NURİYE AKMAN

 

 

İslami medyada tenezzülen yazdım benim onlara tek kuruş borcum yok

İsmet Özel, Faydasız Yazılar kitabında Chuang Tzu’nun peşinden giderek meyveleri için dallarını kimsenin taşa tutmadığı, çok budaklı olduğundan marangozların kesmeye değer bulmadığı, dokusu gevşek olduğu için yakmaya da yaramayan, kimsenin bahçesine dikmek istemeyeceği, şehrin bulvarlarına sokulmayan bir ağaç olmak istediğini anlatmıştı.

Kıraç bir ıssızlıkta, bunalmış bir yolcu, dibinde oturacağı, sırtını dayayacağı bir ağaç buldu diye ferahlarsa bunun ona yeteceğini söylüyordu.

Bu uzun söyleşi, bu portrenin bir izdüşümü oldu sanki. Okurlar, İsmet Özel gerçekten faydasız bir ağaç olabilmiş mi? Yoksa ‘Meyvem var diye taşlanıyorum, kerestem mükemmel diye marangozların saldırısına uğruyorum, herkes beni bahçesine ekmek, şehri benimle süslemek istiyor’ mu dediği test edilsin. Milliyet’ten Ahmet Tulgar’a İslami kesimden koptuğunu açıkladıktan sonra ortalık birbirine girmiş, soldan, sağdan ve de ortadan pek çok kalem bunun ne anlama geldiğini sorgulamıştı. Bu söyleşi İsmet Özel’in ruhunun temel koordinatlarını çok açık bir şekilde ortaya koyuyor ve yeni tartışmalara aday görünüyor. İsteyen onun dev egosuna takılır, isteyen İslamcılıkla ilgili sözlerinin içeriğine kafa yorar. Sadece şunu söyleyeyim; söyleşi boyunca çok neşeliydi, öfkesini coşkuyla yansıttı, en mahrem sorulardan kaçmadı. Öyle ki ben daha ileri gitmekten çekinip bir noktada durmak zorunda hissettim kendimi. Söyleşi bitiminde, Türk sanat müziğinin çok ağır parçalarından oluşan bir dizi şarkı söyledi. O an, masum bir çocuk gibiydi.…

Demek İslami kesimle yollarınızı ayırdınız, öyle mi? Bu eyleminiz, aşağıdakilerden hangisini kapsıyor? A) Bu kesimden insanlarla görüşmemek, B) Bu kesimin yayın organlarında görünmemek, C) Ne halleri varsa görsünler deyip İslami sorunlar üzerinde düşünmemek, D) Merkez medyaya kucak açmak, E) Sadece şiirle ilgilenmek.

Merkez medyaya kucak açmak, küçümseyebileceğim bir şey. Asıl beni bir ahlaki zaaf içinde göstermek isteyen insanların ne halleri varsa görsün diyorum. 59 yaşındayım, itibarlı çevrelere girmek için birçok imkanla karşılaştım. Hiç umrumda olmadı. Ben bir zaman, birileri tarafından itilip kakılmışım da, şimdi, birilerinin imkanlarına mı talibim yani? Asla. Ben tenezzülen, lûtfen yazdım.

Bu ne kibir böyle?

Yıllarca insanlar bana ‘Buralarda neden yazıyorsun?’ diye sordu. Benim çapımda bir yazarın, o yayın organlarında görülmesi zaten şaşırtıcı bir şeydi. Bu sadece kalite değil, aynı zamanda tutum meselesidir. Yazı yazdığım yayın organlarının politikasıyla benim yazdığım şeyler arasındaki konu, tavır, üslup farkına bakın. Ben fiilen kaç kere yazmayı bıraktım. Ama hayatımı idame ettirmem için bir yerden para almam lazım ve yıllarca yaptığım öğretmenlik de bunu bana sağlamadı.

O zaman nasıl, size ekmeğinizi veren yerde tenezzülen yazdığınızı söylersiniz?

