuvveti rencide edecek münakaşa yaptınız?” biri diyor; “Efendim, bana bir hayvanın ismiyle hitap etti. Üstad; “Ben o sözü kendime alıyorum” deyip, ikisini barıştırıyor. (s:33)

HAKKIMI HELAL ETTİM
Yine merhum Refet ağabey anlatıyor; “Üstad hazretleri vefatına yakın Mustafa Sungur ağabeye mektup yazdırarak, bütün savcılara, hakimlere, ağır ve sulh ceza reislerine hakkımı helal ettim mealinde tamim etmişti.(s:35) Evet, Hocaefendinin dediği gibi; “Mahkeme edenler bile Risaleleri okuyarak imanlarını kurtaracaklarsa yedi dünya şahid olsun, hakkımı helal ettim” diyen insanın sadrının, sinesinin genişliği doğrusu bizi hayrete sevk ediyor.”

SADAKAT
Hulusi, Refet, Rüştü ve o zaman hizmetinde bulunan diğer ağabeyler hazır bulunduğu bir vakitte Üstad onlara; “Farz-ı muhal, şimdi Gavs-ı Geylani uçaraktan gelse, Said’in söylediklerini dinlemeyin dese ne dersiniz?” deyince hepsi birden; “Biz senden ve Risale-i Nur’dan vazgeçmeyiz” demişler.(s:44)

ŞEYH GEYLANİ KURTARDI
Eğridir gölünde, Refet ağabey yıkanmak için girdiğinde boğuluyormuş. Harika bir tarzda kurtulmuş. Daha sonra bu olayı üstada anlatınca; “Seni Şeyh-i Geylani kurtardı” demiş.(s:48)

MUHACİR HAFIZ AHMED’İN İLK TANIŞMASI
Refet Barutçu ağabey anlatıyor; “Üstad hazretlerinin Barla nahiyesine ilk getirildiği günler...Soğuk, yağmurlu, yerlerin kaygan ve çamurlu olduğu bir zaman. Üstad, büyük Çınar ağacının üstündeki yokuştan inerken, ayağındaki eski lastik ayakkabısı, ayağından çıkınca, çorabı çamur oluyor. Bu sırada Hafız Ahmed yardımına koşuyor. Çınar ağacının altındaki çeşmede, çorap ve ayakkabısını yıkıyor. Ve Üstadla ilk karşılaşması da böyle oluyor.” Rahmetullahi aleyh...


Salih Okur

 

 

HATIRALAR VE ÖLÇÜLER-34

BÜYÜKLERİN HUZURUNDA

Abdullah Aymaz bey anlatıyor.”Kastamonu'ya Mehmed Feyzi Efendi'ye ziyarete gitmiştik. Kendisinin de müsaadesiyle çeşitli sorular sormuş çok güzel cevaplar almıştık. Bir ara aklıma bir soru geldi. Bu soruyu sormadan önce Risaleleri yeni mütalaa etmeye başlayan bir zat,Fethullah Gülen Hocaefendiye sormuştu. Tabii benim sorumdaki mukayese manası da vardı. Dedim ki "Efendim, eserlerde Peygamber Efendimizin (sav)ibtida ile intihayı birleştirdiği ifade ediliyor, bunu bize izah eder misiniz?" Mehmet Feyzi Efendi 31. Sözdeki "Peygamberimiz bu kainatın hem çekirdeğidir, hem de meyvesidir" meselesini çok güzel izah etti. Ama benim sorumun cevabı değildi. İçimden "olmadı" diyordum. Mehmet Feyzi Efendi hemen bana dönerek: "İyi anlatamadıysam özür dilerim, ben artık yaşlandım." deyince çok utandım. Sonra bu meseleyi Hocaefendiye anlattım. O zaman Hocaefendi dedi ki: "İnsan büyüklerin yanında hem diline hem de kalbine sahip olmalıdır.

MÜHİM OLAN HİZMETTİR
Muhterem Rıza Çöllü Hocaefendi kendisi eğitim hizmetlerine vakfetmiş bir zat. Ramazanoğlu Sami Efendiden feyz almışlar. Altınoluk Dergisinin Temmuz 92 sayısında kendisiyle yapılan bir röportajı okudum. Çok güzel iki hatırasını sizlerle paylaşmak istiyorum: “Ben hayatımda ilmini dünya için kullanmayan üç kişi gördüm. Birisi; Bediüzzaman Hazretleri...Diğeri; Ankara’da Hacı Mehmed Efendi vardı. Sonra Mahmud Sami Efendiye intisap etti. Bediüzzaman’a beraber gitmiştik. “Efendim, ben intisap etmek istiyorum” dedi. Bediüzzaman: “Onu kardeşimiz Mahmud Sami görüyor” dedi. Bunun üzerine Mehmed Efendi 57’de İstanbul’a geldi, ders aldı.” İşte büyük adamın kucaklayacılığı...

BEDİÜZZAMAN’I İMTİHAN
Rıza Çöllü hoca kendi hocası, eski Diyanet İşleri
reislerinden Hasan Fehmi Başoğlu’nun bir hatırasını da aynı dergide şöyle anlatıyor: Bediüzzaman hazretleri İstanbul’a gelmiş(1907) Tabii, kim kimi nasıl değerlendirir o bahs-i ahar ama, hakkı hak sahibine vermekte yarar var. Bediüzzaman İstanbul’a geldiğinde “Hallal-ül Müşkilat”(Soruları çözen) diye bir levha yazmış. “Siz herşeyi sorabilirsiniz. Ben size hiçbir şey sormayacağım” diyormuş.

Tabii bu, İstanbul ulemasına çok ağır gelmiş. “Ben de yani icazet aldım. Civa gibi delikanlıyım” diyor Fehmi efendi “Hasan Fehmi ümidimiz sende. Bu kürdoğlunu bir yere ser de, nasıl serersen ser” demişler. (Hasan Hoca da iyi alimdi. Kur’an okumakta mahirdi. Cezeri’yi 85 yaşında tıkır tıkır ezberden okurdu. Ben de cezeri’yi kendisinden okudum.)

“Mevakıf’tan akla hayale gelmedik konularda beni bir ay hazırladılar” diye anlatıyor. “Git şimdi bunları sor” demişler. Yanına gittim, soruları sorduktan sonra, az önce talebelere ders okutuyormuş gibi benim suallerimin hepsine cevap verdi. Tek kelimeye muktedir olamadan döndüm, geldim” diyor.

Rıza Çöllü devamla, “Bediüzzaman bedava sivrilmemiştir, tezkiyesi vardı. Ve Hasan hocanın zamanında Risale-i Nur Diyanetten hep beraat almıştır.”

FERASET
A. Kervancı bey anlatıyor: Doktor Kahid, Medine'de bulunduğumuz bir sırada bizi yemeğe davet etti. O gün alem-i İslam’dan bir çok alim zat da davetliydi. Gelenlerden biri,-ki sonradan onun bir üniversitenin rektörü olduğunu öğrendim daha oturur oturmaz Hocaefendiye hitaben: "Efendim, dedi, kalbinizin nuru gözünüze aksetmiş. Eğer sizi sıkmayacaksam, bir müddet gözlerinize bakmak istiyorum." Hocaefendi tevazu içinde karşılık verdi. Fakat bu şahıs dakikalarca gözünü Hocaefendiden ayırmadı.


Salih Okur

 

 

 

BİR HAVARİDEN HİZMET DÜSTURLARI

Zübeyir Gündüzalp denilince, aklıma nedense havari kelimesi gelir.Bir de Zübeyir bin Avvam ile Sıddık-ı Ekber’i hatırlatır bana bu aziz ağabeyim. Biri Efendimizin(sav) “havarim” iltifatı ile serfiraz, diğeri ise Peygamberlikle velayet arası bir makam olan Sıddıkıyetin biricik sembolü dev kamet.

Bediüzzaman’ın “Zübeyir'i dünyalara değişmem” ve “binine bedeldir” hitabına mazhar bu büyük dava adamından bazı hizmet metodlarını sunalım istedik.Nur içinde yatsın...

* “Ben bu hizmet-i kudsiyede muvaffak olacağım.Ben bu hizmet-i maneviyeyi seviyorum” Bunu her gün yüksek sesle tekrarlayın. Böylece amel ve işinizin ne kadar kolaylaştığını göreceksiniz..”

* “Hizmette arkadaşına izzet dava etmek en aşağı bir zillettir.”

*Zübeyir ağabey tanıştığı talebelerin isimlerini eve dönünce yazarak, kaydedermiş. Sebebini soranlara “Kardeşim, ben hastayım. Hafızam zayıf. O kardeşlerle görüşünce, ismini hatırlayamazsam, kardeşlik hukukuna saygısızlık etmiş olurum. Bu husus önemlidir. Siz de öyle yapın”demiş.

*Hamdi Sağlamer anlatıyor: Bir gün Bekir Berk ‘in yazıhanesine geldi. “Birinizin bana olacak düzgün bir ceketi var mı?” dedi.Birinci abi de “Bende var ağabey” dedi. Ceketini getirince şu açıklamayı yaptı. “Ben karşıdaki berbere tıraş olmaya gidiyorum. Orada pardösümü çıkarıp tıraşa oturmam lazım. Ceketimin arkası yamalı. Berber beni tanımıyor. Ceketime göre tıraş yaparsa, kılık kıyafete hevesli olan gençler tıraşıma bakıp “Bir tıraşı dahi beceremeyen bize ne öğretecek.”der. Bu cihetten hizmetimize zarar gelir.”

*Hamdi Sağlamer’den: “Bir gün Zübeyir ağabeyimizi alışık olmadığımız bir tarzda lacivert elbise, kolalı ve manşetli gömlek, kravatlı ve kaliteli bir gözlükle Beyazıt meydanında grand tuvalet görünce hayret etmiştik.O hayretimi anlamış olacak ki, “Kardeşim, bir beyefendi ile randevum var. Nazarlarını kılık kıyafetimle meşgul etmemek için onun alışık olmadığı kılık kıyafetle gitmeyi uygun buldum.” dedi.

*Dr Mehmet Akay anlatıyor: Bir gün Zübeyir abi şöyle demişti. “Kardeşim, Üstadın hizmetinde bulunurken öyle hareket ediyordum ki, bir tehlike anında kurşun benim vücuduma gelsin. Üstadımın zerresine bir şey olmasın.”

*“Risalelerde “aziz,sıddık,fedakar kardeşlerim” gibi ifadeler “böyle olunuz” manasınadır.”

*“Kainatta hiçbir şey Allahsız olmaz. Bu kelimeyi kullanmamalı. O bilse de, bilmese de onun yaratıcısı var.Şöyle denir: “Allah’ı inkar eden dinsiz.”

*Zübeyr abinin nakline göre Üstad şöyle demiş: “İnsan ihtiyarladıkça ene gelişir. Seksen yılda kazandığını bir anda kaybeden olmuş.”

*Zübeyr ağabey evde kalan genç kardeşlere iş buyurmamayı tavsiye edermiş. “Yaşı küçük olsa bile bu davada büyüktür. Her kardeşini bir veli bil. Müsamaha etmeyeceğimiz yalnız nefsimiz.”
*Rüşdü Tafral anlatıyor. Zübeyr ağabey derdi ki: “Kardeşim, kırıcı ve sert olmamak lazım. Hatta Üstad hazretleri talebelerine cam ve teli kopmuş ampulleri kırdırmazdı. Sebep olarak ta bu halin bizde yıkıcı ve sert bir mizaç oluşturacağını, ruhumuzu asabi yapacağını söylerdi.

*“Günde 10 sayfa okuyan kendini muhafaza eder. 15 sayfa okuyan gayrete gelir. 20 sayfa okuyan hizmet eder.”

*“Meşakkat bizim gıdamızdır.”

*“Tembelliğe, basit ve manasız zevklerime müsaade etmeyeceğim.”

*Zübeyir ağabey nasıl bir sohbet yapılması gerektiği hususunda şu ölçüyü veriyor: “Öyle bir ders yapmalıyım ki,yeni gelen bir kişi ikinci bir defa daha gelme ihtiyacı hissetmeli. Eğer dinleyen bunu hissedemiyorsa, kendimi ders yapmış saymam”

Son olarak kulaklarımıza küpe olması gereken bir ölçü ile noktalayalım. “Dışarıdan gelen yabancı insanlara her türlü ilgi, alaka ve muhabbet gösterisi yapıp ta, en yakın ve eskiden beri beraber olduğu dava arkadaşlarına aynı alaka ve muhabbeti göstermeyenleri ben riyakarlık yapmakla itham ediyorum.”

Kaynaklar
1-Yolumuzu aydınlatan ışık-Z.Gündüzalp.sh:12-13-Nesil yay.
2-Age.sh:117
3-age.sh:117
4-age.sh:135
5-age:135
6-age:143
7-age:144
8-age:144
9-age:145
10-age:sh:146
11-age:166
12-Hizmette aşk ve şevk-Şaban Dögen-sh:21-Gençlik yayınları
13-age:sh:162
14-Altın Prensipler-Z.Gündüzalp-sh:21-Yeni Asya neşriyat
15-Aşk ve Şevk-sh:195
16-S. Cebeci-Kaynaktan Su İçenler-sh.141-Yeni Asya neşriyat


Salih Okur

 

 

 

HATIRALAR VE ÖLÇÜLER

Gelecek,geçmişin izleri üzerinde bina edildikçe, kökle sağlam temas sağlandıkça kuvvet kazanir. Geçmişin birikimleri geleceği inşa eder. Kökü mazide olan atiyi kucaklar. Büyüklerimizden aldığımız hayat dersleri önümüzü aydınlatır.Bu birikimi aktarmanın en güzel yolu ise anıları gün yüzüne çıkarmaktır..

...Bizden evvel hizmette sebkat etmiş büyüklerimizle alakalı dinlediğim ve okuduğum hatıraları sizlerle paylaşmayı hem bir vicdani vecibe, hem de o büyüklerime karşı bir kadirşinaslık bildiğimden bu bölümü hazırlamaya yeltendim. Rabbim muvaffak eylesin. Hamd ve şükür yalnız O’nadır.Sizlerden ricam, bizlerle paylaşmak istediğiniz, mümkünse bizzat duyduğunuz hatıraları göndermeniz. Böylece bu güzellikler bereketlenmiş olacaktır.
Saygılarımla. Salih Okur

EDEB FARKI
İlk hatıra, büyüklere karşı saygı ve edebi ile bende hep değişik duygular uyandırmış muhterem büyüğüm, fadıl insan M.Fethullah Gülen Hocaefendi ile ilgili. Hatırayı bana anlatan merhum Hikmet abi eskimez bir Kur’an talebesi. Şöyle demişti;”1964 veya
65 senesiydi.Ankara’da Hacı Bayram mevkiinde merhum Bayram Yüksel
ağabeyin kaldığı dairedeydim. Sabah kahvaltısı hazırlıyordum.

Sungur ağabey ziyarete gelmişti ve her ikisi salonda oturuyordu. Kapı çalındı. Açtığımda genç bir zat “Selamün aleyküm kardaşım” dedi ve samimiyetle sarıldı.Boylu, boslu endamlıydı. Onun Fethullah Hocaefendi olduğunu yemek sırasında öğrendim.İlk defa görüyordum. Ağabeylerin içerde olduğunu bilmiyordu.

Rahat adımlarla salona yöneldi. Ama kapıyı açtığı an sanki şok oldu.“Estağfirullah” diyerek olduğu yere çöktü. Çok mahçup
oldu ve “Ağabeylerim, affedersiniz, ben sizin burada olduğunuzu bilseydim,buraya böyle rahat girmezdim” dedi. Ağabeyler de onun bu edeb ve tevazusu karşısında samimiyetle
“estağfirullah” dediler ve kendisine sarıldılar. Sonra beraber kahvaltı yaptık,izin isteyerek ayrıldı.

ZOR ZAMANDA HİZMET
Kıymetli yazar İhsan Atasoy bey, Sungur ağabeyden naklen bana anlatmıştı.Üstad hazretleri bir gün Sungur ağabeyle birlikte Isparta’da bir zaman sağ kolu durumunda olan talebesi Hüsrev Altınbaşak ağabeyi ziyarete gidiyor. Hüsrev ağabey risaleleri etrafa neşir için uykusunu bir saate indirmiş,on beş sene evinden dişari çikmayarak devamli risale yazmiş,Üstadın tabiri ile “bu vatanın manevi halaskarı” bir kahraman.

Üstad onun bu fedakar hizmeti ile ilgili bu ziyarette şöyle demiş:“Mazide nice kümmelin-i evliya(velilerin en mükemmelleri)“biz niye Hüsrev’e yetişemiyoruz” diye gibtakarane soruyorlar” Üstad böyle deyince Hüsrev ağabey de mahcubiyetle
“Estağfirullah Üstadım,onlar arşta biz ferş’te” diyor.Evet zor bir zamanda,kazanma da kaybetme de büyük ölçekli oluyor.

KABE’DE NAMAZ
Mazlum ve mağdurların ünlü avukatı merhum Bekir Berk ağabeyden bir hatıra ile sahih ve halis bir niyetle yapılan ibadetin insanı nasıl farklı buudlara götürdüğünü hissetmiştim. Bekir Berk ağabey 1992 Haziranında kanserden vefat etti. Londra’da tedavi görürken ilginç bir tecrübe geçirmiş. Hastanede tahta seccadesinde namaz kılmak için abdest almiş. Ama biraz sonra istifra edince, haliyle abdest bozulmuş. Tekrar abdest alıp,tekrar aynı hal olmuş.Üçüncü defa abdest aldıktan sonra da istifra edince, ağlamaya başlamış ve “Allahım günahlarımdan ötürü mü beni huzuruna kabul etmek istemiyorsun?” diye inlemiş. Biraz sonra tekrar abdest almış ve huzura durmuş. Namazda farklı bir boyuta geçmiş. Secdeye vardığında kendisini Kabe’de bulmuş ve yarı şaşkın namazı tamamladığında, selam verdiğinde Londra’da tahta seccadesi üzerindeymiş. Nur içinde yatsın. Allah bize de böyle ibadet iştiyakı versin. Amin

SENİN KORKMANA GEREK YOK
Merhum Necip Fazıl’ın tabiriyle; “Aklın mücessem hali” ve “doğunun mantık küpü” olan muhterem Mehmed Kırkıncı Hocaefendinin bir sohbetinde kendisinden dinlediğim, ve hatırladıkça hep tebessüm ettiğim bir hatıra. Kırkıncı hoca, 1950’li yıllarda Erzurum’da bir ahbabının dükkanına girmiş. Dükkan sahibi kendini hürmetle karşılamış. O sırada içeri giren bir müşteri onun Kırkıncı hocaya hürmetini görünce dükkan sahibine “Bu zat hoca mıdır?” diye sormuş.Dükkan sahibi “evet” deyince, adam Kırkıncı hocaya dönerek “hocam sana bir sorum var,bir kişiye Cennette 70 huri verilecekmiş,doğru mu?” demiş. Hocaefendi,soruyu sormasından adamın laubali biri olduğunu anlamış ve “evet” cevabını vermiş.Bunun üzerine adam “Ben evde bir tanesiyle baş edemiyorum.70 tanesiyle ne yaparim” deyince Kırkıncı Hoca cevabı yapıştırmış: “Senin korkmana gerek yok,onu oraya gidecekler düşünsün”. Adam bu cevap karşısında mahçup bir şekilde dükkanı terk etmiş. Soruya cevap verilirken soranı ve niyetini nazara almak çok mühim.



Salih Okur

 

 

 

HATIRALAR VE ÖLÇÜLER -25

BAYRAM AĞABEYİN HİZMETİ
Bayram Yüksel ağabeyi 1997 senesinin Kasım ayında Almanya dönüşünde, Bulgaristan hudutları içinde elim bir trafik kazasında kaybetmiştik, yanındaki iki hizmet küheylanı ile beraber… Muhterem Osman Şimşek beyin Bahara Yolculuk adlı kıymetli eserinde gördüğüm bir anekdotu sizlerle paylaşmak istedim; Osman beyin nakline göre Bayram ağabeyin vefatından sonra, Fethullah Gülen Hocaefendinin bir meclisinde Bayram ağabeyden bahis açılması üzerine bir misafirin “Çok da ilmi yoktu ama” demesi üzerine Hocaefendi celallenip; “Öyle demeyin. O yüzlerce alim kadar bu dine, millete hizmet etmiştir”karşılığını vermiş…İşte selefe hürmet, vefa, hakşinaslık ölçüsü…

BİR ÜLKE SEVDALISI
Her insanın her hadise karşısında aynı ölçüde etkilenmesi mümkün değildir. Biraz da kalp balansının ayarı ile ilgili olsa gerek bu farklı duyuşlar. Hayat ve hissiyatını insanlığın mutluluk ve kurtuluşuna feda etmiş bir muzdarip ve seçkin ruhun duyuş, seziş ve inlemeleri ile beden ve cismaniyetinin altında ezilen bir insanınkiler aynı ölçüde olamaz elbette. Osman Şimşek bey 1999 Düzce depremi öncesi Hocaefendinin hissettiklerini yazmış. Okuyunca, kalbim buruk, bu nasıl bir yürektir?, “dolmaz dert kadehi yaşla bu kadar” dedim. Şöyle anlatıyor Osman bey; “Düzce depreminden dört gün önce dizlerine müthiş bir ağrı girmişti. Acı ve ızdırapla inliyor, gözümüzün önünde kıvrım kıvrım kıvranıyordu; dayanılacak gibi değildi. Kaç tane doktor çağırmış, kaç çeşit muayene ettirmiştik ama rahatsızlığını sebebini bir türlü anlayamamıştık. Bir gece Kur’an-ı Kerim’i istedi. Bir sayfasını açtı, okudu; yüzünün rengi değişmişti. İstanbul- Ankara arası il ve ilçeleri tek tek saydı. Hemen kalktı, sadaka verdi, etrafındakilerden de sadaka toplattı. “Allah muhafaza, bir musibet var. Ne olur, hacet namazı kılın ve Türkiye’ye de dua edin” dedi. Dört gün boyunca çok az konuştu, yüzünde tebessüm goncası hiç belirmedi, dizlerini ovdu, durdu ve dördüncü gün dizlerindeki ağrı ve sızı birden gidiverdi. O sırada odaya giren arkadaşımız acılı depremi haber veriyordu. Dizleri bir sinyal olmuş, inananları duaya çağırmış, daha büyük felaketlere karşı ona bir paratoner vazifesi gördürmüştü.”

CAHİT BEYİN RÜYASI
Abdullah Aymaz beyefendi anlatıyor: “ Merhum Tuzcu Cahit Erdoğan Bey, rüyasında Peygamber Efendimiz(sav)’in kendisini kucaklayıp bağrına bastığını görmüş ve sonra Fethullah Gülen Hocaefendi’ye anlatmıştı. Cahit beyin vefatından sonra Hocaefendi dedi ki: “Rüyayı anlatınca anladım ki, Cahit Efendiye gelecek büyük ve ağır imtihana karşı ta baştan Efendimiz(s.a.s) kendisini teselli ediyordu. Ben kendi kendime “Acaba bu ağır imtihan ne ola ki?” demeye başladım. Sonradan anladık ki, kansermiş.” (Şifa Çiçekleri-s:38)

NİYETİN MÜKAFATI
Kömürleri elmaslara çeviren sihirli bir formüldür niyet. Onun sayesinde bir damla derya olur, koskocaman bir umman da bir parça saman…Nebiler Nebisi gelmiş geçmiş sözler içersinde en anlam yüklü ifadelerden biri olarak “Ameller niyetlere göredir” fermanı ile billurlaştırmıştır bu gerçeği…Şimdi nakledeceğimiz bir hatıra da bu çerçeve içinde mütalaa edilmelidir: “İnsanlar bir hayır için bir araya gelmişlerdi.. İmkanı büyük olanlar büyük fedakarlıklar göstererek varlarını yoklarını döküp saçmışlardı. Bunların listesini yapan yaşlı bir esnaf beyefendi bu fedakarlıklar karşısında heyecana gelip “İnşallah ümit ediyorum ki, bu ihlaslı tavırlar Cenab-ı Hakkı hoşnut eder ve bu hayır hasenat yapan arkadaşların isim listesi cennetin kapısında okunur” dedi. Orada da, öğrenci olduğu için hiçbir şeyi bulunmayan bir kalbi kırık da “Bir şey veremedim, borç da alamadım” diye üzülür ve gece başını yastığa koyarak “Ya Rabbi senden başka kimsem yok. Allahım hicranımı ve ızdırabımı görüyorsun. Benim o listelere girecek imkanım yok. Ama sen benim niyetimi biliyorsun. Oraya benim ismimi de koydur, ismimin karşısını da boş bırakma” diyerek yalvarır, sonrada gözyaşları içinde dalıp gider. Rüyasında Efendimizi(sav) görür. Gelir, alnından öper ve: “Listeye girdin ve gözyaşların isminin karşısına en büyük hayır olarak konuldu. O hasbi hayır ve hasenatların hepsi de kabul olundu. Müjdele” der.(Şifa Çiçekleri-s:39)

AHİRZAMAN TABİBİ
Abdullah Aymaz bey anlatıyor: “1970’lerin başında bir sohbet toplantısına çok yaşlı bir zatı getirmişlerdi. O dedi ki: “Ben çocukluğumdayken İstanbul’da elime bir kitap geçti. Cümleler, kelimeler çok ağır geldi, tam anlayamadım. O zaman dergahına gidip geldiğim mübarek bir mürşidim vardı. Kitabı ona götürdüm. Bir müddet okuduktan sonra, “Evladım, bu kitabı yazan Bediüzzaman ya kutupdur, ya gavstır” dedi. Ben de bu sefer “Acaba bu kutup ve gavs ne demektir?” diye düşünmeye başladım. Bir gece rüyam da kendimi asker olmuş gördüm. Bana dediler ki, “Seni ser tabip(baş hekim) çağırıyor.” Hemen koşup gittim. Baktım beyaz askeri elbiseler içinde, doktor gibi duran Bediüzzaman bana: “Evladım o kitabın müellifi benim”dedi.



Salih Okur

 

 

HATIRALAR VE ÖLÇÜLER-10

BİR İSLAM ALİMİNİN MÜDAFAASI
İzmir Ayrancılar’da mukim Hacı Musa Yukarı bey 09.05.1995 tarihindeki bir sohbetinde izzet-i İslamiyeye sahip bir İslam aliminin nasıl olduğuna dair şu enfes hatırayı anlatıyor: “Şaban Hoca vardı Aydın’da. Aslen Manisa Çerkezköy’dendir o. Bizim köyde imamdı. Risale-i Nur’dan anlatırdı. Bir gün şikayet etmişler. Kazaya çağrıldı, hakim huzuruna çıkarıldı. Hakim dedi ki: “Bu kim?” Dediler: “Ayrancılar imamı” Şaban hoca sert mizaçlı biriydi, alimdi de. Hakim: “Sen bir köy imamısın. Nurculuktan konuşuyormuşsun. Sen ne anlarsın nurculuktan” diye bağırdı. O böyle bağırınca Şaban hoca dedi ki: “ Hakim bey, beni Mızraklı İlmihal okumuş da köye imam olmuş sanma. Karşında Arapçayı yutmuş, Farsçayı cebine koymuş bir İslam alimi vardır. İlmi bir heyet toplansın, Risale-i Nur eserleri şimdiye kadar gelen Kur’an tefsirleri içinde en üstünü olduğunu ispat edemezsem, en ağır cezaya razıyım. Karşında Hoca var, bakla harmanı yok” dedi. Bakla harmanı kaba görünür, bastırdın mı kaybolur. Yani, bağırmayla beni korkutamazsın demek istiyor. Hakim “Atma hoca, Ez Zariyat suresini oku, manasını ver bakalım” dedi. Şaban Hoca: “Manayı muradınız ez Zariyat suresinin muhtasarımıdır,(kısa açıklaması) yoksa mufassalını mı(tafsilatlı açıklama) arzu buyurursunuz?” dedi. Bunun üzerine Hakim: “Anladım ulan, anladım.Hocasın, çık” dedi ve beraat verdi.

ÜSTADA SUİKAST
Geçenlerde Kanadalı gazeteci Freed Reed’in Anadolu Kavşağı adlı eserini okudum.Ünlü gazeteci, Türkiye’ye yönelik gözlem ve tespitlerini akıcı bir üslupla yansıttığı eserinde, bu ülkede siyasi ve derin cinayetlerin genelde “Trafik kazası” süsü verilerek işlendiğinden bahsediyordu. Şimdi nakledeceğimiz dehşetli hadise de, bu tip adi bir teşebbüsü ihtiva ediyor.

Musa Yukarı bey 1957’de Üstadı ziyaretlerini bahsederken bu hadiseyi anlatıyor: “Isparta’ya vardık, orada dediler ki: “Eğirdir’e gitti. Orada Allah rahmet eylesin Çilingir Ali ağabeyimiz vardı. Onun evine vardık. Çocukları yeni sünnet olmuş, sünnet elbiseleri ile geziyorlar. Dedik: “Üstadımız burada mıydı?” “Buradaydı, ama gitti, benim sünnet düğününe geldi,davet etmiştim. Gölün kenarında bir namaz kıldık. Mustafa Sungur ağabeyi imam yaptı. Gitti şimdi, ama nereye gittiğini bilmiyorum” dedi.

“Kısmet değilmiş” dedim ben. Geldik, bir handa yatacağız. Orada bulunanlarla tanışırken sordular. “nerelisiniz?” “İzmirliyiz” dedik. Hayrola dediler. “Bediüzzaman hocayı ziyarete gelmiştik, görüşemedik” dedik. Bir tanesi birden doğrularak: “Bediüzzaman mı?” dedi. Otuzbeş yaşlarında bir gençti. Biz evet deyince şu hatırasını anlattı: “Ben kamyon şoförüyüm. 15-20 gün evvel üç kişi bana geldiler: “Bediüzzaman diye bir hoca var. Zararlı bir adam. Sana 50 bin lira para var. Sana taksisinin pilakasını vereceğiz. Buna çarpacaksın, kaza süsü vereceksin. Hocayı öldürdün mü, 50 bin lirayı alacaksın. Çok zararlı bir hoca, bunu öldürüver” dediler. Anlaştık. Parayı yed-i emine teslim ettiler. Daha sonra bana telefon ettiler. “falan yerden çıktı, geliyor” diye. Ben kamyonla gidiyorum. Direksiyonun yanına arabasının pilakasını ve rengini yazdım. Bir baktım, bir araba geliyor. Rengi uydu, dikkatle plakasına bakıyorum. O sırada taksi sağa yanaştı, durdu. İçinden biri çıktı, kamyonun önünde el kaldırdı, durdum. “Hocaefendi seni çağırıyor” dedi. Hemen indim, arabaya doğru gittim. “Hocam ne var?” deyince, “Evladım ben zararlı bir kimse değilim. Sana yanlış malumat verdiler. Bu teşebbüsten vazgeç” dedi. Şoför şöyle devam etti: “Bunu ben başkasından duymadım, biri bana anlatmadı. Kendim yaşadım. O sırada o üç kişiyi görseydim ezerdim. Az kalsın böyle kıymetli bir alimi bana öldürteceklerdi.”

ÜSTADIN HARAMA NAZARDAN SAKINMASI
Hadim-i Kur’an, Hafız-ı Kur’an, Hamele-i Kur’an merhum Gönenli Mehmed Efendi hazretlerinin Merhum Ali Uçar’a anlattığı enteresan bir hatırayı sizlerle paylaşmak istiyoruz. Ola ki bize de ders ve ibret olur. Gönenli Mehmed efendi 1943’te Üstad Bediüzzaman’la beraber Denizli medrese-i Yusufiyesine girenlerden. Mahkeme safahatı sırasında olan bir hadiseyi şöyle anlatıyor: “Kadın Hakime önümüzden geçiyordu. Üstad irkilerek birden başını çevirdi. Üstad gözünü sakınıyor. Hocanın birisi Hacca gitmiş. “Namazı Hac’da öğrendim” demiş.Yani Hacdakiler namazı yavaş yavaş tadil-i erkan ile kılıyorlarmış. Biz de Denizli’den ders aldık: “Mümin erkeklere söyle, gözlerini sakınsınlar ve ırzlarını(apışlarını) korusunlar.” (Nur:30)

SAİD HAVVA’NIN İTİRAFI
Said Havva bilindiği gibi Suriye İhvan-ı Müslimin’inin iki çizgisinden tasavvuf buudlusunu temsil eden 1989’da vefat eden büyük bir alimdir. (Diğer çizgi Fethi Yeken öncülüğündeki çizgidir.) Said Havva 1982 Hama olaylarından sonra Suriye’yi terk etmiş, Hicaz’a hicret etmiştir. Nusayri rejimine karşı düzenlenen başarısız kıyama fetva verenlerdendir. 1983’de Mekke’de kendisiyle görüşen ve el’an hayatta olan Bitlis’li değerli alim Kayser Bildik hoca bana şu çok önemli hatırasını anlatmıştı. Bu hatıra Bediüzzaman hazretlerinin uzun vadeli insan yetiştirme, iman kurtarma hizmetinin ve müspet hareket metodunun ne kadar önemli olduğunu da gösteren çarpıcı bir hatıradır. Şöyle demişti Kayser Hocaefendi: “Said Havva yanında 50 kişi kadar bir toplulukla Kabe’ye yakın oturmuş sohbet ediyordu. Yanına vardık.Selam verip oturduk. Hoş beşten sonra meseleye girdim ve dedim: “Üstad, siz yanlış yaptınız.Metod böyle olmamalıydı” diyerek Üstad Bediüzzaman’ın hareket metodunu ve bunun meyvelerini anlattım. Said Havva beni dikkatle dinledikten sonra yanındakilere dedi: “Ayağa kalkın” hep beraber kalktık. Said Havva Kabe’ye dönük olarak uzun uzun Bediüzzaman’a dua etti. Sonra bana dönerek şöyle dedi: “Kabe’nin Rabbine yemin olsun. Ben seni 8 ay evvel tanımış olsaydım, tek Müslüman’ın burnunu kanatmazdım.”

