İHTİLAT

 

Kelime anlamı olarak;Karışmak,karışarak görüşmek,insanlarla iç içe olmak demektir.

Behlül Dânâ hikmetleriyle bilinen Harun Reşidin kardeşidir.

Bir gün Harun Reşid Behlül Dânâya yalnız kalmamasını,insanların içine karışmayı tavsiye eder.

Bunun üzerine Behlül Dânâ bir danışayım diyerek oradan ayrılır.Bir müddet sonra döndüğünde kime danıştığını soran Harun Reşide;

Tuvalettekilere danıştığını ve kendisine ısrarla;

-Aman ha Behlül,insanların içine girme.Bak,biz bir zamanlar dünyanın en lezzetli yemekleri,tatlıları,muzları ve meyveleri idik.İnsanların içlerine girdik,böyle olduk.

Sende girersen böyle olursun.

Belki biraz ağır bir ifade,ancak bize bunun hakikat payını almak düşmektedir.

İnsan karıştığı kimselerin insanıdır.

Sahabeyi sahabe yapan,rasulullahın sohbetinde bulunmaktır.Onlar o sohbete katılarak,gökteki yıldızlar gibi oldular.

Nitekim hadisde uzunca anlatılan yüz kişiyi öldüren bir kişiye bilginin tavsiyesi,bu kişinin bulunduğu çevreyi terk ederek,iyi kimselerin bulunduğu meclise gitmesini söylemesi ve bu kişinin de bu yolda ölerek cennetlik olması elbette bu iyi meclisin,iyi insanların içine katılmanın bir sonucudur.

Abuzer-i Ğıffari,rasulullah zamanındaki havayı,yaşayış tarzını bulamadığından ve de göremediğinden dolayı yine rasulullahın verdiği haber üzere,insanlardan uzak,yalnız yaşadı ve yalnız öldü.

Toplumu ve genel gidişatı değiştirme gücüne sahib olamayacağını düşünerek ve bir iki çıkışıyla adeta insanlara ters düşerek yalnız yaşamayı tercih etti.

Bediüzzaman said Nursi’nin hizmetindeki muvaffakiyette,insanlarla ihtilattan kaçmış olması bulunmaktadır.Kendisiyle görüşmektense,eserlerini okumanın kendisiyle on defa görüşmeye bedel olduğunu ifade etmektedir.

Onun bu harika eserlerini ortaya koyması bire bir insanlarla ihtilat etmemesinden kaynaklanmaktadır.

Bediüzzaman insanların hayatını ve gidişatını değiştirmek için bir kenara çekilmedi.Hayatının birinci döneminde hep insanlarla iç içe ve de devamlı onların önünde iken,hayatının ikinci döneminde onlardan ayrı olarak kalemle ve serleriyle onların istikametini tayin etti.

Zahiren insanlardan ayrı ve onlarla ihtilat etmez,birkaç kişiyle bir araya gelirken,hakikatta onların içini okumakta,içlerini değişime uğratmaktaydı.

İsmail Perihanoğlu anlatıyor:”Üstad bana:”İnsanlarla fazla münasebet,iflas alametidir.Onun için buralarda (Barla’da) fazla kişilerle görüşmüyorum.”dedi.[1]

            Bediüzzaman bu konu ile ilgili olarak eserlerinde;

            “…dört senede kardeşime birtek mektub yazdım. Ve ihtilattan hem ben kendimi men'ediyordum, hem de ehl-i dünya beni men'ediyordu. Yalnız bir-iki ahbab ile, haftada bir defa görüşebiliyordum. Köye gelen misafirler ise; ayda bir-ikisi, bazı bir-iki dakika bir mes'ele-i âhirete dair benimle görüşüyordu. Bu gurbet halimde; garib, yalnız, kimsesiz, nafaka için çalışmaya benim gibilere muvafık olmayan bir köyde, her şeyden herkesten men'edildim. Hattâ dört sene evvel, harab olmuş bir câmiyi tamir ettirdim. Memleketimde imamlık ve vaizlik vesikam elimde olduğundan, o câmide dört senedir (Allah kabul etsin) imamlık ettiğim halde, şu mübarek geçen Ramazanda mescide gidemedim. Bazan yalnız namazımı kıldım. Cemaatle kılınan namazın yirmibeş sevabından ve hayrından mahrum kaldım.”[2]

