Meşveret ve ehemmiyeti
Mehmet Kırkıncı

YAPILACAK MEŞVERETLERDE, Kur'an hizmetine taal­lûk eden mes'eleler hakkında en isabetli ve en mâkul görüşü ortaya çıkartmak için ehil kimselerin mütalâasına müracaat etmek gerekmektedir.

 

Cenâb-ı Peygamber (S.A.V.), "Müşavere edilen emin­dir." buyuruyor. Çünkü, müsteşar yani kendisiyle İstişare edilen zat, emin, mütefekkir, müstakim, tesirata tâbi olma­yan, gadap göstermekten beri, pek ciddi, halim, sabırlı ve hayırhah olmalıdır. Yani hayır okumalı, hayır konuşmalıdır.

 

Zira, bir Hadîs-i Şerifte, "Her kim kendisiyle müşavere­de bulunan kardeşine bildiği halde, hilâfına bir beyanda bulunursa şüphesiz hiyanet etmiş olur." Ayrıca, "Her kim istişare ederse rüşde mazhar olur, her kim müşavereyi terkederse hatâdan kurtulamaz." mealinde bir hadîs-i şerif de vardır.

 

Şüphesiz her insanda hissiyat bulunur. Bu sebeble meşverette daima müsbet mes'eleleri nazara vermek ge­rekmektedir. Menfi mes'elelerin zikrinde kalbler rencide, fikirler rahatsız olabilir. Şevkler kırılır. Güzel sıfatlar orta­ya konduğu vakit, tahtından menfi şeylerde anlaşılmış olur. Şeytana lanette bir fayda yoktur. Ama Bismillah der­seniz hem sevap işlemiş, hem de şeytanı kaçırmış olursu­nuz. Bu sebeple güzel ve ınüsbet şeyleri konuşmak, şûra­ya güzel fikirler getirmek lâzımdır.

 

Meselelerimiz müzakere edilirken, halden ziyade istik­bâl nazara alınmalıdır. İstikbâli dikkate alarak adım atmak güzel bir tedbirdir. Hizmetteki kardeşlerimizi değerlendi­rirken de bu ölçüyü dikkate almak gerekmektedir. Bir ar­kadaşımız günah işlemişse hatası varsa, yere batırılmaz. Ona tevbe et denilir. Belki o istikbalde yıkanabilir, temiz­lenebilir. Hatta emsallerinden çok daha ileri geçip, terakki edebilir. Hâlde olan kusurlarımız ile birbirimizi batırmaya, hatalarımızı ifşa etmeye gidilmemelidir. Bu düsturlara gö­re hareket edersek fayda göreceğiz. Öyleyse takip edeceği­miz yol, müsbet harekettir, müsbet konuşmaktır. Tatlı, mâkul yerinde ve hilimle konuşmaktır. Bu sebeple meşverete taalluk eden birkaç düsturu nazara vermekte fayda mülâhaza etmekteyim.

 

- Evvelemirde, reyi alınan şahıs kendi arzu ve temenni­sini ibraza değil, hakikatin hükmünü izhara müteveccih olmalıdır. Bu noktadan hareket ederek mes'elelerimiz de­ğerlendirilmelidir.

 

- Müşaverede bir fikr-i ilmî ile hakikati ortaya çıkartmak ve ekseriyetin reyine ittiba etmek şarttır. Yani mes'elelerimizi ilim ve fikrin ışığı altında müzakere edeceğiz. Fikir ve ilmin kuvveti ile hareket edersek aşamayacağımız mâni yoktur. Bir mes'ele reddedilecekse ilmen reddedilmeli, ka­bul görecekse ilmen kabul görmelidir. Böylece mes'elelerimiz kanun, kaide ve düsturların süzgecinden geçmiş ola­caktır.

 

- Bazen bir mes'elenin müzakeresinde bir veya birkaç fi­kir makûl olabilir. Yahut her fikrin hakikat tarafları bulu­nabilir. Hak da taaddüd edebilir. O zaman yapılacak iş şu­dur: El-hükmü lil-ekser kaidesince ekseriyetin görüşüne uymak, kendi fikir ve arzusunu terketmektir. Meşveretin hukuku noktasından buna uymak gerekli olduğu gibi, ittihad ve tesânüdün te’sis ve devamı noktasından da ekse­riyetin kanaatına katılmak elzemdir. Psikolojik olarak da ekseriyetin kanaatına iştirak etmek insanı rahatlatır. Üsta­dımızın beyan buyurduğu üzere, hakkın hatırı için, nefsin hatırını kırarak, hakikati ortaya koymak daha sevablıdır. Aksi halde, müşavere, yerini, muhtelif hislerin müsademe ve cidaline terkeder; -Allah korusun- inkıraz ve itirazı müstelzim olur.