GENÇLERLE ALLAH ARASINA GİRMEK
Gençlere yönelik Tebliğ hizmetlerinden dolayı Emniyete davet edilen Muhterem Mehmed Kırkıncı hoca’ya oradaki görevli demiş ki: “Hocam artık bu gençlerle Allah arasına girme”Kırkıncı Hoca şu latif cevabı vermiş basit görüşlü muhatabına: “Bu gençlerle Allah arasına girmezsem, bu gençlerin Allah’la arası bozuluyor.”


Salih Okur

 

HATIRALAR VE ÖLÇÜLER-11

PAKİSTANLILARIN TÜRKİYE SEVGİSİ
Merhum Ali Uçar anlatıyor: 1974 yılında Kıbrıs harekatında İngiltere’de bulunuyordum. Bu ülkede bulunan Pakistanlılar Kıbrıs’a kadar gayretli bir şekilde yardım topladılar ki, hayret ettim. Kendilerine sordum: “Türklere ne için bu kadar yardım ediyorsunuz?” Cevaben dediler ki. “bizde evler kale gibi yüksek duvarlarla çevrilidir. Bizde kadın sokak nedir bilmez. Buna rağmen dedelerimiz, İslam mücahidleri olan Türklere yardım için kızlarını tarlada çalıştırıp, onların kazançlarını İstiklal Harbi sırasında Türkiye’ye yollamaları yüzündendir ki, biz de şimdi Kıbrıs’a yardım ediyoruz.(Ali Uçar’ın sohbetinden nakleden Abdülvahit Mutkan-28.1.1993)

İZCİLERİN ÜSTADI ZİYARETİ
Bediüzzaman hazretlerinin talebelerinden Abdullah Yeğin bey 8.7. 1991’de İstanbul’da bir sohbette şu hatırasını anlatmışlar: “ Isparta köylerinden birinde on kadar izci genç kamp yapmışlar.O sıralarda görüştükleri köylülerden “burada büyük bir alim var, kıymetli bir hoca var” diye işittikleri zaman “o zatı biz de ziyaret edelim” diyorlar. Üstadımız onları kabul etti. Ben sandalyede oturmuştum. Bana: “Sen de bunlarla beraber otur” dedi. Gençlik Rehberinden onlara ders yaptı. Kılık kıyafetleri ile meşgul olmadan Nurun hakikatlarını nazara verdi.

AHMED HAMDİ AKSEKİLİ’NİN GÖZÜYLE BEDİÜZZAMAN
Abdullah Yeğin bey anlatıyor: “ Dil Tarihte okurken bir grup üniversiteli ile ziyaretine gittiğimiz Diyanet işleri başkanı Ahmed Hamdi Akseki iki büyük ciltli kitabı gösterdi:
“Bediüzzaman şu iki kitabı iki kere okusun., artık o kitaplara ihtiyacı olmaz. Sayfası satırına göre bilir.Hakiki hocadır. Eserlerini tavsiye ederim, okuyunuz. Onun ilmi vehbidir.”

MEHDİ MEZHEBLERİ BİRLEŞTİRECEK Mİ?
Abdullah Yeğin anlatıyor: “Mehdi dört mezhebi birleştirecekmiş?”
diye Üstada sordum.Üstad: “Zannetmiyorum” cevabını verdi.

AY’A ÇIKILABİLİR Mİ?
Merhum Ali Uçar şöyle enteresan bir şey anlatmış: Batman’da demir aşiretinden Molla Süleyman isminde bir hocayı ziyaret ettik. Bu zat aya gidilemeyeceğini söylüyor. "Ay nurdur" ayetini delil olarak gösteriyordu. Biz ona Üstadımızın görüşünü ve aya çıkılacağını beyan ettiğini söyleyince derhal : “Ne, Seyda böyle mi diyor. Öyleyse ben vazgeçtim.” dedi.


Salih Okur

 

HATIRALAR VE ÖLÇÜLER-12

HEKİMOĞLU İSMAİL’İN İBRETLİ RÜYASI
Değerli insan Hekimoğlu İsmail bey, bildiğiniz gibi geçen sene bir beyin kanaması geçirmiş, ve kısmen felç olmuştu. 12.03. 2003’te kendilerini evlerinde ziyaret ettiğimde şu müjdeli rüyasını anlattı: Doktorlar bana “bir daha bir kanama geçirirsen artık tıbbın yapacağı bir şey yok, gidersin” dediler. Ehh. Buradan Ankara’ya bir ziyaret bile olsa insanda hazırlık telaşları olur. Bende de baki hayata seyahat telaşı ve ölüm korkusu baş gösterdi. O gün Üstadım Bediüzzaman’ı rüyada gördüm. Bana celalle: “Ne ölümden korkuyorsun?” diye bağırdı. “O mukadderdir, değişmez. Sen ibadet etmeye devam et” dedi. Bu rüyadan sonra rahatladım.

ELİMİZDE YUMURTALAR VAR
Bediüzzaman hazretlerinin talebesi Mustafa Sungur bey Afyon hapsinde geçen bir hatırayı 11.03.2003’te ziyaretimde şöyle anlattı: “Ahmed Feyzi abi Üstad Afyon hapsine girdikten birkaç gün sonra hapse giriyor. Sorgulamada pervasız cevap veriyor. “Gel bakalım” diyorlar, falakaya yatırıyorlar. Çok üzülüyor Ahmed Feyzi ağabey. Hemen bakkallardan kağıt kalem ısmarlıyor, aldırıyor. Sert mukabele yazacak. Üstad haber alıyor: “Kardeşim Ahmed Feyzi” diyor. “bir zaman büyük bir pehlivan yumurta almış, ellerine ve cebine doldurmuş. Karşısına korkak bir adam çıkmış.O pehlivana hakaretvari konuşmuş. O cesur adam ses çıkarmamış. Merak edip, sormuşlar: “Neden ses çıkarmadın?” Pehlivan elinde ve cebindeki yumurtaları göstererek: “Bu yumurtlar var, onların hatırı için ses çıkarmıyorum” demiş. İşte kardeşim, bizim halimiz de buna benziyor.”diyor.

KIRKINCI HOCA’NIN AĞLAMASI
Ahmed Şahin hocamız 12.03.2003’te bana anlattığı şu hatırası da büyüklerin birbirlerine sahip çıkması ile ilgili güzel bir hatıra: “Bir zaman Altunizade’de Hocaefendi’yi ziyaret gitmiştik. Mehmed Kırkıncı ve Osman Demirci hocalar da benimle beraberdi. Kırkıncı Hoca orada, Hocaefendi ile ilgili hatıralarını anlatmaya başladı. Bir yerde şöyle dedi: “Talebelik döneminde vaaz ederdi. Kendisi vaaz ederken ağlardı. Beni de ağlatırdı” deyince, ben Kırkıncı hocayı hiç ağlarken görmediğim için gayr-i ihtiyari : “Hocam sen de ağlar mıydın?” deyince Hocaefendi birden celallendi: “Ne demek ağlar mıydın? Sen hocamın ağlamadığını mı zannediyorsun. Nereden biliyorsun, teheccüdde gözyaşı dökmediğini, ağlamadığını?” Hocaefendinin bu samimi celallenmesi de beni çok etkilemişti.

Not: Hocaefendi bir sohbetinde bu hadiseden bahisle Kırkıncı hoca için şöyle diyor: “Hoca bir sıddıktır. Sıddık aşkını, şevkini, derinliğini içinde kapalı tutan insan demektir. Derin bir insandır hoca.”

KİM KİMDEN BÜYÜK?
Ahmed Şahin Hoca aynı sohbette şu hatırayı anlattı: “Yine bir gidişimizde Hocaefendi bana sordu: Ben sizin Hür Adam gazetesindeki yazılarınızı hatırlıyorum. Sizin tevellüd kaç?” Ben : “1935” deyince, Kırkıncı hoca dedi ki: “Siz hocamdan büyükmüşsünüz.” Ben ise: “Hayır” dedim. “Hocam benden büyük, ben ise ondan yaşlıyım.” Ben böyle deyince Hocaefendi bütün samimiyeti ile şöyle mukabele etti: “O senin dediğin Kâmil bir zatın kâmilane bir sözüdür ki, orada doğru halde burada doğru olmayabilir, dikkat et.”

Not: bilindiği gibi, Resulullah’tan(sav) yaşça ileri olan Said bin Yerbu hazretlerine Efendimiz(sav) mülatefe suretinde: “Sen mi büyüksün ben mi” deyince, o zat-ı âlişan şu cevabı vermiş: “Ya Resulullah! Siz benden büyüksünüz. Ama ben de sizden yaşlıyım.”

RAMİZ EFENDİ
Ramiz efendi(1905-1974) Fethullah Gülen Hocaefendinin babası mümtaz bir insandır. 6-10 2001 tarihinde bir sorum münasebeti ile Kırkıncı Hoca onunla ilgili şu hatırayı nakletti: “Çok edepli bir adam, bilgili de bir adam, sonra nüktedan bir adam, bizi de güldürürdü. Öyle bir edeple otururdu ki. Bizim babamızın yaşındaydı.Köyde imam idi. Köyden şehre geldiğinde önce Kümbete gelirdi. Sonra evine giderdi. Sonra şehre yerleşti. Hocaefendi’nin annesi bize ara sıra mantı pişirirdi, mantısını yerdik.Hatta Ramiz efendi’nin bir şeyini hiç unutamam. Artık hastalandı. Öyle eridi ki kanserden bir deri, bir kemik. Ama hep mütebessim. Su içemezdi. Bir gün hanımına demiş ki: “Yahu, hasta olduk da, hocama bir mantı götüremedik. Sen söyle, cumadan çıksınlar da, hocama haber gönderelim, gelsinler bizde bir mantı yesinler.” Haber geldi, gittik. Karyolada uzanmış yatıyor, Sofraya oturduk. Mantımızı yedik. O da bizi seyrederken, o kadar memnun oldu ki...bunu kim yapar yahu.


Salih Okur

 

HATIRALAR VE ÖLÇÜLER-13

BEDİÜZZAMAN’IN VERDİĞİ ŞUUR
Abdülvahit Mutkan bey bizzat Zübeyir Gündüzalp’ten naklettiği şu hatıra Bediüzzaman’ın insanlara verdiği şuur, medeni cesaret ve devlet malına karşı hassasiyet ölçüsüne güzel bir ışık tutmaktadır: Zübeyr ağabeyin emniyetteki bir sorgulaması sırasında, sorgu uzun sürüyor. Sorguya çeken emniyet amiri lavaboya gidiyor. Dönüşünde, ıslak ellerini oradaki boş dosya kağıtları ile kuruturken Zübeyir ağabeye soruyor: “Said Nursi size ne öğretiyor?” Zübeyir Gündüzalp vakur bir eda ile : “Devlet malını böyle israf etmemeyi öğretiyor” cevabını veriyor.

RAMİZ EFENDİ’NİN FEDAKARLIĞI
Fethullah Gülen Hocaefendinin babası merhum Ramiz efendinin ölüm döşeğindeki bir fedakarlık ve aynı zamanda bir kerametini nakletmek istiyoruz. Hocaefendi naklediyor:
“Vefatından bir hafta evvel yanına gittim. Hastalık içinde, ızdırap içindeydi. Dedim ki: “Baba müsaade edersen vaazu nasihat için İzmir’e döneceğim. Dedi ki: “Beklesen, Ramazan’ın ilk perşembesine kadar.” Zira, hayatı boyunca kılı kırk yararcasına yaşamış, hayvanlarını bir tarladan geçirirken ağızlarını bağlamış, “aman başkalarını otu girmesin diye” kılı kırk yarmış, yaşamış bir insan. Allah bildirmişti ki, Ramazan’ın ilk perşembesi günü vefat edecekmiş. “Oğlum dur da, Ramazan’ın ilk perşembesinde gidersin” dedi. Ben yüzüne donuk donuk bakınca, gözleri dolu dolu “Git oğlum, burada iki göz bekliyor. Orada binlerce muhtaç insan var, tercih ederim ben” dedi. Hocamız bu hadiseyi anlattığı bir seminerde şöyle diyor. “ Neden sonra ben anladım ki, o, ertesi Perşembe ölecekmiş. Öleceği an bir baba için önemli bir ümniyedir, evladını yanında hissetme. Fakat babam yiğitçe hizmet arkadaşlarını kendine tercih etti, “git” dedi.

HOCAEFENDİNİN MAHARATLIĞI
Hocaefendi çocukluktan itibaren hep sıkıntılarla boğuşmuş bir insan. Şartların zorlaması onda potansiyel olarak bulunan bir çok mahareti ortaya çıkarmış. Bir sohbetinden nakledeceğimiz aşağıdaki satırlar bunun mini bir göstergesi: “ Evet kadayıf dolmasını-övüneceğim burada- Erzurumlular da benim gibi yapamazlar. Nenem mahalle mahalle dolaştırmıştı benim yaptığım böreği, kadayıf dolmasını... Benim annemin –makamı cennet olsun- egzamalı idi elleri. Evde kadınlık işlerini çok yapamadığı için ben on bir, on iki yaşlarında kadınlık işleri yaptım. Küçükler hep kucağımda,bezlerini yıkadım onların. Hamur yoğururdum, bazen koyun sağardım. Anneme yardım ettim. Onun için bana bakışı da hususi idi. Ben de yanında çok durmadım ama, hem oğlu, hem kızı, hem arkadaşı oldum. Yemek yapmayı ondan öğrendim.”

NEDEN HARAMA BAKMAMIŞ?
Bilindiği gibi Bediüzzaman hazretleri 20 yaşlarındayken Bitlis’te Vali Ömer Paşanın köşkünde iki sene misafir olmuş ve iffeti sayesinde aynı konakta kaldıkları paşanın kızlarına bir defa bile kaşını kaldırıp bakmamıştır. Talebesi Sungur beyin nakline göre, Üstada, dostu Ömer hoca sormuş: “İki sene nasıl bakmadın?” Üstad: “Bana alem-i misal inkişaf etti. Günahların neticesi gösterildi” cevabını vermiştir.

YANMAYAN PAMUKLAR
Bediüzzaman hazretlerinin Kastamonu’da talebeliğini yapmış büyük alim ve veli Mehmed Feyzi efendi(V. 1989)’nin çok çarpıcı bir hatırasını nakletmek istiyoruz. Kendilerini 8.8. 1983’de Kastamonu’da ziyaret eden Abdülvahit Mutkan ağabeyin kendisinden dinlediği bir hatıra: Mehmed Feyzi ağabeyin pamuklu bir seccadesi varmış. Bir gün seccadenin pamukları dökülünce, annesi de o pamukları sobaya atmış. Fakat pamuklar sobada yanmayınca annesinin dikkatini çekmiş Ve “Oğul bu pamuklar yanmıyor” deyince, Feyzi ağabey: “Anne ben o seccadede
“Allahümme ecirna minnen nar”(Allahım beni ateşten koru) duasını çok okudum, ondandır”
demiş.

RİSALE-İ NUR’UN BİR FARKI
Muhterem kardeşimiz Yusuf Has bey Erzurum’da bir sohbette Çantacı Necmi ağabey adıyla maruf kıymetli bir Kur’an talebesinin şu hatırasını not tutarak bize göndermiş. Kendisinden Allah razı olsun. Çantacı Necmi ağabey Bediüzzaman hazretlerinin talebesi Ahmet Feyzi Kul ağabeye soruyor.
-Abi, bu kadar Kur’an tefsiri olmasına rağmen neden Risale-i nur gibi etrafında
insanlar toplanmamış?
Ahmet feyzi ağabey:
-Diğer tefsirler Kur’an’ın sadece manasını anlatmışlar. Risale-i nur ise hem
manasını hem de davasını anlatmış.


Salih Okur

 

HATIRALAR VE ÖLÇÜLER-14

İMAN HİZMETİNİN ÖNEMİ
Senirkentli Ali İhsan Tola ağabey anlatıyor: “Hazret-i Üstadı, bir kaç kişi ile ilk def’a ziyarete gidiyordum. O sırada İmam-ı Gazali’nin İhya’sını okuyordum. Üstadın yanına vardığımızda arkadaşlar, benim için “Bu ihyayı okuyor!” dediler. Üstad, o zaman çorablarını çıkararak diz üstüne geldi ve dedi ki: “Ben, İmam-ı Gazalinin yanında bu çorab da olamam. Fakat onlar da bu zamanda olsalardı, Vallahi de Billahi de imana hizmet edeceklerdi.

KURU ÇUBUK
Ağrılı Molla Nusret hocaefendi, merhum Hulusi Yahyagil’in çok güzel bir sözünü naklediyor. Bu söz Kur’an hizmetinde benlikten ve şahsiyet dava etmekten sakınmayı ihtar eden enfes bir söz... Hulusi Ağabey demiş ki: "Üstad diyor: "Ben kuru bir çubuğum" Haydi, yine onu verdiği bir salkım var: Risale-i Nur. Peki biz bir kuru çubuğuz, bizim neyimiz var?"

HAŞİR RİSALESİ
İhsan Kasım bey Iraklı bir alim. Kendileri risaleleri arapçaya tercemesi ve özellikle İslam aleminde Nurların inkişafında büyük emekleri sebkat etmiş bir zat. İlk olarak Irak'ta eserlerin tercümesine başlamış. Sonra Türkiye’ye yerleşmiş. Halen İstanbul’da mukimdir. Irak'ta iken, neşretmek üzere el yazması Arabça Haşir Risâlesi için matbaaya gittiğinde, matbaacı: "Sen bunu niye bastıracaksın ki, haşre inanmayan yok bu memlekette!" deyince, o da ona "bir def'a okumasını" tavsiye ediyor. Neticede o kişi: "Benim haşir hakkında inancım yokmuş, demek!" diye Risâle-i Nûrların ehemmiyetini te'yid etmiş.

HİZMETTE EMEKLİLİK
Hulusi Ağabey bir sohbette demiş: “Bu yük kendi irademizle omuzumuza yüklense idi yorulduğumuzda kenara bırakırdık. İhsan-ı İlâhi tarafından konulduğu için yine ihsan-ı İlâhi tarafından alınır. Hizmetten emekli olmak yok, bu ancak vefat ile olur.” (nakleden: Selahaddin Arslan)

ASAYİŞİ MUHAFAZA
Selahaddin Aslan bey Bediüzzaman’ın talebelerinden Said Özdemir ağabeyi 12.08.2000 tarihinde bir ziyaretinde ondan dinlediği enteresan bir hatırayı anlatıyor: “Üstad 1958 senesinde Ankaraya geldi. Beyrut palas otelinde kaldı. Târihçedeki resim, o otelden çıkarken çekilmişti. Emniyet, polis telaşlanıyor. Çok korkuyorlar… Üstad dedi ki; “Bizi parça parça da etseler, gene de emniyet ve asâyişi bozmayacağız. Mâsum ve mazlumlar, zarar görmesin diye asâyişi bozmayacağız”.

RİSALE İLE İRTİBAT
Halen Isparta’da İslamköy’de mukim Hasan Ergünal beyin bir hatırasını naklediyoruz. Hasan ağabey1935’ten beri hizmette bulunan ve mahviyet ve tevazunun zirve noktalarını temsil eden çok hoş bir insan. Selahaddin Aslan bey 25.09.2000’de kendisi ile İstanbul’da görüştüğünde ondan şunu dinlemiş: “Biz yazın ekin biçerdik. Çok zahmetli yorucu bir işti. Her şey elle yapılırdı. Bir yaz günü bir vesîle ile Ispartaya şehre gitmiştim. Üstâdı da ziyâret edeyim dedim.
Üstad bana; “Yazıyor musun”? dedi.
“İşten güçten ancak namazımızı kılabiliyoruz Üstâdım” dedim.
“Peki, okuyor musun”? dedi. ki; “Günde iki sayfa oku ondan sonra işine bak.”

HOCAEFENDİYE ÜSTADIN SELAMI
08.04.2003’te Aydın’da bir grub arkadaş ile birlikte bir hizmet insanını ziyaret imkanını Cenab-ı Hakk lütfetti. Maalesef heyecandan kayıt cihazını çalıştıramadığımdan birbirinden güzel hatıraları kaydedemedik. Ama bir şey tamamen elde edilemese tamamen de terk edilemez kaidesiyle hafızamızdan silinmeden sizlerle paylaşalım istedim. Ziyaret ettiğimiz zat Muzaffer Aslan ağabeydi. Muzaffer ağabey 1927 Erzurum doğumlu mümtaz bir nur talebesi. Kendisi Fethullah Gülen hocaefendinin Nurları tanımasında da emeği geçmiş bir insan. Küçük Dünyam adlı hatıralarında hocaefendi onun halinden ve namazdaki derinliğinden nasıl etkilendiğini naklediyor. Muzaffer ağabey Hocaefendinin o sırada da edebiyle dikkati çektiğini dersleri büyük bir edeb ve saygı ile dinlediğini anlattı. O sıralar(1956) Üstad hazretlerini Erzurum’daki gelişmelerden haberdar etmek için bir mektup yazdığını bu mektubun sonunda derse iştirak edenlerin isimleri içinde Hocaefendinin de ismini yazdığını Üstadın da umumi olarak herkese selam gönderen cevabi bir mektubunun Erzurum’a geldiğini nakletti.


Salih Okur

 

HATIRALAR VE ÖLÇÜLER-16

ÜSTADIN GENÇLİK REHBERİ MAHKEMESİ (1952)
Selahaddin Aslan bey anlatıyor: “ 7.7.1995 Abdullah Yeğin Ağabeyden dinledim Fatih Zeki Demir Ağabeyin evindeki derste anlatmıştı: “Üstâdın koluna ben ve Hayrullah girmiştik. İstanbul’daki Gençlik Rehberi mahkemesine saat dokuzda geldik. Çok kalabalıktı. Herkes Üstâda bakıyordu. Üstad çok mahcub bir çocuk gibi idi. Kıpkırmızı olmuştu. İçeride çok serbest müdâfaa yaptı. Hâkim ayakta tebessümle karşıladı. Üstad sandalyeye otururken Emirdağlı Saffet isminde tüccar bir zât altına paltosunu serdi. Salon çok kalabalıktı. Üstad “Bir kısmı çıksın” dedi. Çıktılar. Târihçede geçen müdâfaayı okudu. El yazısı ile yazılmıştı.”

ÜSTADIN HAKİKATLİ BİR RÜYASI
Üstadın halen hayatta olan talebelerinden muhterem Hüsnü Bayramoğlu ağabey anlatıyor: Rü'ya görmekten hiç bahsetmeyen Üstâdımız bir gün bana. "Hüsnü, ben bir rüyâ gördüm. Allah hayır etsin." dedi ve “Sen de söyle” dedi. "Gördüm ki, ikimiz seninle beraber uzun bir sefere çıkmışız, gidiyoruz, gidiyoruz, çok gidiyoruz. İşte ben orada kalıyorum. Keçeli beni fazla konuşturma!" diye bana eliyle yüzümü okşar gibi iltifatkârâne hareketiyle anlattı. Ben o zaman hiç bir şey anlamadım. Emirdağı'nda iken Urfa’dan gelen bir kardeşimizle de 1951 Senesinde Mevlâna Halid-i Bağdadi Hazretlerinden intikal eden cübbe ile, el yazması güzel risâle mecmûalarını Eskişehir’e gelip gönderdi ve dedi ki, "Ben Urfa'ya geleceğim, âhir ömrümü Urfa'da geçireceğim. Urfa benim için mübârek bir yerdir." diyordu. Üstâdımız Hazretlerinin (R.A.) nihâyet o kadar hasta halinde Urfa’ya gitmesi hattâ, bütün resmi mânilere rağmen, müdâhalelere rağmen, engeller aşılıp arzû ve isteği tahakkuk etti. Rahmetullahi Aleyh, ebeden dâima. Urfa'ya gidiyorduk. Üstâd Hazretlerinin ayaklarında (ben) kadar küçük lekeler belirdi. Üstâd bunları göstererek: "Öleceğime işarettir." dedi

VAHŞİ ŞABAN AĞABEYİN BİR HATIRASI
Selahaddin Aslan bey 1993 yazında Isparta’da ziyaret ettiği Vahşi Şaban ağabeyin şu hatırasını naklediyor: “Bir gün köyden yanıma bir küçük sepet üzüm alarak, Üstâd’ı ziyârete gittim. Üstâdın hediye kabul etmediğini biliyordum. Ama bir deneyeyim dedim. Üstâd üzümü kabul etti. Öyle sevindim ki, uçacak gibi oldum. sevincimden sanki ayaklarım yere değmiyordu. Koltuklarımın kabardığını hissettim. Üstad Ceylan Ağabeyi çağırdı. Dedi ki, “Ceylan pazarda üzüm kaç kuruş. “ 20 kuruş efendim. “Bu sepette kaç kilo üzüm var”. “3 kilo vardır üstâdım” dedi. Kesesini çıkardı bana bir lira verdi. Benim birden omuzlarım düştü. Çok mahcup oldum. Elimde para öyle kala kaldı. Ne diyeceğimi ne yapacağımı şaşırdım. Odasına çıktım. Avucum da para. Ceylan Ağabeye dedim ki, “Yâhu Ağabey; ben üstada üzüm satmaya mı geldim? Üstâd dan hiç para alınır mı? Ben bu parayı ne yapacağım şimdi? Ceylan Ağabey her zamanki latifelerinden birini daha yaptı. Dedi ki; “Ne diyon kardeş, buldun peşin parayı, daha ne istiyon. Koy cebine

“ÜSTADIN BİR LATİFESİ
Vahşi Şaban ağabey anlatıyor: “Bir defâsında Isparta’da ki Üstâdın kaldığı dersânenin sofasında, sofrada yuvarlak ince yüksekçe bir tencere içinde bulgur pilavı yiyorduk. Üstad içeriden odasından çıktı. Elinde küçük bir fincan vardı. Dedi ki; “Ben bu günlerde çok oburlaştım. Bir fincan tereyağını bu sefer bir haftada bitirdim.” dedi. Halbuki, ben onun bir haftada bitirdim dediğini bir kerede yesem, dişimin kovuğunu bile doldurmazdı. Bir kere bile beni doyurmazdı. Sonra bize bakarak dedi ki; “Siz bu bir tencere pilavı bir kerede mi yiyorsunuz.? Ceylan Ağabey dedi ki; “Ohoo Üstâdım bu ne ki, bunu bitiriyoruz. Bir tencere daha doldurup onu da yiyoruz.” Üstâd tebessüm ederek dedi ki, “Siz gençsiniz, çalışıyorsunuz. Yiyin size helal olsun.”



ÜSTADIN İSTİĞNASI
Vahşi Şaban ağabeyden: Üstad bir gün çam dağında, çam ağacının başında iken, çobanlardan biri bir bakraç yoğurt getirmiş. “Hocam; bu yoğurdu getirdim ki, yiyesin” demiş.
Üstad ağacın başından demiş ki; “bekle de ücretini vereyim.”
Çoban;
“Olur mu? Ne ücreti. Ben para almam yersin. Bana ve koyunlarıma duâ edersin” demiş.
Üstad;
“Yok olmaz bekle geliyorum” demiş.
Çoban;
“Hayır kesinlikle olmaz demiş.” Bakracı ağacın dibine bırakıp gitmiş.
15-20 Gün sonra bakracın boşunu almaya geldiğinde, bakraca hiç ilişilmemiş, içi yoğurt dolu olarak kapağının bile açılmadığını, bırakıldığı gibi durduğunu görmüş. Ücretini almadığı için Üstad hiç ilişmemiş.

ÜSTADIN HİZMETTEKİ DAKİKLİK VE CİDDİYETİ.
Büyük insanların ortak özelliklerinden birisi de her işi zamanında yapmalarıdır. Onun için yanlarında kalma bahtiyarlığına erenler hep çok dikkatli yaşama mecburiyetindedirler. Kurb- u Sultan ateş-i suzanest (Sultana yakınlık yakıcı bir ateştir) demişler. İşte Muhterem Sungur ağabeyin şu hatırası bu meseleye çok güzel ışık tutuyor(Selahaddin Aslan kendisinden 10.11.2000’de dinlemiş)

“Bir gün gene böyle mübarek bir gece idi. Geceyi ihya etmeye çalışıyorduk. Üstad beni odasına çağırdı. Dedi ki; ‘Ankara ya Tevafuklu Kuran-ı Kerimin bastırılması konusunda Diyanet’e bir mektup yaz. Ben “olur Üstadım”dedim. Odasından çıktım. Bizde de sofuluk var ya? Bu mübarek geceyi daha sevaplı şeylerle evradla ezkârla değerlendireyim. Şimdi mektubun sırası değil. Gündüz münasip bir vakitte yazarım diye düşündüm. Okumaya devam ettim.

İki saat sonra Üstad beni tekrar yanına çağırdı. “Mektubu yazdın mı”? diye sormasın mı. Ben mahcubiyetle; “Yazmadım, Üstadım” dedim. Üstâd yüz hatlarından canının sıkıldığını, üzüldüğünü, kızdığını belli etti. Sen misin yazmayan…Sabahleyin ceza olarak mektup yerine beni Ankara’ya postaladı. “Sen kendin gidip bu mevzuyu görüş” dedi.


Salih Okur

 

HATIRALAR VE ÖLÇÜLER-17

HOCAEFENDİNİN ÜSTAD HAKKINDA GÖRDÜĞÜ BİR RÜYA
Fethullah Gülen Hocaefendi Bediüzzaman hazretlerini ilk tanımaya başladığı yıllarda(1956) bazı kimseler fikrine girerek Üstad hakkında vesveseler verirler. Kürtçü olduğunu vs söylerler. Hocaefendi bir süre vesveselerle boğuşur. Ama gördüğü bir rüya ile bu vesveseler bit daha gelmemek üzere giderler. Bu mübarek rüyayı hocamızın ifadelerinden nakledelim: “Bir gece ben bizim üzerinde yaşadığımız Küre-i Arzın dışında bir küredeyim. Benden başka sanki ins, cin yok. Birden bire böyle dört bir yandan sığırlar, koyunlar üzerime doğru hücum etmeye başladı. Ben çok ciddi bir haşyet, bir ürperti içindeyim. Medet olacak birini arıyorum. Döndüm, sol tarafıma baktım. Hz. Ali bir de üstad. Ayakta konuşuyorlar. Bir ben varım, bir de onlar. O esnada Hz. Ali koynundan bir tomar kağıt çıkardı, üstada verdi. Ben o heyecanla uyandım. O hislerim bütünüyle silindi gitti.”

BİR BEŞARET EMARESİ
Aslında rüyaları sadık da olsa bu bölüme koymayı düşünmüyordum, ama hem tevafuk eden hem de Efendimizle alakalı bir rüya olmasından, hem yukarıda bahsedildiği gibi bir vesvese döneminin arkasından ağza bir bal nevinden çalınmasından dolayı,hem de teybe kaydettiğim bu hatırayı başına bir şey gelmeden sizlerle paylaşmak istediğimden nakledeceğim. 5.4.2003’de Denizli eşrafından Ömer Kurusaz bey bana şu müşahedesini nakletti: “ Bu müşahedenin görülmesinden bir ay, bir buçuk ay evvelden şeytandan müthiş bir vesvese geldi. Acaba Hocaefendi gerçekten bu işin ehli mi? Gerçekten doğru bir insan mı? Bu hizmetler gerçekten Efendimizin(sav) hizmetini anlatıyor mu?” Her gün, yat kalk devam ediyor. Bir türlü gitmiyor. Ama her gün yeni bir şeyler geliyordu. Şeytan devamlı eksileri gösteriyor. Şeytan da besleyince insan garip garip duygular, düşünceler çıkarmaya başlıyor
kafasından.Karman çorman oldu kafam. Vesveselerle boğuştuğum bir gün bir görüşmedeyiz, oturuyoruz. Uyumadım, sadece bir an gözümü kapattım. O sırada bir müşahede gördüm. Efendimiz(sav) şöyle yüksek bir sehpanın üzerinde. Hocaefendi geldi ve Efendimizin tam karşısında durdu. Mübarek ellerinden öpmek üzere eğildiğinde Allah Resulü(sav) onu kucaklayarak tam alnının ortasından öptü. O esnada ben gitmişim, hiçbir şeyin farkında değilim, donup kalmışım. Arkadaşlar dürtüyorlar. Ben ise tekrar gözlerimi yumuyorum. Efendimiz(asm)’ı tekrar görür müyüm diye...”