Bir yandan kendisi bunu arzu etmezken,diğer yandan da kader hizmetin selamet ve muvaffakiyeti için,hizmete alet etmek üzere düşmanlarını musallat ederek,onların eliyle muvaffak etmiştir.Nitekim Barla gibi bir yere sırf  onu bitirmek amacıyla göndermelerine rağmen,tüm hizmet orada ve oradan gelişmiştir.

            “…diyar-ı gurbette ve yalnız, tek başıyla, garib, zaîf, âciz, bütün kuvvetiyle âhirete müteveccih, ihtilattan, muhabereden kesilmiş, iman ve âhiret münasebetiyle uzaktan uzağa yalnız bazı ehl-i âhireti dost bulan ve başka herkese yabani ve herkes de ona yabani nazarıyla bakan bir insan; semeresiz tehlikeli dünyanıza karışsa, muzaaf bir divane olmak gerektir.”[3]

            O bunu sırf ahirete müteveccih olarak istemiştir.Dünyaya karışmayı ve insanların dünyalarına karışmayı da divanelikle değerlendirmiştir.

            Dünyaya karışmakla,dünyalık insanlara karışmak aynıdır.

            “Ben de derim: Hey efendiler! Ne hak ile bana usûl-ü medeniyetinizi teklif ediyorsunuz? Halbuki siz, beni hukuk-u medeniyetten iskat etmiş gibi, haksız olarak beş sene bir köyde muhabereden ve ihtilattan memnu' bir tarzda ikamet ettirdiniz. Her menfîyi şehirlerde dost ve akrabasıyla beraber bıraktınız ve sonra vesika verdiğiniz halde, sebebsiz beni tecrid edip, bir-iki tane müstesna hiçbir hemşehri ile görüştürmediniz. Demek beni efrad-ı milletten ve raiyetten saymıyorsunuz.”[4]

            Bazende bu ihtilattan men edip insanlarla görüştürmeme bir ceza ve eziyettir.

            İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: "Allahu Teâlâ Kur'ân-ı Kerim'inde: "Kadınlarınızdan fuhşu irtikâb edenlere karşı içinizden dört şahid getirin. Eğer şehâdet ederlerse onları ölüm alıp götürünceye, yahud Allah onlara bir yol açıncaya kadar. kendilerini evlerde alıkoyun (insanlarla ihtilattan menedin)" buyurdu.[5]

            “Meşhur Buheyra-yı Rahib'in meşhur kıssasıdır ki: Nübüvvetten evvel, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, amucası Ebu Talib ve bir kısım Kureyşî ile beraber, Şam tarafına ticarete gidiyorlar. Buheyra-yı Rahib'in Kilisesi civarına geldikleri vakit oturdular. İnsanlar ile ihtilat etmeyen münzevi Buheyra-yı Rahib birden çıkageldi. Kafile içinde Muhammed-ül Emin'i (A.S.M) gördü. Kafileye dedi: "Şu Seyyid-ül Âlemîn'dir ve peygamber olacaktır." Kureyşîler dediler: "Neden biliyorsun?" Mübarek rahib dedi ki: Siz gelirken baktım ki, havada üstünüzde bir parça bulut vardı. Siz otururken, şu Muhammed-ül Emin (A.S.M.) tarafına bulut meyletti, gölge yaptı. Hem görüyordum ki: Taş, ağaç ona secde eder gibi bir vaziyet gördüm. Bu ise, nebilere yapılır.”[6]

            Bazen insanlarla ihtilat etmemek;onlara sözünü geçirememekten,onları kendi sapıklıklarıyla baş başa bırakmaktan,kendisini muhafaza etmekten,aradığını bulamamaktan,kendi dünyasını dışa açmamaktan kaynaklanır.O devirdeki Varaka bin Nevfel ve Buheyra-i Rahib gibi.