Kim benim ekmeğimi vermiş? Rezzak olan Allah’tır. Ben merkez medyada da çalışabilirdim. O zaman onlar mı benim ekmeğimi vermiş olacaktı? Diyelim bir bankada veznedarım. Bana teslim edilen paraları iç etmedikten sonra, banka idaresinin bana ödediği para lûtfen mi olmuş olur? Hem ayrıca alacaklıyım ben o insanlardan.

Ne alacağınız var?

Ben yıllarca onlara ‘İsmet Özel bizim gazetemizde yazıyor’ deme imtiyazını bağışladım. Onlar beni beslemek yerine, ben onlara yayın imkanlarının bir şekilde tezkiye edilmesini sağladım. Yıllarca insanlar, bana müracaat etti. Kimileri gelip, dizi konuşmalarının ilkini benim yapmamı, birinci sayıda mutlaka yazımın olmasını istedi. Dolayısıyla onlar bana borçludur. Benim onlara kuruş borcum yok.

Kopmak için neden bunca yıl beklediniz?

Ben sadece sabrettim. Taşmayan sabır sabır değildir, o tahammüldür. Ben o insanların kalitece yükselmelerini bekledim. Ve nitekim, Milli Gazete’yi yazılarımı bastığı için, düşünce özgürlüğüne saygılı bir yer olarak kabul ettim. Hatta şöyle bir olay oldu: Necmettin Erbakan, ‘Atatürk sağ olsaydı, Refah Partili olurdu’ dediği günün ertesinde, ben Milli Gazete’de şu başlıklı bir yazı yazdım: ‘Atatürk sağ olsaydı, İsrail’i durdurur muydu?’ Bu, okuyucunun tepkisini çekti. Hatta bir kısmı gazeteye telefon edip, ‘İsmet Özel aleyhinde imza toplayalım’ teklifinde bulundu.

Bardağı ne taşırdı?

Bardağı, MSP, RP, SP çizgisinin ve tabii AKP de bunun içinde, siyasi bakımdan nasıl bir tezgâhın ürünü olduklarını izah eden bir yazımı Milli Gazete’nin basmakta tereddüt etmesi taşırdı. ‘Bu İsmet Özel’in yazısı, ne olursa olsun basılır.’ Böyle düşünmelerini beklerdim. Erbakan’ın uyguladığı bir sansür yok. Bilakis, bir keresinde bunlar benim istediğim parayı vermeye cesaret edemediler, Erbakan’a danıştılar, o da rıza gösterdi.

Ayrıldıktan sonra ‘Niye ayrıldın?’ dedi mi size Erbakan?

Demez. Tam tersine, Erbakan’la bir anlaşma alanımız yok. İsmet Özel isminin bir prestij ürettiğini biliyor, ona itirazı yok. Siyasi kamp bakımından da benim ona muhalif olan bir kampın bir elemanı olmadığımı da biliyor tabii. Erbakan’la bir sorunumuz yok.

Milli Gazete’deki tezgâh nedir?

Türk siyasi hayatındaki ihtiyaçlara cevap verecek bir mekanizmanın bir parçası, siyasal İslam dediğimiz şey. 1973’te AP oylarının bölünmesi gerektiği için MSP’ye yol verildi mesela. 80 sonrasında neyi dolduracaktı, onu tekrar tartışmamız lazım.

Saadet Partisi ile AKP arasında bir fark var mı?

Arada bir fark var. Birisi iktidarda, diğeri değil. İktidarda olduğu için birileri bazı imkanları kullanıyor, öbürleri sanki biz olsak başka türlü yapardık gibi karşılıyorlar. Ben genellikle AKP’nin bir siyasi parti olduğu ve birtakım görüşlerin savunmasını üstlenerek ve bu görüşler adına iktidara geldiği fikrini taşımıyorum. Belli güç odakları tarafından kendi uygulamalarına vesile olabilecek bir kadroyu, daha doğrusu kadrolaşma diyelim... Hazır bir kadro yoktu. Bunlar belli örgünün birer parçaları. Mesela ANAP’lı bir dalga oldukça baskın, MSP’den ziyade. O mânâda ben AKP’yi bir siyasi görüşleri billurlaşmış insanların faaliyetlerinin bir sonucu olarak değil, bir emir yerine getiren konumda görüyorum.