BİR ŞEHADET ARZUSU
“Her hizmette ilk bayrağı çekenler ilk o meseleyi duyurmak için doğrulan, o meseleyi ilk defa haykıranlar hiçbir zaman unutulmamalıdır.” Evet, böyle diyor, bize dine hizmet yol, usul, erkan ve adabını öğreten büyüğümüz. Bu sözden ilhamla çoğumuzun ismini bilmediği bir hizmet kahramanından bir hatıra -ama ne tüyler ürpertici bir hatıra- nakletmek istiyorum. Daha doğrusu iki kahramandan . Bir baba ve tam o babaya layık bir evlattan. 15 sene evvel yani 9 Ağustos 1988’de Zaman Gazetesinde Abdullah Aymaz ağabeyin onlar hakkında yazdığı yazı fazla söze hacet bırakmadığından oradan aynen naklediyorum: “Abdülkadir Üngan Hocaefendi( 1932-1971) Kur’an Kursunda okuttuğu masum talebelerine “Şimdi ben dua edeceğim, siz amin deyin” dedikten sonra İslam cemaatine, bilhassa hizmet dairesine gelecek bütün bela ve musibetleri kendisine ve nesline vermesi için Cenab-ı Hakka niyazda bulundu, masumlar da hep bir ağızdan, işin nereye varacağını bilmeden “Amin” dediler.

Birkaç gün sonra Saruhanlı’dan vaazdan dönerken içinde bulunduğu minibüsün iki vasıta arasında kalıp ateş alması ile arkadaşları ile beraber yanarak şehit oldu. Manzaraya şahit olanlar son anlarına kadar tekbir ve şehadet getirmekten geri kalmadıklarını hayretler içinde görüp, işittiler.

Oğluna bir vasiyet bırakmıştı. O günlerde bir hoca arkadaşı bunu okumaya kendinde güç bulamadı. Yaşlanan gözleri elindeki kağıtta yazılanları artık görmüyordu. Aradan seneler geçti.Mahdum(Memduh Üngan (1960- 25.07.1988) büyüdü. Hafızlığının arkasından lise ve yüksek okul bitmişti. Baba vasiyeti gereği hizmete başladı. Yurtta hizmet verdi, bir okulun temelinden bitişine kadar kan ve teriyle gayret gösterdi.

Geçen Ramazanda babasından bahsedilirken saygı duyduğu büyüğe “Dua edin babamın öldüğü gibi öleyim” diye istirhamda bulundu. Bir topluluk içinde de şehitlik için arzu izhar etti. Kurbana az kala; “Ya Rabbi, şu okula emeğim geçti, bu güzel işin içine benim nefsim karışabilir. Nefsime pay çıkmaması için buranın açılmasını bana gösterme” diye niyaz etti. Ve bu ihlaslı dua kabul oldu. İkinci bayram günü hizmet yolunda okulun hemen yanında bir trafik kazasında babasının peşinden yürüdü.”

Evet. zaten büyüğümüz de haber vermemiş miydi: “Bu hizmetin halisleri trafik kazasından gidecek” Ben ne zaman Memduh ağabeyi hatırlasam aynı zaman da Arap şairinin şehid olan Sahabe-i kiram için dediği şu hüzünlü ifadeler de kalbime hutur eder:
“ Allah’ın dinini kendi omuzları üzerine kurdular.Ve dünya kendilerine gülmeden de çekip gittiler.”


Salih Okur

 

 

HATIRALAR VE ÖLÇÜLER-18

BEDİÜZZAMAN’IN NAMAZDAKİ HALİ
Üstada Bediüzzaman hazretlerinin halen hayatta bulunan talebelerinden Abdullah Yeğin ağabey teybe kaydedilmiş bir sohbetinde Üstadın namazdaki huşu durumuyla ilgili şu hatırayı anlatıyor: ”Bir defasında Üstad “Allah-ü Ekber” dedi, bir el bağladı. Simasına baktım, bembeyaz kesilmişti, öyle gördüm ki, sanki ayakta canlı bir cenaze vaziyetini aldı. Öyle mahviyet içerisinde “Allah-ü Ekber” deyip Allah’ın huzurunda duruyor ki, ben kalbimden doğrusu Üstada acıdım. Ne kadar kendisini perişan ediyor. Allah’a nasıl dua ediyor. Bana o durumu çok tesir etmiştir. Daima ona benzer tekbir getirir, namaza dururdu. Kendisini kuşluk namazında o halde görmem bana çok tesir etmişti.

ANARŞİ’NİN SEBEBİ
Bediüzzaman hazretlerinin talebelerinden merhum Mehmed Feyzi efendi 1970’li yılların Anarşik ortamında yaptığı bir sohbette şöyle diyor:

“Şimdiki gibi gözümün önünde; Denizli mahkemesinde Üstad şöyle diyordu: “Siz bu milletin dinle olan bağlarını çözmeyiniz. Şayet bu milletin dinle olan bağları çözülürse o zaman anarşi olur.” O zaman “anarşi neymiş, bu millet anarşist olmaz” diyenler şimdiki hali görsünler.

HULUSİ AĞABEYİN VEFATI
Albay Hulusi Yahyagil 26 Temmuz 1986 gecesi ebedi âleme göçtü. Son üç günü rahatsız olarak ve yataktan kalkamayarak geçirmiş, fakat son günü biraz iyileşir gibi olarak konuşabilmişti. Yanında başta İzzetpaşa Camii İmamı Fikret Okur olmak üzere birkaç hâfız yanında durmadan nöbetle Kur’ân tilâvet ediyorlardı. Son günlerinde ancak yardımla yatağında doğrulabilen merhûm gece geç vakit birden kendi kendine yatakta doğruluyor ve bir şey demeden tekrar yatıyor. Bunun üzerine yanına yaklaşan Fikret Hoca soruyor: “Efendim, doğruldunuz, bir şey mi istediniz?” Cevâben “Üstâd geldi, ona doğruldum” diyor. Gece geç vakit yanlarından biraz ayrıldıktan sonra tekrar odaya geldiklerinde ise Mübârek Hulusi Ağabeyimizi Allah’ın rahmetine kavuşmuş buluyorlar.

HER ESER HERKESÇE OKUNMAZ
5. 10. 1996’da Abdülvahit Mutkan ağabey , Fırıncı Ağabeyden naklen Kayseri’de anlattı: “Prof. Ali Özek Mısır’dan Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendinin bir kitabını Üstada getirmiş. Üstad iki üç ciltlik bu kitabı iki üç gün tetkik etmiş. Sonra Fırıncı Ağabeye ve Ali Özek’e demiş ki: “Bu kitabı sakın okumayın. Çünkü, ehl-i dalaletin İslamiyet aleyhindeki iddialarına üç dört sahife yer vermiş, Halbuki cevabına ise, yarım sahife yer vermiş. Okuyanda büyük yaralar açar.” Sonra Fırıncı Ağabeye “Sen bunu sar, sarmala, kimsenin göremeyeceği tavan arasında bir yere sakla.“ demiş.(Selahaddin Aslan)

SELEF-İ SALİHİNDEN ASRIMIZA UZANAN BİR DAL
Üstad Bediüzzaman hazretlerinin talebesi Tahiri Mutlu (1900-1977) ağabey hakkında nakledeceğimiz bir hatıra Nurun o ilk saff-ı evvellerinin hepsi hakkında geçerli olabilecek bir hükmü muhtevi. Tahiri ağabey hakkındaki bu hatıraya geçmeden evvel Fethullah Gülen Hocaefendi’nin onun hakkında dediği bir ifadeyi de nakletmeden edemeyeceğim: “Tam bir Çelebi idi, bir Osmanlı efendisi. Çok kibar, çok saygılı.. Yüzünde hat hat Allah'a imanın çizgileri vardı. Onda çok müthiş bir derinlik var.” Bediüzzaman’ın talebelerinden Abdülkadir Badıllı bey anlatıyor: “Benim şahsen merhum Tahiri Ağabeyle uzun arkadaşlığım vardır. Şam'da, Beyrut'da, Hicaz'da beraber uzun günlerimiz geçti. Şam'da iken, bir gün büyük bir alimin ziyaretine beraber gitmiştik. O günü Tahiri Ağabey, Hazret-i Üstadın kendisine hediye etmiş olduğu mübarek kırmızı abasını giymiş, sarığını da sarmıştı. Ziyaretine gittiğimiz o büyük alim zat; Tahiri Ağabeyin hal ve etvarına dikkat ile bakıyordu. Onun oturuşu, tevazusu, mahviyeti, edeb ve nezaketi gibi kâmilâne hareketlerine hayran olarak demişlerdi ki: "Bu zatın emsali ancak selef-i salihin asrında bulunabilir. Gerçekten Bediüzzaman gibi büyük bir zata lâyık bir talebesi ve yetiştirmiş olduğu kâmil bir insandır."


Salih Okur

 

 

HATIRALAR VE ÖLÇÜLER-19

DOKTORUN TEŞHİSİ(!)
Bediüzzaman hazretlerinin muhlis talebesi Emekli Albay Hulusi Yahyagil bey Çanakkale savaşlarında da bulunmuş, hatta Mustafa Kemal paşanın bu savaşta emir subayı olarak vazife almıştır. Anlattığı aşağıdaki ibretli hatıra millet olarak ne kadar hassas olmamız konusunda bir fikir vermektedir. İrfan Okur bey naklediyor: “Hacı Hulusi Bey anlatmış idi: “Çanakkale savaşında bir rahatsızlığı esnâsında doktora gidiyor, muâyene oluyor. Doktor ise, bir Rum. Gelen Müslüman askerlerin bir çoğunu “Kolera olmuşlar” diyerek tel örgülerle çevrili bir alana kapattırıyor. Hacı Hulusi Bey (R.A.) bir fırsatını bularak oradan kaçıp kurtuluyor. Sohbette bu hâtırayı anlattığında : “Ben kolera teşhisinden hâlâ öleceğim ” derdi.”

ÜSTADIN DERSLERDE GÖRÜLMESİ
Şener Dilek beyin naklettiğine göre Hulusi Abi şöyle demiştir: “Üstad 20 dersten belki 18’inde görünür. Nur Talebeleri arasında uhuvveti bozucu ahval zuhur ettiği zaman Üstad o derste görünmüyor. Bir de tecessüs niyetiyle gelenler olduğu zaman Üstad görünmez.”

MEYVE RİSALESİNİN YAZILMASI
Risale-i Nur ızdırap ve çilenin meyvesidir. Bu eserler kütüphaneler içinde, rahat döşeklerde değil, bin bir çile ve sıkıntı içinde, hapishane ve tarassutlar arasında kaleme alınmıştır. Samimiyetin elmaslar halinde somutlaşmış şeklidir onlar. Bu gün birçok yabancı dile çevrilmiş, üniversitelerde doktora tezi olmuş bu kıymetli eserlerden Meyve risalesinin Denizli hapsinde telif ve çoğaltılmasını merhum Ahmed Feyzi Kul şöyle naklediyor: “Denizli’de baş gardiyan elde edildi. Üstad ayrı tek hücrede, biz de ayrı ayrı koğuşlardayız. Ispartalılar bir koğuşta, yazılan sayfaları oraya gönderiyor hep. Bir sigara kağıdı. Kağıt yok, bir şey yok. Mahkûmlar tabii sigara içiyor. Paketlerin kağıdını atıyorlar. O kağıtlar alınıyor, üç satır yazı yazılıyor. Başgardiyan: ‘’Hâfız Ali!” diye bağrınca Hâfız Ali çıkıyor: ‘’Al bunu diyor ’’ Ona veriyor. Üç satır. Ertesi gün, beş satır daha. O da veriliyor. Hiç birbirine öncesi, sonrası uyuyor mu, biri diğerini tutuyor mu? Böyle bir şeyler yok. Nihâyet gönderiliyor, bundan Meyve Risâlesi oluşuyor. Bu gün Meyve Risâlesini okuduğunuz zaman, ondaki azameti ifâde karşısında insan dona kalır! Biri de, böyle yazıldı, ben bunu gördüm.”

“BÖYLE BİR İNSAN GÖRMEDİM”
Bir ehl-i hizmetten dinlediğim şu hatıra M.F.Gülen Hocaefendinin askerde iken çevresindekilere nasıl müessir olduğuna dair enteresan bir örnektir. Şöyle diyor o zat: “Kırıkkale’den Ankara’ya geliyoruz kendi arabamızla. Arabada ben ve abim var. Giderken yolda birisi elini kaldırdı. “Beni de alın” dedi. Durduk, onu da arabamıza aldık. Arabada hocaefendinin vaazını dinliyoruz. Biraz gittikten sonra adam: “Bu Fethullah hoca mı?” dedi. Biz de “Evet” dedik. Adam: “Yahu bu benim askerlik arkadaşım” dedi. Biz hemen bandı kapattık. “O zaman sen bize hatıralarından anlat”dedik. Bize Hocaefendinin askerliğinden bahsetti: “O gelinceye kadar bizim bölükte namaz kılan bir tane bile adam yoktu. Geldi, aramıza karıştı. Öyle şeyler anlatmaya başladı, öyle içimize girdi ki, aradan iki hafta geçmeden bölükte ne kadar adam varsa hepsi namaz kılmaya başladı, birkaç kişinin dışında. Ben ömrümde onun gibi insan hiç görmedim.”

İNSANA YATIRIM
Bitlisli Kayser Bildik hoca 28.03.2001 tarihimde kendi evinde fakire bizzat anlattı. Seyda Muhammed Raşidin (r.aleyh) has müritlerinden ve sır katibi Siverekli Yusuf efendi anlatıyor: “Seyyid M. Raşid efendi bir gün Menzil’de Yusuf efendiye “hava alalım” demesiyle tekkeden çıkıyorlar. Yüksekçe bir yerden ziyarete gelen kalabalığı izliyorlar. M. Raşid efendi: “Yusuf efendi şu kalabalığı görüyorsun. Eğer bunların hepsi sırf Allah rızası için gelmiş olsalardı, şimdi Müslümanlar düştükleri durumdan kurtulmuş olurlardı. Ne var ki, bazısı burada dükkan açmak suretiyle ticaret yapıyorlar. Bazıları işleri düzelsin diye geliyor. Kimi şifa bulma amacıyla ziyaret ediyor. Bazıları da nakliyeden para kazanmak için yaptıklarını biliyorum. Bunları kabul ettiğimin yegane sebebi, buraya gelip giderken cemaatle namaz kılıyorlar, içki içenlerin içkiyi bıraktıkları söyleniyor.

Hacı Yusuf! Esas yatırımı insanlara yapmak lazımdır ki, onu da Fethullah Hocaefendi yapıyor. Onu o yatırımı için cidden tebrik ederim” diyor.


Salih Okur

 

 

HATIRALAR VE ÖLÇÜLER-2

HOCAEFENDİNİN BABAANNESİ
Fethullah Gülen Hocaefendi çok farklı bir insan.Sanki çağlar ötesinden selef-i salihin döneminden asrımıza tenezzül buyuran bir dal. Onu hep ağlarken gördük,soyadının aksine ağlayan olarak tanıdık. Bazı ham ruhlar tarafından bu durum yadırgandı belki de. Ağlamak onun kaderi oldu. Peki bu ruh nasıl bir ortamda neşvü nema buldu? Onu en çok kim etkiledi? İşte cevabı...1980’lerde yaptığı bir kır sohbetinden okuyalım:

“ Babam bana dinimi öğretmeye çalıştı. Arapça okutmaya çalıştı. Başka meşayihten büyük zevatın dizlerinin dibine oturma lütfunu da Allah bana lütfetti. Hiç liyakatim yoktu. Fakat Rabbim batmasın diye bir mücrim, çok günahkar birisi, daima ona lütfedip böyle iyi yerlerde gezdirdi. Bir veli hayata gözlerini yumunca ben bir başkasının dizinin dibinde kendimi buldum. Ve onun gurub zamanı yaklaşınca bir baş-kasının... On yaşlarında iken de, Rabbim bu büyük zevatın dizleri dibinde dolaştırdı. Lehülhamdvelehülminne. Ona binlerce hamd ve sena olsun. Bunların hepsi ruhumu yıkayacak şeyler anlattı. Allah dedikleri zaman ürpereceğim insanlar gördüm. Fakat, inanın, bana büyükannemin anlattığı şeyleri hiçbiri anlatmadı. Büyükan-nem bana çok şeyler anlattı. Onu kaybederken 14-15 yaşındaydım. Ama ruhuma dolduracağı şeyleri doldurmuştu. Babam o evin içinde daha "Cüd bi lütfik ya ilahi, ilahi" deyince kadının etek-leri yaşla dolardı. Ve denir ki şimdi "Munise Hanım vefat etti insanlık ağlamayı unuttu.” "Allah” derdin o kadar heyecanlanırdı ki, 24 saat -mübalağa etmiyorum- 24 saat yemekten iştahı kesilirdi. Bütün hayatını belki 30 cümleyle idare ederdi. Hayatında 30 cümlesi vardı onun. O kadar az bilirdi, o kadar az konuşurdu. Fakat bu kadar dine aşık. Kur'an derken daha "Elif lam mim. Zalikel kitab" Ne duydu o senin nezih vicdanın. Bayılır kendinden geçer adeta, yığılır yerlere, ve öyle bir yığılmayla gitmiştir. Elini yüzüne vurmuş, gözlerini sonsuzluğa firdevse dikiyor gibi dikmiş "Allah" demiş, "Ölüyorum bu gece cenazem evde kalacak” demiş gitmiştir. Bana Rabbimi o anlattı desem se-zadır. Bana Peygamberimi, Peygamber sevgisini o anlattı desem sezadır."


İNSAN YETİŞTİRMEDE BİR ÖLÇÜ
Fethullah Gülen hocaefendi insan yetiştirmede de fevkalade maharet sahibi bir zat. 1966’ta İzmir’de yöneticilik yaptığı Kestanepazarı Kur’an Kursunda talebe yetiştirirken gösterdiği titizliği şöyle anlatıyor.

"Benim ne odam vardı, ne de yatağım vardı. İlk altı ay kanepede oturdum, kanepede kalktım. Çünkü öyle olmasa her saat başı kalkamam, yataklarını gezemem. Hela kapılarının önün-de nöbet tutamam. İçinde ses duyduğum bir banyonun kapısının önünde bekleyemem. Onları yakın takibe alamam. Avucumun içi gibi tanıyamam. Karakterlerine göre muamele edemem. Beni aldatırlar, yanıltırlar. Dolayısıyla da onları insanlık semasına yükseltemem.

İKİ KAMP HATIRASI
Fethullah gülen Hocaefendi İzmir’de Kestanepazarı Kur’an Kursunda yöneticilik yaparken ,yaz mevsimleri talebelerin ufkunu açmak,onların maddi-manevi yetişmelerine vesile olmak üzere izci kamplarına benzer,çadırlı kamplar açar,kitap okuma programları düzenler.Şimdi o kamplara iştirak etmiş iki yazarın hatıralarına yer vereceğiz.

Ali Erkan Kavaklı o kamp günlerini şöyle anlatıyor:
Kamp günleri, bizler için ne bereketli günlerdi. Nur risalelerini ilk defa o kampta tama-men okuma fırsatı bulmuştum. O yıllar henüz bir lise talebesi idim. Namazdan sonra çam ağaçlarının altındaki mescidimize oturur ve ders yapardık. Anlamadığımız derin meseleleri Hoca Efendi mütevazı ve mütebbessim çehresi ile izah ederdi. Talebelere karşı çok şefkat ve merhamet dolu idi.

Bir defasında hiç unutmam, tuvaletler kirlenmişti. Çoğu içine girilemeyecek hale gelmiş-ti. Kuyu ile tuvaletler arasında ikiyüz metre gibi bir mesafe vardı. Herkesin kamp yerinde ibriği vardı. İbriklerle su alıp tuvalete giderdik. Hiç kimse de temiz-lemeye yanaşmıyordu.Bir ikindi namazından sonra idi.Talebe arkadaşlardan biri imam olmuş ve namaz kılıp yüksek sesle tesbihat yapmıştı. Namazdan sonra başımızı çevirdik.Bir de ne görelim?Hoca Efendi tuvaletler tarafından geliyor.Hepimizin başından aşağı kaynar sular döküldü. Onun ne yaptığını hepimiz biliyorduk.Tuvaletleri temizlemişti. Böylesi bir fazilet karşısında ezilmemek, pişmemek imkansızdı. O günden sonra kim kirli bir tuvalet bırakabilir ? Kim kirli bir tuvalet görür de temizlemeden geçebilir?Öyle yaşardı ki kendine ait her işi kendisi yapardı. Bazen bizlere ait işleri de yaptığı olurdu

Diğer hatıra Muhterem Vehbi Vakkasoğluna ait.
“1972 yılında Ahmet Coşkun beyle birlikte Edremit'teki kampa Hocaefendi' yi ziyarete gitmiştik. Kendisi büyük bir çınar ağacının duvarına kurduğu çardakta kalmış ve bizi çadırında misafir etmişti. O ziyaret sırasında unutamadığım iki şeyden biri, zengin ve varlıklı insanların kampta hamallığa varan bütün ağır işleri büyük bir şevkle ifa etmeleriydi. Diğeri de Hocaefendi'nin şefkatiydi. Zarafet ve beyefendilik şeffafiyeti altında hepimizi bütün ruhuyla saran şefkati. Bırakınız bizleri, bu şefkatin boyutları ,oradaki gençleri korkutan bazı zararlı hayvanatı bile kuşatıyordu. Mesela mescit yapılan mahalin etrafı taşlarla çevrilmiş, taşların dışından da tahmin ediyorum DDT gibi bir tozla çevrilmişti. Ta ki, namaz sırasında bu zehirin kokusu ve etkisi ile akrep vs. hayvanlar ibadete zarar versin istemiyordu. Ancak daha da duygulandırıcı olan bu zehirli hayvanlar bile öldürülmek istenmiyor, bu tozun tesiri ile çekilip gitmeleri kendilerini kurtarmaları isteniyordu. Bu ziyaretimiz sırasında Üstad Bediüzzaman hazretlerinin talebelerinden çok muhterem Dr. Sadullah Nutku ağabey' in trafik kazasından vefat ettiği haberi geldi. Hiç unutamıyorum Hocaefendi çok fazla üzülmüştü. Ardından bir sohbet esnasında; `Bu cemaatin halisleri trafik kazasından gidecek" şeklinde bir söz söyledi”


Salih Okur

 

 

HATIRALAR VE ÖLÇÜLER-20

ÜSTADIN SESİ KAYDEDİLDİ Mİ?
Selahaddin Aslan bey Üstadın halen hayattaki talebelerinden Said Özdemir ağabeye Üstad Bediüzzaman hazretlerinin sesinin kaydedilip, edilmediğini sormuş. O da, Üstadın sesini kaydetmek için çok uğraştıklarını, üstadın izin vermediğini gizli olarak da kaydedemediklerini, sonra Sungur Ağabeyin teybi yatağın altına koyarak kısa bir konuşmasını kaydettiğini, bunu neşretmek için istihareye yattıklarını, kesinlikle izin verilmediğini anlatmış.( Bu ses halen Ankara’da Said Özdemir ağabeydedir.)

Burada konu ile alakalı bir hatırayı daha nakledelim. Rahmetli Cahid Erdoğan bey Bediüzzaman’ın sağlığında sesini kaydetmek için teybini de ziyarette yanında götürmüş, fakat Üstad izin vermemiş ve Cahid ağabeye: “Bu teyb ilerde büyük hizmet edecek” buyurmuş. Daha sonraları bu teyb Fethullah Gülen hocaefendinin vaaz ve sohbetlerini ilk kaydeden ve bizlere intikalini sağlayan teyp olmuş, Üstadın ihbarını da tasdik etmiş.

BEDİÜZZAMAN’IN BAZI TAVSİYELERİ
Zübeyir Gündüzalp nakletmiş. Üstâd Hazretlerinden bâzı tavsiyeler: 9. Sözü ve 15. Şuâyı sık sık okumak; Subhânallâh, Elhamdülillâh, Allâhü Ekber ma’nalarını ezberlemek ve namazda hatırlamak. Namaza dururken Kâbeyi hatırlamak, namazları ilk vakitte kılmak, namazda geçen âyet ve duâların ma’nalarını hatırlamak, ta’dîl-i erkâna çok dikkat etmek, tesbîhâtı ne çok yavaş ne de süratli yapmak, ma’nâları hatırlamak, duâ ederken elleri omuz hizâsında tutmak, yatarken Âyet-ül Kürsî okumak.

HAFIZ ALİ AĞABEY’İN MÜŞAHEDESİ
Bediüzzaman hazretlerinin “Mahkeme-i kübrada Risale-i Nur talebelerinin bayrakdarı” diye tavsif ettiği merhum şehid Hafız Ali ağabeyin çok ibretli bir müşahedesini nakletmek istiyorum. Isparta’nın İslamköy’ünde kendisini ziyaret ettiğimiz Hacı Hasan Ergünal ağabey anlattı. Hasan ağabeyin hizmete girişine de Hafız Ali ağabey vesile olmuş. “Hafız Ali ağabey Kabristana gittiği zaman bir kaç gün kendisine gelemezdi. Daha sonra birgün sebebini sorduğumuzda şöyle demişti: “Bu asırda bir çok insan derd-i maişet(geçim sıkıntısı) için çalışırken heybeleri boşolarak kabre giriyor. Mezarda inlediklerine şahit oldum.”

HAFIZA KUVVETİNDE İKİ İNSAN
Mehmed Kırkıncı Hocaefendi birgün bana şöyle demişti: “Ben hayatımda hafızası çok kuvvetli iki insan tanıdım. Onları geçeni görmedim. Biri Fethullah hocaefendi, diğeri Süleyman Demirel”


Salih Okur

 

 

HATIRALAR VE ÖLÇÜLER-21

İLK ÇAĞRILIŞ

M. Fethullah Gülen Hocaefendi Erzurum’da ilk derslere davetini ve orada gördüğü sıcak havayı bir sohbetinde şöyle anlatıyor: “Ama ben bu “gel gidelim”e şu 30-35 senelik hayatımda hep medyuniyet hissettim. O ne güzel bir gel gidelim imiş. Orada gördüğüm şeyler de çok fevkalade şeyler değildi. Ama saffet gördüm, samimiyet gördüm, ihlas gördüm sadece. Ve o gün belki 20 tane arkadaş götürülmüştü oraya. Kimi kafasını Deccal’a taktı, kimi hücumat-ı sitteye taktı. Kimi esille-yi sitteye taktı. Herkes bir şeye takıldı, kaldı. Demek bizim takılacak yerimiz yokmuş yani. Az bir çengelimiz, işe yarar bir yanımız olsa belki biz de bir şeye takılacaktık... Hep böyle teşrih etmiş, etmiş şu hükme varmışımdır ki: “Allah’ın inayeti olmuş, itilmişin işin içine. Allah’ın inayeti olmuş tutulmuşun işin içersinde.” Dua etmedim değildir yani. Hayatta Cennete girmek kadar belki. “Allah’ım beni bu işin içersinde tut. Bahtına düştüm” demişimdir. “Ne olursa olsun tut. Bana rağmen dahi olsa tut.”

İNSAN YETİŞTİRMEDE HASSASİYET

M.F. Gülen Hocaefendi 1966’da tayin olduğu Kestanepazarı Kur’an kursundaki idarecilik görevindeki hassasiyetini bir sohbetinde şöyle anlatmışlardı: “Benim ne odam vardı, ne de yatağım vardı. İlk altı ay kanepede oturdum, kanepede kalktım. Çünkü öyle olmasa her saat başı kalkamam, yataklarını gezemem. Hela kapılarının önünde nöbet tutamam, içinde ses duyduğum bir banyonun kapısı önünde bekleyemem. Onları yakın takibe alamam. Avucumun içi gibi tanıyamam. Karakterlerine göre muamele edemem. Beni aldatırlar, yanıltırlar. Dolayısıyla da onları insanlık semasına yükseltemem.”

“UMMANLAR UMMANLAR”

Fethullah Gülen Hocaefendi İzmir’de görev yaparken bir yandan da kahvelerde sohbetler yaparak, camisinden cemaatından mihrabından uzaklaşmış insanımızı kendi asliyetine davet eder. Bu sohbetler umulanın fevkinde rağbete vesile olur. Muhterem insan M.Kalyoncu beyden dinlediğime göre bu sohbetlerin birinde ilgiyle sohbeti takip eden Libya asıllı bir ateist şöyle demekten kendini alamaz: “Ben bu adamcağızı dinledim ve hayran olmamak mümkün değil. Eğer ilminin sınırını soruyorsanız, tek kelimeyle cevap vereyim: Ummanlar, ummanlar.”

MEDRESE-İ YUSUFİYE HATIRASI

1971’de Bademli cezaevinde Hocaefendiyle birlikte kalan Av. Gültekin Sarıgül bey onu şöyle anlatır: “Fethullah hocamızın kendine has bir halet-i ruhiyesi vardı. Onu anlamak cidden seviye istiyordu. Fevkalade bir feragat ve istiğna hali vardı. Kendini gösterme haletinden şiddetle kaçıyordu. Edeb onda adeta şekilleniyordu. Haftada bir gün dahi olsa bizi götürdükleri yıkanma yerine bu noktadaki hassasiyetinden sıkılıp gelmezdi, iştirak etmezdi. Koğuşta teneffüs anında çarşaflarla setredilmiş bir köşede banyosunu alırdı.
İçerde sık sık ilmi sohbetlerimiz olurdu. Allah’ın kendisine ihsan ettiği ilim, takva, feraset vs. hasletlerle ilerde büyük çapta bir hizmete mazhar kılınacağını ben şahsen hissediyordum. Cemaatımızın medar-ı iftiharı olacak bir istidadın tekamülü olacaktı. Elbette çetin bir imtihandan geçmesi icap ediyordu.”


ZÜBEYİR GÜNDÜZALP’İN BİR FERASETİ

Bir ehl-i hizmetten dinlediğimiz şu hatıra da Bediüzzaman hazretlerinin yakın talebelerinden merhum Zübeyir Gündüzalp’in(1920-1971) Fethullah Gülen Hocaefendi hakkındaki bir tespitini, hem de ta o zamandan verdiği ferasetli hükmünü okuyacaksınız. Ruhuna binler
fatihalar.

“Hocaefendinin 1995’te Moral FM ve Nesil matbaalarını ziyaretinde M. Emin Birinci abi: “Ne kadar biz uyduk o ayrı konu. Zübeyir ağabey; “Hizmetle alakalı meselelerde Fethullah Hocaefendi kardaşımla istişare edin. Onun fikirleri musibtir.” demişti deyince, Hocaefendi: “Estağfurullah! Zübeyir ağabey iltifat etmiş” dedi.

NUSRET KOCABAY HOCAEFENDİNİN RÜYASI

Nusret Kocabay hocaefendi Ağrı’da mukim çok kıymetli bir Allah dostu. Bir –iki defa görmekle müşerref olduğum bu zat, Hocaefendinin; “Ehl-i kalp bir insan” diye bahsettiği mümtaz bir nur talebesi. Kendisini bir vesile ile ziyaret eden bir hizmet ehli, bizzat Hocaefendiye bu ziyareti şöyle anlatmıştı: “Randevu istedik. Kendisini ziyaret ettik. Sizin gönderdiğinizi, selamınızı söyleyince, sedirde oturuyordu. Ayağa kalktı, selamı aldı. “Ne için geldiğinizi biliyorum” dedi. (O sırada Güneydoğu meselesi ile alakalı şarkın tanınmış alimleriyle röportaj yapılmıştı.) “Bu mesele sizi de rahatsız ediyor. Güneydoğu meselesi. Ama çözüm sizin hizmetleriniz içersinde. Ağrı’ya keşke bir okul yapılsaydı.” dedi. Sonra da rüyasını anlattı; “Ben evde oturuyordum. Ders yapıyorduk. Peygamberimiz(ASM) üstadımızla birlikte teşrif etti. Biz tabi karşıladık. Buyurdu ki: “Molla Nusret burası çok kalabalık. Başka geniş bir yeriniz yok mu?” Ben çok kısa bir düşündüm: “Var ya Resulullah! Hocaefendinin bir yurdu var. Oranın salonu geniştir” dedim. Beraber cemaat kalktı,. Peygamberimiz (ASM) önümüzde Üstadımız ve biz beraber çıktık. Ben o heyecanla uyandım.”


Salih Okur

 

 

 

HATIRALAR VE ÖLÇÜLER-22

VELİLER GİBİ DİNE HİZMET EDENLER

Kritik zamanlarda bazen az bir iş çok hükmüne geçebilir. Ahir zamanda ferdi bazı hizmetler cemiyeti ilgilendirdiğinden külli bir sevaba mazhariyet söz konusu olabilir. 15.05.2003 tarihinde ziyaret ettiğimiz muhterem Sungur ağabeyin anlattığı şu hatıra buna ışık tutar mahiyettedir. Üstadımız Adnan Menderes, Eşref Edip gibi zatları kastederek bir gün dedi ki: “Bu namaz kılmayanlardan veliler gibi dine hizmet edenler var”

ŞAHSİ SORUNLAR VE HİZMET

İman ve Kur’ana hizmet edenlerin en büyük imtihanları bu zamanda aynı hizmeti paylaştıkları arkadaşları ile olabiliyor. Bu usançlı zamanda şeytanın ve nefsin desiselerine kapılmaktan veya şuursuzluk ve gafletten veya titizlik gibi sebeplerden ferdi husumetler doğup hizmet ahengini sarsabiliyor. Böyle durumlarda hizmetin hatırı ve hakkı için nizayı terk, afv ve alicenaplık yolunu tutmak gerekiyor. Sungur ağabeyden bu konuda Üstadın şu ikazını dinledik: “Birbirinize bigayr-i hakkın seksen sopa da vursanız yine buradaki netice-i azime için burayı bırakmamak lazım”

YENİ DERS ALMIŞ GİBİYİM

Sungur ağabey Üstad hazretlerinin bir imani mesele okunurken şöyle dediğini nakletti: “Ben yemin ediyorum, şimdi bu dersi yeni görmüş gibi istifade ettim, ders aldım. Halbuki ben bunu on bin defa okumuşum.”