            “Ben itiraf ediyorum ki: Hizmet-i Kur'aniyedeki kemal-i ihlas ve sırf livechillah için hizmeti, iki vaziyetim ihlâl ediyordu. Şiddetli bir tokat yedim. Çünki ben bu memlekette garib hükmündeyim, garibim. Hem şekva olmasın, Üstadımın en mühim bir düsturu olan iktisada ve kanaata riayet etmediğimden fakr-ı hale maruzum. Hodbin, mağrur insanlarla ihtilata mecbur olduğumdan -Cenab-ı Hak afvetsin- mürüvvetkârane bir surette riyaya ve tabasbusa da mecbur oluyordum. Üstadım çok defa beni ikaz ve ihtar ve tekdir ediyordu. Maatteessüf kendimi kurtaramıyordum. Halbuki Kur'an-ı Hakîm'in ruh-u hizmetine zıd olan bu vaziyetimden şeytan-ı cinnî ve insî istifade etmekle beraber hizmetimize de bir soğukluk, bir fütur veriyordu.”

            Mecburiyet altında onlarla iç içe olmak,istenilmese dahi bu derece bir kayba sebeb olursa,birde isteyerek o gibi cebbarlarla bir arada olmak ve bulunmak insanlara çok şeylerini,kişilik ve değerlerini kaybettirmektedir.           

            “Risale-i Nur'un hizmet-i imaniyesinde bu zamanda binler tahribatçılara mukabil yüzbinler tamiratçı lâzım gelirken, hem benimle lâakal yüzer kâtib ve yardımcı bulunmak ihtiyaç varken, değil çekinmek ve temas etmemek, belki millet ve ehl-i idare takdir ile ve teşvik ile yardım ve temas etmek zarurî iken ve o hizmet-i imaniye hayat-ı bâkiyeye baktığı için hayat-ı fâniyenin meşgalelerine ve faidelerine tercih etmek ehl-i imana vâcib iken, kendimi misal alarak derim ki: Beni herşeyden ve temastan ve yardımcılardan men'etmek ile beraber aleyhimizde olanlar bütün kuvvetleriyle arkadaşlarımın kuvve-i maneviyelerini kırmak ve benden ve Risale-i Nur'dan soğutmak ve benim gibi ihtiyar, hasta, zaîf, garib, kimsesiz bîçareye, binler adamın göreceği vazifeyi (başına) yüklemek ve bu tecrid ve tazyiklerde maddî bir hastalık nev'inde insanlar ile temas ve ihtilattan çekilmeğe mecbur olmak, hem o derece tesirli bir tarzda halkları ürküttürmek ile kuvve-i maneviyeyi kırmak cihetleriyle ve sebebleriyle, ihtiyarım haricinde bütün o manilere karşı Risale-i Nur şakirdlerinin kuvve-i maneviyelerinin takviyesine medar ikramat-ı İlahiyeyi beyan ederek Risale-i Nur etrafında manevî bir tahşidat yaptırmak ve Risale-i Nur kendi kendine, tek başıyla (başkalarına muhtaç olmayarak) bir ordu kadar kuvvetli olduğunu göstermek hikmetiyle bu çeşit şeyler bana yazdırılmış.”[7]

            Üstad insanlarla ihtilattan çekilmeye mecburt olduğunu ifade ettiği halde,farzı kifaye nevinden ve de insanların imanını selamette görüp,cehennemin alevleri içinde dahi yanmaya razı olup,vücudu yanarken gönlünün gül gülistan olacağını ifade edip,böyle bir fedakârlıkla ateşe atılmış ve kendini feda etmeiştir.