 

İnsan vücudundaki bir azadan ruh çekilse, artık o uzuv çalışamaz, felç olur. Vücud sıhhati için, ruhun bütün aza­larla teması şarttır. Üstadımızın vefatından sonra bir çok hadiseler bize ders vermiştir. Bir kardeşimizin kopup git­mesi ile bir mücevherat kaybediyoruz. Giden bizden gidi­yor. 10 kuruşun gitse arıyorsun, 100 kuruş kaybetsen onun ızdırabmı çekiyorsun. Bir insanın kolunu kaybetme­si ne ise, bizler için davamız noktasından bir insanın kay­bedilmesi de odur. Bir kardeşimiz gidince bir azamız felç oluyor.

 

Başka bir misâl ile, bir hatip bir camide konuşur sair ca­milere hoparlör bağlanır. Böylece bîr ses binlerce yerlerde dinlenebilir. Bir camide hoparlör bozulursa, o camiye ses gitmez. Bu misâl gibi her bir kardeşimiz bir hoparlör hük­mündedir. Bir memleketteki bir Kur'an hizmetkârında arı­za olursa, oraya sesimiz gitmez olur. Halbuki senin mak­sadın her camideki cemaata sesini duyurmaktır. Öyleyse vazifemiz hoparlöre hürmet etmek ve onu muhafaza et­mektir, însan bozulan bir alete kızmaz, küsmez. Belki onu tamir eder. "Niye bozuldu?" diye çekiçle kafasına vurur­san, külliyen onu kaybedebilirsin. Kızmaktan ziyade tut­mak, hiddetten ziyade muhabbet ve şefkat ile tedavi etmek gerekir. Hamiyet ve dava ruhu bunu gerektirdiği gibi, maslahat ve akıllılık da budur.

 

Kardeşlerim, bizler çok büyük bir davayı yüklenmişiz. Sırtımızda büyük bir mes'uliyet var. Elbette büyük bir taşı kaldıran 20-30 adamdan bir-ikisi bu hengâmda birbiriin ayağını çiğneyebilir. "Niçin benim ayaklarımı çiğnedin?" diye ellerini taştan gevşetmek kâr-ı akıl değildir. Hikmet nazarıyla mes'elelere bakmak gerekmektedir. Kardeşlerimizi ancak tamir ile kazanabiliriz. Biz, bize düşen vazifeyi yapar, gerisini kadere havale ederiz. Aksi halde, bu ihmalimizden mesul oluruz. Bu ulvi hisler kalplerimizi doldurursa, o zaman Rabb-ı Rahîm merhamet eder, O'nun (C.C.) rahmeti cemaat üzerine nazır olur. "Yedullahi alel-cemaati" hakikati zahir olur.

 

Cemaata taallûk eden mes'elelerin bîr ferdin fıkr-i inhi­sarına terkedilmesi, netice itibariyle, azim zararlara ve su-i zanlara sebebiyet vereceğinden din-i islâm, meşvereti em­retmiştir. Elbette cemaatin mes'eleleri bir şahsın fikrine bı­rakılmayacağı gibi, bir ferdin sırtına da yükletilemez. Kal­dı kî, bir insanın fikrî ne kadar doğru, ne kadar müstakim olsa bile, çıkacak kararların bir cemaatin fikrinden süzülmesinde pekçok faydalar vardır. Yapılacak o hayırlı işe herkes hissedar olur. Şahıslar çeşitli su-i zan ve ithamlar­dan kurtulur. Beraber düşünüp, mes'eleleri birlikte müta­lâa etmenin bereketi bol olur.