YUMRUĞU KALBE ATSAYDIN
Fethullah Gülen Hocaefendi İzmir'de bulunduğu yıllar İslam enstitüsü talebelerine Kur'an'ın İ'cazı ile ilgili özel dersler verir. Recep Uzunallı Beyin bu icaz dersleri ile ilgili bir hatırası: İzmir, Çeşme dershanesinde bu icaz dersleri yapılıyordu. Fiberglastan yapılmış oval bir sehpa üzerinde derslerini yapıyordu. Bir gün Receb bey Kur’an derslerinden coşmuş bir vaziyette o mezkur sehpa üzerinde ders çalışıyor bir taraftan Mustafa İsmail kasetten Kur’an okuyor. Bir ara Recep bey coşuyor ve kendinden geçip sehpaya bir yumruk indiriyor ve sehpa çatlıyor. Tabii ne deriz falan derken soruyor Hocaefendi ve bir arkadaş açıklıyor, Hocam işte Kur’an dinlerken coştu ve bir yumruk indirdi. Hocaefendi de: Coştuğunda keşke yumruğu kalbinin üstüne indirseydin ve kalbini çatlatsaydın da kalbinde derinlikler meydana getirseydin! demiş. (29-03-1977)


Salih Okur

 

 

 

HATIRALAR VE öLÇÜLER-23

TEHECCÜD İÇİN NEFİSLE MÜCADELE

25.05.2003 tarihinde görüştüğümüz Abdülvahid Mutkan bey’in anlattığı şu hadise nefisle mücadele etmenin hiç de kolay olmadığını anlatıyor: “Sungur ağabey , Zübeyir ağabeyden naklediyor: Üstadımız: “Ben teheccüd namazına kalkmak için 20 sene nefsimle mücadele ettim” demiş.

“AĞZINDAN NE ÇIKARSA”
“Cevahir Kadrini cevher fürüşan olmayan bilmez” diyor Alvar İmamı. 26.05.2003’te işyerinde ziyaret ettiğimiz Zübeyir Gündüzalp ağabeyin çok yakınında bulunma bahtiyarlığına ermiş Ömer Çiçek ağabey anlatıyor: “İstanbul’a ilk geldiğimde Mehmed Fırıncı bey bana şöyle demişti: “Kardeşim, biz Zübeyir abiden istifade edemedik, yazamadık, not alamadık. Sen ağzından ne çıkarsa yaz”dedi. Bunu hiç unutamam.”


TAHİRİ MUTLU VE ZÜBEYİR GÜNDÜZALP
Ömer Çiçek ağabey Tahiri ağabeyin şöyle dediğini nakletti: “Zübeyir ne derse Üstaddandır. Üstad demek Zübeyir demek, Zübeyir demek üstad demektir.” Ömer abi daha sonra da şu enfes hatırayı anlattı: “Tevruz Apartmanındayız Bir deprem oldu. Bir müddet sonra geçti. Depremden sonra kahvaltıya oturduk. Tahiri ağabey bütün içtenliğiyle şöyle dedi. “İnşaallah Zübeyir efendi bizi orada (ahirette) kurtaracak.” Bu sözlerinde çok samimiydi.

Zübeyir ağabey aynı samimiyet ve içtenlikle şöyle dedi: “İnşaallah Tahiri ağabey bizi orada bırakmasın. Eline yapışacağız, bizi bırakmayacak.”

KARA SEVDA
“Dava adamının hususi hayatı yoktur.” İşte böyle bir dava adamının sözleri...Ömer bey anlatıyor: “Zübeyir ağabeyin vefatından bir-iki ay evvel Doktor Mehmed Akay abi ziyarete gelmişti. Ayrılırken Zübeyir ağabey kapıya kadar uğurladı ve elini onun sırtına koyup. “Akay kardeş! Risale-i Nur’un tab’ı ve neşri, medrese-i nuriyelerin açılması ve devamı, tevafuklu Kur’an’ın neşri, talebe lahikalarının neşri benim kara sevdam olmuş. Bu hastalığın da ilacı var mı? kardeşim”


Salih Okur

 

 

HATIRALAR VE ÖLÇÜLER-24

ALİ UÇAR’IN İBADET HASSASİYETİ

1997’de elim bir trafik kazasında kaybettiğimiz kıymetli Ali Uçar bey yaptığı hizmetlerle dışa doğru büyük bir fatih iken, rüyasında nebilerle aynı sofrada yemek yiyecek kadar onlarla bütünleşen büyük bir diriliş eri ve mana insanı imiş. 13. 07. 2003’de Abdülvahit Mutkan bey onun ibadet hasiyetine dair şu hatırasını anlattı: “Vefatından kısa bir zaman evvel Osmaniye’de Ali Uçar’ı ziyaret ettim. Sabahleyin kuşluk namazından sonra daha da namaza devam ettiğini görünce dedim ki: “ Sen kaç rekat kılıyorsun şu duha namazını?” Gülümsedi…Dedi ki: “Ben gençliğimde Almanya’da ve başka yerlerde konferanslar veriyordum. Bir zaman sonra o konferans bantlarından biri elime geçti. Baktım ki ben ayetleri tecvitsiz okuyorum. Bunun üzerine, namaz üzerime farz olduğu günden bu güne kadar olan namazlarımı tekrar kılıyorum, kaza ettim. Ama şimdi bitti Elhamdülillah”

ALİ UÇAR’IN NURLARLA TANIŞMASI
Merhum Ali Uçar’ın nurlarla tanışmasına ilk olarak emekli Prof. Çetin Özek olmuş. Tabii bilmeden…Nasıl mı? A. Mutkan anlatıyor: “Ali Uçar üniversiteyi bitirip, öğretmen olduğunda eline, o zaman asistan olan Çetin Özek’in Risale-i Nurlarla alakalı menfi görüşlerini serdettiği bir kitabı gelmiş. Kitap şimdi mebzul olarak bulunan örnekleri gibi, yüzeysel, taraflı, garezli, cımbızlı bir kitapmış. Ali Uçar bunu okumuş ve eserler hakkında menfi bir kanaate sahip olmuş. Daha sonra bir gün Batmanlı Mirza Demir abi ile konuşurlarken konu Risale-i Nurlara gelmiş. Mirza abi ona “Eğer bu kitapta (Çetin Özek’in kitabı) yazılanların doğru olmadığını, sadece bir tarafını alıp tahrif ettiğini ispat edersem sen Risale-i Nurları okur musun?” diyor. Ali Uçar evet dedikten sonra “peki aksi halde sen bu kitapları okumayı bırakır mısın?” Mirza Demir “evet” deyince risaleler getiriliyor. Ve Çetin Özek’in kitabında üstadın ifadelerini başını sonunu nakletmeden, ibareleri kuşa çevirerek naklettiği ortaya çıkınca Ali Uçar eserleri alıyor ve sonuç malum…


SAVCININ İFTİRASI

Aşağı da nakledeceğimiz hatıra, garazkar bir bakışın hakikatleri nasıl çarpıtabileceğine çok güzel bir misal…Abdülvahit Mutkan bey anlatıyor: “ 1971’de İzmir’de Bekir Berk abi ile Fethullah Hocaefendinin de içlerinde bulunduğu 54 sanıklı İzmir sıkıyönetim mahkemesindeki nur davasında savcı Nureddin Soyer iddianamesine Bediüzzaman’ın Şualar adlı eserinden bir alıntı yapmıştı. Alıntı aslında bir hadisti ve şöyle diyordu hadis: “Efdalu ma kultü ene vennebiyyune min kalbi la ilahe illallah”(Ben ve benden evvel ki peygamberlerin en kıymetli sözü la ilahe illallahtır-)

Savcı bu ibarenin bir hadis olduğunu söylememiş ve şöyle bir iddiada bulunmuştu: “İşte Said-i Nursi şöyle diyor: “Ben ve benden evvelki peygamberlerin en efdal kelamı…”Böylece peygamberliğini dava ediyor.” Hatta mahkeme reisi albay, bu saçma sapan iddia karşısında dayanamamış ve Nureddin Soyer’e kızmıştı.”


İSKİLİPLİ ATIF EFENDİ VE BEDİÜZZAMAN

Bediüzzaman hazretlerinin talebelerinden Mustafa Sungur 1.06. 2003’te kendisini ziyaretimizde şu hatırayı anlatmıştı: “Büyük Doğu’ da neşredilen, İskilipli Atıf hoca’ nın başına gelenleri anlatan yazıyı Üstad’a okuyordum. Bir ara baktım, Üstad gözlerini siliyordu.”


Salih Okur

 

 

HATIRALAR VE ÖLÇÜLER-26

KORKU TERÖRÜ
Bediüzzaman hazretleri Cumhuriyet döneminde en tartışılan kimselerin başında gelir. Bizzat devlet eliyle unutturulmaya ve öcü olarak gösterilmeye çalışılan bu aziz insan, bazılarınca sanki hiç yaşamamış gibidir. Eskiden çok yakında bulunan dostlarından bazıları bile ondan söz etmeye cesaret edememişlerdir. Üstad hazretleri özellikle ehl-i ilme karşı kullanılan bu korku damarı için şunları söylüyor: “İnsanda en mühim ve esaslı bir his, hiss-i havftır. Dessas zalimler, bu korku damarından çok istifade etmektedirler; onunla korkakları gemlendiriyorlar. Ehl-i dünyanın hafiyeleri ve ehl-i dalâletin propagandacıları, avâmın ve bilhassa ulemanın bu damarından çok istifade ediyorlar, korkutuyorlar, evhamlarını tahrik ediyorlar.”

Aşağıda nakledeceğimiz hatırada ünlü bir hadis aliminin durumunu okuyacağız. Sadık Albayrak beyefendi anlatıyor:

“Bir gün merhum Bekir Haki (Yener) (1882-1975)Hoca’yı ziyaret etmiştik. Yanında ilmiyeden ileri gelen bir çok zevat da vardı. Daha önce benim arşiv çalışmalarımda onun geçmişi ile ilgili bir çok vesaik bulduğumu, bunlar arasında Karabağ’dan göçleri sırasında Zile’ye gelmeden Van’a uğradıklarını ve orada genç bir alimden(Bediüzzaman) ders okuduğunu görmüştüm. Bunu kendisine söyledikleri zaman tasdik etmiş ve fakat ben bu geçmiş hatıra karşısında açıkça tanıtınca, hemen sözü değiştirip şöyle cevap verdi; “Ben o zatı tanımam. Böyle tehlikeli eşhas ile hiçbir ilgim olmamıştır. Ondan ders de almadım.”

Ben haliyle sustum. Merhum hoca beni tam olarak tanımamış, kendisine böyle bir tasdik karşısında zararım dokunabileceğini düşünmüş olabilirdi. Çünkü Bekir Haki efendi çok zor şartlar içinde ömrünü geçirmiş, inkılaplar yapıldığında, bir gün Tokat’ta sokağa çıktığında şehirde sehpaların kurulduğunu ve orda sarıklı kişilerin sallandığını görmüştü. O günden itibaren, devamlı korku ve temkinli bir hal içinde yaşayıp gitmiştir. Bunu bilen yanımdaki zat, hocanın Van’daki hocasından önceleri bahisler açtığını ve onu son derece takdir ettiğini ve fakat tam olarak tanımadığı kimselere bunu söylemediğini, itimat etmediğini söyledi.” (Albayrak- Yürüyenler Ve Sürünenler-s:146)

HULUSİ BEYİN HİZMET İŞTİYAKI
Bediüzzaman hazretlerinin yakın talebelerinden Merhum Hulusi Yahyagil ağabeyin aşağıda nakledeceğimiz mektubundan bir parça, hizmet insanları için “sınır” kavramının ehemmiyetsizliğini göz önüne sermektedir. Binler Fatihalarla…

“1978 Kasım ayında kataraktan sağ gözümden ameliyat oldum. Gözlük yardımı ile, zoraki pek az okumak ve yazmak mümkün oluyor. Gözlerim görme kabiliyetini çok kaybetti, kulaklarım fazla ağırlaştı. Yardımcısız ekseriya yakınımızdaki camiye bile gidemiyorum. Fakat bunlara rağmen derslere devam etmeye muvaffak oluyorum.”

HULUSİ BEYİN BİR RÜYASI
Merhum Hulusi bey gördüğü sadık bir rüyayı merhum Ahmed Feyzi ağabeye şöyle anlatıyorlar: “Gördüm ki; Hazret-i Peygamber(ASM) Bir minber üstünde oturuyor. Ben de gittim. Bir kundura giymiş, dinç vaziyette, böyle dik vaziyette geldi. O sırada Üstad hazretleri başında siyah amame(sarık), ve cübbe ile yanına oturdu. ve başladılar konuşmaya. Fakat hiçbir şey anlamıyorum. Yalnız şu kadar bir söz anladım ki, Hz. Peygamber (SAV) soruyor: “Böyle değil mi Hoca?” Bu vaziyeti kendisine yazdım. Buna da cevabı şöyle: “Kur’an Hazret-i Peygamber(SAV) suretinde, onun dellalı da işte, bizim suretimizde görünmüş. (Sohbet kasetinden yazdık.)

HİZMET TEVAFUKU
Servet Engin bey şöyle anlatmıştı: “ 1978 yıllarının güz aylarıydı. Bir müessesenin en üst katında, Hocaefendi arkadaşlardan 11-12 kişiyi çeşitli şehirlere gönderiyordu.
“Sen Isparta’ya, sen Antalya’ya, sen Van’a, sen Samsun’a git.vs” diyordu. Biraz sonra da takkesini çıkarıp “Neyse bir de buradan çekelim” dedi. Az önce saydığı şehirlerin isimlerini kağıtlara yazıp katlayarak takkesinin içine koydu. Sonra kağıtları karıştırıp arkadaşlara kura çektirdi. Az önce nereleri söylediyse herkese aynı yer geldi. “Tevafuk oldu” deyip basit bir hadise gibi geçiştirdi. Halbuki matematiksel ifadesi içinde trilyonda bir ihtimalden olabilecek bir hadise.”

VEHBİ İLİM FARKI
Hulusi bey aynı sohbette Üstadın farkını şöyle ortaya koyuyor: “Konuşurken, konuşması bidayette anlaşılmıyor. Bir defa, beş altı kişi oturuyoruz Barla’da. Bir şey söyledi. Sonra: “Kardeşim, bunlar anlamadılar ha” dedi. Kime anlatmak istiyorsa, ona meramını tefhim ediyordu. Oturuyor böyle, hal hatır sorduktan sonra “Hadi” diyor, “Biraz hocalık yapalım” O zaman kalkıyor yatağın üstüne, başlıyor anlatmaya. Biraz evvel, müşkülatla, dikkat ederek ancak sözlerini anladığımız halde, bu kere sanki o zatı kaldırdılar, aynı kalıpta, gayet fasih, beliğ ve hiçbir tekerleme yapmayan bir zatı getirdiler. Sonra, şuradan nasıl kayaları yuvarlayarak gelen bir sel vaziyeti varsa, öyle harıl harıl, öyle gürültüyle ses geliyor. Kelimeler böyle gürültü yaparak, taşlar yuvarlanırcasına geliyor ve insan mest-ü mamur dinliyor…


Salih Okur

 

 

HATIRALAR VE ÖLÇÜLER-27

CEVŞEN

Ali Arslan beyin Büyü, Fal ve Kehanet adlı eserinde(Nesil yay) naklettiği enteresan bir hatırasını sizlerle paylaşmak istedim. Şöyle diyor Ali bey: “ Elinizdeki kitap için hazırlık yaptığım sırada, daha önceleri de merak ettiğim bir medyumla tanıştım. Arkadaşlarımın da ısrarıyla bana bir bakmasını istemiştim. Suya baktı, cinlerini çağırdı ve onlara bende büyü olup olmadığını sordu. Sonra, birkaç defa suya bir de bana baktı ve “Ne ile korunuyorsun?” diye sordu. Ben de “Nasıl yani?” diye karşılık verince, merakla “Her gün ne okuyorsun?” dedi. Bunun üzerine “Ne oldu ki?” deyince, bana “size pek çok kere büyü yapılmış ama tutturamamışlar. Eğer bunları özel bir dua ile korunmayan bir insana yapmış olsalardı, şimdiye kadar çoktan ölürdü” dedi. Ben de her gün mutlaka Cevşen-ül Kebir okuduğumu ve namazlardan sonra da sünnete uygun dua ve tesbihatlarımı yaptığımı söyledim”.

“BU ADAM CENNETE GİDİYOR”

24.11.2003 tarihinde Kümbet medresesinde ziyaret ettiğimiz Mehmed Kırkıncı Hocaefendi bizlere birbirinden güzel hatıralar anlattı. Kaydettiklerimizde bir kısmını sizlerle paylaşmak istiyoruz, peyder pey diğer kısımlarda nakletmek üzere… Bunlardan biri Üstad Bediüzzaman’ın talebelerinden merhum Tahiri Mutlu ağabeye ait iki tevafuk…Şöyle anlattı hocamız; “Tahiri ağabeyin vefatında İstanbul’daydım.(1977) Osman Demirci hoca cenazesini yıkıyor, ben de orada bir yerde oturuyorum. Duvarda bir takvim vardı, ondan bir sayfa çektim. O takvimde bir ibare çıktı; “Böyle bir adam cennetliktir” diye…

Ondan sonra Fatih camiinde cenazesini kıldık. Arabaya koymadan delikanlılar omuzlarında götürüyorlar. Fatih’te çarşıdan çıkarken , cenazeyi gören bir adamın ağzından şu sözler döküldü; “Giden adam düz cennete gidiyor, belli.”

HİZMETTE MUVAFFAK OLANLAR

Merhum Zübeyr Gündüzalp ağabeyin yanında yetişen bahtiyarlardan Eyüp Ekmekçi bey onun şu çarpıcı sözünü naklettiler; “Kardeşim, bu hizmette “hiç olanlar” muvaffak oldular.Bir şey olmak isteyenler hiçbir şey yapamadılar.”

TAHİRİ AĞABEYİN FEDAKARLIĞI

Şu anda bütün dünyayı bir nur halesi şeklinde saran İman ve Kur’an hizmetinin ilk tohumları hayatı istihkar eden, namsız nişansız bir avuç gönül eri tarafından atıldı. Onların ihlası, beklenti içinde olmaması, mal ve canlarını sebil olarak saçmaları bu günleri netice verdi. Bir büyüğümüzün dediği gibi; “Evet, bugün dünyanın dört bir yanına hicret buutlu bir göç dalgası varsa, işte bu “ani’l-merkez” güçten kaynaklanmaktadır. Bu gücün arkasında, arpa kadar bir şeyi hediye olarak kabul etmeyen Hz. Bediüzzaman vardır. Hulusi Efendi, Zübeyr Gündüzalp, Mustafa Sungur, Bayram Yüksel, Abdullah Yeğin ve emsali dâvâ erleri vardır. Hayatlarını Allah Resulü’nün Suffa Ashabı gibi geçiren ve Sahabe saffetinin temsilcileri olan kişiler vardır”

İşte onlardan biri olan Tahiri Mutlu ağabeyle alakalı, Kırkıncı hocamızın anlattığı şu hatıra da gözlerimizi yaşarttı; “Bir gün Abdülkadir Badıllı, Bayram Yüksel abi ve ben Tahiri ağabeyin köyüne gittik; Atabey’e… Isparta’nın bir köyü. Bizi evinde misafir etti. Sabaha kadar onu konuşturduk. Dedi ki; “Hocam, işte dedemizden kalan tek bina bu. Dedesi zenginmiş. Gül tarlaları varmış. Üstad Ayet-ül Kübra’yı yazmış, bastıracak para yok. Tahiri ağabey; “Üstadım bana üç gün müsaade ver” deyip köyüne gitmiş. Bir tanıdığına uğramış. O tarlaları satmak istediğini söyleyince adam şaşkınlıkla “Tahiri sen ne yapıyorsun? Senin çoluk çocuğun var” deyince “Benim çoluk çocuğumdan sana ne” demiş, “Ben tarlayı satmak istiyorum, Sen almazsan başkasına satacağım” Adam ağlaya ağlaya parayı vermiş. Tahiri ağabey de Üstada verip, Ayet-ül Kübra bastırılabilmiş…

Bu hadiseyi bir eserinde Fethullah Gülen Hocaefendi şöyle naklediyor; “Kitaplar ilk defa baskıya gireceği dönemde Üstad, sağa-sola hem de 50-100 lira gibi küçük bir para bulmak için adam gönderiyor. Tahiri Mutlu -makamı cennet olsun- bunu duyuyor ve koşa koşa köyüne gidiyor. Köy meydanında bütün mülkünün satılık olduğunu ilan ediyor, arazisinin bir kısmını haraç-mezad satıyor.. satıyor ve parayı sevine sevine getirip Üstadına teslim ediyor. Sadece o mu? Elbette hayır. Hulusi Efendi, Hüsrev Efendi, Mustafa Gül.. ve diğerleri hep aynı duygu ve düşünceyi paylaşırlar. Demek ki onlar, öyle samimi ve öyle bir safvet içinde idiler ki, bunu hayatlarının gayesi biliyor ve o uğurda hırz-ı can ediyorlardı.


Salih Okur

 

HATIRALAR VE ÖLÇÜLER-28

İNSANİYET BUNA DENİR
“Biz muhabbet fedaisiyiz” der asra ışık tutan, haliliyet meşrebi temsilcisi sultan. Bu nedir, nasıl olunur? Müşahhas bir kahramanlığı naklederek, bu sözün içinin nasıl doldurulduğunu anlatmak istiyorum.

Çantacı Necmi ağabey namıyla maruf muhterem Necmi İlgen bey anlatıyor. Bir ehl-i hizmet kardeşimiz bir otobüse biniyor. Yanında oturduğu kimseyle tanışıyor, onu ürkütmeden, sevdirerek dini, imani meselelerden tebliğde bulunuyor. Tabii ihlaslı bir ses birden bütün arabayı cezbesiyle kendisine tevcih ettiriyor.

Arabadakiler vecd içinde kendisini dinlerken gençten iki kişi bu konuşmadan rahatsız oluyor. Kendisine susmasını ihtar ediyorlar. Arabadakiler ise “konuş, konuş evladım” diyerek onu teşvik ediyorlar. Bunu gururlarına yediremeyen gençler ise; “Birader sen laftan anlamaz mısın? Konuşacaksan arabadan in de, bir de bizle konuş, bize anlat” diyerek zorla arabadan indiriyorlar. Demin onu teşvik eden kimselerden ise çıt çıkmıyor. Gerisini Necmi ağabeyin dilinden nakledeyim; “İnmiş, buna bir dayak atmışlar. Ağzını, burnunu kırmışlar. Suratını yarmışlar, kan revan içinde bırakmışlar. Bir tanesi kaçmış, diğeri kan mı tuttu nedense kaçamamış…

Dayak yiyen o arkadaş ona demiş ki; “Kardeş, bak beni çok kötü bir duruma getirdiniz.Ne olur, bari bir taksi çağır, parasını ben vereceğim. Beni hastaneye kadar atıver. Ben senden şikayetçi değilim. Sana hakkımı da helal ediyorum. Söz veriyorum, senden şikayetçi olmayacağım.”

Genç oradan bir taksi çağırıyor, hastaneye götürüyor. Hastanede soruyorlar tabii; “Ne oldu böyle?”falan…Diyor ki; “Kaza geçirdim. Bu kardeş, sağ olsun bana yardımcı oldu, beni hastaneye kadar getirdi.”

Tedavi ediyorlar, yaralarını sarıyorlar. Bu da başında bekliyor. O hastanelik olan kardeşimiz onun elinden tutmuş ve demiş ki; “Kardeş ne olur, bizim eve kadar beraber gideceğiz. Bir yemeğimi yiyeceksin. Sen benim kardeşimsin. Ben sana bütün hakkımı helal ediyorum.”

O çocuk da korkmamış, tamam demiş ve beraber kardeşimizin kaldığı hizmet evine varmışlar. Kardeşler kapıyı açınca telaşla “Ne oldu” deyince demiş ki; “Kaza geçirdim. Sağ olsun bu kardeşimiz beni hastaneye kadar götürdü. Bana yardımcı oldu.” deyince onlar da hürmetle “Hoş geldin kardeş, sağ ol birader” filan diyerek sevgilerini göstermişler. Beraber yemek yemişler, çay içmişler, kitaplardan okumuşlar…

Bu insaniyet karşısında mum gibi eriyen çocuk sonunda büyük bir nedametle şöyle demiş; “Arkadaşlar ben hepinizden özür diliyorum. Ben çok canavar bir insanmışım.Bu arkadaşınızı bu hale ben getirdim. Ama sizin gösterdiğiniz bu insanlığın karşısında ben ezildim, utandım. Ne olur beni affedin, beni de kardeşliğinize kabul edin.”

MAHİR İZ VE MEHMED KIRKINCI HOCAEFENDİ
24.10.2003’te bir sorum münasebetiyle Mehmed Kırkıncı Hocaefendi Cumhuriyet dönemi irfan semamızın güneşlerinden merhum Mahir İz beyefendi(1894-1973) ile alakalı şu ilginç hatırasını nakletti; “Mahir İz buraya geldi, bizle oturup kalktı. Çok hoş sohbet ettik. Türkeş’in partisinden onu buradan mebus adayı olarak koymuşlardı. Bir ara dedi ki; “Nur talebeleri çok iyi de, siyasete bigane kalmaları doğru değil.”

Ben de ona cevap vermek için izin istedim, ama başlıyorum, devamlı sözü ağzımdan alıyor. En sonunda dedim ki; “Beyefendi bana beş dakika müsaade eder misin?” Konuşmaya başladım, yine müdahale edince, “Yoo” dedim “Haddini bil artık,beş dakika müsaade edeceksin.” Sustu…Beş dakika oldu, yarım saat…tek kelime konuşamadı, ilzam oldu…

ÜSTADIN NECİP FAZIL’A YARDIMI
Kırkıncı hocamız sohbetimizde Üstadın herkesi kucaklamasına meseleyi getirerek şöyle dedi; “Üstadın hali tabii başka…Necip Fazıl hapse girmiş. Üstad demiş; “Necip Fazıl hapse girmiş. Ona para gönderelim.” Necip Fazıl bunu hasta yatağında Vehbi Vakkasoğluna hayretle anlatarak; “Yataktan kalkarsam ilk işim Üstadla alakalı bir şey yazmak” demiş, ama ömrü vefa etmedi…


Salih Okur

 

 

 

GÖNENLİ VE BEDİÜZZAMAN

Büyük resmi görmek için resmin üzerine tıklayın...

…Hayatlarını Kur’an’a hizmet veren iki engin aksiyon insanı. Biri 20. yüzyılda, doğrudan doğruya Kur’an’dan ilham alıp, asrın idrakine İslam’ı söyleten bir sahip kıran, diğeri de gerek yetişmesine vesile olduğu binlerce Hafız ile, gerekse bülbül gibi sesi ile Kur’an’ı –unutturulmaya çalışıldığı bir devirde- muhafaza eden devlerden bir dev, bir Reis-ül Kurra…

Kader ikisini birkaç kez bir araya getirdi ve zaten ezelde kaynaştıkları ruhlarının şehadet aleminde de maal cesed taarrüfüne ve meveddetine vesile oldu. Burada kısaca ikisi arasındaki sevgiye şahit olacağız. Cenab-ı Hakk şefaatlerine nail eylesin. Amin.

…Gönenli Mehmed Efendi Üstad Bediüzzaman’ı merhum Ali Uçar’ın tespitlerine göre ilk defa İstanbul’a tahsil için geldiği zaman(1920’ler)duymuş. Şöyle anlatıyor bunu; “Bizim eskiden edebiyat-ı Arabiye hocamız İhsan Bey vardı. O zata 'Nasıl bir zattır?' diye Üstadı sormuştum. 'Vallahi kardeşim, benim anlayabildiğim kadarıyla bu zat İbnü'l-vakittir' dedi. Allah şefaatine nail eylesin. Hayatımın kıymetli yâdigârı olarak saklıyorum onunla görüşebildiğim zamanları..” Daha sonra Denizli hapsinde bu iki hadim-i Kur’an bir araya gelmişlerdir. Gönenli’nin buraya gelmesine sebep çantasında Risale-i Nurların bulunmasıdır.

…Mahkeme’de gösterdiği cesaret-i medeniye Bediüzzaman’ın çok hoşuna gitmiş ve onun tarafından “Kahraman hoca” iltifatına mahzar olmuştur. Fatih Uğurlu beyin kendisiyle 1987’de yaptığı röportaja göre mahkemede hakime şöyle diyor; “Hakim bey! Ben Said-i Nursi’yi büyük bir İslam alimi olarak bilir, sever ve sayarım. Risalelerini okuyup istifade etmek için aldım ve çok da faydalandım. Daha önceleri sadece ismini, resmini ve eserlerini biliyordum. Şimdi burada kendisini de görmüş olmaktan dolayı fevkalade bahtiyarım.”

Bediüzzaman hazretleri Şualardaki bir mektubunda Mehmed efendinin “salabet-i diniyyesinden” söz etmektedir.

Necmeddin Şahiner’in 1982’de kendiyle yaptığı mülakatta merhum şöyle demektedir: "Üstad baştan aşağıya fevkalâde bir insandı. Baştan aşağı mükemmel, mine'l-bâb ilel-mihrap. Hareketleri, kıyafeti, garip ve misilsizdi. Eskiden beri bu zata fevkalâde hürmetim vardı. Eserlerini okuyor, vecizelerini ezberlemeye çalışıyordum. Gittikçe iştiyakım artıyordu. Tanıdıklara devamlı olarak soruyordum.

"l943'deki Denizli hapsinin arefesinde bir rüya gördüm. İşte polislerin gelmesi bu rüyanın akabinde idi. 'Emir böyle. Fakat yanlış anlamayın. Benim dine karşı saygım var. İki gün size müsaade. Sonra gelip teslim olun' dediler. Denizli Hapishanesine gidişim böyle oldu.
"Üstadın yanına gidince, bana 'Hoş geldin Muhammed Efendi, hoş geldin. Sen burada lâzımdın. Korkma! Korkma!' dedi. 'Korkum yok efendim' dedim.

"Hapishaneye girenlere sorarlar mı bilmiyorum. Bana 'Neresini istiyorsun?' diye sordular. 'İdamlıklar nerede ise, orasını' diye cevap verdim. Katillerin arasında yaşadık. Üstadla görüştük. Mahkemeye gidip geldik, beraber kelepçelendik. Bazen Üstada Kur'an okudum. İşte böyle, elhamdülillâh, tatlılandık, lezzetlendik

…Üstad onun Kur’an okumasını çok severmiş; Ben içerdeydim, Üstad ise avludan beni dinlerdi. 'Muhammed Efendi Kur'ân okusun' der, benim Kur'ân okumamı arzu ederdi."

…Ali Uçar’ın notlarından öğrendiğimize göre Gönenli Mehmed efendi mahkeme safahatı sırasında olan bir hadiseyi şöyle anlatıyor: “Kadın Hakime önümüzden geçiyordu. Üstad irkilerek birden başını çevirdi. Üstad gözünü sakınıyor. Hocanın birisi Hacca gitmiş. “Namazı Hac’da öğrendim” demiş. Yani Hacdakiler namazı yavaş yavaş tadil-i erkan ile kılıyorlarmış. Biz de Denizli’den ders aldık: “Mümin erkeklere söyle, gözlerini sakınsınlar ve ırzlarını(apışlarını) korusunlar.” (Nur:30)

…Üstad hazretleri gönül bağı kurduğu bu zatı hiç unutmamış, devamlı aracılarla selam göndermiş. 1952’de İstanbul’a teşriflerinde de bizzat ziyaret etmiş, tekrar görüşmüşlerdir. Aşağıda bu konudaki hatıraları bulacaksınız.

*Gönenli anlatıyor: Aradan yıllar geçti. İstanbul'a geldiğini haber aldım. Fatih Camiine davet ettim. 'Başkalarına haber vermez ve beni halka göstermezse gelirim' demiş. Derhal Hünkâr mahfilini hazırlattım. Sonra camiye geldi. Hünkâr mahfilinde, imamlığında namaz kıldık. Allah'a şükür, arkasında namaz kılmak da nasip oldu”

*Bir husus daha vardı. 'Yâ Rabbi! Bu zâtın bende hiç kısmeti yok mu? diye düşünürdüm. Evime davet ediyordum, gelmiyordu. Devamlı olarak 'Söyleyin Hafız Mehmet’e, Sakın sakın yanıma gelmesin' diye hocalarla haber gönderiyordu.