            Ancak bu fedakârlığın mükâfatı olarak hem yanmış hem de yakmıştır.

            “Vakta ki, âlem-i insaniyet zaman-ı saadetin şems-i saadetiyle uyandı ve müdavele-i efkâr ile, an'anelerinin terkiyle, tebdiliyle ve kavimlerin birbirine ihtilatlarıyla ittihada meyil gösterdi ve aralarında münakale ve muhabere başladı; hattâ Küre-i Arz bir memleket, belki bir vilayet, belki bir köy gibi oldu; bir davet ve bir nübüvvet umum insanlara kâfi görüldü.”[8]

            Bu zamanda medeniyet ihtilatı mecbur kılmaktadır.Fikir alış verişi toplumun gelişip büyümesine sebeb olmaktadır.Zira bedevilikte bir adam dört şeye muhtaç olup,insanlarla ihtilata mecbur değilken,bugün medeniyet insanları dört yüz şeye muhtaç ederek,bu ihtilat ve karışmayı mecbur kılmış,kaçınılmaz hale getirmiştir.

 

            “Semavatta devam ile cereyan eden sükûn, sükût, nizam, intizam, ıttıraddan hissedildiğine nazaran, semavat ehli, arz sâkinleri gibi değildirler. Evet arzda bulunan nifak, şikak, ihtilaf, ezdadın içtimaı, hayır ve şerrin ihtilatı gibi şeyler, semavatta yoktur. Bu sayede semavatta nizam ve intizamı bozacak bir hal yoktur. Sâkinleri verilen emirlere kemal-i itaatle imtisal ediyorlar.”[9]

            Yeryüzündeki karışıklıklar bu ihtilat ile ortaya çıkmıştır.

            “Hizmet-i Kur'aniyeye ait inayat-ı Rabbaniyenin ikincisi şudur ki: Cenab-ı Hak, benim gibi kalemsiz, yarım ümmi, diyar-ı gurbette, kimsesiz, ihtilattan men'edilmiş bir tarzda; kuvvetli, ciddî, samimî, gayyur, fedakâr ve kalemleri birer elmas kılınç olan kardeşleri bana muavin ihsan etti. Zaîf ve âciz omuzuma çok ağır gelen vazife-i Kur'aniyeyi, o kuvvetli omuzlara bindirdi. Kemal-i kereminden, yükümü hafifleştirdi. O mübarek cemaat ise; -Hulusi'nin tabiriyle- telsiz telgrafın âhizeleri hükmünde ve -Sabri'nin tabiriyle- nur fabrikasının elektriklerini yetiştiren makineler hükmünde ayrı ayrı meziyetleri ve kıymetdar muhtelif hasiyetleriyle beraber, -yine Sabri'nin tabiriyle- bir tevafukat-ı gaybiye nev'inden olarak, şevk ve sa'y ü gayret ve ciddiyette birbirine benzer bir surette esrar-ı Kur'aniyeyi ve envâr-ı imaniyeyi etrafa neşretmeleri ve her yere eriştirmeleri ve şu zamanda (yani hurufat değişmiş, matbaa yok, herkes envâr-ı imaniyeye muhtaç olduğu bir zamanda) ve fütur verecek ve şevki kıracak çok esbab varken, bunların fütursuz, kemal-i şevk ve gayretle bu hizmetleri, doğrudan doğruya bir keramet-i Kur'aniye ve zahir bir inayet-i İlahiyedir. Evet velayetin kerameti olduğu gibi, niyet-i hâlisenin dahi kerameti vardır. Samimiyetin dahi kerameti vardır. Bahusus Lillah için olan bir uhuvvet dairesindeki kardeşlerin içinde ciddî, samimî tesanüdün çok kerametleri olabilir. Hattâ şöyle bir cemaatin şahs-ı manevîsi bir veliyy-i kâmil hükmüne geçebilir, inayata mazhar olur.”[10]

            Üstadın buradaki muvaffakiyeti,bu hizmetin ihsanı ilahi tarafından omzuna konulmuş olması ve inayeti ilahiyyeye mazhariyetin bir sonucudur.