 

Nitekim, Fahr-i Kâinat Efendimizin meleke-i maddiye ve maneviyesiyle bütün nasın en ekmeli olduğu halde as­habı ile müşavereye -mintarafillah- memur olması, ümmet için müşavereye riayetin lüzumunu açıkça göstermektedir. Hz. Peygamber (S.A.V.) aklı, şuur ve idrak kabiliyetiyle, hasılı bütün letaifiyle, bütün peygamberin ve meleklerin mertebece en ekmeli iken, müşavere ile emrolunması, biz­ler için meşverete ne kadar ihtiyaç olduğunu ortaya koy­maktadır. Onun için, ekser ulemâ, meşveretin vacip olduğunu beyan buyurmuşlardır. İstişare neticesinde alınan kararlara muhalefet isyandır, günahtır.

 

Evet dâva arkadaşlarıyla istişare eden, onların muhab­bet ve teveccühünü kazandığı gibi, kendi kadir ve kıymeti­ni de arttırmış olur. Ayrıca müşaverenin psikolojik fayda­sı vardır. Bir kardeşimizle bir mes'eleyi müşavere edersek, kendisine kıymet verildiği kanaati ile o kardeşimizin hiz­metteki şevk ve gayreti ateşlenecek, hizmet arzusu kuvvet kazanacaktır. Bu nokta da unutulmamalıdır.

 

Vahdet-i tedris, vahdet-i terbiye ve vahdet-i his ile ha­reket eden bir cemaatin meşvereti, elbette muzafferiyetle neticeleneceğinden şüphe yoktur. Bir kısım cemaatler ha­kikati akıl ile idrak ettikleri halde, hareketlerini hisse bina ederler. Neticede his akla hakim olur. Bir cemaat ki his ile hareket edip aklın dizginini hissin eline verirse, müzminleşmiş bir hastalığa ilâç nafî olmadığı gibi, böyle bir cema­ata da meşveret hiç bir fayda sağlamaz.

 

Her kemale bir noksanı karıştırmak, şu âlem-i kevn-ü fesadın mukteziyatındandır. Bizler, her yönümüzle mü­kemmel değiliz. Hizmetimize taallûk eden mes'elelerde en makûlü aramak ve isabet kaydetmek için meşverete muh­tacız. Meşverette -velev ki isabet etmese- çoğunluğun re­yine itibar etmek gerekir.

 

Resûl-i Ekrem (S.A.V)'in kendi reyine muhalif olarak çoğunluğun reyine uyduğu bir vakıadır. Nitekim, Uhud sa­vaşında önce Hz. peygamber (S.A.V.) savaş hakkında ashabıyla müşavere etmiş, kendi re'yi Medine'de kalıp müş­rikleri karşılamak iken, cemaatin ekseriyetinin re'yine uymuştur.

 

Dikkat ediniz... Ekseriyetin re'yinin isabetsizliğini bil­diği halde onlara uyuyor. Nübüvvet gözlüğü ile biliyor ki, "Hz. Hamza'yı vereceğim. Uhud'da paramparça ettirece­ğim." Biliyor ki, "70 kadar güzide sahabeyi bu savaşta biçtireceğim. Ama hepsi meşverete, meşveretin hukukuna, meşveretin anlayışına feda olsun... amcam dahi olsa mü­şavereye feda olsun..." İşte meşveret bu demektir!...

 

Hz. Resûlullah (S.A.V.) istişare uğruna başta amcasını ve güzide sahabelerini feda ederken, biz bîr yumurtamızı feda edebiliyor muyuz?

 