Kimin emrini?

Onu olaylarda görüyoruz. Mesela Irak’a asker gönderme meselesi, gündeme geldiğinde kararsızlığı ortaya çıkan; ama AB konusunda yapmayacağını bırakmayan bir performans sergiledi AKP. Bu demektir ki, sözünü dinlediği bir merkez var.

Türk derin devletini mi?

Ben Türkiye’de devletin, hiçbir derinliği olmadığı kanaatindeyim. Derin olmayan ama birçok unsurun etkilediği bir ortam var. Pervasız olarak bir politik çizgi sunmuyor AKP. Net olarak şöyle yapabilir, sınırları şudur diyemiyoruz. Kendisine bir şey söylenirse ancak yaptığını çıkarıyoruz buradan.

Daha önce de Gerçek Hayat’taki yazılarınıza son vermiştiniz. Oradaki problem neydi?

Onlar beni sadece bir malzeme, bir flaş isim olarak gördü. Ben Gerçek Hayat’ın önerisi üzerine, ‘Toparlanın, gitmiyoruz’ konuşmaları yaptım. Bunlar, Gerçek Hayat’ta özetle dahi olsa yansıtılmadı. Ki o konuşmalara giriş bileti, Gerçek Hayat’tı. Yeni Şafak’taki problemim de, gazetenin Müslüman olmayan yazarlarına tanıdığı hem maddi, hem manevi yer olmuştur.

Orada Hıristiyan yazar mı var?

Müslüman olmayan deyince Hıristiyan mı anlıyorsunuz?

Bir kulun Müslümanlığını başka kulun ölçmesini doğru mu buluyorsunuz?

‘Ben Müslüman kimliğimle öne çıkıyorum’ demeyen yazarlar diyelim. Yeni Şafak gazetesinin ortaklarından birinin, gazetede alenen, ‘Bundan böyle İslamcı bir gazetede çalışıyorum demeyeceksiniz’ dediğini de biliyoruz.

Siz sadece bir yazarsınız. Gazetenin bütün yayın politikası ile ilgili kararı sizin vermenizi nasıl beklersiniz? İstediğine yazdırır. Size ne? Yazınızı yazın geçin.

Tamam helal olsun, ben Yeni Şafak ile o gün bana verilen ücretlerin en üstünü, yani yazarlara ödediklerinin üstünde, üstelik bir misli para vermesi şartıyla kabul etmiştim. Bir yıl sonra zam yapılması gerekti. Yüzde 30 herkese zam yaptılar ve bana yapmadılar. Alenen yüzüme dediler ki: “Biz filanca yazara yüzde yüz zam yapıyoruz, ama onun aldığı, senin almakta olduğuna hâlâ yetişmiyor.” Ben de onlara dedim ki: “Ben bu para için yazıyorum, para için yazmıyorum.” Çünkü o sırada borçlarım vardı. Ondan sonra birkaç yıl daha sürdü Yeni Şafak’ta çalışmam.

Yani zamsız yazmaya devam ettiniz.

Yo yo hayır. Onlar yaptılar zammı. Ne münasebet? Hiçbir zaman kendimi birilerine mecbur hissetmedim. O yüzden de ayrılmam çok şaşırtıcı olmamalı.

Milli Gazete’den ne alıyordunuz?

En son 635 milyon alıyordum.

İslami kesimden ayrılmanın diğer şıklarına dönelim mi?