            “Şimdi amcacığım ve büyük üstadım! Habis olan nefsimle mücadele edebilmek ve onun hevaî ve bilâhere elem verici olan arzularını yapmamak ve dinlememek için teehhül etmek mecburiyetinde kaldım ve şimdi artık her cihetle Cenab-ı Hakk'ın lütf u keremiyle rahatım. Kimsenin dediğini şer ise duymamazlığa gelir ve kimse ile fena hasletleri kapmamak için ihtilat etmemekteyim. Dairede müddet-i mesaîden hariç zamanlarımı kendi evimde Cenab-ı Hakk'ın şükrü ile geçiriyorum.”[11]

            Âhirzamanda bekâr kalmanın dahi cazib hale geleceğine işaret edilmesi,bu ihtilattan uzaklaşmanın bir sonucunun tezahürüdür.O fena hasletler ailenin içine kadar girecek.Belkide en büyük sıkıntıyı orada verecektir.

            “Üstadım! Öyle zannediyorum ki, âcizleri, hayatın ihtilata mecbur eden ahvalinden uzaklaşamadıkça, kalbim ârâmgâh-ı lezzetinde tam bir sükûnu bulamayacak. İnşâallah duanızın himmetiyle, o anlara da selâmetle vâsıl olacağım. Bu hissiyatımı izah etmek, anlaşılmış bir ruh için zâid değil midir?”[12]

            Kalbin sükun ve rahatı ve de selameti ihtilat etmemekte aranacaktır.

            “Dokuz seneden beri ihtilattan bilâ-sebeb men'edildiğimden, mesleğim itibariyle Kur'an ve iman ile hasr-ı iştigal etmiştim.”[13]

            İhtilat etmemek,bazı alternatifleri gündeme getirecektir.Bunlarda şahsi kemalatını kazanmak,Kur’an ve iman ile meşguliyeti sağlamak gibi güzel uygulamalar olacaktır.

            İhtilatta sele kapılma kaçınılmazdır.Bu zamanda sahili selamet iman ve Kur’an kalesine sığınmaktır.

            “Ve bir de, onüç sene evvel hükûmet Dâr-ül Hikmet'te yüz lira maaş alacak kadar iş görebilecek bir adam nazarıyla bana bakmış, ayda yüz lira maaş vermiş. Bu sekiz senede beni, yarım saat bir köy olan İlama'ya iki defadan fazla gitmeye müsaade edilmeyecek derecede ihtilat ve gezmekten men'edildiğim gibi, bir vâridatım, bir malım olmamakla beraber, o köyde benim gibi bir adam çalışacak iş bulamadığımdan ve kimsenin bir şeyini de kabul etmemek, bir meslek-i hayatım olduğundan, çektiğim perişaniyet ve zarar ve ziyanın takdirini müddeiumumîliğe havale ederek, ya kitablarımın hepsinin iadesini veyahut bu husustaki zarar ve ziyanımın müsebbiblerinden tazminini dava ediyorum.”[14]

            Bu zamanda herkesin dahi kaçmak değil,kaçırmaktan ka.ınmayacağı en cazib bir çok teklifleri dahi elinin tersiyle yiterek,zahiren insanlarla ihtilat etmek demek olan üç yüz lira ile şark umumi vaizliğini kabul etmemiştir.