Bir Kurban bayramındaydı. Sabah namazından sonra kapı çalındı. 'Muhammed kardaşım! Muhammed kardaşım!' diye bir ses çağırıyordu. Kapıya çıktım. Baktım ki Üstad. Boynuma sarıldı ve 'Sen Kur'ân'a çok hizmet ediyorsun. Benim yanıma gelenleri çok tâciz ediyorlar. Seni tâciz etmemeleri için, benim yanıma gelmesin, diye haber gönderdim' dedi. Yanında talebeleri de vardı. 'İstanbul'da hiçbir kimsenin evine gitmemeye karar vermiştim' dedi. Yanındaki talebeye işaret etti. 'Ver kabımı, kısmetimi versin' dedi. Keramete bakınız. Daha önce 'Bu zatın kısmeti yok mu?' demiştim ya. Kısmetini almaya gelmişti. Evde yumurta tatlısı vardı. Ondan verdim. (Not: Arif Pamuk’a göre bu tatlı helva imiş ve o Üstadın en çok sevdiği tatlının helva olduğunu söylüyor.)

"Orada dedi ki: 'Bir Müslüman bir beldede bulunduğu sırada bayram olsa, oranın din büyüğünü ziyaret etmek ona vâcibdir. Madem ki bu kardaşımız Hazret-i Kur'ân'a hizmet için ortaya çıkmış. Ben de onu bu beldenin şeyhülislâmı kabul ederek ziyarete geldim' dedi. İşte böyle geçti aramızdaki konuşmalar. Elhamdülillâh. Allah şefaatine nail eylesin. Ona çok şey borçluyum. Cesaret ve kuvveti kendisinden aldım.”

*Bediüzzaman’ın talebelerinden Abdülmuhsin Alev bey anlatıyor: “İstanbul'da bir bayram günü Üstad, Gönenli Mehmed Efendinin evine bayramlaşmaya gitti. Gönenli evinde yoktu. Üstad, kapıdan selâm ve bir not bıraktı. Gönenli'ye hitaben, "Kardeşim, siz olmasaydınız. Kur'ân hizmetini biz yapacaktık. Biz iman hizmetini yapıyoruz, siz de Kur'ân hizmetini yapıyorsunuz' diyordu.

* Mehmed Fırıncı bey anlatıyor: “Bir Cuma günüydü. Hazret-i Üstadın yanına gittiğimde hiç kimse yoktu. Kimsenin olmayışına hayret ettim. Kapısını vurdum. Beni görünce, 'Çok iyi oldu, geldin' dedi. Ve 'Seninle Cuma'ya gidelim' dedi. Biz Üstadla tam çıkarken, Salih Özcan'la Osman Köroğlu geldiler. Hazret-i Üstad odanın kapısını kilitleyerek anahtarı bana verdi. 'Sen burada nöbetçi kal' dedi. Beni nöbetçi olarak bıraktı. Cuma'dan geldikten sonra çay yapmam için emretti. O zaman şimdiki gibi kolaylıklar pek yoktu. Mangal kömürü ile mangalı yakmaya çalışırken Gönenli Mehmed Efendi Hoca geldi. O da bana, 'Sana yardım edeyim' dedi. Beraber çayı hazırladık."Bir müddet sonra Ziya Arun gelince, Gönenli Mehmed Efendi ona, "Bugün bu eller, onun kömürünü yaktı, çayını ısıttı' diye sevincini ve memnuniyetini ifade ediyordu.

* Son olarak merhum Ali Uçar’ın notlarından şu hatırayı nakledelim: Rahmetli Ali Uçar bey, Gönenli Mehmed efendiden naklediyor: “Hz Üstad, Kastamonu’da vali Mithat Altıok’a; “Ben gidiyorum, yarın gelen var. Kuvvetiniz kafi geliyorsa, onu da tevkif ediniz, durdurunuz” diyor. Ertesi gün başlıyor Kastamonu sallanmaya; zelzele...

KAYNAKLAR
1- Son Şahitler-Necmeddin Şahiner-(2. ve 4. ciltler) Nesil Yayınları
2- Gönenli Mehmed Efendi-Mustafa Özdamar- Kırk Kandil Yayınları-İst-1997
3- Şualar- Said Nursi- Sözler Yayınevi- İst- 1993
4- Ali Uçar’ın Notları(basılmamış- müsvedde)

Salih Okur

 

GÖNENLİ MEHMED ÖĞÜTÇÜ EFENDİ(1901-1991)

Büyük resmi görmek için resmin üzerine tıklayın...

TAKDİM

“Sizin en hayırlınız Kur’an’ı öğrenen ve öğretendir.” Hadis.

1950’li yıllarda, uzun yıllar süren manevi bir kışın ardından buzlar yavaş yavaş çözülmeye başlamıştı. Tekrar başaklar ser çekiyor, tekrar günler bahara doğru kayıyor, bülbüller saklandıkları kuytulardan başlarını çıkartıyor, bahara dem tutuyorlardı. İşte bu sıralar İstanbul’da bir bahçıvanı görüyoruz. Anadolu’nun her tarafından dersaadete akın eden ve sayıları on binleri bulan gül tohumlarını gözyaşları ile besleyen, koruyan, kol kanat geren bu zat; Hafız-ı Kur’an, Hamele-i Kur’an, Hadim-i Kur’an Gönenli Mehmed Efendi hazretleridir.

…Aksiyonuna hayran olduğum, kendisini büyük bir muhabbetle sevdiğim ve kısaca tanıtmaya gayret ettiğim bu büyük zatı nazarlarınıza arz ederken, ruhaniyetlerinden özür dilerim. Rabbim ondaki aşkı, şevki, ihlası meccanen hepimize bağışlasın inşallah.

KISACA TARİHÇE-İ HAYATI
Mehmed Öğütçü hoca 1901’de Balıkesir’in Gönen İlçesinde dünyaya geldi. Babası Osman efendi ve annesi Fatıma hanım dindar insanlardı. İlk eğitimini Gönen’de aldıktan sonra 1920’lerde dini tahsilini ilerletmek üzere Dersaadetin yani İstanbul’un yolunu tuttu. Burada Serezli Ahmed Şükrü Efendi’nin rahle-i tedrisine diz çöktü. Talebelik yıllarına ait bir hatırası şöyledir: “Vaktiyle biz, talebelik yıllarımızda-Fatih’ten kalkıyor, Ayasofya’ya sabah namazı kılmaya koşuyorduk. Neden? Hafız İdris efendi Kur’an’ı çok tatlı okuyor diye. Hafız İdris efendi ne kadar okuyordu. Bir rekatta 20 sayfa okuyordu. Allah Allah. Bir rekatta yirmi sayfa okuyor, bal gibi okuyor. Onun için koşardık oradan Fatih’ten Ayasofya’ya..”

1925’te kıraat ilminden icazet aldı. Aynı yıl girdiği İmam Hatip lisesinden 1927’de mezun oldu. İlk görev yeri Gönen Çarşı Camii İmam Hatipliği oldu.(1930) Bu sıralar evlendi. 1933’te askere gitti. Askerlik dönüşü İstanbul’a geldi. Hacı Kaftani, Dülgerlizade ve Hacı Hasan camilerinde İmam Hatiplikte bulundu.

1943’te tutuklandı ve Denizli Hapishanesine gönderildi. Burada Büyük İslam alimi Bediüzzaman Said Nursi ile tanıştı. Mahkemesi beraatla neticelendi.

1954 yılında tayin edildiği Sultanahmet Camii imam hatiplik görevini 7 Temmuz 1982’de emekli oluncaya kadar sürdürdü. Bu sırada değişik cami ve medreselerde fahri olarak hocalık yaptı, ders okuttu.

1976’da Üsküdar’lı Hafız Ali Efendinin vefatı üzerine boşalan Reis-ül Kurra görevini devraldı.

Emekli olduktan sonra da değişik camilerde özellikle hanım cemaatlara yönelik olan vaazu nasihatine devam etti. O bir küheylan gibi koştururken yaşlandığını bile hissetmedi ve bir gün 2 Ocak 1991’de Fatih –Çırçır’daki evinde dar-ı bekaya irtihal etti. Allah Rahmet eylesin. Cenazesi 3 Ocak 1991’de Fatih caminde mahşeri bir cemaat huzurunda merhum Abdurrahman Gürses Hocaefendi tarafından kıldırılan cenaze namazından sonra Edirnekapı Sakızağacı şehitliğinde toprağa verildi. Emin Saraç hoca Cenazesi için şöyle diyor: “İstanbul’da çok kalabalık cemaatler gördüm. Fakat böyle kalabalık hiçbir zaman görmedim.”

GÖNENLİYİ ÖNEMLİ KILAN NEYDİ?
…Bir insanı yaptığı işlere göre, o işlerin ne zaman ve hangi şartlarda yapıldığını nazara almakla değerlendirmek isabetli sonuca varmanın temel anahtarıdır. Yoksa bakışımız sathi olur.

Gönenli Mehmed Efendinin kıymeti nereden geliyor? Emsallerine göre ilmiyle dikkatini çeken, eserler ortaya koyan bir insan değil o. Peki nedir onu böyle mümtaz bir mevkie getiren? Bize göre bunun sebebi; bütün ruhunu Kur’ana bezletmesi, maddi ve manevi füyüzat hislerinden fedakarlığıdır. O nasıl ki eline geçen her şeyi hemen talebelere dağıtıp yoksul bir hayat içinde yaşamışsa- ki isteseydi Türkiye’nin sayılı bir zengini olurdu- aynen öyle de Kur’ana suikast yapıldığı, kalbinden vurulduğu dehşetli bir dönemde o, kitapları içine gömülmemiş, ilimlerde zirvelere ulaşmayı düşünmemiş, postnişin olmayı hayallerinden geçirmemiş, sadece hizmet demiş, onu soluklamış ve Cenab-ı Hakk kemal-i keremiyle onu davasında muzaffer kılmıştır.

Burada, Kur’an’a suikast tarihini açıklamak isterim. Bediüzzaman hazretlerinin ifadesiyle bu 1900 tarihidir. Avrupa dinsizleri Müslümanları kitaplarından uzaklaştırmak ve –haşa- şöyle diyebilecek nesiller yetiştirmek gerektiğini bu tarihte planlamışlardır;

“Yırtılır ey kitab-ı köhne belki yarın
Medfeni fikr olan sayfaların”

Hatta İngiliz'in bir Müstemlekât Nâzırı demiş: "Bu Kur'ân, İslâm elinde varken biz onlara hakikî hâkim olamayız. Bunun sukutuna çalışmalıyız"

Ama Onların bir hesapları varsa Allah’ın da bir hesabı vardı. Nasıl Çanakkale’de, nasıl Kurtuluş harbinde komploları başlarına geçtiyse, Cenab-ı Hakka çok şükür bu planları da tutmadı. Ve bu “dindar millet” yine dinine dönüyor, yine öz değerleriyle buluşuyor, bütün engellemelere, psikolojik harekatlara karşı yine geçmişi ile bir girizgah bulmayı başarıyor ve bunda Gönenlinin payı hiç küçümsenmeyecek bir ölçüdedir.

O, 1940’lı 50’li, 60’lı yıllarda Anadolu’dan dininin diyanetini öğrenmek için gelen on binlerce gence kol kanat germiş “İlim talibinin yoluna melekler kanatlarını serer” hadis-i şerifinin somut bir görüntüsü olmuştur.

Hem de nasıl bir devirde? “O öyle bir devir ki yanınızda bir Mushaf-ı şerif veya dini bir kitap alsanız yolda giderken bir polis görse, peşinize takılır, gittiğiniz yeri tespit eder, sonra da hemen baskın yapardı.”

Rahmetli avukat Bekir Berk bey de şöyle anlatır o acip ve dehşetli zamanları; “İstanbul’da bir dini eseri bulmak, bir namaz hocası bulmak, bir din dershanesine girmek mümkün değildi. Yalnız zaman zaman mahalle aralarında,omuzlarındaki torbasında kitaplar taşıyarak ürkek bir ceylan gibi “Mızraklı İlmihal” diye bağırıp bir tane satabildiği zaman süratle o mahalleden kaçan garipler vardı.”

Hilmi Oflaz bey de şöyle demekte; “1930’lu, 1940’lı yıllarda kelleyi koltuğa almayan İslami hizmetlere soyunamazdı.” İşte Gönenli hocamız böyle bir devirde meydanda olduğu için büyüktür.

Hocamız Resmi görevlerinin dışında fahri olarak hizmetleriyle asıl “Gönenli” olmuştur. Bunları kısaca şöyle sıralayabiliriz:

1- Kur’an Kursları açmak

2- Kur’an kursları ve medreselerdeki talebelerin iaşe ve geçimini temin. Bu talebelerden bir çoğu şimdilerde Üniversite hocası, müftü, vaiz, imam olarak hizmet vermekteler.
Bu husus da Ahmed Şahin hocamız şöyle yazıyor: İstanbul’un camileri Gönenli’nin üniversitesi, bitişikteki harabe medreseleri ise yurtları... Anadolu’nun mahrumiyet bölgesinden gelmiş olan fakir köy çocukları bu yurtlarda kalır, bu üniversitelerde ders görür. Bu kadar yurt ve üniversiteye kim nezaret eder? Bir tek kişi:
- Gönenli!..
Gönenli bu yurtların hem levazımcısı, hem müfettişi, hem de müderrisi. Halk da mütevelli heyeti. Her caminin çevresi öğrencilerle dolup taşar. Yatsı namazında ise Sultanahmet Camii ihtiyaç temini için buluşma yeri. Mihraptan cemaate yönelen Hocaefendi, sayamayacağı kadar ihtiyaç sahibi öğrencilerle yüz yüze. İsteklere bir kulak kabartalım, neleri duyacağız:

- Ceketim yok, ayakkabım yok, hastayım doktor ilaç yazdı, alacak param yok. Fırıncı ekmek vermiyor, borcumuzu ödeyemedik, sabah ekmeği nereden alacağız?..

Bunların tek muhatabı Gönenli Mehmed Efendi... Bir baba bile çoluk çocuğunun ihtiyaçlarını karşılamada zorluk çekip zaman zaman azarlayıp sustururken, Hocaefendi’nin bunca ihtiyaçları göğüslemesinin hikmeti ne ola ki hizmet duygusundan gayrı!..

Bir gün yüzünde bir burukluk hissederek soruyorum:
- Bir sıkıntınız mı var? İçten gelen inilti ile cevap veriyor bana:
- Fırıncıların geçen ayki paralarını ödeyemedim. Haber göndermişler, bizim de imkanımız sınırlı. Hocaefendi parayı ödemezse ekmek veremeyeceğiz çocuklara, demişler. Bu evlatlar aç kalırsa ne yaparız?

Çaresini de hemen ekliyor arkasından:
- Bari tiz bir müşteri çıksa da evimizi satabilsek. Müşteri de hemen çıkmıyor ki!. .
Ertesi gün yüzündeki burukluk gitmiş, tatlı bir tebessümle muhatap oluyorum kendisine. Öğrencilerinin başkanı seçtiği için açıklamada mahzur görmüyor bana.
- İnşallah iyi haberler var, diyorum.

Tebessümünü daha da çoğaltarak cevap veriyor:
- Tahmin ettiğin gibi. Gece dua edip gözyaşları içinde yattım. Sabah erkenden biri kapımı çaldı. Cüzdanını uzatıp ihtiyacım olan parayı almamı söyledi. Ben elimle almamakta ısrar edince, o kendi eliyle bir miktar para çıkarıp bana uzattı. Ben parayı alırken birden kaybolduğunu gördüm. Baktım ki para borcumun tamamını teşkil etmektedir. Bu ayı da böyle geçirmiş olduk. Gelecek ay için Allah Kerim’dir

3-Fahri vaizlik; İstanbul’daki camileri mekik gibi dolaşarak her gün birkaç yerde vaaz etmesi, o yaşta bu enerji ile koşturması Rabbimizin bir garip lütfudur. !980’lerde bir gazete Gönenli hakkında şöyle yazmış; “85 yaşında haftada 30 vaaz veren Gönenli Mehmed efendi.” Korkutmadan, sevdirerek, kaçırmadan, kucaklayarak ettiği vaazları özelikle hanımlar arasında büyük yankı yağmış ve hocamızın özel bir cemaati oluşmuştur. Eğer İstanbul’da hanımlar arasında bir uyanış varsa bunda onun büyük bir rolü vardır. Vaazlarına gelen insanlara hitabı bütün hocalarımızca örnek alınması gereken bir keyfiyettir. Bir bayram hutbesine şöyle başlar; “Sizler ne mübarek insanlarsınız, el alem herkes sıcak yatağında mışıl mışıl uyurken sizler kalkmışsınız, buraya, Rabbimin huzuruna ibadete gelmişsiniz. İnşallah bu doğrultuda doğru cennet gidersiniz”

…Bir başka vaazında şu ümitbahş ifadelerde bulunuyor: “Anlattım galiba size geçen aylarda. Birisi rüya görmüş. Görüyor ki rüyada Peygamber(SAV) koltuğunda bir kitapla gidiyor. Kitabın ucuna bakıyor, Türkçe. Peygambere(sav) :”Efendim koltuğunuzun altındaki kitap Türkçe mi?” deyince “Türkçe” demiş Peygamber(ASM), “Türkler dinimize çok hizmet etti, daha edecekler” demiş…


HUSUSİYETLERİNDEN BİR DAMLA
• Giyimine kuşamına, kılık kıyafetine çok dikkat ederdi.(İsmail Aycıl)

• Talebeden aidat almazdı.

• Yalanı hiç affetmezdi.

• Asla Kuşluk namazını kılmadan sokağa çıkmazdı.

• Kimseye el öptürmezdi.

• Günlük hareketleri çok iyi takip ederdi, gazetesini alırdı.

• Hıfzı(Kur’an ezberi) gayet kuvvetliydi.”(Emin Saraç)

HATIRALARLA GÖNENLİ
• Zorda kalan bir adamcağız var hocam! Adam Müslüman ama dindar biri değil demişler. Cevaben; “İnsan olması yetmez mi oğul” demiş, yüklü miktarda para göndermiş.

• Etrafında bir sürü gencin cıvıldaştığını, Gönenli’nin bunlara harçlık dağıttığını gören bir zat: “Ne güzel bir tablo hocam! Gençler sizden istifade ediyor, dinliyorlar” deyince Hoca gülümseyerek; “Öyledir! Bu yavrucakların çoğu sinema parası yapıyorlar bunları ama, başka çaremiz yok. Elden gelen bu! Ne yapalım biz tohum atmaya, tohum ekmeye devam edeceğiz. Ümit kapılarını kapatmak kadar büyük haram olmaz” cevabını vermiş.

• Ahmed Şahin anlatıyor: “2 Ocak 1991, Gönenli Mehmed Hocaefendi’nin vefat günüydü. Cenazesine iştirak için gittiğimiz Fatih Camii’nin ancak avlusuna varabilmiştik. Öğleye yarım saatten fazla vakit olmasına rağmen içeriye girmek kabil olmadı. Avluda kulağımıza gelen söylentiler şöyleydi:

- Cami içinde hafızlar, din görevlileri, hocaefendiyi sevenler hatim okuyorlar. Şu ana kadar cami dışında Kur’an kurslarında okunmuş olan hatimlerin sayısı sekseni bulmuştur. Cami içindeki de onaltıya ulaşmıştır. Öğle namazına kadar gayret edilecek, namazdan önce hatmin sayısının yüze çıkarılması sağlanacaktır...

Bunları dinleyen yanımdaki bir işadamı sağ elini hava boşluğunda sallayarak söylenmişti: - İşte servet diye buna derim. Zenginlik budur. Kaç zenginimizin arkasından böylesine gönüllü hatimler okunmakta, bunların sayısı da yüze baliğ olmaktadır? Hangi makam, mevki sahibi böylesine bir sevgi ile uğurlanmaktadır?

DEĞİRMENİN SUYU NEREDEN?
… Maalesef kuşaklar arası bağların keskin bir kırılmaya uğradığı ve kökün inkar edildiği bir dönem geçiren ülkemiz insanı menfaatleri etrafında düşünebilen bir seviyeye getirilmeye çalışılmış, vakıf müessesi gibi zengin bir irfana sahip bir neslin torunları “menfaatin yoksa babana bile selam verme” anlayışına sukut etme durumunda bırakılmıştır.

Hayata ve insanlara bakışı bu seviye inen birinin “hasbilik, başkaları için yaşama, infak, yemeyip yedirme, komşusu aç iken yok olmama” gibi ulvi mefhumları anlayabileceğini düşünmek mümkün değildir. İnsan kendi ruh haleti ile çevresine bakar. Böyle biri sırf Allah rızası için yapılan bir hizmette bile nice çapanoğlu arar. “Bu değirmenin suyu nereden?” demekten kendini alıkoyamaz.


Bu zavallı mantık değil midir ki Türkiye’nin büyüklüğe sıçraması için, dünya devletleri arasında asıl mevkiini alabilmesi için didinip çırpınan, üniversiteyi bitirip, gençliğinin en çalımlı döneminde hiç bilmediği topraklara büyük bir hamiyet duygusu ile giden eğitim gönüllüleri için olmadık iftiraları atan?

İşte Gönenli de bu iftiralardan payını almıştır. Onun yetiştirdiği güllerden Ahmed Şahin Hoca anlatıyor: “Herkes tanıyıp takdir etmez elbette Hocaefendi’yi. Nitekim çağırıldığı
Aksaray Karakolu’nda saygısızca sual soran bir polis:

- Bunca parayı nereden alıyorsun? Senin gizli kapaklı bir şeylerin olsa gerek, diye çıkışır. Tam o sırada içeriye giren bir başka polis:
- Vay hocam, senin işin ne burada? diyerek hayretini ifade ettikten sonra elini cebine sokar:
- Ben de seni arıyordum, Allah gönderdi.. diyerek çıkardığı bir tomar parayı uzatır:
- Lütfen kabul buyurun, sizin yükünüz ağır! Bunca öğrenciye bakmak kolay değil der.

Hocaefendi’nin saygısız adama cevabı tek cümlelik:
- Şimdi anladın mı evladım bu paraları nereden aldığımı?.. Bu değirmenin suyunun nereden geldiğini?

…Eline geçen bütün parayı hemen dağıtan Gönenli’nin acaba evi nasıldı? Talebelerinden İsmail Aycıl bey anlatıyor: “Duvarın dibinde bir divan, yerde daha önce bahsettiğim kilim duruyordu, o anda Resulullahın mübarek yüzlerinde iz bırakan hasır izlerini hatırladım. Allah dostları dünyaya bu kadar ehemmiyet veriyordu. Paranın içinde adeta yüzen ama evine getirmeden talebesine veren yetmediği yerde evini dahi elden çıkaran böyle bir zat gibi ne tarihte birini görüyorum, nede geleceğine inanıyorum.”

Bir başka talebesi anlatıyor: “Tahsilimi tamamlayıp, İstanbul’da göreve başladığım yıllarda gönenli Mehmed Efendinin davetlisi olarak evine gittim. Ağırlandığım odadaki bütün eşya bir divan ile ortadaki bir halıdan ibaretti. Yirmi sene sonra, vefatından bir süre önce tekrar ziyaret nasip oldu. Eşyası yine bir divan ve bir halıydı. Mütevazı hayatı hiç değişmemişti.”

SÖZLERİNDEN SEÇTİKLERİM
• Sahip olduğun nimetlerle başkalarına yardımcı olacaksın. Anne gibi olacaksın insanlara…
• Eğer evde bir huzursuzluğun olursa sakın karına laf yetiştirmeye çalışma.

• Elinden gelirse, İstanbul’da veya bulunduğun memlekette secde etmediğin cami kalmasın. Elinden gelirse…İnsanlar camilerle ne kadar ahbablıkları varsa, ona göre kıymetleri olacak öbür tarafta.

• Bir insanın namazı kabul oluyorsa ahlakı güzelleşirmiş.

• Azıcık bir rüyada (Cenneti) gösterdiler gibi oldu da bütün dünyadan soğudum. Bütün dünyayı bile bana verseler yan bile bakmak istemiyorum. Çok şükür elhamdülillah…

KAYNAKLAR
1-Allah Dostları-Cilt:10- Şule Yayınları
2- Gönenli Mehmed Efendi- Mustafa Özdamar-Kırk Kandil Yayınları- İst-1997
3- Gönenli Mehmed Efendi—Rahmi Serin- Pamuk Yayıncılık- İst-2002
4- Şualar-Said Nursi- Sözler Yayınevi-İst-1993
5- Zaman Gazetesi-16.02.2002


Salih Okur

 

 

 

Doğunun Mantık Küpünden Cevaplar

TAKDİM
Röportajımızın başlığındaki bu tabir, merhum Necip Fazıl’a ait.1960’lı yılların millet üzerine çöken ümitsizlik ve yılgınlık dumanlarını dağıtmak için vatan sathında Konferanslar serisini başlatan Necip Fazıl, ilk konferansını Erzurum’da verir(İman ve Aksiyon).Ve burada tanışıp hayran kaldığı Mehmed Kırkıncı hocaefendi için bu tabiri kullanır.

1928’de Erzurum’un merkeze bağlı Güllüce köyünde dünyaya gelen Kırkıncı hocaefendi, Mustafa Necati efendi, Hacı Faruk bey, Solakzade Sadık efendi, Ağrılı Nadir efendi gibi şarkın mümtaz alimlerinden okumuş bir alimdir. 1950’lerin başında Risale-i Nur’la tanışır.Ve kıvrak ve cevval zekası ile Risale-i nur deryasından devşirdiği inci mercanlarla bir çok istidadın yetişmesine vesile olur. 1955’te Üstad Bediüzzaman hazretlerini Isparta’da ziyaret eder, duasını alır.

Kırkıncı Hocaefendinin en mümeyyiz bir vasfı en muğlak ve zor meseleleri, verdiği bir misal ve nükte ile tere yağdan kıl çeker gibi çözmesidir. Bunu sohbetlerinden derlenen Hikmet Pırıltıları, Nükteler gibi eserlerinde görmek mümkündür. Sorularımıza verdiği cevaplarda da bu özelliği kendisini göstermiş.

Kendisiyle daha önce vicahi olarak İstanbul’da bir röportaj yapmıştık.Fakat bize verilen sürenin 10-15 dakikayla kısıtlı olması röportajın akışını hatıralara kaydırmıştı. Biz ise kendisiyle ilmi bir sohbet yapmak arzusundaydık. Telefonla bu isteğimizi iletince bizleri kırmadı. Soruları göndermemizi, en kısa zamanda cevaplayacaklarını bildirdi.Biz de Erzurum’da mukim Yusuf Has kardeşimize soruları ilettik.Bayramda cevap-hocamızın selam ve hediyesi ile- geldi. Kendilerine bir kere daha teşekkür ediyor, hürmetlerimizi arz ediyoruz. Salih Okur


Soru: Üstad Bediüzzaman’ın “ Tebe-i nazar muhali mümkün görür” sözünü izah eder misiniz?

Bir şeyin hakikatından ziyade zahirine bakmak tebei nazardır. Mesela, insan güneşin doğup battığını görüyor. Halbuki güneş yerinde müstakar iken, dönen dünyadır. Üstadın bu mevzuda verdiği misal bu hakikatı fevkalade izah etmektedir. İhtiyar bir adam Ramazan hilaline bakarken gözünün üzerine düşen bir kirpiğinin beyaz kılını “ay” olarak hükmetmiş. Allah’ı inkar eden kafirler de bu ihtiyar zat gibi, zahir sebeplere bakıp Allah’ı görememişler; yani akıllarına perde olan sebepler, kafirlerin akıllarının kılı hükmünde olmuştur. Halbuki, akıllarıyla kainata bakıp nizam ve intizamı tefekkür etseler, muhakkak Allah’ın varlığını tasdik ederler.

Soru: Cenab-ı Hakkın tasarrufunda bizzat mübaşereti(maddi teması) olmaması nasıl anlaşılır?

Cenab-ı Hakkın kainatı ve kainat içindeki her şeyi yaratması mübaşeretsizdir. Mesela, insan yazı yazdığında kalem tutarak yazar, bir binayı yaptığında tuğlaları taşır ve yerine koyar, Taksisinin direksiyonunu tutarak sürer. Fakat Cenab-ı Hak mahlukatı yaratmasında mübaşeretsiz halk ve tasarruf eder. O irade eder, irade ettiği şey hemen olur. Cenab-ı Hakk maddeden mücerret olduğundan mübaşerete(maddi temasa) ihtiyacı yoktur. Mesela, güneşin gezegenleri çevirmesi, ve yeryüzündeki canlılarda biiznillah tasarrufu mübaşeretsiz tasarrufa sönük de olsa bir misal olabilir.Aynı şekilde bazı modern binaların giriş kapıları yanaşır yanaşmaz açılır. Yine fezadaki füzeler, yeryüzünden idare edilir. Bu misaller cenab-ı hakkın mübaşeretsiz tasarrufuna noksan da olsa birer örnek olabilir.

Bununla beraber bu hakikat insan aklının ötesindedir. Aklın bu hakikatı kemaliyle idrak etmesi mümkün değildir, ancak iman edilir. Bu misaller bu hakikate ancak birer ayna mesabesinde olabilirler, hakiki ölçü olamazlar.

Soru: İnsanların Allah hakkında en büyük yanılgıları sizce nedir?

İnsanlar, Cenab-ı Hakkın sıfatlarını ve fiillerini kendilerine ve diğer mahlukata kıyas ederek hataya düşerler. Mesela, insanın iradesi cüzi olduğu için birkaç işi bir anda yapamaz. Yazı yazdığı vakitte yemek yiyemez vs. Halbuki Cenab-ı Hakkın iradesi, diğer sıfatları gibi külli ve nihayetsiz olduğu için nihayetsiz birlikte işleri yapar. Felsefenin ukul-u aşere(On akıl) dedikleri sudur meselesinde yanılmaları da bu noktandır. Onlar “Birden ancak bir sudur eder” denişler ve “Allah sadece akl-ı evveli yarattı, akl- evvel de akl-ı saniyi, o da akl-ı salisi yarattı vs. Onuncu akıl da dünyayı idare ediyor” demişlerdir. Halbuki Üstadın dediği gibi “Her birliği bulunan yalnız birden sudur eder. Madem her şeyde ve bütün eşyada bir birlik var; demek bir tek zatın icadıdır.” Mesela bir koyun birden fazla kuzu doğurabilir, fakat bir kuzu birden fazla koyundan doğmaz. Yani iki-üç koyun bir kuzu doğuramaz. Aynen bunun gibi bütün kainatı, dünya ve ahireti Allah yaratır. Ama bütün sebepler toplansa, akıl ve şuurları da olsa bir sineğin kanadını bile yapamazlar.

Soru: “Sıkıntının madeni yeisle suizandır,dalalet fikridir, zulümat kalbidir, israf cesedidir” sözünü izah eder misiniz?

Sıkıntının kaynağı ümitsizlik ve suizandır. İnsan bir sıkıntıya, bir darlığa düşünce bundan kurtulamam diye ümidini keser ve sıkıntı devam eder. Mesela, kanserden iyi olamam diyerek umutsuz olunursa hastalık artar, sıkıntı çoğalır. İnsan bir dostuna hüsnüzan yerine suizan ederse, dostunu her hareketi onu rahatsız eder. Yine insan iktiza-ı beşer(insan olması gereği) günah işledikten sonra Allah’a hüsnüzan ile tövbe,istiğfar edip “beni affet” demesi yerine; suizan edip “benim affa liyakatim kalmadı” derse sıkıntı kat kat artar.

Dalaletin fikri olması şu demektir: İnsanlar, gerek batıl inançlara, gerek yanlış felsefi cereyanlara, gerekse sırat-ı müstakimden hep akıllarını yanlış ayrılan firak-ı dalleye(sapık grublara) hep akıllarını yanlış kullanarak girmişlerdir.

Zulümatın kalbi olması da şu manadadır: her bir günah kalp için bir karanlıktır, bir zulümat perdesidir. Bu zulümatın en ilerisi küfür(inkar,dinsizlik) karanlığıdır. Yani kalbin küfür ile perdelenmesi onun zulümatı demektir.

İsraf ise: Yemek,içmek vs ceset uzuvları ile olur. İnsan bütün azaları ile israf edebilir. Gözüyle kötü şeylere bakar, kulağıyla kötü şeyler işitir,yemesinde israf eder vb...Misaller çoğaltılabilir.

Soru: “Şiddetli sevgi ve korku inkara sebep olur” deniyor,izah eder misiniz?

İslam dini her şeye bir ölçü getirdiği gibi, muhabbet ve korkuya da bir ölçü getirmiştir. Mesela bir insan annesini, babasını, hocasını sever, fakat Peygamberimiz(SAV) kadar sevmez. Severse hataya düşer. Peygamberi çok sever, fakat Allah’ı sevdiği kadar sevemez ve ona uluhiyet izafe edemez. Hıristiyanların Hz İsa’yı sevmeleri, bir kısım Alevilerin Hz.Ali’yi ve evlatlarını sevmeleri gibi. Bu durumda da Hz İsa ve Hz. Ali’nin hakiki şahsiyetlerini inkar etmiş olurlar.