İstişarede Peygamberimizin (S.A.V.) re'yi hilâfına giri­şilen savaşta bir kısmı sahabelerin de Emr-i Nebeviye mu­halefet ederek yerlerini terketmesiyle İslâm ordusu dağıl­mış, başta Hz. Hamza olmak üzere, bir çok güzide sahabe de şehid olmuştu. Hal böyle iken, Resül-i Ekrem (S.A.V.)'in hâdiseyi teessür yerine, tebessümle karşılama­sı, ashabını itham yerine takdir etmesi, kalplerini kırmak yerine, onlara iltifat etmesi, gayz ve hiddet ile itmek yeri­ne, şefkat ve merhamet ile onları kendine çekmesi, bizler için en büyük bîr ders-i ibrettir. Cenab-ı Hak da bu müm­taz davranışı te'yid ve sena makamında Al-i İmran Sûresi 159'uncu ayette şöyle buyurmaktadır: "Şimdi, Allahü Teâlâ'dan bir rahmet sebebiyledir ki onlara yumuşak davrandın ve eğer sen çirkin huylu, öfkeli, katı yürekli olsay­dın, elbette etrafından dağılırlardı. Artık onları affet onlar için istiğfarda bulun ve onlar ile iş hususunda müşavere et." şu noktaya dikkatinizi çekmek İstiyorum: Resûl-i Ek­rem (S.A.V.) efendimiz, bir kısım sahabeye "benden emir gelmedikçe -muzaffer olsak bile- katiyyen yerlerinizi terketmeyinîz," diye emir buyurduğu halde, savaşın bidaye­tinde İslâm ordusunun muzafferiyeti zahir olmaya başla­yınca, geçidi tutmak ile vazifeli olan sahabeler yerlerini terk ettiler. Ve malûm hâdise zuhur etti. Hal böyle iken, dikkat ediniz! Cenab-ı Hak, emr-i nebeviye muhalefet eden sahabeler ile meşvereti Peygamberine emrediyor. De­mek ki, her söz tutmayan, yere batırılmaz. Ben bir cihetle söz tutmuyorsam, sen de diğer bir cihetle söz tutmuyor­sun. Sen beni affedersen, ben de seni affederim. Allahü Azîmüşşan da (C.C.) hepimizi affeder.

 

Hz. Resûlullah (S.A.V.) hâdiseyi tebessümle karşılıyor. "İslâm battı. Perişan olduk..." demiyor, hiddet ve şiddet eseri göstermiyor.

 

İnsan, dâvası için hiddet edebilir. Ama aynı şeyi hilm ile yapmak mümkündür. O işi hilm ile söylersen, hem ka­bul eder, hem de sana hürmetini devam ettirir. Ama hid­det gösterdiğin vakit, en azından kalben sana muhalefet eder, yahut inat damarı ile muhalefetini artırabilir.

İlim ile hilnmi bir araya getirdiğimiz zaman çift kanatlı oluruz. O zaman, uçamıyacağımız bir zirve, geçemiyeceğimiz bir derya, aşamıyacağımız bir engel kalmaz. Aksi halde, kardeşlerimize sert ve haşin davranırsak; bir gün, beş gün derdimizi çeker, sonra da "Artık yeter..." deyip dağı­labilirler.


 

İşte, Kur'an-ı Kerim bu âyeti kerime ile bizlere önemli üç hayati düsturu ders vermektedir:

 

1- Mü'minlerin birbirlerine karşı -velev ki hata ve ku­surları olsa bile- yumuşak davranmalarını; cemaatı muha­faza etmenin ancak bu tarz ile, yani kavl-i leyyin ile müm­kün olabileceğini; katı, sert, sakat hareketlerin ise birlik ve dirliği bozup, tesanüd ve ittifakı dağıtacağını ders vermek­tedir.

 

2- Kur'an hadimlerinin birbirilerinin kusurlarını bağış­lamalarını ve affetmelerini tergip etmektedir.

 

3- Cenab-ı Hak, bu âyet ile Resul-i Ekrem'ine ashabıyla meşvereti emretmektedir.

 

Uhud savaşından önce yapılan istişarede ashabın, re'yinde isabet kaydetmediği malûm olduğu halde, savaşın sonunda Cenab-ı Hak'ın Hz. Peygamber'e (S.A.V.) ashabıyla meşvereti beyan buyurmasında şu önemli nükte or­taya çıkmaktadır: Hüsn-ü niyet ile yapılan meşveretin neticesinde hata tebeyyün etse bile meşverete ittiba edenler mesul olmazlar. Mezkûr hakikatlara binaen, bu azim kudsî hizmeti muhafaza etmek için, bazı fikrî fedakârlıklarda bulunmak gayet yerinde bir hareket olur. Hakk'ı bulduk­tan sonra hakda ihtilâf edilmemelidir.

 

Bir gaye uğruna başını feda eden insanlar tarih boyun­ca çok çıkmıştır. Davası için başını vermek kolaydır. Bu kudsi dâvada fikren haklı olsa bile meşveretin hukuku na­mına fikrî fedakârlıkta bulunmanın baş vermekten çok de­fa daha üstün, hizmetin devamı açısından çok daha elzem olduğu katiyyen unutulmamalıdır.

