Şaban DÖĞEN

Mehmet Vehbi nasıl “arslan hoca” oldu

 

 

 

Isparta Hacılar köyünden Nur talebesi çoban Halıcı Sabri’nin yanına uğrar. Hoş-beşten sonra Halıcı Sabri, “Hayrola ne bu vaziyet? Ayağın çarıklı, üstün abalı, başın sarıklı nereye böyle?” der.

“Ben çobanım ağabey” diye cevap verir misafir. “Mehmed Vehbi Efendiyi görmeye geldim. Bir müşkilim var, onu soracağım.”

“Söyle ben halledeyim.”

“Senin yapacağın iş değil, ben onunla görüşmek istiyorum.”

“Kardeşim, bu vaziyette sen o muhterem hocamın yanına gidemezsin.”

“Neden?”

“Onun yanına gidebilmek için turist modeli bir ayakkabı giyeceksin—o zamanlar turist denilen sivri uçlu ayakkabılar modaymış—ütülü pantolonun olacak. Kıravat, frenk gömleği, ceket, bir de fötr şapka gerekli. Hoca Efendiyle ancak böyle görüşebilirsin. Ayağının çarığıyla, üstünün abasıyla gidilir mi o muhterem zâta?”

Aslında takılmak istiyordu Halıcı Sabri. Onun sabrını ölçüyordu.

“Ben çobanım, çoban Sabri Efendi. Benim kıyafetim sana nene lâzım. Sen bana Hoca Efendinin adresini söyle yeter.”

Meğer Mehmet Vehbi Efendi de o anda Halıcı Sabri’nin yanındaymış. Sabri Efendi, “Hocam,” demiş. “Ayağı çarıklı, omuzu abalı, başı sarıklı bir misafiriniz var.”

“Buyursunlar” demiş Hoca Vehbi Efendi ve devam etmiş, “Evlâdım, tâ Isparta gibi yerden gelmişsin. Nedir müşkülün?” “Hocam, sormayın bizim oraya Bediüzzaman diye birisi geldi. Cuma namazını kılmazsanız gavur olursunuz’ diyor. (Böyle demezdi şüphesiz Bediüzzaman, maksadı Hoca Efendiyi tahrik edip risâleleri okutmaktı.) Biz de fıkıh kitaplarından okuyoruz. ‘Üç Cumayı terk edenin cenaze namazı kılınmaz’ diye. (Yine tahrik!) İki mescid arasında kalmış bînamaza döndük. Onun eserlerinden iki tane getirdim. Onları okuyup da bana yol gösterin n’olur hocam.”

Sözünü bilmez kimseler gibi, çıkışıp, “Hocam, siz nasıl bir cür’etle Bediüzzaman gibi bir allâmenin eserlerine tefsir değil dersiniz, utanmadınız mı? Allah’tan korkmaz mısınız? Okuyun da öyle söyleyin” dese, tahrik etmiş olur, değil okumasını sağlamak, belki de kovdururdu kendini.

Hemen kitabı alıp okumaya başlıyor Mehmet Vehbi Efendi. Daha açar açmaz helâk olan âlimlerle ilgili hadis-i şerifi görüyor. Sonuna kadar okuyor okuyor; okudukça ağlıyor, okudukça ağlıyor ve yeminle şöyle söylüyor: “Evlâdım, Bediüzzaman, Mehmed Vehbi’nin imansız gideceğini hissetmiş, seni imdadıma göndermiş. Eğer bu eserler elime ulaşmasaydı, onları görmeseydim imansız gidecekmişim ahirete. Bunların böyle güzel tefsir edildiğini önceden bilseydim bütün eserlerimi yakardım. Bunları bana bırak, belki necatıma vesile olur. Git, Bediüzzaman’ın elini, ayaklarının tozlarını öp benim için, beni affetsin.”

Çoban dönüyor Isparta’ya. Kamerayla olup bitenleri seyretmiş gibi talebesi daha gelmeden dış kapıya çıkıp onu karşılayan Üstad, talebesini görür görmez, “Keçeli, sahralar dolusu kırmızı koyun tasadduk ettin” diyerek onu tebrik ediyor. Hani, hadis- i şerifte buyuruluyor ya, “Bir kimsenin imanının kurtulmasına vesile olman, senin için sahralar dolusu kırmızı koyunu sadaka olarak vermekten daha hayırlıdır”2 diye. Üstad bu iltifatıyla talebesinin yaptığı hizmetin önemine dikkat çekiyor, o da, “Sayenizde Üstadım” diye cevap veriyordu.

Talebesi Hafız Ali’nin, “Konya âlimlerinin Risale-i Nur’u yazmakta ve takdir etmekte olduklarını ve tefsir sahibi Hoca Vehbî’nin (r.a.) Risale-i İhlâs karşısında mağlûbiyetiyle beraber, Risale-i Nur’a karşı hayran ve takdirkâr olması münasebetiyle Hafız Ali demiş: ‘Risale- Nur’un bir kerametidir. Öküze et ve arslana ot atmaz. Öküze ot verir, arslana et verir. O arslan hocanın en evvel, İhlâs Risaleleri eline geçmiş”1 diye ifadelerin yer aldığı mektubunda bahsettiği arslan Hoca işte Konyalı bu Mehmet Vehbi’dir.

Dipnotlar:

1. Kastamonu Lâhikası, s. 198.

2. Buharî, Cihad: 103; Müslim, Fezâilü’s-Sahabe: 34.

19.02.2005