İslami kesimle ilişkim neymiş? Ne zaman kurulmuş, ne yapmışım onlarla ortak da bunu ayıracağız? Ben Müslümanlarla müşterek dergi bile çıkaramadım. Bunu istedim, fakat hiç kimse, bir kişi bile arkamda, yanımda olmadı. Siyasi olarak dönen bir dolap var ve ben bunun içinde hiçbir zaman olmadım. Kendim de bir dolap çevirmedim. O bakımdan çok rahatım, hiç dert değil bana İslami kesimin yayın organları. Kanal 7’de üç sene, haftada bir ‘İsmet Özel ile Başbaşa’ programı yaptım. Ama onlar hiçbir zaman rahat olmadılar bu konuda. ‘İsmet Özel acaba ne der, bizi ne bakımdan zor durumda bırakır’ endişesiyle, bir süre canlı olan yayın, kısa sürede bant yayına dönüştü.

Ama bir kurum, her şeyiyle, A’dan Z’ye size göre kendini dizayn edemez ki.

Valla edemez ise çok kaybeder.

Siz de kaybedebilirsiniz.

Ben niye kaybedeyim ki? Bir şey elde etmek istemişim de başarısız mı olmuşum? Türkiye’nin ileri gelen ailelerinden birine mensup değilim. Herhangi bir yarışmada birinci gelmedim. Benim İsmet Özel olmamda, Türkiye’nin tutacağı istikamet açısından sıhhatin nerede olduğunu bilip, ona göre zahmet çeken bir kimse olmanın harcı var.

Sosyal bir çevrem hiç olmadı

O kesimden insanlarla görüşmeyi de bıraktınız mı?

Benim sosyal bir çevrem hiç olmadı. İnsanlarla temas ettim, ama o insanlar baktılar ki, bu adamla işleri devam ettirmenin fiyatı çok yüksek.

Nedir o fiyat?

Yaşadığımız ortamın eleştirisini üstlenme fiyatı. Yani perhiz yapacaksınız ve lahana turşusu yemeyeceksiniz. Bu perhiz çok ağır geldi insanlara.

İslamcılığı terk ettiniz mi peki?

Hayır, ben sözlerimi İslamcılığı terk edenlere karşı söyledim. İslamcılarla eğer aramda bir mesele varsa onların İslamcı olmayışı yüzünden.

Onlardan kopuşunuzu medyatik bir gösteriye dönüştürdüğünüz yolunda eleştiriler oldu.

Valla bunu eleştiri kabul etmek doğru değil, bu bir tespit.

Niye böyle bir gösterişe ihtiyacınız var?

Gol atmak için.

Vay be! Bu ne hınç?

İçimdeki kırgınlık, bu hıncın daha üstünde. Çocuklarımın başkalarının çocukları yanında daha az imkanlar içinde büyümelerine sebep olacak bir aralıkta yaşadım hayatımı. Çocuklarımın hakkını yedim bir bakıma.

İslami medyada yazıp az para alarak mı?

Tabii. Davama sadık kalmaktan pişman değilim. Ama insanlar orada burada kuyruk sallarken ben belli bir yolu yürüdüm. Hem de ayak seslerimin duyulacağı bir şekilde.”Zaman.14-09-2003)

 

Gene İsmet Özel Röportajı

İsmet Özel Millî Gazete'den ayrılınca çok üzülmüştüm, bunu belirten bir yazı da yazmıştım. Galiba bu hadiseyle ilgili ilk yazı o idi. Sonra İsmet Bey'le bazı konuşmalar yapılmış, ordan burdan duydum, alıntılardan okudum. En son konuşmanın birkaç kısa bölümünü gene bir gazetenin alıntı sayfasında okumuştum ki Akşam gazetesinden sempatik (sesli) bir genç telefon ederek bu konuda bâzı sorular sordu. İsmet Bey kadınlara ve eşine dair bir şeyler söylemiş, genç, bana bunları soruyor.

(İsmet Bey'le yüzyüze gelip gelmediğimi de sordu, "hayır" dedim. "Telefonla da mı konuşmadınız?" sorusuna da "hayır" deyince hayret etti nedense.)