Bir insan ibadetini yapmaz ve günahlara girerse ve bu halinde ısrar ederse, cehennemle ilgili tehditleri işittikçe rahatsızlıktan kurtulmak için cehennemi inkar eder. Yani rahat-ı cehennemi bulur ve rahatlıkla günahına devam eder. Yağmurdan kaçarken doluya tutulur; sineğin ısırmasından kaçıp, yılanın ısırmasını kabul eder.

Soru: İnsanların dinsizliğe düşmelerinin en önemli sebebi sizce nedir?

Peygamber efendimiz(ASM); “Din nasihatten ibarettir” buyurmaktadır. Halbuki bir çok insanlar dine ait hakikatlerden bigane kalıp uzaklaşırlar, dolayısıyla dinin ehemmiyetini idrak edemezler. Yoksa insanlar hususi “kafir olayım” kastıyla dinsizliğe düşmezler. Ancak nefs-i emmarelerine tabi olarak dünyanın gayr-ı meşru zevk ve safalarına dalıp, helal haram demeyip, günahlara girerler; daha sonra küfrün içine düşerler ve daha da çıkamazlar. Üstadın buyurduğu gibi; “Her günah içinde küfre giden bir yol vardır.” Yani insan günah işleyince günaha alışır, sonra ısrar eder, onu müdafaa eder, doğru olduğunu iddia eder ve dolayısıyla küfre gider. Yani günah işlediğinden dolayı değil, günahı helal itikad edip müdafaa ettiğinden küfre düşer. Bir çok insan da ibadet külfetinden kaçarak dinsizliğe düşer.

Soru: Her şeyin ezelde takdir edilmesi, insan kaderinin önceden yazılması, çoğu insanın aklını kurcalıyor. Bu meseleyi açıklayabilir misiniz?

Bir Müslüman’ın inanması, itikad etmesi, zaruri olan şeylerden biri de kaderdir. Hayır ve şer her şey Allah’ın yaratması ve takdiri iledir. İlm-i İlahi bidayetten intihaya(başlangıçtan sona) kadar her şeyi kuşatmıştır. Mümkinattan hiçbir şeyin O’nun ilminden harice çıkması mümkün değildir. Madem ilm-i ilahi nihayetsizdir., öyle ise herhangi bir insanın istikbalde cüzi iradesiyle ne yapacağını bilir.Mesela, Cenab-ı Hak bir insanın kendi iradesi ile namaz kılacağını bildiği için ezelde öyle takdir etmiştir. Diğer bir insan namaz kılmayı istemediği bildiği için onu da öyle takdir etmiş. Yoksa o kullar hakkında Allah bu şekilde takdir ettiği için, onlar da o fiilleri işlemiş değillerdir. Yani Cenab-ı Hakkın irade-i külliyesi, insanın irede-i cüziyesine taalluk eder. İnsan hangi fiili irade ederse Allah onu yaratır.

Allahu Teala hazretleri insana cüz-i ihtiyarı vermiştir. İnsan kendi irade ve ihtiyarıyla hayrı tercih ederse, Allah hayrı yaratır,şerri tercih ederse şerri yaratır. Allah bu yaratma fiillerinden mesul değildir. Ama kul kesbinden(kazanmasından) mesuldür. Hayır ve şerrin faili insan,fakat yaratıcısı Allah’tır. Onun için insan işlediklerinden tamamen mesuldur. Çünkü, onun yaratması çok hikmetlere binaendir. Mesela, zehir ve bazı zararlı şeyleri bir çok hikmetlere binaen Allahu Teala yaratmıştır. Bir insan zehiri bilerek içse, bundan dolayı kendinden başka kimi mesul tutmak gerekir? Böyle bir insan; “ne yapalım, kader böyle imiş. Allah zehiri yaratmasaydı,ben içmezdim, benim elimde ne var?” diyerek her şeyi kadere yüklemek suretiyle kendini daire-i mesuliyetten kurtarabilir mi? Bu aklen de vicdanen de doğru değildir.Bu mevzunun tafsilatını “Kader Nedir?” kitabımızda görebilirsiniz.

Soru: Kader hakkında konuşmayı nehyeden hadisler var, İslam uleması da yasaklamışlar. Siz ise “Kader Nedir?” adlı bir eser yazdınız?

Kaderin bir çok kısmı vardır. Bazısı insanın cüzi iradesi ile alakası olduğu gibi, diğer bir kısmı sırf Allah’a aittir. Ondan da insan mesul değildir. Mesela, bir insan annesinden kör, topal veya bir azası noksan doğarsa insan bundan mesul değildir. Bu da kaderdir. Ancak “Niçin böyle yaratıldım?” diye itirazda bulunmak hadiste belirtilen yasağın şumülüne girer. Yani irademiz dışında olan hadislere taalluk meselelerle ilgili kader(ızdırari kader) hakkında söz etmek yasaklanmıştır. Zira Allah’ın bu kaderdeki tasarrufunda bir çok hikmetleri vardır; biz bunları bilemeyebiliriz., bunlar ancak ahirette anlaşılacaktır. Mesela, gözü kör olan bir insan, ahirette diyecek; “ Ya Rabbi, sen beni iyi ki dünyada kör yarattın.Ahirette ona bedel bu makamı verdin,gözlerim olsaydı, çok günahlar işleyebilirdim.” Misaller çoğaltılabilir.

Soru: Risale-i Nuru tanımadan önce medresede 15 sene tahsil yapmış bir kişi olarak Risale-i Nur’dan ne derece istifaze ve istifade ettiniz?

Sadece ben değil, medrese ve mektep tahsili gören bir çok hoca ve profesörlerimiz de Risale-i Nur’dan azami derecede istifade ve istifaze ederek fikir ve marifetlerini zenginleştirmişlerdir. Risale-i nurlar bildiğiniz gibi çok farklı bir eserdir. Bediüzzaman Hazretleri bu eserlerle düşünce ve felsefe de yeni bir çığır açmıştır.

Gerek ilm-i kelam ve gerekse felsefede keşfolunmayan hakikatlar Risale-i Nur’da tamamen vuzuha kavuşmuştur. O’nun müellifi olan Bediüzzaman hazretleri ne işrakiyyun,ne meşşaiyyun ve ne de ilm-i kelam ulemasıyla kıyas edilmeyecek kadar farklıdır. Onların erişemediği bir düşünce ufkuna sahiptir.

O ilimde ve fikirde yeni bir çağ açmıştır.Asrımızın maddi ve manevi hastalıklarına çare getirmiştir. Yaralı gönül ve kalpleri tedavi eden hazık bir hekimdir. Küfür ve dalaletin başını ezerek hezimete uğratmışlardır.


Buna delillerden birisi ise dünyanın her tarafından ilim ve fikir adamlarının Bediüzzaman hazretleri ile ilgili sempozyumlara iştirak ve itibar etmeleridir. Diğer bir delil de dalalet ve sefahatın hakim olduğu bu zamanda yolunu şaşıran bir çok gencin sırat-ı müstakime girerek iman ve iffetlerinin kurtulmasıdır.

Bundan anlaşılıyor ki, biiznillah bu sayede istikbal devr-i saadet ve irfan, devr-i huzur ve sulh olacaktır.

 

Yusuf HAS

 

 

İMAM-I ÂZAM’DAN TAVSİYELER

1) Ancak ilmi bir ihtiyaçtan dolayı devlet başkanı ile yakın ilişki içinde ol. Onun yanında ateş içerisinde imiş gibi ol. Çünkü sultan kendisi için istediğini başka hiç kimse için istemez.

2) Devlet başkanı sana bir mesele arz ettiğinde, söylediklerini kabul edeceğine kani olmadıkça, o meseleyi çözmeyi kabul etme.

3) Avamın (sıradan seviyesiz ve bilgisiz insanların) arasında, sorulmadan rasgele konuşma.

4) Avamın ve tacirlerin yanında ilme ve dine ait olmayan sözlerden kaçın ki, mala rağbet ve sevgin üzerinde durulmasın.

5) Avam arasında ne gül, ne de tebessüm et, yılışık olma.

6) Gereksiz yere çarsıya - pazara sıkça çıkma.

7) Olgunluğa erişmemiş yeni yetişmelerle çok konuşma, senli benli olma.

8) Sokaklarda, mescitlerde yeyip içme. Yol kenarlarındaki çeşme ve sulardan su içme.

9) Yol ortasında oturma. Yok illâ da oturacaksan hiç olmazsa mescitlerde otur.

10) Dükkanlarda oturma.

11) İpek ve ipek karışımı elbiseleri giyme, ahmaklığa yol açar.

12) Evlilik hayatinin tüm ihtiyaçlarını karşılayabilecek duruma gelmedikçe evlenme. Önce ilim talep et, sonra helâl mal kazan, sonra da evlen.

13) Gençliğinde hep ilimle uğraş. Çünkü gençlik, gönlün ve zihnin bos ve temiz olduğu andır.

14) Her daim Allah'tan kork, emaneti edâ et, seviyeli seviyesiz tüm insanlara nasihat et.

15) Hiç kimseyi küçük görme. Kendi vakarını tanıdığın gibi başkalarının vakar ve haysiyetini de tanı.

16) Bilgisiz kişilerle özellikle dini konularda tartışmaya girme.

17) Tartışma kurallarına uymayanlar ve çıkar elde etmek için tartışanlarla tartışma.

18) Her kim sana soru sorarsa, sadece sorusuna cevap ver. Meseleyi fazla dağıtma.

19) Kazançsız ve azıksız on yıl da kalsan ilimden yüz çevirme. Çünkü ilimden yüz çevirdiğinde maişet derdi, geçim sıkıntısı sana musallat olur.

20) Talebelerine, sanki onlar senin çocuklarınmış gibi eğil ki, onların ilme arzuları artsın.

21) Hakki söyleme konusunda sultan dahil hiç kimseden korkma.

22) İnsanların hatalarının ardına düşme, aksine onların güzelliklerini gör. Ancak dini konularda hatalarını gördüklerini diğer insanlara bildir ki ondan sakınsınlar ve ona uymasınlar. Bu konuda hiç kimsenin makam ve mevkisinden çekinme ki, hiç kimse dini bozmaya, bidatleri hortlatmaya cesaret edemesin. Çünkü Allah bu konuda senin ve dinin yardımcısıdır.

23) Senden başkalarının yaptığından daha çok ibadet ve takatte bulunmaya çalış ki, ilmin meyveleri üzerinde görülsün.

24) Alimleri bulunan bir yere vardığında orada sadece sen varmış havasına bürünme. Halkı etrafına toplayıp çekip çevirmeye kalkışma. Onların hocalarına dil uzatma. Lüzumsuz ve yersiz tartışmalara girme. Delilsiz, kaynaksız konuşma. Onlardan biri imiş gibi ol. Yoksa sana haset ederler.

25) Allah için, hep göründüğün gibi ol. Nasılsan öyle görün.

26) Tartışma anında korkak olma. Yoksa bildiklerini karıştırırsın, dilin tutulur kalır.

27) Çok gülmekten sakin, çünkü o kalbi öldürür.

28) Ancak ağır baslı bir şekilde yürü. Hoppa ve kaypak olma.

29) İşlerinde aceleci olma.

30) Biri arkandan çağırınca ona kulak verme. Çünkü arkalarından ancak hayvanlar çağırılır.

31) Konuşurken bağırıp çağırma. Lüzumsuz yere sesini yükseltme. Sakin ve ağırbaşlı ol.

32) Yalnız kaldığında olduğu gibi insanların yanında da Allah’ı zikret.

33) Namazlardan sonra kendine ait bir virdin (Allah’ı zikir, şükür, Kur’un tilaveti ve duâ) olsun.

34) Her ay oruç tutacağın belirli günlerin bulunsun. Bu konuda başkaları seni örnek alsın.

35) Mecbur kalmadıkça alış-veriş isleri ile uğraşma. Bu islerini güvendiğin kişilere gördür.

36) Kendini kontrol et, başkalarını gözet ki, ilmin ile hem dünyan hem de ahretinden yararlanılsın.

37) Dünyalıklarına ve bulunduğun haline güvenme. Çünkü Allah tüm bunlardan seni hesaba çekecektir.

38) Ölümü çokça hatırla.

39) Hocaların için duâ ve istiğfarda bulun.

40) Kabirleri, ilmi ile amel eden zatları ve mübârek yerleri çokça ziyaret et.

41) Dine dâvetin dışında havâ ve heves ehli ile düşüp kalkma. Oyun oynama. Sövüp sayma.

42) Ezan okunduğunda hemen mescide koş.

43) İnsanların sırlarını açığa vurma.

44) Seninle isticara edenle sen de isticara et, ancak rasgele insanlarla değil, seni Allah’a yaklaştıracağını bildiğin kişilerle.

45) Cimrilikten sakin. Aç gözlü ve yalancı olma. Saçmalama. Her isinde mürüvvetini, insanlığını muhafaza et.

46) Her halükârda beyaz, açık renkli elbise giy.

47) Dünyaya çokça haris olma, gönül zenginliği içinde ol. Fakir olsan bile kanaatkârlığını, gönül zenginliğini ortaya koy.

48) Eşyalarını rasgele insanlara değil, güvendiğin kişilere teslim et. İşlerini de onlara gördür.

49) Şu adinin bayağısı olan dünyayı hep hakir gör, geçici olduğunu aklından çıkarma. Allah katında olanın daha hayırlı ve daha kalıcı olduğunu unutma.

50) Bir toplum seni öne geçirmedikçe, ne namazda ne de başka işlerde onların önüne geçme.

51) İlim meclislerinde kızma, kendini bilgisizlerle ölçme.

52) Bu öğütlerime sarıl ki, Allah’ın izni ile önünde sonunda ondan faydalanasın. Beni de duândan unutma. Ben ancak senin ve Müslümanların maslahatları, yararlanmaları için bu tavsiyeleri yaptım.


 

 

 

Bir profesörün mezun etmeye hazırladığı öğrencilere verdiği son ders:

“Bilgisayar mühendisi arkadaş!
İNŞALLAH iyi bir donanımcı, iyi bir programcı, iyi bir networkcu veya iyi bir sistem operatörü olacaksın. Yalnız şu mühim meseleleri sakın aklından çıkarma.

Bu kâinatın öyle bir donanımcısı vardır ki, bütün mevcudatı ve içinde yeryüzünü create etmiş (yaratmış), güneşi bir power source (güç kaynağı), ayı bir system clock (sistem saati) yapmış. O power sourcedir ki kesintiye uğramaz ve o system clocktur ki şaşmaz ve şaşırmaz. O donanımcının ilmini ve sanatının nihayetsizliğini gösterir. Bu zât aynı zamanda öyle yüce bir programcıdır ki, şu muazzam hayat programını yazmış, yüz binlerce yıldan fazladır error (hata) verdirmeden, crash ettirmeden (kesintiye veya kırılmaya uğramadan) çalıştırıyor.

EĞER onun ne kadar iyi bir programcı olduğunu anlamak istersen, önce kendine bak. Gözünle görmediğin küçücük bir hücrene bütün kodunu save etmiş (kaydetmiş) ve yine o küçücük hücreden execute ettiriyor (icra ediyor).

MADEM ki DNA’nın bir program olduğu apaçıktır ve bir program programcısız olamaz; demek ki senin programcılığın o büyük zatın programcılığına ancak bir ayna hükmündedir. Yine senin hücrelerinden oluşturduğu networkun içine hadsiz protokollerle o hücreleri konuşturduğu gibi, seni de diğer insanlarla türlü dillerde ve protokollerde konuşabilmen için gerekli donanımı yanına vermiştir, öylece de gördürüyor, konuşturuyor ve dinletiyor. Ve sen etrafındaki bütün cisimlerden haber alasın diye ışık, ses gibi türlü medyayı hazırlamış kullandırıyor. Ve sen bunları keşfeder, kullanır, fakat bir yenisini ekleyemezsin. O halde öyle büyük bir network uzmanı zât vardır ki, senin her türlü ihtiyacını bilir ona göre techizatını verir. Senin networkculuğun ancak onun sonsuz ilminden sana verdiği bir küçük parça ve bir büyük nimettir.

ARKADAŞ aldanma!
Bu güze dünya hayatı, programı bir limited trial versiyondur (kısıtlı kullanım versiyonu). Görüyorsun ki elde ettiğin malı mülkü hiçbir suretle save edemiyorsun (saklayamıyorsun). Öyle ise bu kâinat yazılımını yazanı tanı. Hem hiç mümkün müdür ki bir programcı bu kadar güzel program yapsın ve yaptığı programlarda about (Programların içine konulan ve programcısını tanıtan açıklama) koyup kendini tanıttırmasın. Öyle ise bu kâinatın en büyük donanımcısı, programcısı, networkcusu ve sistem operatörü olan zatın, her yere işlediği about kesimlerini gör, öğren, full versiyonunu (sınırsız kullanım versiyonu) kazanmak için çalış. Unutma ki hiçbir hareketin atlanmadan çok dikkatli loglar (kayıtlar) tutuluyor. Bu loglar her şeye gücü yeten o sistem yöneticisi tarafından kontrol edilecektir.

EY insan!....

İNSAN isen şu güzel işlere,
Tesadüfü, abesiyeti, delaleti karıştırma, çirkin etme, çirkin yapma, çirkin alma.”….

 

 

 

HATIRALAR VE ÖLÇÜLER-29

HACI İSHAK EFENDİ
Hacı İshak efendi Erzurum’da çok iyi tanınan ehl-i keşif bir insanmış. 7-8 sene evvel dar-ı bekaya irtihal eden bu Allah dostu, fırıncılıkla uğraşıyormuş. Kendisiyle alakalı Kırkıncı Hocaefendi şöyle dedi; “İyi bir nur talebesi idi. Risale-i Nurlara gelmeden evvel de ubudiyetine dikkat eden, ibadetine çok düşkün, üstün bir kişiydi.”

Bu değerli insan ile alakalı Mehmed Kırkıncı hocamız bazı hatıralar lütfettiler. Sizlerle paylaşmak istedik. Beğeneceğinizi ümid ediyoruz.

…Mehmed Kırkıncı Hocaefendi 1996 yılında Buhara’lı bir ileri gelen zatın ricası üzerine “Anadolu’dan Türkistan’a Selam” başlığı altında küçük bir risale hacminde bir mektup hazırlar.Yeni yeni uyanan Atayurd insanına dünya ve ahiret mutluluğu için gerekli ölçüleri havi bir mektuptur bu…

Teberrüken girişinden bir parçasını nakledeyim; “Türkistan yad edildikçe nazarımda muhteşem ve mukaddes bir manzara canlanır. O feyyaz beldelerde yetişen, alemin gıpta ve hayranlıkla takdir ettiği nice mürşidleri, maneviyat sultanlarını ve dağlar deviren, çöller aşan, müşküller çözen nice kahramanları tahattur ederim. Ya Rab! O ne feyyaz toprak, o ne latif iklimdir ki, sinesinde doğan, kucağında yaşayan evlatlarını evc-i kemalata, fazilet ve marifete isal etmiştir.”

İşte bu risale ile alakalı şunları anlattı Kırkıncı Hocaefendi; “Yazıya başladım…O sıra hastalandım ben. Evde yatıyorum, Ramazan ayı…Namazı kılmış mıydım, kılmamış mıydım Hanım geldi, dedi ki; “Hacı İshak efendi sizi ziyarete gelmiş.” Dedim; “Aç kapıyı, gelsin.” Geldi selam verdi, “Hasta olduğunu duydum, ziyarete geldim” dedi. Sonra “Üstadı rüyamda gördüm. Dedi ki; “O mektubu yazarken bir şahsı değil de, şahs-ı maneviyi nazara alsın.” “Ne mektubu?” dedim. “Bilmem sen bir mektup yazıyormuşsun” dedi. Ben bu mektubu yazdığımı kimseye söylememiştim. Sonra dedi ki; “Peygamberimiz(asm) de buyurdu ki; “O mektubun başlarına da benim İslam’a davetnamelerimden birer tane koysun.”


“HULUSİ AĞABEY HABER VERDİ”
Kırkıncı Hoca, İshak efendiyle alakalı diğer bir hatırayı da şöyle anlattı: “Bir zaman Hacı Cahid ve Hacı İshak efendilerle Gaziantep’e gittik, hizmet için…Gaziantep’ten döndük geldik Elaziz’e…Dedim ki; “Hulusi abi buradayken elini öpmeye geliyorduk. Şimdi de kabrini ziyaret edelim.”

Orada bir Mehmed Orakçı var. O, Hulusi abinin hizmetkarıydı. Hakkıyla, Hulusi ağabey hayattayken ona hizmet eden bir zat…Ona misafir olduk. Dedik; “Hulusi abinin kabrini ziyarete gidelim.” Beraber Hulusi ağabeyin kabr-i şerifine gittik

O zaman da Hacı İshak efendinin bir çocuğu vardı, meczup bir çocuk. 5-6 ay evvel kaybolmuştu. Aradı, bulamadılar. “Herhalde bir yerde öldü, kaldı” dediler… Hulusi ağabeyin orada dua ettikten sonra kalktık, geldik. Hacı İshak efendi bir ara Orakçı’ya demiş ki; “Burada akıl hastanesi varmış, neredeyse beni oraya bir götür.”

Dedim; “Yahu ne yapacaksın akıl hastanesinde?” “Dedi; “Hocam hele oraya bir gidelim.”
Neyse, geldik o akıl hastanesinin kapısına…Dedi; “Siz burada durun ben bir gideyim. Hacı Cahit’le beraber gittiler. Sonra bir de baktım . O çocuğu ile birlikte geldiler. “Nasıl oldu?” dedim. “Hulusi abi haber verdi” dedi…

HOCAEFENDİ’NİN AMELİYATI
Kırkıncı hocamız İshak efendiyle alakalı şöyle bir hatıra da anlattı: “Hocaefendinin bir ameliyat olması söz konusu idi.(Riskli bir ameliyat). Olup olmamakta tereddütte idi. Bana telefon açtı. “Hocam sen ne dersin?” dedi. Dedim ki; “Hacı İshak efendiye söyleyelim, bir istihare etsin de, ona göre bir şey yapalım.”

Hacı İshak efendiye durumu anlattım. “Olur” dedi...Sabahtan geldi. “Hocam” dedi. “İstiharede gördüm ki, Hocaefendinin yanında 5-6 kişi var. Hocaefendi iyi oluyor. İyi olduğu zaman bunlar bir iğne vuruyorlar, hoca hasta oluyor.”

O rüyayı gördükten bir gün sonra idi. İstanbul’da Hacı Celal efendi var. O da Hocayı çok seven bir adam. Tarikat ehli, çok iyi bir insan…O, Kümbete geldi. Dedim; “Celal efendi Hocaefendinin böyle bir şeysi var. Hele sen bir istihare et.” “Olur” dedi. “Bu gün istihare edeyim. Yarın gelir sana söylerim.” Ertesi gün gördüğü rüyayı şöyle anlattı; “Hocaefendiyi bir göle atmışlar. Orada bir de girdap var. Hocaefendi gölün içinde. Gölün etrafında da bazı adamlar ellerinde sırıklarla Hocaefendiyi o girdapa doğru sürüklemek istiyorlar, ama gölün suları onu ters çeviriyor, sahile doğru atıyor. Onlar girdapa sokmak istiyorlarsa da muvaffak olamıyorlar.”

Hocaefendiye telefon açtım. Dedim; böyle böyle.” “Allah senden razı olsun. Rahatladım” dedi. Ameliyata girmedi…


Salih Okur

 


HATIRALAR VE ÖLÇÜLER-3

MEDENİLERE GALEBE İKNA İLEDİR
Asrın mana doktoruna ait bu söz tebliğ metodumuza ait önemli bir boyutu özetliyor.Muhabbet ve şefkat fedaisi olmayan bir hareketin artık yaşama şansına sahip değil.Buna güzel bir örneği Fethullah Gülen Hocaefendi şöyle anlatıyor.(Uşak vaazı-1980) “Bir hocamız, hak ve hakikate tercüman anlatıyor. Etrafında beş on tane delikanlı,hatta Marksist-Leninist tipten delikanlı, oturup onu dinliyor. Ve pek çoğu da ihtida ediyor. Dün biri ihtida etmiş, bir kısım Müslümanlık öğrenmiş, yarın başkası ihtida ediyor, öbür gün başkası ihtida ediyor. Böyle hizmet edenlerin say'ini Allah meşkur etsin. Sema tebessüm ediyor. Arşın etekleri mücevherlerle doluyor. Resul-u ekremin (asm) ruhu hoşnut oluyor ve bir gün yine böyle anlatırken sokakta polisimize sıkılan kurşundan bahsediyor. “Türk askerini arkadan vur, Rus askerine selam dur” sözünden bahsediliyor belki... buna benzer şeylerden bahsedilince üç-beş gün evvel Müslüman olmuş bir delikanlı, Müslümanlığın heyecanı bütün iliklerinde.... dizlerinin üzerine doğruluyor; “Hocam diyor.
Artık bu Marksist ve Leninist kafirleri kesmeli, her sokak başını bunlara mezar yapmalı, bunları iflah etmemeli, gebertmeli falan etmeli, filan etmeli... O böyle delikanlı genç delikanlı, yeni Müslümanlığın heyecanıyla heyecanlı ve helecanlı konuşurken,
rengi benzi kaçmış, iki gün evvel bir gün evvel o halkaya karışmış birisi var. İki gün evvel fırçası ve mürekkep tenekesi sokaklarda Lenin’e, Marks’a ait şeyle yazarken ihtida etmiş, o mecliste bulunuyor, iki günden beri... Bir aralık o sözlerini bitirince bu parmağını kaldırıyor; Kardeş diyor; “Bir dakika bana müsaade eder misin ? Eğer sen şu yaptığın şeyi bir hafta evvel yapsaydın vallahi beni baş aşağı cehenneme göndermiş olacaktın. Ama hamd ediyorum Rabbime, bugün iman ettim. Ve dünyam aydınlandı benim”

Anlıyor musunuz her iki devirdeki heyecanı ? Anlıyor musunuz hasımlarınızla dahi difüzyona geçmeyi, münasebet kurma yolunu? Biz bu davanın dertlisi ve sevdalısıyız. Soluğumuz kesilinceye kadar böyle diyecek, bunu inleyecek. Ve belki de bir gün ayaklarımın bağı çözülmüş, bunun için burada yıkıldığımı göreceksiniz. Yirmi beş senedir bunun için ağladık, yirmibeş senedir bunun için sızladık. Alev alev yanan gençliğimizin imdadına koşalım, sağa sola inhiraf etmeden cehenneme gidenlerin önüne geçelim. “Burası çıkmaz sokak diyelim” Hz. Muhammed’e(sav) giden yolu gösterelim.”

LAHMACUNCU FETHİ ABİ

Bazı insanlar vardır.Kendilerinin rağmına yaşar.Onlar için kendileri değil başkaları vardır.Namsız ve nişansızdırlar.Mum gibi hep başkalarını aydınlatmak için erirler ve biterler.Ben kendi adıma onlardan yüzlercesini tanıdığımı söyleyebilirim.
Şimdi de sizlere bu infak kahramanlarından biriyle alakalı bir hatırayı onları bir kuvve-i cazibe ile etrafına toplamış,
pişdarlarının dilinden nakledelim. Elinde lahmacun arabası, lahmacun satan birisi var'. Unutamayacağım her yerde anlatacağım bir insan. İki sene evvel bana geliyor diyor ki; "Hocam siz talebelere yer arıyor. Onları barındırmak için tehalük gösteriyorsunuz. Ben şu arabacığımla sata, sata iki kulübecik yaptım. Bu iki kulübecikten birisi bana yeter. Kabul buyurursanız ikincisini içinde talebeler kalsın diye vermek istiyorum. “Ben Rabbimin rızası istikametinde samimi olarak getirilen bu teklife hayır demedim. Olur dedim. Çünkü olur dememle affa liyakati olmayan beni de Allah affeder. Onu böyle bir koşturduğumdan, vesile olduğumdan dolayı Rabbim beni de affeder. Olur dedim doymadı bu... Hayra aç olan bu insan bununla doymadı. Allah'a gönül vermiş bu insan bununla doymadı. Aradan altı ay yedi ay geçti. Dedi ki; "Hocam evin kapısı önünde bir bahçe var ya, ben bu bahçeyi bir yurt yapıp ta yüz talebeyi barındırmak istiyorum." Ben evvela şaşkın, şaşkın; sokaklarda küçük el arabası ile lahmacun satan bu adamın yüzüne baktım, şaşkın şaşkın. "Bu işi nasıl yapacaksın. Burada hizmeti tekeffül eden arkadaşlar beş altı inşaat yürütüyorlar. "Bin talebeye üniversiteye hazırlık kursu verip sahip çıkalım. Bin talebeyi üniversiteye imtihana geldiğinde barındıralım. Sahip çıkalım. Ve çeşitli okullara dağıtalım sahip çıkalım" diye "yüz yerde yurt yapalım,” diye tehalük gösteren bu cemaat zaten dopdolu. Nasıl yapacağız bunu? "Hocam Allah'ın yardımıyla, bu arabayla ben bu işi yaparım" diyor. Sonra, "Yapan arkadaşlara sen kendi ellerinle
ver ne olur bunu. Elli bin lira kazanırsa, kırkbeşbin lirasını getirir. Kırk bin lira kazanırsa, otuz beş bin lirasını getirir. Hiç otuz beş bin lira getirdiğine şahit olmadım. Aradan sekiz ay veya dokuz ay geçti. O yurdu yaptı. Şimdi boyasını yaptırıyor. Ve camlarını taktırıyor. İşini bitirdi ferih ve fahur. Keyfi yerinde. Üç-beş hafta evvel yanımda kalan bir arkadaşa gelip diyor ki; "Kardeş, hocama söylesen acaba giyip kullandığı eski ayakkabılardan var mı? Hiç ayağımda ayakkabı kalmadı. Verse de giysem" diyor. Anlıyor musunuz mümini ? Anlıyor musunuz Hakk’a gönül vermişi. Ve bunların sayısı bugün binleri çoktan aşmıştır. Ben yüz defa fabrika tapusunu geri çevirdiğim insan sayısı yüzün çok üstüne ulaşmıştır.

Yeniden bir sahabe devri başlıyor. Yeniden malını ve canını feda etme devri başlıyor. Yeniden Hz. Muhammed’e (SAV) ait ocaklar tütmeye başlıyor. Ve yeniden biz, bütün bu olup biten şeyler arasında Rabbimizin bize teveccühünü duyuyor gibiyiz. Ve müşahede ediyor gibiyiz. Ve saflarımız arasında bizi istikamete çağıran ve davet eden Hz.Muhammed(asm)’in mübarek kokusunu duyuyor gibiyiz.”

EMİN İNSAN
Anadolu insanının dünyanın dört bir köşesinde açtığı irfan kurumlarını karalamak isteyen insanlar hep şunu sordular:Bu değirmenin suyu nereden?”Buna kısaca şöyle cevap verdik; “Anadolu’nun temiz insanının alın terinden ve güveninden.”Çünkü bu hizmeti deruhte eden zatlar, onlara yaşantıları ile büyük bir güven kredisi verdiler.İşte buna dair çok çarpıcı bir hatırayı Fethullah Gülen Hocaefendinin yakınlarından Ahmed Sarıgüzel ağabey anlatmış, bizler de gözyaşları içinde dinlemiştik.Kasete aldığım bu hatırayı sizlerle paylaşmak istedim.

Ahmet Sarıgüzel Bey Hocaefendinin istiğnasını bir misalle şöyle anlatmıştı: "Başımdaki insan, dışarıdan geliyor. Saat gece üçte hava alanında karşıladık. Sabah saat sekizde gazete binasında toplantı olacak. Dedim ki: “ Efendim gazetede yer tahsis edildi. Orayı da bir şereflendirseniz. Ta Anadolu yakasına gidip saat sekizde tekrar dönmek zor olur, saat üç. Bu akşam burada kalabilir miyiz? şereflendirebilir misiniz ?" dememize mukabil gözleri doldu ve literatüre geçebilecek -lütfen gidin çocuklarınıza anlatın, lütfen- şu sözleri söyledi: “Tabi ki bende isterim. Çok ta yorgunum, birkaç günden beri uykusuzum. Fakat ben parasını vermediğim bir yatakta yatamam ki. Parasını vermediğim bir sabunu, bir havluyu kullanamam. Ben bilirsiniz parasını vermediğim bir seccadede namaz kılamam. Ama üzerimde para da yok. Harçlığım daha gelmedi. Birkaç günden beri parasızım. Müsaade edin, ben gideyim. Anacığımdan kalma yatağıma yastığıma uzanayım. Ne olur yerde de olsa uyurum. Ne olur parasını vermediğim, hakkını vermediğim şeyi kullanmaya beni mecbur etmeyin." Ahmet Sarıgüzel bey daha sonra şu çarpıcı ifadeyi kullandı: "Ah gözüm! İşte cazibenin odağı budur. Sevginin kaynağı budur. Bunun için tutuluyor insan."


Salih Okur

 

 

HATIRALAR VE ÖLÇÜLER-30

AFFEDİLMEYEN VAR MI?
Son devrin büyük maneviyat sultanlarından biri de Erzurumlu Hacı Salih Bilgin (1898-1991) efendi hazretleridir. İnşallah İz Bırakanlar köşemizde hayat-ı seniyyelerini geniş olarak takdim etmeyi arzu ettiğimiz bu gönüller sultanı insan ehl-i keşif bir nakşi halifesi imiş. Sayın Selman Demir’in hazırlamış olduğu “Hacı Salih Efendi” (Şahsi basım- Erzurum-2000) adlı kıymetli eserde gördüğüm çok çarpıcı bir hatırayı burada nakletmek istiyorum.