            “Onsekiz sene müddetinde Sünnet-i Seniyeyi muhafaza için başına şapka koymadığından, onsekiz senedir haps-i münferid hükmünde ihtilattan men' ve yalnız bir odada hayatını geçirmeye mecbur edilen ve hususî ibadetgâhında ezan-ı Muhammedî okuyup "Allahü Ekber" dediğinden ve "Lâ ilahe illallah" hakikatını güneş gibi gösterdiğinden, yüz arkadaşıyla taht-ı tevkife alınan ve mahkûm edilen bir adamı, yüzer emare ve karinelere istinaden inayet-i İlahiyeden geldiğine kat'î bir kanaatı ile işarat-ı Kur'aniyeden bir müjdeyi hem kendine, hem musibetzede arkadaşlarına bir teselli niyetiyle beyan ettiği için onu gıybet ve galiz tabiratla teşhir etmek ve onun dersleriyle imanlarını kurtaran masum şakirdlerini ondan tenfir edip şübheler vermek; güya ortalıkta medar-ı inkâr hiçbir şey yok ve hiçbir münkeratı ve cinayeti görmüyor gibi, yalnız o bîçarenin mevhum bir hatasını, sekiz senede seksen müdakkiklerin nazarında saklanan ve sathî ve inadî nazarına göre bir içtihadî yanlışını görüyor zannıyla galiz tabirler ile zemmetmek; elbette bu asırda, bu memlekette Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyan'ın kasden işaretine medar olabilir azîm bir hâdisedir. Bence, Kur'an'ın nasılki her sure ve bazan bir âyet ve bazan bir kelime bir mu'cize olur; öyle de bu âyetin tek bir işareti, ihbar-ı gayb nev'inden bir lem'a-i i'caziyedir.”[15]

Onlarla ihtilat ise,mimsiz medeniyetlerinin bir çok keyfi uygulamalarını mecbur kılmaktadır.                        

            “Hem de âb-ı hayat olan İslâmiyetten kariha-i fıtriyeleriyle istinbat etmeye kabil iken, o hikmetin telemmüzüne tenezzül ettiler. Evet nasılki ihtilat-ı a'cam ile kelâm-ı Mudarî'nin melekesi fesada yüz tutmakla, muhakkikîn-i ülema o melekeyi muhafaza etmek için, ulûm-u Arabiyenin kavaidini tedvin ettiler. Öyle de şu hikmet ve İsrailiyat dahi daire-i İslâmiyete duhûlleriyle beraber, bazı nekkad-ı muhakkikîn-i İslâm temyiz ve tasfiyelerine teşebbüs ettiler. Fakat hayfa!. tamamıyla muvaffak olamadılar. İş bu kadar da kalmadı. Çünki tefsir-i Kur'an'a sarf-ı himmet edildiği vakit, bazı ehl-i zahir Kur'anın nakliyatını bazı İsrailiyata tatbik ve bir kısım akliyatını dahi hikmet-i mezbureye tevfik ettiler. Çünki gördüler ki, Kur'an makul ve menkule müştemildir. Hadîs de öyle... Sonra kitab ve sünnetin bazı nakliyat-ı sadıkalarıyla ve bazı muharref İsrailiyatın ortasında bir mutabakat ve münasebet istinbat ettiler.”[16]

            Hicri 3.asırda islamiyetin asrı saadetteki safiyetini koruyamayıp,bir çok problemlerin gündeme gelmesi,yabancı bir çok kimselerin islamiyete girmeleriyle beraber,onların eski adet ve inançlarının karışmasıyla o safiyet yerini bulanıklığa terk etmiştir.

            İhtilat ve karışma,karışıklık bir çok saflığıda gidermektedir.Kişinin kendisi olmasını ve kendisi gibi yaşamasını zorlaştırmaktadır.

 

Mehmet   ÖZÇELİK

16-10-2005

 

           

 

           

           


 

[1] .(Bak:Son şahitler.1/129.

[2] Mektubat.65.

[3] Age.69.

[4] Age.69.

[5] Nisa 15.

[6] Mektubat.135.

[7] Şualar.680-1.

[8] İşarat-ül İ’caz.52.

[9] Mesnevi-i Nuriye.204-5.

[10] Barla Lahikası.14.

[11] Age.38.

[12] Age.224.

[13] Age.359.

[14] Age.361.

[15] Kastamonu Lahikası.191.

[16] Muhakemat.20.