"Ben o "konuşma"yı okumadım" deyince bazı yerlerini anlattı veya okudu.

Onu dinlerken aklıma birden, Hanri De Montherland geldi. Kırk-elli yıl kadar önce favorim olan bir Fransız romancı. Özellikle dört dizilik kitabı olan "Genç Kızlar", "Kadınlara Acıyın", "Cüzzamlı Kadınlar", bir de Cezayirli bir kadını anlattığı, adının "Çöl Gülü" olduğunu sandığım bir başka roman! Varlık yayınlarından çıkmıştı. Monteherland'ın kadınları küçümseyici, onlarda sadece gençlik ve güzellik arayıcı bir tarafı vardı ama bu beni hiç etkilememişti. Üslûbu, roman tekniği, tahlillerindeki derinlikten etkilenmiştim. Şimdi o romanları daha iyi anlıyorum, galiba romancı "hakiki" kadını arıyordu. Öyle sanıyorum ki Cezayirli kadını da bunun için övüyordu. Gene de o bir müstemlekeci Fransız'dı.

*

Genc'e bunları anlatmaya çalıştım karmakarışık bir şekilde. Telefonu kapattıktan sonra, bu günlerde yeniden okumaya başladığım başka bir kitaptaki bir bölümü hatırladım. Safiye Erol'un "Çölde Biten Rahmet Ağacı" adlı siyer çeşidi bir kitabı. Peygamber Efendimizi, (sav) bir romancı ve ehl-i tasavvuf bir hanım olarak" anlatıyor. Çok yazdım, bilirsiniz, Safiye Erol'un meziyetleri bu kadar değil. O aynı zamanda Almanya da okumuş bir felsefe doktoru.

*

Kitabında bütün Peygamber eşlerini anlatıyor Hazreti Sare'den başlıyarak ama en büyük yeri Hatice Validemize ayırmış, dehşetli bir hayranlıkla. Kitap, Yeni İstanbul Gazetesi'nde 1962 Ramazanı'nda tefrika edilmiş. Eşsiz heyecanlar, adeta vecd halinde yazılmış, kendi küçük ama yaydığı hava müthiş, muazzam bir kitap! Şimdi o kitaptan çok çarpıcı bir bölüm alacağım. İlk okuduğumda âdeta sersemlemiştim.

Peygamber Efendimiz (sav), Hz. Hatice'nin başındadır. Çünkü annemiz vefat etmek üzeredir. Ağlıyarak ona şöyle der:

"Ey cümle âlem kadınlarının bezeneği, övünü, cennet seni özler. Var, orada, Mirac gecesinden beri nikahlım olan Asiye ve Meryem Hatunlarla, hem bundan sonra nikahlıyacağım Ayşe ve diğer kutlu kadınlarla, ortaklarınla buluş." Hatice annemiz cevap verir:

"Ey benim sevgilim! Göklerde sürdüğün, benden sonra yeryüzünde süreceğin sefalar, hem sana, hem o hanımlara mübarek olsun. Onlar benim ortağım değil, kız kardeşlerimdir."

Bu, El Bahilî rivayeti! Başka bir rivayet daha var:

"Hz.Hatice kıskançlık göstermemiş ama rengi uçmuş. Gözleri sonsuz elemle" kaymış, süzülmüş, süzülmüş. Ruhundan kanaya kanaya can vermiş. Bu vak'a Hz. Fatıma annemize ukde olmuş, nihayet dayanamamış, sormuş:

"Babacığım, sen annemi hiçbir zaman kıskançlıkla yaralamadın. Onun üstüne ne nikahlı getirdin, ne cariye aldın. Nasıl oldu da onu ecel üstü böyle üzdün?" Peygamberimiz (s.a.v.):