Salih efendi Fethullah Gülen Hocaefendi’yi çok sever, vesile olduğu eğitim hizmetlerini takdirle yad ederdi. Bazı yakınlarına onun vaaz kasetlerini verdiği de oluyordu. İstanbul’da kaldığı yıllarda bilhassa Süleymaniye’deki seri vaazlara iştirak ederdi. Gençlerin bu vaazlara fazlaca rağbet göstermeleri onu çok memnun ediyordu. Bir Süleymaniye vaazı çıkışında yanında bulunan Hakkı beye “Vaazda Çöğenderlilerden (Salih efendinin köyü) kimseyi gördün mü? Diye sormuş, olumsuz cevap alınca “Ahh onlar! Ahh onlar!... Keşke onlar da olsaydı. Acaba bugün şu camiden af edilmeden ayrılan adam var mıydı?” demişti.

“BİR DAHA GELMEZ”
“Cevahir kadrini cevherfürüşan olmayan bilmez” der Alvar İmamı. Ehl-i dil birbirlerinin kıymetini anlar. Ondandır ki onlardan birinin ufulü “alemin ölümü gibi gelir” idrak edene…Mesela bir maneviyat sultanı şöyle der bir sohbetinde; “Yani çok rahatlıkla diyebilirsiniz, Sungur abinin vefatı nurun vefatı, Zübeyr abinin vefatı nurun vefatı, Kırkıncı hocanın vefatı nurun vefatı gibi. Mevt ül alim mevt ül alem gibi diyebilirsiniz.”

Salih Bilgin efendi ile alakalı şu kısa hatıra da buna ışık tutar mahiyette: “Erzurum araştırma hastanesinde yattığı sıralarda ziyaretine Kırkıncı Hocaefendi gelmişti. O, müsaade isteyip ayrıldıktan sonra Sâdi beye; “Bunlara iyi bakın… Bir Kırkıncı hoca, bir Fethullah hoca bir daha gelmez” demişti.(age.s:82)

ÜSTADIN FARKLI BİR YÖNÜ
Bediüzzaman hazretleri fevkalade mütevazı bir insan. Talebesi Hafız Halid efendinin kanaati şöyle; “Zahir hale bakılsa, ilmihali bilmiyor gibi görünüyor; birden, bakarsın, bir derya kesiliyor. Mezun olduğu miktarı ve Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmdan istifade derecesi nispetinde söyler. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmdan cihet-i istifadesi olmadığı vakitlerde, yeni ay gibi mahviyet gösterir. "Bende nur yok, kıymet yok" der. Bu hasleti de tam tevazudur.” (Barla Lahikası-s:132) Hatta “kuru üzüm çubuğu olduğunu hâliyle öylesine aksettirmiş ki, onu gerçekten tanımayanların, bir bakıma böyle olduğunu sanmaları normal sayılabilirdi.” (Hitap Çiçekleri.)

Aynı zamanda kendisi üç şahsiyeti olduğunu söyler; “İşte, bu biçare kardeşinizde üç şahsiyet var. Birbirinden çok uzak, hem de pek çok uzaktırlar.

Birincisi: Kur'ân-ı Hakîmin hazine-i âlisinin dellâlı cihetindeki muvakkat, sırf Kur'ân'a ait bir şahsiyetim var. O dellâllığın iktiza ettiği pek yüksek ahlâk var ki, o ahlâk benim değil; ben sahip değilim. Belki o makamın ve o vazifenin iktiza ettiği seciyelerdir. Bende bu neviden ne görseniz benim değil; onunla bana bakmayınız, o makamındır.

İkinci şahsiyet: Ubudiyet vaktinde, dergâh-ı İlâhiyeye müteveccih olduğum vakit, Cenâb-ı Hakkın ihsanıyla bir şahsiyet veriliyor ki, o şahsiyet bazı âsârı gösteriyor. O âsâr, mânâ-yı ubudiyetin esası olan "kusurunu bilmek, fakr ve aczini anlamak, tezellül ile dergâh-ı İlâhiyeye iltica etmek" noktalarından geliyor ki, o şahsiyetle, kendimi herkesten ziyade bedbaht, âciz, fakir ve kusurlu görüyorum. Bütün dünya beni medh ü senâ etse beni inandıramaz ki ben iyiyim ve sahib-i kemâlim.

Üçüncüsü: Hakikî şahsiyetim, yani Eski Said'in bozması bir şahsiyetim var ki, o da Eski Said'den irsiyet kalma bazı damarlardır. Bazen riyâya, hubb-u câha bir arzu bulunuyor. Hem, asil bir hanedandan olmadığımdan, hısset derecesinde bir iktisat ile, düşkün ve pest ahlâklar görünüyor.”

İşte buna bir misal olarak Necmi İlgen beyin anlattığı bir hatırayı naklediyoruz: “Tahiri Mutlu abi anlatmıştı; “Bir gün Üstadla beraber odada oturuyoruz. Ceylan vardı, Zübeyir vardı, ben vardım. Üstad oturduğu yerden kalktı, su termosun bulunduğu yere gitti. Durdu, durdu, durdu. Sonra tekrar döndü, yerine geldi, oturdu.

Biraz sonra bize döndü; “Şu termosu bana verin” dedi. Bir abi getirdi. Üstad su içtikten sonra bize sordu: “Ben niçin oraya gittim biliyor musunuz?” Biz de; “Bilmiyoruz, biz de şaşırdık” dedik. Dedi ki; Ben oraya su içmeye gittim. Ama gittiğimde niçin gittiğimi unuttum, durdum, durdum. “Ben buraya niçin geldim?” hatırlayamadım. Otuz sene evvel yazdığım bir kitabı aslına bakmadan aynen yazarım. Ama oraya gittim, niçin gittiğimi unuttum. Demek bizi bu hizmette istihdam eden , çalıştıran Rabbimiz var, onun izniyle hizmete sevk olunuyoruz” dedi.

MEHMED FEYZİ EFENDİ VE MEHMED KIRKINCI HOCAEFENDİ
Mehmed Kırkıncı Hocaefendi 22.10.2003 tarihinde, Kastamonu’nun medar-ı iftiharı allame Mehmed Feyzi efendi(1912-1989) ile alakalı şu hatırasını anlattı: “1961 senesinde Sungur ağabeyle beraber Kastamonu’da M. Feyzi efendiyi ziyarete gittik. İlk defa ziyaret ediyorum. Oraya gitmeden Araç ilçesinde Abdullah Yeğin ağabeyin babasının evinde bir gece misafir olduk. O gece orada yatarken rüyamda Peygamber efendimizi(sav) gördüm.

Sabah kalktık. Kastamonu’ya gittik. Bir de baktım ki Mehmed abinin siması rüyamda gördüğüm Peygamberimizin(sav) simasının aynısı…Ondan anladım ki, Peygamber efendimizin(sav) bir varisi, vekili olduğu için bana öyle görünmüş. Hani hadiste var ya; “El ulema verese tül enbiya(Alimler peygamberlerin varisleridir.). Ondan öyle anladım.

Aradan yıllar geçti. 1987’de tekrar ziyarete gittim. Aradan kaç sene geçmiş. Oturduk. Yatakta yatıyor, çok hasta…Baktı, gülümseyerek; “Sen molla Mehmed olmayasın” dedi Halbuki bu sefer sakalım da var idi. Enteresan bir şey…Çok tatlı bir adamdı, çooook…

ZÜBEYİR AĞABEYİN HOCAEFENDİYE SEVGİSİ
Kırkıncı hocamız aynı gün Fethullah Gülen Hocaefendiyle alakalı da şöyle dediler: “ Zübeyir abi bana dedi ki “Hocaefendiye söyle, İstanbul’a gelip geçerken bana misafir olsun.” Hocayı o kadar sevmişti ki…Onun da (Hocaefendinin) ağabeylere saygısı öyle ki… bambaşka bir şey canım….


Salih Okur Mail Gönder

 

HATIRALAR VE ÖLÇÜLER-31

ÖLDÜKTEN SONRA DİRİLME
Necmi İlgen bey anlatıyor: “Üniversiteli gençlerle sohbet ediyorduk.İçlerinden bir genç dedi ki; “Ben öldükten sonra dirilmeye inanmıyorum.” Neden inanmıyorsun kardeşim? dedim.Dedi ki; “Ben öldükten sonra zaten toprağa gireceğim. Benim
atomlarım, nötron ve protonlarım, elektron ve moleküllerim dağılıp, toprağın nötron, proton ve elektronlarına karışacak. Ben artık toprakla bütünleşmişim. Zamanla benim atomlarımdan meydana gelen topraktan otlar çıkacak, o otu bir inek yiyecek, geçeçek. Ben inekleşecem. Koyun yiyecek, koyunlaşacam. Değişik şeyler olucam. Tekrar ben nasıl insan olucam.”

“Doğru Şinasi” dedim. “Söylediklerinin hepsi doğru Şinasiciğim.” Ve devam ettim: “Sen kaç yaşındasın?” “Yirmi beş yaşındayım” dedi. Dedim ki; “Yirmi altı sene evvel sen neredeydin?” “Yoktum” dedi. “Vardın Şinasiciğim” dedim. “Vardın da varlığından haberin yoktu.” Merakla “Nasıl” diye sordu. Dedim ki:“Sen bir Ispanaktın. Sen bir keçiydin, bir koyundun. Baban olacak adam ıspanak yemeğini yedi. Keçinin kızarmasını, koyunun köftesini, ineğin pirzolasını yedi. Babanın damarlarında sperm oldun. Sonra annene intikal ettin. Annen hoşaf içti. Börek, köfte yedi. Kayseri’den gelen pastırmayı, Almanya’dan gelen çikolatayı, Simav’dan gelen fasulyeyi yedi. Annenin karnında güzel bir Şinasileştin. Haberin oldu mu Şinasileşirken?” “Haberim olmadı” dedi.

“Şinasiciğim, senin atomların, nötron ve protonların değişik yerlerdeydi. Hepsi geldi bir araya, Şinasi oldun. Gene Cenab-ı Allah dağıtır onları. Günü geldiği zaman yine toplar, güzel bir Şinasi olarak yapar, cennetine koyar.” dedim.
“Gerçekten” dedi. “Bu yanıtınız bana bir kanıt verdi”


ÜSTAD KADAR BESLENME
Mehmed Kırkıncı Hocaefendi, Zübeyir Gündüzalp’ten dinlediği şu hatırayı bize anlattı: “Üstad bir zaman Zübeyir abiyi Urfa’ya bir müddet kalması için göndermiş. Urfa’da Abdullah Yeğin abi var o zaman. Orada bunlar demişler ki: “Biz hakikaten Üstad gibi yesek, alışsak ne olur? Elbette iyi olur canım” demişler. Ve başlamışlar bir tas çorbayı tâlime. Bir müddet sonra baktım diyor Zübeyir ağabey dayanamıyorum. Gizlice bir lokantaya gidip karnımı doyurmaya başladım. Eve geldiğimde görüyorum ki Abdullah abi hiç aldırmıyor, hayret ediyorum. Maşallah diyorum. Nefsine ne kadar hakim. Meğer o da benden habersiz gidip yiyor ve kendi kendine diyormuş: “Bu Zübeyir abi maşallah yahu, nasıl dayanıyor?”

İLACI KULLANMAK
Mehmed Kırkıncı hocamız Mesnevi’den bir bahsi okurken şu hatırasını anlattı: “Geçen sene İstanbul’a geldiğimde oradaki hanımlar demişler ki; “Kırkıncı hocam bize bir ders okusa” Bir evde toplanmışlar. Bir arkadaşla beraber gittik. Kalabalık bir cemaat vardı. Dersi okuduk. Sonra çaylar geldi ve sualler başladı. Bir kız parmak kaldırdı: “Hocam, Üstad “Tesadüf, şirk ve tabiattan teşekkül eden fesat şebekesinin âlem-i İslâmdan nefiy ve ihracına Risale-i Nurca verilen karar infaz edilmiştir” diyor. Ama ortalık kafir dolu. Nerde infaz?”

Orada birden aklıma geldi. Dedim ki: “Bir doktor kansere karşı bir ilaç bulsa dese ki “benim bu ilacım kanseri yeryüzünde bitirmiştir.”O böyle diyor ama o ilacı alan mı kurtulur, almayan mı? Alan kurtulur. Risale-i Nur’da böyle bir ilaç ama onu ancak okuyan böyle hastalıklardan kurtulur. Alıp okumayan kurtulamaz. İlaç bulunmuş ama, biz acaba pazarlayabiliyor muyuz?” Bu cevabım oradaki cemaatin de çok hoşuna gitti. Teşekkür ettiler.

Biz de, Risale-i Nur’un bu zamanın manevi bir ilacı olduğuna dair üç söz nakledelim istedik.

“Esrar-ı Kur'âniyeye ait yazılan Sözler, şu zamanın yaralarına en münasip bir ilâç, bir merhem ve zulümatın tehacümatına maruz heyet-i İslâmiyeye en nâfi bir nur ve dalâlet vâdilerinde hayrete düşenler için en doğru bir rehber olduğu itikadındayım.” Bediüzzaman

•“Bu enharda öyle azîm şifalar var ki, hastalar içse, her türlü devayı içinde bulurlar. Yaralılar içse, bin türlü yaralarına merhem bulurlar. İhtiyarlar içse, hayat-ı ebediyenin civanmerd gençlerinden olurlar. Tazeler içse, saadet-i dâreyni bir anda elde ederler.” Hüsrev Altınbaşak

“Evet, Risale-i Nur, o tahribatı Kur'ân'ın elmas hakikatleriyle ve Kur'ân-ı Kerimdeki en kısa ve en müstakim bir tarikle tamir ve o yaraları, Kur'ân-ı Hakîmin eczahâne-i kübrasındaki edviyelerle tedavi ediyor ve edecektir.” Zübeyir Gündüzalp

Salih Okur

 

 

HATIRALAR VE ÖLÇÜLER-32

“ABDULLAH’A BABA OLMAK”
Abdullah Yeğin
ağabey Bediüzzaman hazretlerinin “Kastamonu'da
lise talebelerinden bir kısmı yanıma geldiler. "Bize Hâlıkımızı tanıttır; muallimlerimiz Allah'tan bahsetmiyorlar" dediler” ifadesiyle anlattığı gençlerden birisidir. O zamandan bugüne ömrünü İman ve Kur’an hizmetinde geçirmiş bir büyüğümüzdür.

Mehmed Kırkıncı Hocaefendi 11.10.2003 tarihinde “Evliya’dan bir adam” dediği Abdullah Yeğin beyle ilgi şu hatırasını anlattı: “Abdullah Yeğin abinin babası, meşhur Sivaslı İhramcızade’nin müridlerindendi. Abdullah abi hizmette ya... “gelmiyor, gitmiyor, evlenmiyor” şeklinde oğlu hakkında şikayetlerde bulunuyordu.

1961’de evinde ziyaret etmiştik. Bulunduğumuz odada bir tasavvuf kitabı vardı. Onun üzerine şöyle yazdım:“Bir padişaha baba olana kadar, bir Abdullah’a baba olmak daha şereflidir.” O kadar hoşuna gittiki..Ve sonra oğlundan razı oldu...

“ALLAH ÜSTADDAN RAZI OLSUN”
Rahmetli Bayram Yüksel ağabey 1996’da yaptığı bir derste merhum Tahiri Mutlu ağabey hakkında şu latif hatırayı anlatmış: “Afyon hapsinde Tahiri ağabeyin ailesi(hanımı) vefat etmiş. Annesi- babası ikinci bir hatun buluyorlar. O da üstada sorunca, üstad izin vermiyor.

Üstad vefat ettikten kısa bir süre sonra birgün Tahiri ağabey bana “ Kaç senedir beraberiz. Hiç benim evimi gördün mü? dedi. “Görmedim” dedim.“Hadi bize gidelim” dedi. Gittik, izzet ikramda bulundu. Otobüsle gittik. Geri döneceğiz. Otobüse bindik. Yaşlı bir kadınla erkek de oturdu. Bizden üç sıra önde. Kadın kocasına hışımla “Otur otur başımın belası” diye bağırarak söyledi. Tahiri ağabey birden heyecanla ellerini açarak
“Elhamdülillah...Elhamdülillah. Allah ebeden razı olsun üstadımızdan...Aha, işte bu kadını alacaktım ben, üstad beni kurtarmış”
dedi.

TESBİHATIN ÖNEMİ
Bayram Yüksel ağabey aynı sohbette şöyle diyor: “Üstad namazdan sonra “Sübhanallah, elhamdülillah. Allahü ekber”i kati surette terk ettirmezdi. Bir gün Ceylan ağabeyin “Sub. sub. sub.” şeklinde hızlı okumasına kızarak “Nedir bu sub. sub. sub.. Subhanalllah..Subhanallah “ şeklinde tane tane, tefekkürle söylememizi istemişti.

TARİHÇE-İ HAYAT
Bayram ağabey bir soru münasebetiyle Bediüzzaman’ın Tarihçe-i Hayatının hazırlanması hakkında şunları anlatıyor:“Tarihçe-i Hayatın hazırlanmasına 1955’te başlandı. Zübeyir, Ceylan ve Sungur ağabeyler tarafından hazırlandı. Hazırlandıktan sonra Üstad 1/4ünü çıkarttı. Yazılırken Zübeyir ağabey günde 3-4 saat uykuyla geceli gündüzlü çalıştı. Üstad hayatındayken üç defa okuttuğu Tarihçe için “On ordu, yirmi mecmua kadar hizmet edecek” demişti.

Avukat Gültekin Sarıgül kardeşimiz gelerek, çeşitli ilim adamlarının da görüşlerini alarak daha geniş bir tarihçe-i hayat hazırlamak istediklerini söyleyince Üstad “Gerek yok, bu Tarihçe-i Hayat kâfi” demişti.

TARİHÇE’DEKİ RESİMLER
Bayram ağabey aynı sohbete şu hatırayı da anlatıyor:
“Diyarbakır’da yüzbaşı Mehmed Kayalar vardı. O, Tarihçe basıldıktan sonra Üstada bir mektup yazdı. “Resimlerin caiz olmadığını, hadislerin buna karşı çıktığını bahsediyordu. Üstad güldü. “Kurşun kalem getirin” dedi, getirdik. Üstad, Tarihçe’deki resimlerin hepsinin boynunu çizdi; “Selam söyleyin.Yarım insan yaşamaz, zararı yok” dedi...

ÜSTADIN KIZDIĞI İKİ DEVLET
Merhum Bayram Yüksel, şehadetinden 11 gün önce, yani 8.11.1997’de Almanya’da yaptığı bir sohbette şöyle diyor. “Üstad hazretlerinin en fazla kızdığı devletler; İngiliz ve Fransız’dı. “1400 senedir İslamiyete ikisinden zarar geldi.” diyordu.


Salih Okur

 

HATIRALAR VE ÖLÇÜLER-4

HULUSİ BEY'İN BİR KERAMETİ
M. Ali Bağlıtaş bey anlatıyor: 1968-70 yılları arasında Hulusi Yahyagil ağabey Bingöl'ün Genç ilçesini ziyarete gelmişti. Ekspres ancak iki dakika kalır, yolcuları alır giderdi. Kardeşler, Hulusi ağabeyin çantasını dershanede unutmuşlar. Gidip çantayı getirinceye kadar tren bekledi. Çanta gelince ve trenin kapısından girince ekspres hareket etti. Bu hadise o gün merhum Hulusi Ağabeyi yolcu edenlere de çok ciddi bir manevi lezzet ve feyiz vermişti.

BEDİÜZZAMAN'IN MEVDUDİ HAKKINDAKİ GÖRÜŞÜ
risaleleri Arapçaya terceme eden İhsan Kasım bey Karaçi'de gazeteci Muhammet Sabir’i ziyaret etmiş. Sabir 1950'lerde Bediüzzaman'ın Emirdağında ziyaret etmiş bir zat. Üstad onu Emirdağ’dan Eskişehir’e kadar yolcu etmiş. "Bir gece üstat da kaldım" diyor. Çok sorular sordum. Üstada. Mevdudi'den sordum. Cevaben:"Salih Özcan bana Arapçalarından getirdi dedi ve müspet şeyler söyledi. Üstad bana iki tokat vurdu.Ağabeyler "bu muhabbet tokadıdır" dediler.

İMAN KURTARAN ESER

Prof. Dr Mehmed Coşkuner, arkadaşı prof. Abdülbaki Turan beyden naklen 23.10.1996’ta şöyle bir hatıra anlatıyor: Ünlü alim Sadreddin Yüksel (Cenab-ı Hakk şifalar nasip etsin) hocamıza bir vakit şöyle sordum: “Siz seyda idiniz,hoca idiniz, şarkta söz sahibi bir kimse idiniz,neden Risale-i Nur’u gördükten ve bu eserleri okuduktan sonra o tarz-ı hizmeti esas alıp, buna kuvvet verdiniz ve bu hizmete dahil oldunuz?

Cevaben şöyle dediler: “ben böyle bir soruya çoktan beri muntazırdım. Bunu anlatmak istiyordum.Siz buna vesile oldunuz. Benim İmanımı kurtaran bir esere hayatımı versem azdır.

Dedim ki: Hocam nasıl olur,sizin imanınızı nasıl kurtarır? Siz o kadar talebe yetiştirmişsiniz. Bu kadar bilginiz var? Sadreddin Hoca dedi ki: “Benim kader mevzuunda tereddütlerim oldu.ya intihar edecektim.Veya cinnet getirecektim.İkisi de ebedi hayatımı mahveden dünyamı karartan musibetler olacaktı. O tereddütlerimi İşarat-ül İ’caz’daki kader bahsi halletti. Benim imanımı tahkiki hale getirdi. Ben de böyle bir esere canımı versem ucuzdur.

“SANA ELBİSE ALACAĞIM”
Abdülvahid Mutkan bey anlatıyor: Zübeyr ağabey yamalı bir elbise üstadımızın yanına gitmiş. “Bu sofuluk, bu kıyafet üstadımızın hoşuna gidecek” diye... Üstad bu kıyafeti görünce; “Ben sana elbise alacağım.Demesinler ki, Said’in hizmetkarları perişan...Zübeyr ağabey o pantolonu daha giymemiş.”

ŞEYH SEYDA'NIN BEDİÜZZAMAN'A DUASI
Muzaffer Aslan bey naklediyor; Cizre’deki merhum Şeyh Seyda bir gün şöyle demiş yakın talebelerine:"Ben bir dua ediyorum, siz amin deyin. “Bediüzzaman ve talebelerini Cenab-ı Hak muvaffak etsin. Bizi de onlarla beraber haşretsin. Amin" İşte büyüklerinin birbirine bakış açısına güzel bir misal.


Salih Okur

 

HATIRALAR VE ÖLÇÜLER-5

KORKMA, TİTRE"
Mustafa Sungur abi Zübeyr ağabeyden naklediyor.Üstadımız bir gün Zübeyr abiye diyor ki: “İnsanlar zamanla değişiyor, korkmak lazım. Zübeyr ağabey de “Evet Üstadım, ben de korkuyorum deyince üstadımız: Evet sen de titre ve kork" diyor.

İLİM TALEBESİNİN KIYMETİ
Mustafa Sungur anlatıyor:1954 senesinde Zübeyr ve Ceylan Üstadımızla beraber olduğu halde Üstad at üstünde olarak Barla’da tarlalardan göle müteveccihen gidiyorduk. Aziz üstadımız Cenab-ı hakka hamd etmeye başladı; Zahmet çekmediğim halde Cenab-ı Hakk üç evlat...Üstadımız
“Benden sonra Ceylan ve Zübeyr şehid olacaklar” buyurdu.Ben dedim:“Üstadım, ben de şehid olayım.” Üstadımız: “talebe-i ulum olarak ölmek, o da şehidlik gibidir.” dediler.

BEDİÜZZAMAN KABRE KONDUĞUNDA
M.Sungur anlatıyor: Bir muhterem(Mehmed Kayalar) Urfa’da üstad defnedilirken: “Sen ne hissediyorsun?” diye bana sordu.“Ben bir şey hissetmiyorum” cevabını verdi. O ise şöyle dedi: “Ben şöyle hissediyorum” diyerek müşahedesini şu tarzda anlattı: “Kabirde münker ve nekir üstada sordu:“Men Rabbüke?” Üstadımız o iki meleği tutup onlara Risale-i nur’u birden okudu. Üstadın bu cevabını zemin ve asumanın bütün melekleri dinlediler. Birden kainattan bir alkış koptu... hissettim” dedi.

BAZI ŞERAİT İÇİNDE HİZMET

Mustafa Sungur anlatıyor: Hz Üstad buyurdu: “Bazı sahabeler İslamiyeti tebliğ etmek için kilisede hizmet etmişler, hatta boyunlarına haç takmışlar.”

HARAMA BAKMAMA

Sungur Ağabeyden naklen: Üstadımızın vefatından iki sene kadar geçtiği bir sırada(1962) Üstadın kardeşi Abdülmecid Efendi ile görüştüğümüzde Üstadın şöyle dediğini kendisine naklettim:“On sene İstanbul’ da kaldım, hiçbir kadına bakmadım. Çünkü alem-i misal bana açılmıştı.

Rahmetli Abdülmecid ağabey de bana şöyle demişti: Bir hatırada ben sana anlatayım: Ben Van'da bir gün Seyda'ya(Bediüzzaman) dedim ki: "Seyda ben sizden 10 yaş küçük olduğum halde evlenmeden duramadım.Siz de ise evlenme meyline dair en ufak bir kıpırdanma görünmüyor.yoksa sizin şehvetiniz yok mu?" Bu sözüm üzerine Üstad bana: (mealen)

"Abdülmecid, dedi "Ben şimdi istesem yirmi kadınla da evlenebilirim. Fakat kalbimde ve kafamdaki dava ve Kur'an hizmeti beni yatağımda bile o gibi şeyleri düşündürmüyor. çünkü mahfuzum."

URFALI KAMİL EFENDİ VE BEDİÜZZAMAN’IN TEVAZUSU
Abdülvahit Mutkan beyin Üstad Bediüzzaman’ın yakın talebelerinden merhum Refet Barutçu(1886-1975) beyden dinlediği şu hatıra Bediüzzaman hazretlerinin tevazusuna ve kişilere uygun konuşmasına güzel bir misal: “Eski dersiamlardan Mahmud Kâmil bey Beyazıt camiinde öğle vaktinde bir saat vaaz verir,Beyazıt camii ağzına kadar dolardı. Gençlik mahkemesi münasebeti ile İstanbul’a gelen üstadımızı Mahmud Kamil bey ile Akşehir palas otelinde ziyarete gittik. Üstad’ın oturduğu odaya kontrplak döşenmiş, içeriye ayakkabılar çıkarılarak giriliyor.
Avukatlık da yapan Mahmud Kamil bey boylu, poslu çok heybetli bir zat. Odaya girdikleri zaman Üstad,“Kamil beye kürsü getirin” diyerek sandalye getirtip, karyolanın karşısına, sandalyeye oturttu. Odadaki diğer misafirler yerde diz çökerek oturdular. Mahmud Kamil bey kendini tanıttı, avukatlık yaptığını anlattı. Ayrıca bir eski hatıraya temasla,“Ben Urfa’da tahsilime devam ederken, siz Van’da ders okutuyordunuz.Ben sizden ilm-i maani ve Beyan dersi almak için Van’a gelmeye hazırlandım, fakat nasip olmadı” deyince Üstad: “Ben bu kardaşıma ders verecek iktidarda değilim” deyince, o heybetli, uzun boylu zat kendini sandalyadan yere atıp, diz çöktü ve üstadımızın yine ellerinden öptü. Üstad devamla: “Fakat Kur’an’ın bu asrın fehmine bir dersi olan Risale-i Nur hepimize ders veriyor” dedi. Bir Üniversiteli nur talebesine Gençlik Rehberindeki Hüve nüktesini okuttu. Bazı yerleri de izah etti. Bu dersi dinleyen Kamil bey heyecanlanarak benim dizime dokundu ve: “İşte âlim bu eserin sahibine derler, bize âlim demezler” dedi.


Salih Okur

 

HATIRALAR VE ÖLÇÜLER-6

“AYNI KOLA BAĞLIYIZ”
Kastamonu’nun medar-ı fahrı büyük alim merhum Mehmed Feyzi efendi’ye müminler arsındaki ihtilafı kastederek şöyle demişler: “Beş parmak gibi olduk” cevaben : “İyi ya aynı kola bağlıyız” buyurmuş. Bu ölçü devamlı hatırlarda tutulmalı. Üstad Bediüzzaman da “Dini cemaatler maksadda ittifak etmelidirler.Yoksa meşrebde ihtilaf gerekmediği gibi caiz de değildir “ demiyor mu?

“RAHMET-İ İLAHİYİ TAKSİM ETMEYİN”
Mehmed Feyzi Pamukçu (1912-1990) ve Ahmed Feyzi Kul (1905-1972) Bediüzzaman hazretlerinin talebeleri arasında ilmi cihetleri ile dikkat çeken iki müstesna sima. Bir ara Kastamonu’da ağabeyler ve kardeşler “acaba Ahmet Feyzi mi yoksa Mehmet Feyzi mi daha ileridir?” diye konuşmuşlar. Merhum Mehmet Feyzi Ağabey : “Rahmet-i İlahiyeyi taksime yeltenmeyin” diye onları ikaz etmiş.

ÜSTAD BEDİÜZZAMAN’IN SIKÇA SÖYLEDİĞİ KÜRTÇE BİR TEMENNİ
“Hüda meru şaş dike, kaş neke. Kaş dike, fahş neke. Fahş dike, purş neke. Purş dike, perişan neke. Perişan dike, müşevveş sergerdan neke.”

Meali: Allah, adamı şaşırtırsa, süründürmesim. Süründürürse, fahşetmesin. Fahşederse, dilenci vaziyetine getirmesin. Dilenci vaziyetine getirirse perişan etmesin. Perişan ederse, başıboş sergerdan etmesin.”

MOLLA RESUL’ÜN BEDİÜZZAMAN’LA İLGİLİ İKİ HATIRASI
Molla Resul Bediüzzaman hazretlerinin Eski Said dönemi talebelerinden.Yaşça Üstad’dan 4-5 yaş büyüktür. Mustafa Sungur bey Muradiye’li Kamil Ağabeyden , o da Mola Resul’ den naklediyor: “ Üstadımız ders verirken okuttuğu kitapta yazılı olmayan bilgiler verince Molla Resul: Kitabı kapatıp bunları değil seni dinleyelim, diye kinayeli bir şekilde söyleyince Üstad:- Molla Resul! Onların ilimleri deniz olsa Said’in ancak ayak topuklarına kadar gelir.diye ifade buyurmuşlar.

Tıraş olurken kalan kılların çekme işini Molla Resüle yaptırıyor. Molla Resul: “Seyda benim elim titriyor, bak bu gençler yapsın” deyince Üstadımız: “Onların elleri mer’e (kadın) eli gibidir. Benim yüzüme değmesini istemem” buyurmuşlar.

“BU İTİRAZ’IN”
M.Sungur ağabey 2.4.1998’de şöyle latif bir hatıra nakletmişler(nakleden Abdülvahid Mutkan): Rahmetli Abdülmecid Efendinin Bediülbeyanın ve Nurların baskılarını durdurma tehlikesi olmuştu. Bekir Bey Abdülmecid Efendinin biraz daha aktif davranmasını arzuladığından kendisinin dizini yumruklayınca Abdülmecid Ağabey :“Dur hazretim. Ben Seydaya da itiraz ediyordum; “Nedir senin bu halin Seyda! kah Erek Dağı’nda kah Selanik’te kah Şam’da kah İstanbul’da bulunuyorsun. Cübbeni giy bir yerde otur, ders okut böylece hizmet et.” Hz. Üstad : “Sen bu itirazın yüzünden duama ancak beşinci tabakada girebiliyorsun.”

NUSRET KOCABAY HOCAEFENDİ

Ağrı’da bulunan muhterem Nusret hocamızın bir hatırası. Nusret hocamızın ablası salihat-ı nisvandan ve turuk-u âliyeye mensup bir ablamız. Babaları da nakşi hulefasından bir zat-ı muhterem imiş. Ablası, Nusret hocanın Risale-i Nur’larla iştigalini ve gençlere iman dersleri vermesini pek hoş karşılamaz: “Herkesin dersi bitti, seninki hala bitmedi. Sen bunlarla ne uğraşıyorsun? Senin tarikatı, Arapça’yı terk etmen, başı açık çocuklarla oturman sana tokattır” diyor.Üniversitedeki gençlere, Risale-i nurları okutan, nurların neşrine canla-başla çalışan icazetli hoca olan kardeşini tenkit ediyor. 7-8 sene önce bir ramazan bayramı sabahında erkenden yeğeni, ablasını bir ata bindirip Nusret hocamızın evine getiriyor. Hocaefendi kapıda “hoş geldiniz, buyurun” diyor. Ablası: “sen beni helal et” diyor. Hocamız yine içeri buyur ediyor.