"Hiçbir kadın, annen gibi ne sevildi, ne yücelendi, ne de bundan böyle sevilir, yücelenir." demiş. "Ulu Hatice hayatın bütün hazzını, elemini övmüş, eritmiş, ne fazilet, ne meziyet varsa hepsini giyip kuşanmış yüce sultandı. Bir tek şey eksik kalmıştı. Kadının asıl cihadı ve gazâsı ki erkeğini" kıskanmak, kadının şehidlik mertebesi ki sevgiliyi bir başka kadınla görmektir. Haticet'ül Kübra bu hali yaşamamış, bir bakıma noksan kalmıştı. Noksan kalacak kadın değildi. Aşk bâdesi tamam olsun diye ecel şerbetine şehidlik şurubu katıldı. İşte annene o sözleri bu sebepten söyledim."

Resulullah, "ayrılık senesinin adını, Mahzunluk yılı" koydu.

Bir yanda ünlü, bu yüzden kuvvetli bir erkek; öte yandan kendisi hakkında doğrudan veya dolaylı olarak fikir yürütülen bir kadın. Evinin duvarlarıyla sınırlı, çoluk çocuğuyla kalabalık; sadakat, iffet, sevgi ve aşkla eli ayağı bağlı. O kadar yılları, o kadar ayrıntıyı, içli dışlılığı, mahremiyeti nasıl anlatsın! Roman yazsa bile olmaz. İşin içinden çıkılmaz. Çünkü iş, içinden çıkılmıyacak mahiyette bir iştir. Gönül işidir, adanmışlıktır. İşte görüyoruz ki dünya ölçülerine ve dünya kelâmına sığmıyor. Onu anlatsa anlatsa ancak bir Peygamber anlatırdı.

Bu yazıyı, o cevapsız bırakılan kadın veya kadınlar için yazdım. Kırgınlıkların, şaşkınlıkların, bir anlam verememelerin, açıklıyamamaların, mahcubiyeti ve çaresizliğiyle sessiz duran kadınlar için!

 

21-9-2003-Afet Ilgaz

 

 

 

Cahit Zarifoğlu sayfaları...

Hayattayken, bir takım edebiyat/şiir mahfillerinin eserlerine 'soğuk' durduğu; çoğu zaman şiirinin anlamsız/anlaşılmaz bulunup kimi zaman 'yok' sayıldığı veya 'görmezden' gelindiği; dünya görüşü bakımından ait olduğu muhitlerin ise, aynı 'dil'i paylaşmaktan uzak oluşları dolayısıyla, genellikle kendisine bir 'yabancı' gibi davrandığı (Haksızlık mı ediyorum?) bir şairdi Cahit Zarifoğlu..

Hatta, diyebilirim ki; o, Mavera'yı birlikte çıkardıkları arkadaş kümesi içinde de 'yalnız', 'tek başına' biriydi.. Bunu, hem kendisiyle görüşmelerimizde yansıyan tavrından ve bu husustaki sezgilerimden, hem de yakın arkadaşlarının yazdıkları hâtıralardan çıkarıyorum.

Yoksa, örneğin, bin bir güçlükle bastırttığı hâlde, akıbeti, İstanbul'daki bir avukatlık bürosunun sobasında kül yığını olmaktan kurtulamayan "İşaret Çocukları"nın yıllarca ikinci baskı yüzü görmeyişinin bir başka anlamı olabilir mi(ydi)? O dönemde bu kitabın önem ve önceliğini kavrayabilmiş hiç mi yayıncı kalmamıştı Cağaloğlu'nda?

Evet, kusur hepimizindi: Bu dünyada yaşarken sahip çıkamadık ona!. Hem kendisine ve hem de verdiği eserlere..

Hani bir deyiş vardır bizde; "Kör ölünce badem gözlü olurmuş" diye.. Türkiye'de, değeri ancak öldükten sonra anlaşılan birçok şair ve yazar gibi Cahit Zarifoğlu da hak ettiği ilgiyi, maalesef ölümünden sonra gördü/görüyor. Artık, eserlerini ve kimliğini/kişiliğini ele alan çeşitli paneller düzenleniyor, kitapları yeniden basılıyor, hakkında yazılar çıkıyor ve bu arada çeşitli dergiler onun için özel sayılar/bölümler hazırlıyor..

Neyse, bu da bir şeydir elbette!..

Bu babtan olarak, "Kitap Haber" dergisi, 15. (Şubat-Mart) sayısını Cahit Zarifoğlu'na ayırmış. Çeşitli imzaların Zarifoğlu üzerine değerlendirme yazıları yanında, şairin ilk defa karşılaştığımız fotoğrafları ve mektuplarından örneklerle daha bir anlamlı hâle gelen dosya, araştırmacılar ve arşivciler için iyi bir kaynak olma niteliğini taşıyor. (Tel.: 0212-520 34 41)

Bir diğer özel sayı, "Vıvo" dergisinin 5-6. (Ocak-Şubat-Mart) sayısıyla birlikte çıkardığı ve "Arşiv: 1" adı altında topladığı çalışmalardan oluşmuş. Gençlerin hazırladığı bu dosyanın da uzun ve yorucu uğraşlar neticesinde gün yüzüne çıktığı belli.. Otuza yakın ismin yazılarıyla renklenen Cahit Zarifoğlu özel ekinin ilgi göreceğini umuyorum. (Tel.: 0224-224 65 24)

Her iki derginin de söz konusu vefakârlığı, söylemek bile fazla, yüzümüzü güldürüyor. Tebrikler arkadaşlar..

Unutmadan, "Okuntu" dergisi de, Haziran sayısında "Cahit Zarifoğlu Özel Sayısı" çıkarma hazırlığı içinde. İlgilenenlere duyrulur..

ideniz@yenisafak.com”ihsan deniz.17-3-2003.

 

 

Not:Bizde vasatı korumak pek de mümkün olmuyor.Bir insan hakkında ya ifrata veya tefrite gidiyoruz.Kendimizin ortaya koyması gerekenden ziyade,başkalarının sahib olduklarının üzerine kendimizi bina etmeye çalışıyoruz.

Burada İsmet Özel’i Cahit Zarifoğlu’yla beraber almış olmam her ikisini aynı kefeye koyduğumdan kaynaklanmamaktadır.Zarifoğlu yazısında da belirtildiği gibi bazen hayatında sahiblenilmeyen bir insana öldükten sonra sahiblenmeye çalışılmakta,beklide onu bayraklaştırıp kendi düşüncesini devam ettirmek için layık olsun veya olmasın devam ettirmeyi amaçlamaktadır.

Yiğidi öldür hakkını yeme kabilinden,her hak sahibine hakkı hakkıyla verilmelidir.

Ben ölçü değilim ancak İsmet Özel’in kitab ve yazıları beni hiç açmadı,ondan olsa gerekki okumayı kendim için bir ihtiyaç hissetmedim.

İnsanların dünyaları farklı olabilir.Nitekim Yeni şafak yazarlarından Yusuf Kaplan 3-4 yazısında,son yazısında bile yazmayacağını söylesede yine de yazmayı hissettiği İsmet Özel’i ifrata varan övgüleri adeta onu savunması,onun kendisini yermesine rağmen göz yaşı dökmesi isabetli bir hareket olmasa gerek.

Bizde genelde yazar belli bir siyasi ve ideolojik görüşü temsil etmesiyle ünlenir.Liyakatıyla değil…Liyakatlı olan herkes tarafından kabul görür.

Özellikle insanların farklılığı ve öne çıkması farklı yazılarıyla ele alınır.Bu farklı yazının isabetli veya isabetsiz olması pek o kadar önemli kabul edilmez.Zira her farklılığın bir kabul edicisi bulunmaktadır.Bazen bu durum caminin duvarına bevletmekle eş tutulur.

Farklı olmak farklı yazmak ve muhalefet etmek demek değildir.Farklılık hakikatı yazmaktadır,hak ve hakikat olarak…(Mehmet Özçelik)