Ablamız şöyle diyor. “Bu gece rüyamda Resulullah(sav) efendimizi gördüm. Çok büyük bir cemaatla gelmiş. Ona teveccüh ettim. Ziyaret etmek istedim. Efendimiz(sav) bir zatı işaret ederek: “Bu, hocanın seydasıdır. Ona git” buyurdu. O zat ise, başını çevirdi, bana bakmadı, elini vermedi. “Sen hocaya çok dokunuyorsun” dedi. Ben çok üzüldüm., fakat yine de ben cemaati buyur ettim. “biz hocaya gidiyoruz” dediler. Hoca bu kadar cemaate nasıl yemek verecek diye düşündüm.O an uyandım.” Ablası uyanınca, çok yaşlı ve ihtiyar olduğu halde, oğlu tarafından ata bindirilerek, sabah erkenden başka köyde olan hocanın evine geliyor, kardeşinden helallik diliyor. Ondan sonra “Hoca doğru yoldadır. Hocaya ilişmeyin” diye hem nurları, hem kardeşi, Nusret hocayı müdaafa ediyor. El’an sıhhat ve afiyetle berhayatttır.29-12-1993’te kendisinden bu hatırayı dinleyen A.Mutkan bey naklediyor.


Salih Okur

 

 

HATIRALAR VE ÖLÇÜLER-7

BEDİÜZZAMAN ZARARLI DEĞİLDİR
Üstad Bediüzzaman’ın talebelerinden M. Sungur’dan naklen Abdülvahid Mutkan bey anlatıyor: Samsun Mahkemesindeki menfi tutumlardan, kanunsuz hareketlerle hissi davranışlardan sıkılan Üstadımız “Sunguruma böyle yapan tokat yiyecek” buyurmuşlar. Halbuki Savcı Rabi Oktay İzmir’e başsavcı olarak tayin olmuş. O sıralarda Adliye Vekili Osman Şevki Çiçekdağ trafik kazasında ölmüş.

İki yıl aradan sonra Sungur Ağabey askere gidiyor. Altı aylık eğitimden sonra kurası Samsun’a çıkıyor. Samsun’da bulunduğu sıralarda Üstadımız Samsun Ağır ceza reisi İsmail Hakkı Çırağankaya’nın hasta olduğunu öğrenince ona selam gönderiyor. Hastalığının inşaallah keffaretüzzunub olduğunu ve olacağını söylüyor

Hasta yatağından doğrulan reis çok memnun oluyor. Gözleri yaşararak “Hakikaten affetti mi?” diye soruyor.Üstadla olan hatıralarını naklediyor: Sultanahmed’de Üstadımızdan nahivden bir bölüm olan Elfiye’yi okumuş ve ders almışlar. “Ben bilirim Seydayı, maşayı sallasa her şeyi temelinden sarsar, fakat devlet aleyhinde bir niyeti menfi bir gayesi yoktur” diyor. Sungur Abi muhakeme edildiği sıralarda Adliye Vekilinin devamlı savcıya telefon ederek Malatya’daki gibi bir hadise çıkarmak ve Said Nursiyi tevkif edin diyerek milletin huzurunu bozmak istediğini, savcının da reise baskı yaptığını anlatmış!

HZ ALİ-HZ MUAVİYE MESELESİ
Sungur ağabey anlatıyor: “Hz. Ali (r.a) ile Hz. Muaviye (r.a) arasındaki geçen bahisler okunurken ben içimden Hz. Ali (r.a) efendimize karşı şiddetli bir tarafgirlik ve diğerlerine karşı kalben bir soğukluk hali geldiği sırada Üstadımız birden benim böğrüme doğru şiddetli bir şekilde dürtmeye başladı ve dedi ki: “Onlar bütün bütün haksız değiller. Hudutlar genişlemiş, ihtiyaçlar çoğalmış. Kumandanlara eski verilenler kafi değil tarzında” ifade ederek ikazda bulunmuşlar.

ESKİ SAİD’DİN ÜÇ HUYU
Molla Hamid ‘den naklen A.Mutkan bey anlatıyor: Hz. Üstad: “Eski Said’in üç şeyinden memnunum; yalan konuşmazdı, gıybet etmezdi, nazardan sakınırdı” demişti.

ABDÜLMECİD ÜNLUKUL VE NUR TERCEMELERİ
Abdülmecid efendi Bediüzzaman hazretlerinin kardeşi ve aynı zamanda onun yanında yetişmiş bir talebesidir. Bediüzzaman onun için “Şu anda ne Türkiye’de, ne Mısır’da onun gibi alim yoktur” demiştir. İşarat-ül İ’caz ve Mesnevi-yi Nuriye adlı eserlerinin tercümesini de Abdülmecid efendi yapmıştır. 1967’de dâr-ı bekaya göç eden bu muhterem alimimize “Allah rahmet etsin” diyerek, onunla alakalı bir hatırayı naklediyoruz. A.Mutkan bey anlatıyor: “31.1 1994’te Üstadın talebesi Hüsnü Bayram bey, Fatih’te bir sohbetimizde, merhum ve muazzez üstadımızın kardeşi Abdülmecid efendi merhumun, Üstad’ı Isparta’da ziyaretini anlattı.

Kardeşinin Isparta’ya gelişinde üstadımız bayram yapmış.Bütün ağabeyleri çağırıp odasının kapısını açmış. Hep birlikte oturup sohbet ederken, 40 senedir görüşmedikleri için üstadımız çok sevinçli bir vaziyette imiş. Bir ara Abdülmecid efendi: “Ben şimdiye kadar yazılmış İslami eserlerden okumadığım kitap yoktur,
kalmamıştır.” diyebilirim. İmani,İslami hakikatları,akli,
mantıki delillerle Seyda gibi izah eden yoktur. Seyda’nın beş sayfada anlattığı ve izah ve isbat ettiği bir meseleyi akli ve mantıki delillerle izah eden bir kitap yoktur”
dedi.

Üstadımız Abdülmecid efendiye hitaben: “senin tekasülünü telafi için sana iki vazife vereceğim. Mesnevi-yi Arabi ile İşarat-ül İ’caz’ı tercüme et.” O ise; “Ben bundan affımı isterim” dedi. Fakat daha sonra, üstadımız yanından ayrılıp bizler beraber kalınca “Madem üstad bana vazife verdi. Ben bunu yapacağım” dedi. Böylece bu iki eser tercüme edilmiş oldu ve neşredildi.

VAHŞİ ŞABAN AĞABEY’DEN
Vahşi Şaban ağabey halen Isparta’da ikamet eden çok tatlı ve esprili bir zattır. Kendisini ziyaret etmek isteyen öğrenci gruplarını gülmekten kırıp geçirir. “Sizi ziyarete geldik diyenlere ilk mukabelesi “kardeşim ben türbe miyim” olur.Ona Vahşi ismini latife olarak Bediüzzaman takmıştır. yoksa öyle vahşiliği falan yok,sevimliliği,güleryüzü çoktur. Bir hatıra da ondan nakledelim. A.Mutkan bey ‘in kendisinden dinlediği bir hatıra: “Ankara davasında 12 kişiyi tevkif etmişlerdi.(1958) Üstadımızın yanındaki hizmetkarları ve onun hizmetini bilenler hepsi hapiste olduğu için ben, büyük ruhlu Küçük Ali Ağabey ile birlikte hizmete çalışıyorduk. Fakat Üstadımıza çok sıkıntı verdiğimizi sonra anladık. Üstadımızı 19 defa zehirledikleri için bize tedbir dersleri vermeye mecbur olmuştu. Mesela: Üstadımızı 19 defa zehirledikleri için bize tedbir dersleri vermeye mecbur olmuştu. Mesela: Yoğurt alırken mandıracının verdiğini değil bizim kendi istediğimiz kaseyi almamız lazımmış. Fırında da öyle yapmamız gerekirmiş. Bunların hepsini hep yeniden Üstadımız bana da öğretti. Üstadı çok yorduk, rahatsız ettik.

Üstad bana “yemek pişirmesini bilir misin ?” diye sordu. Bilirim efendim” dedim. Halbuki Üstadın ne yediğini , yemeğinin nasıl pişirildiğini bilmiyordum. Üstad; “Burada pişireceksin” dedi. Ben “ Yağ bu kadar yeter mi?” diye sordum. Üstadımız başıyla evradını okurken başıyla işaret etti. Ben tuzu da sorunca Üstad hiddetle “Sen beni meşgul ediyorsun” diye beni kovdu.

Ben Mahmut’ a gittim. “Üstad beni kovdu” dedim. O dedi ki: “Bir şey olmaz, sen içeri gir üç parmak şehriyeyi sefer tasındaki suya koy, iki parmağınla tuz al onu da ilave et. Bir çay kaşığı tereyağı bırak, kaynayıp pişince ocaktan indir, bir yumurta içine kır, Üstad ona iki kaşık yoğurt koyar, yer.”

Ben korka korka içeriye girdim. Öyle yaptım, Üstad onu üç öğün ekmek doğrayarak yedi. Ertesi gün artanı Küçük Ali Ağabey ile bana verdi, “Tabağımı da yemeyin” diye bize iltifat etti. Kalanını ikimiz beraberce yedik.“


Salih Okur

 

 

HATIRALAR VE ÖLÇÜLER-8

ESAD ERBİLİ(1847-1931) VE BEDİÜZZAMAN

Kurban bayramının üçüncü günü(13.2. 2003) Üsküdar’da ziyaret ettiğim, Üstad Bediüzzaman hazretlerinin talebesi Sungur ağabey şehid veli Esad Erbili hazretlerinin Bediüzzaman hazretleri hakkında bir ifadesini naklettiler. Bilindiği gibi Esad efendi Osmanlının son devrinde yetişmiş büyük bir tasavvuf adamı ve alimdi. Sungur ağabey “Esad efendi için Üstadın “evliya-yı azimeden” dediğini ben bizzat işittim” dedikten sonra şu hatırayı anlattı:

Sami (Ramazanoğlu) efendinin talebelerinden Safranbolulu Nuri efendi, Üstadı ziyaret etmişti. Üstad, ona: “Ben senin yaşındayken, Kelami dergahında Esad efendiyi ziyaret ederdim. Bazı meselelerde itiraz ederdim. Oradaki halifelerden bazıları bundan gocunurlardı. Bir gün yine böyle bir şeyden sonra bana kızan bir talebesine şöyle demiş: “Said’e dokunma, dokunma...O, ilerinin İmam-ı Rabbanisi olacaktır.”

ABDÜLHAKİM ARVASİ VE BEDİÜZZAMAN

Sungur ağabey aynı ziyaretimde Abdülhakim Arvasi efendi ile alakalı da şunları anlattı: 1950’de Abdülhakim Arvasi’nin oğlu Emirdağı’na gelmişti. İkindi namazını eda etmiştik. 33 tesbihat bitmişti. Sıra La ilahe illalllah’a gelince A.Arvasi’nin mahdumu kalkmak istedi. Hz. Üstad ona işaret etti. “Otur” dedi. O da oturdu. Tesbihatttan sonra, Sikke-i Tasdik-i Gaybi’den (sh:63-Envar neşr) “eyuhhibbu ehadüküm...mektubunu okuttu. Ve ona: “Fakat, baban evliyadandır. Biz Denizli hapsine, baban da kabre gitti” dediler.


“ONU DA TEVKİF EDİN”

Rahmetli Ali Uçar bey, Gönenli Mehmed efendiden naklediyor: “Hz Üstad, Kastamonu’da vali Mithat Altıok’a; “Ben gidiyorum, yarın gelen var. Kuvvetiniz kafi geliyorsa, onu da tevkif ediniz, durdurunuz” diyor. Ertesi gün başlıyor Kastamonu sallanmaya; zelzele...

VAN’DA BİR MÜNAZARA
Bediüzzaman hazretleri 1910 yılında İstanbul’dan ayrılıp Van’a yerleşmiş ve her yerde olduğu gibi ilmi kudreti ile nazar-ı dikkatleri kendine celp etmişti. Harb-i umumi de(Birinci dünya savaşı) esir düşene kadar burada talebe okutmuştu. O günlerde kendisini ziyaret eden Molla Süleyman efendi anlatıyor(Ali Uçar’ın notlarından): “Biz, İşarat-ül İ’cazın katiplerinden Molla Habib’le birlikte İran sınırına yakın bir yede ikamet ediyorduk. Molla Said efendiyi daha önceleri işitmiş, gıyaben ona meftun ve hayran olmuştuk. Memleketten, üstadın medresesine, yani Van’a gelip de kendisiyle görüşüp, manevi büyüklüğünü ve kemalatını yakinen görünce, kendisine bağlılığımız ve sadakatımız daha da arttı.

O zaman genç Said’in bu kadar şöhrete sahip olmasını diğer alimler çekemiyorlardı. Kendisini münazaraya davet ettiler. Münazara günü ellerinde sopa, tabanca ve sustalı çakı olduğu halde geldiler. Hz.Üstad’a yetmiş kadar soru sordular. Üstad hazretleri bu suallerin hepsine hiç düşünmeden tereddütsüz cevap verdi. Bu hadisenin günlerce Van’da bahsi oldu, şehir bu havadis ile çınladı.

MEHMED AKİF VE BEDİÜZZAMAN
Molla Süleyman efendi Bediüzzaman hazretleri Rus sürgününden avdetinde İstanbul’a gelip, Dar-ül hikmet-il İslamiye’ye aza tayin edildiğinde bir sene kadar hizmetinde bulunmuş. Şu hatıra da yine ondan: “Mehmed Akif, daima Üstadın yanından ayrılmazdı. Üstad Konuşurken M.Akif hiç sesini çıkarmaz,kemal-i hürmetle dinlerdi.”

HATIRLARINI KIRMADIĞI DÖRT TALEBESİ
Rahmetli Bayram Yüksel ağabey demiş ki: “(Ali Uçar’ın notlarından): “Hazret-i Üstad, Refet, Hulusi, Molla Hamid ve Ceylan ağabeyleri kırmazdı.”


YOLA ÇIKARKEN
Merhum Ali Uçar ağabey, notlarında şunları yazmış; “Ankara’dan Polatlı’ya gidiyorduk. 4 Ocak 1976. Aşağı yukarı Ankara’dan ayrılalı 10-15 dakika olmuştu. 20. kilometredeydik. Bayram ağabey dedi ki: “Üstad yola çıktığı zaman iki defa ön için, iki defa sağ için,iki defa sol için, bir defa da arka için Ayet-el kürsi okurdu.”


Salih Okur

 

 

HATIRALAR VE ÖLÇÜLER-9

HOCAEFENDİNİN HASSASİYETİ
Bugünlerde M.Fethullah Gülen Hocaefendi’nin 13 Aralık 1976’da Bornova’da yapmış olduğu bir Soru cevap sohbetini dinlerken beni şok eden bir hassasiyeti ile daha karşılaştım. Şu sıralar devlet düşmanlığı ile suçlanan bu aziz insanın devlet malına karşı gösterdiği hassasiyeti gösteren ifadelerdi bunlar. Fa’tebiru ya ulil elbab!. Hocaefendinin dilinden aynen naklediyorum:

“Ben askerde telsizciydim, operatördüm-telsiz operatörü-Allah'a kasem ederim, askeriyenin kalemiyle bir tek harf dahi yazmadım nefsim namına... Önümde yüzlerce top kağıt vardı, her an yazabilirdim. Yine kasem ederim, şu kadarcık kağıdı nefsim adına kullanmadım. Su-i istimalim olmuş olabilir. Fakat bir askerin şu kadarcık kağıdıyla "Fethullah gel hesap ver" der diye Allah’tan korktum...”

CENAB-I HAKKIN BİR İKRAMI
İzmir Ayrancılar’da eskimez nur talebelerinden Musa Yukarı ağabey 09.05. 2000’de yaptığı bir sohbette başından geçmiş şu latif hatırayı anlatıyor. 1940’lı yılların eğitimini göstermesi açısından da güzel bir hatıra. Musa ağabey Denizli’nin Tavas ilçesinin bir köyünde 1930’da doğmuş. Köy enstitülerinin silme dinsiz yetiştirdiği dönemler...Şöyle anlatıyor Musa ağabey: “Biz üç arkadaş köyde ilkokulu pekiyi derecede bitirmiştik. Öğretmenler babalarımıza: “Bunları öğretmen okuluna yazdırın. Bu çocuklar öğretmen olsun” dediler. Köy enstitüleri vardı o zaman. Babam dedi ki: “Oğlum hadi, seni Tavas’a, köy enstitüsüne yazdırayım”. “İyi” dedim, gittik. 7-8 saat yaya yol. 3-5 kilometre ya kaldı ya kalmadı. Karşıdan Tavas görünüyor. Rahmetli babam dedi ki: “Oğlum ben seni buraya yazdırmaya gidiyorum, ama hiç memnun değilim.” “Neden baba?” dedim. “Oğlum sen burada okuyacaksın. Bak, çok öğretmenlerde Allah’ı inkar edenler çıktı. Biz bir gün annenle seni ziyarete geleceğiz. Öğretmen olduğun için baş açık bir kadın alacaksın. Bak bizim üstümüzdeki elbiseler eski-püskü. Senin hanım: “Ya, sen bunların çocuğu musun? Diye seni basit görecek. Biz de: “Yavrumuzun geçimi bozulmasın” diye ziyaretine gelemeyeceğiz. Hadi gelmiyelim. Fakat bak sen ilkokuldan beri 5 vakit namazını kılıyorsun. İleride öğretmen olur, namazı bırakırsan, dünyada değil, ahirette de görüşemeyebiliriz. Yani şu yazılmamız son ayrılığımız olabilir” dedi. “Baba madem bu kadar tehlikeli, ben yazılmayacağım” dedim. Döndük geriye.Yolda Cenab-ı Hakkın bazı ikramları oldu. Rahmetli babam söyler dururdu. Susadık su yok. Merkep var yanımızda. Yollar toz toprak. Geliyoruz, gelirken baktık bir kavun dilimi, yolun kenarında. “Baba, kavun dilimi” dedim. Aldık, buz gibi...Yedik. İki yüz metre kadar daha gittik, bir kavun dilimi daha.İki yüz metre kadar sonra bir kavun dilimi daha. Üç kavun dilimini de arka arkaya yedik. Susuzluk diye bir şey kalmadı. Sonra bir düşündük ki, kavun mevsimi değil. Sonra o yoldan o kadar insan geçiyor, onlar niye görmüyor? Veya niye hayvanların ayaklarından toz olmadı? O zaman anladık ki, Cenab-ı hakkın bir ikramı. Bizden memnun olmuş, geri dönüşümüze diye. Rahmetli Peder: “Hala o kavunun lezzeti damağımda” diye anlatırdı.

BİR NUR MAHKEMESİ
Musa ağabey aynı sohbette şu hatırasını naklediyor: “Risale-i Nurları biz saklardık. Kerpiç duvarlı idi evlerimiz. Pencerelerin altında tahtalar vardır. O tahtaları söker, kerpiçleri oyardık. Oralara Risale-i Nurları koyar, bir tanesini çıkarırdık. Bir tane vardı evde. Hepsini saklama tedbir değil evhamdır. “Ben bu işin içinde yoğum” demektir. Bir tanesini alıkoyarız. “Biz R.Nur talebesiyiz” diyoruz. Yoksa kitapları götürdükleri zaman geri vermiyorlar. Kitap bulmakta zor, matbaalar yok o zaman. Kitapları saklıyoruz, onu aldık mı, öbürünü koyuyoruz. Eve geldikleri zaman mutlaka bir kitap buluyorlar.

Velhasıl bir gün geldiler, bastılar, evde kitapları buldular. Bizi de götürdüler.Bizim -Allah rahmet etsin- bacanağa hakim sordu: “Bu kitapları nerden aldın?” O da “bilmiyorum” dedi. “Ne zamandır okuyon?” diye sordu. “Hiç okumadım, hiç yaprağını açmadım” dedi. Benim biraz da ona canım sıkıldı. “Niye böyle söylüyor?” diye. İkincisinde beni çağırdılar. Hakim dedi ki: “Bak bu kitaplar senin evinde çıkmış. Sen bu kitapları okuyor musun?” “Evet okuyorum” dedim. “Ne zamandan beri okuyorsun” diye sordu. “Ben küçük yaşta beri dini eser okurum. 15 seneden beri de devamlı Risale-i Nur’u okumaktayım. Vereceğin ceza idam dahi olsa, savcı bey ve önündeki masa, oturduğun sandalye şahit olsun ki, ben nur talebesiyim” dedim. Kıpkırmızı oldu hakim. Ben niye kızarayım? Kur’an şakirdleri hiç kızarmaz. Allah’a inanmayan kızarsın. Müslüman niye kızarsın? Sonuçta Hakim beraat verdi.

RENK KÖRLÜĞÜ
İman ve Kur’an hizmetinin aşıklarından muhterem Muharrem Kalyoncu Ağabey 9-12-1995 tarihinde Konya’da yaptığı bir sohbette Fethullah Gülen Hocaefendinin ufkunu gösteren çok güzel bir hatıra anlatıyor. Tek bir cümlelik. Tek bir cümlelik amma, mücelledlerle şerh edilse sezadır. Şöyle anlatıyor muhterem ağabeyimiz:

“Amerika’daki Müslüman zencilerin önde gelenlerinden biri Türkiye’deki hizmet müesseselerini gezdi. Hocaefendinin huzuruna geldiğinde, her şeyi çok iyi bulduğunu, ancak bir noktanın aklına takıldığını söyledi ve sordu: “Siyahlara bakış açınız ne olur sizin?” Hocaefendi: “Bende renk körlüğü var efendim” dedi. Hemen tercüme ettiler. Adam atıldı, Hocaefendinin ayaklarına kapandı: “Aradığım insan bu” dedi.

“YÜZÜNE BAKMAYIN”
Musa Yukarı bey naklediyor: “Ahmed Feyzi ağabey birgün Ayrancılar’da bir derste şöyle demişti: “Şayet bir gün Üstadı ziyaret ederseniz Üstadın yüzüne bakmayın. Üstad rahatsız olur. Neden biliyor musun? Şimdi ekseriya bizim gözümüz dışarıda namahremlere baktığı için o namahremlerden gelen günah gözümüze sirayet eder. O sirayet Üstadı rahatsız eder.”

Not: Hz Osman’ın böyle bir firasetinden bahsederler. Camiye gelirken bir sokaktan geçme esnasında gözü harama ilişen bir sahabeyi üslubunca ikaz ettiğini anlatırlar. (Kırık Testi-sf:248-M.F.Gülen-Zaman yayıncılık-2002)

ÜSTADIN TERK ETMEDİĞİ İKİ ŞEY
Merhum Ali Uçar ağabey, Üstadın talebesi Bayram Yüksel beyden naklediyor:“Üstadımızın Sekine duasını ve Duha namazını terk ettiğini görmedim. Çay içerken bile sekineyi okurdu.”

HARAM RESME BAKMAK
Ali Uçar bey Almanya’da 1976’larda tutttuğu kıymetli notlarında Hüsnü Bayramoğlu ağabeyden şunları naklediyor: “ Üstadımız açık resimlerden men ederdi. “Açık resme bakmak, aynen aslına bakmak gibidir” derdi.

CİN ŞAKİRDLERİN ŞAKASI
Hüsnü Bayramoğlu anlatıyor: “Üstadımızın bir kalemi vardı, şöyle parmak kadar. Bir gün Üstadımızın kalemi kaybolmuş. Üstad “Bulun” dedi. Aradık,aramadığımız yer bırakmadık. Üstad: “Şurada duruyordu” diyordu. Aradık, lakin yok, bulamadık. Üstadımız: “Benim cinnilerden talebelerim var. Bazen benimle latife yapıyorlar. Fakat siz onları göremiyorsunuz” dedi.


Salih Okur

 

 

MEHMED FEYZİ PAMUKÇU(1912-1989)

- Abdullah Yeğin Ağabeyin merhûm Mehmed Feyzi efendinin vefâtı üzerine, o sırada bulunduğu Almanya’dan tâziye maksadı ile gönderdiği, merhûmu tavsif eden mektûbu:

“77 Yaşına kadar hâlis, riyâsız bir İslâm âlimi, sadâkatlı bir talebe ve çok faziletli bir mü’min olarak yaşadı. O’nun dünyası sâdece evi idi. İnzivâ hâlinde yaşıyor, mecbûr olmadan dışarı çıkmıyordu. Resûl-i Ekrem (A.S.M.) buyurmuş: “Fitneler çıktığı vakit, evinizin hasırı gibi olun.” O, âdeta bu emri imtisâl ediyordu. O, hâli ile çoklarının îmânının kurtulmasına vesile oldu. O’nu bir def’a veya birkaç def’a ziyâretle dindâr olan, ahlâkı güzelleşen çokları vardır. O’nun hâli, tavrı konuşması, kıyafeti hep İslâmiyete sadâkatini gösteriyordu. Üstâd Said Nursiye de çok bağlıydı. Onun evi, Bediüzzaman Üniversitesinin bir fakültesi gibi idi. İki def’a onu da Üstâd Bediüzzamanla hapse aldılar.

Hiçbir zaman o da Üstâd gibi kılık ve kıyafetini değiştirmedi. İslâmın izzet ve şerefine uymayan bir hâleti bulunmadı. Frenk hayranlarının kılığına girmedi. Mahkeme müdâfaası Şuâlar Mecmûasında vardır. Okursak sözlerinin ne kadar güzel, ilmi, akli, ve mantıki olduğunu anlarız. Üstâdını çok müsbet ve mukni tarzda müdâfaa ediyor. Ve Said Nursi Târihçe-i Hayat kitâbında (Emin ve Feyzi) imzâsıyla yazdığı makâlesinde Üstâdın Kastamonu hayatını anlatışı ne kadar şirin ve güzeldir. Bütün tâkip, tarassut ve iftirâlara rağmen sabretti. Müspet hareket etti. Kimseye zararı olmayacak tarzda, barıştırıcı, yapıcı ve tâmir edici nasihatları ve sohbetleri ile îmân hizmetine devâm etti. İktisâdı esâs kabûl edip, kimseye el açmadı. İzzet ve şerefiyle çoklara hüsn-ü misâl oldu. Sadece Allah’a güvendi. O’na bağlandı. Aczini, fakrını, tafekkür ve şefkatini hâli ile de ifâ ediyordu. Hal dili ile konuşuyordu. Dilinden ve elinden Müslümanların selâmette kaldığı kimse idi. Kendisinden başkalarını örnek göstererek kendine makam rütbe vermeden tevâzu ve mahviyetle rekâbetsiz konuşuyor ve Bediüzzaman’ı hakiki mürşid bilerek, izinden ayrılmıyordu.

Onu 1948 Senesinde Üstâd Bediüzzaman’ın yanında tanıdım. O zamanlar Müslümanlar suçlu gibi idi. Başında şapkası olmayana polisler çıkışırdı. Kılık kıyâfetle sanki insanın kafası ve kalbi değişecekmiş gibi herkes Avrupalıya, Frenklere benzetilmeye özeniliyordu. Me’mûrlar açıktan namaz kılmaktan korkardı, Kur'ân okutmak yasaktı. Çünkü onlara mürteci, gerici ve yobaz damgası vuruluyordu. Lisede öğretmenler namaz kılan talebeye yobaz nazarıyla bakardı.

İşte böyle bir devirde Mehmed Feyzi Ağabey karakol karşısında Üstâd’ın yanında hizmet ediyordu. Risâleleri gizli yazıyor, Üstâdına yardıma çalışıyordu. Üstâd Said Nursinin, îmâna ve ahlâka dâir gençlere olan bir dersini Mehmed Feyzi Ağabey bize yazdırmıştı. Onun için de emniyet müdürlüğünde ifâdesi alınarak kendisi Denizli hapsine gönderildi. O günlerde Müslüman olmak İslâmiyetin icâbını yaşamak sanki vatan hâini olmaktı. İleri olduklarını iddia edenler hiddetle öfke ile ellerinden geldiği kadar Müslümanlara zulüm ediyorlardı. İslâmiyetten evvelki vahşet devrine döndüklerinin farkında bile değillerdi. Avrupa’nın ma’nevi kölesi olanlar sanki ilerici, hürriyetçi idiler. İnsan haklarından dem vururlardı Fakat îmân ve Kur'ân hakikatlarından gelen Allah’a teslimiyet sâyesinde hapishâneler dershâne şekline girdi. Medrese-i Yûsufiye oldu. Mehmed Feyzi Ağabey de bu medresede talebe idi. Üstâdına hizmet ediyordu.

Mehmed Feyzi Ağabeyin Üstâdın yanında sükûti bir hâli vardı. Üstâdın emrini yerine getiriyordu. Kastamonu’da iken ikindi namazından sonra Üstâdın ona Amme Sûresini okutması hiç aklımdan çıkmıyor. Güzel kırâati ve sesi ile çoklarımıza Kur'ân okuma şevkini ve dinleme zevkini vermişti. O, Kur'ânı ibâdet için, tefekkür için okur, gösterişten kaçardı, olgun bir hâfızdı.

Denizli hapsinden avdetinden sonra hastalanmış ve ziyâretine gitmiştim. Konuşması, hâli, hareket ve simâsı Üstâd’a benziyordu. Gülmekten kendimi alamadım. O zaman bana dedi: “Beni Üstâda benzetiyorsun, onun için gülüyorsun. İnsan sevdiğini taklid edebilir. Hem, bu benim elimde değil.” Rahatsızlığımdan dolayı tedâvi için Kastamonu’ya gelince de ziyâret ettim. “Hastalığımın bir tokat olduğunu” söyleyerek bana güzel dersler vermişti. O zaman ziyâde gaflette idim. Dersinden çok istifâde etmiştim. Resul-ü Ekrem (A.S.M.) buyurmuş: “Görüşülmesi size Allah’ı (C.C.) hatırlatan, amelinizi artıran, ilmi size âhiret iştiyâkı veren kimselerle oturunuz.”

İşte, Mehmed Feyzi Ağabey böyle bir zâttı. Kılığı kıyafeti büyük insanın tavrını andırıyordu. O zamanlar biz gençler ise, hakikatleri ilân etmede, dâima nurlardan bahsetmede daha hızlı olanları tercih eder, bu ağabeyimizin münzeviyâne hâlini pek tenkid etmek isterdik. Bize göre, herkese açık açık hakikatları söylemeli, her yere gitmeli idi. Fakat sonradan anladık, o aldığı derse, fıtratına göre, muhitine göre en münâsibini yapıyordu. Diyordu ki,"İlmin izzetini korumak lâzım. İlim, bütün rütbelerin fevkindedir. Onun için her hal ve tavrı ile şerefli, izzetli ve ciddi hareketleri ve konuşması ile tâviz vermeden İslâmiyeti kalblere ve kafalara nakşetmeye çalıştı. İnsanlar sâdece onu görseler hiç konuşmasalar da insâni hâlinden ders alırlardı. Resûl-i Ekrem (A.S.M.) buyurmuş: “Ameli olmaksızın dine dâvet eden, kirişsiz yay çeken gibidir.” Ve yine buyurmuş: “Îmân, temenni ve süslemelerle değil, kalblerde yerleşmesi ile, hareket ve tatbikatında onu tatbik etmesi ile vücûd bulur.” İşte bu Ağabeyimizin hâlinde, bu hadislerin meâli bulunuyordu.

Sohbetleri mütevâzi idi. Tevâzu ve mahviyeti, rekâbetsiz tavrı, her Müslümanı bağrına basar şeklinde ilmi konuşması, kalbleri teshir ediyordu. Risâle-i Nûr’daki ihlâs, uhuvvet, muhabbet, samimiyyet, ciddiyyet, beraberlik onun yaşayış ve ifâdelerinden aksediyordu. Çokları görüştükten sonra hayranlığını, tam ders aldığını ifâde etmiştir. İster ehl-i ilim, ister ehl-i tarik müslümanlar, ehl-i dünya da olsalar, sohbeti onları tatmin ediyordu. Memnûniyetle ayrılıyorlardı. Elbette cadde-i kübrâ-yı Kur'âniyede olanlar Hazret-i Muhammed’in (A.S.M.) “herkesin akli seviyesine göre konuş!” emrini yerine getirirler, müjdelerler, kolaylaştırırlar, sevdirirler, nefret ettirmezler. İslâmiyetin her derdimize devâ olduğunu, her halleriyle gösterirler. Nurdan ders alanlar kâinâtı büyük bir kitâb gibi okurlar ve okuturlar.

Böylece Risâle-i Nûr’un şahs-ı ma’nevisi devâm edecek, Üstâd Bediüzzaman’ın (R.A.) büyük ma’nevi dershânesinde hissesi olanlar, mü’minlerin duâlarına mazhar olacaklar, yetiştirdikleri talebeler dünya durdukça evvelkilerinin defterleri hasenâtlarına hayırlı amelleri duâları ile, fa’âliyetleri ile yazılacaklardır. Onlar dâima geçen ve Rahmet-i Rahmâna kavuşan büyüklerinin izini takip edecekler, İnşâallah. Mehmed Feyzi Ağabeyimizin kıyâmete kadar defter-i hasenâtının kapanmamasını ve bizlerin de âhirete göçen bütün ağabey ve Üstâdımızla haşr olmamızı Rahmet-i İlâhiyeden niyâz ederiz. Onu seven bütün kardeşlerimize ve evlatları ve akrabası olanlara başsağlığı diler, acılarını paylaşır, rahmetle anarız. Abdullah Yeğin (Araçlı) Berlin 21. 3. 1989