 

Herkesin mes'elelere intikali bir olmaz. Senin idrak ettiğin, ehemmiyetine inandığın bir mes'eleyi, bir kardeşi­miz bazen l veya 2 sene sonra anlayabilir. Derin mes'eleler çok geç anlaşılıyor. Hizmetin semeresini görmek için sabredecek ve bekleyeceksin. Bir insanın ayağı kırılmış ise, o ayak ancak 6 ayda tutabilir. " Ben 6 ay bekleyemem" dersen, bir ayaktan mahrum olursun, 6 ay sabredersen bir ayak kazanacaksın. Acele ederek ayağımızı tahtadan yap­maya kalkışmayalım. Teenni ve sabır ile arkadaşınızın ba­şını beklerseniz, hu zillet değildir. Ben bir zamanlar Anka­ra'da hastahanede yattım. Hastahanede bir doktor vardı. Hastaların önünde eğilip, kalkıyordu. Hergün usanmadan sabahtan tâ akşama kadar hastalarıyla şefkat ve ihtimam ile meşgul oluyordu.

 

Bizler de bir doktor gibi arkadaşımızın hatasını düzelt­mek için şefkat ve merhametle onunla meşgul olursak; emin olunuz bu hareketimiz zillet değildir. Doktorun hiz­meti zillet midir? Hasta öksürebilir, kusabilir. Ona "Sen ni­çin öksürüyorsun?" denilebilir mi? Hastanın yapmış oldu­ğu kabahati doktor da işleyebilir mi? Hastanın derdini kim dinleyecek?

 

Evet... Hasta kabul ettiğin arkadaşının kusurunu teda­vi edeceksin, tarz budur. Muvaffakiyetin şartı da budur. Unutmamak gerektir ki, böyle bir asırda, böyle bir kudsî dâvanın hizmetine talib olanlar, ancak birbirilerinin kemalat ve meziyetlerini ta'mim etmek ile dâva şuuruna erebilirler.

 

Unutmamak gerekir ki, birbirilerini çürütmeye çalışanlar hem kendilerini hem dâva arkadaşlarını zîşeref bir istikbâlden mahrum ederler. Kardeşlerini ihtiram ile yâdedenler, hürmetle yâd olunurlar.

 

Bir zamanlar bir şeyh, müritleriyle bir yerden geçerler­ken bir hayvan cifesine rastlarlar. Ölmüş hayvanın pis ko­kusu etrafa dağılmış olduğundan müritler burunlarını ka­patıp, yüzlerini çevirirken; şeyh tebessüm ederek "Ne ka­dar güzel dişleri var, inci gibi parlıyor" der. Herşeyin medhe lâyık tarafları bulunabilir. Bu noktaları nazara vermek gerektir.

 

Sevda-yı kalbimiz, maşuka-yı vicdanımız hizmetimizdir, davamızdır. Şahsımıza ve hizmetimize taallûk eden mes'elelerde kendi hakkımızda tecviz-i kusur etmememiz, fakat tesanüdün muhafazası için dâva arkadaşlarımızın kusurlarını bağışlamamız hizmetimizin saadeti ve selâme­ti için elzemdir.

 

Mecnun çöllerde ahularla dolaştı. Ahuların gözleri Ley­lâ'nın gözlerine benzediği için onlardan ayrılmıyordu.

 

Sevdamız dâvamız ise, kardeşlerimiz de o dâvanın göz­leridir. O gözleri dâvan için sevmelisin.

Şu hizmetimiz ittihad ile kaimdir. İttihadın devamı in­saf ve fazilet ile bağlıdır. Fazilet ittihada vesile olamazsa, o fazilet fazilet değildir. İttihada kuvvet vermeyen kemâlat, yabani meyve ağaçlarına benzer. Meyvesi vardır. Lâ­kin acıdır. Kimseye menfaati yoktur.

 

Binaenaleyh, tesanüd ve muhabbeti perçinleyici bir ruh içerisinde hasr-ı gayret, hem mesleğimizin iktizası, hem de hissiyat-ı ruhaniyemizin icabatındandır. Çünkü, hizmette kat' olunacak mesafe bu sırra taallûk etmektedir. Malûm olduğu üzere merkezi merkez eden, muhitin intizamıdır. Muhitin eğilip bükülmesi merkezi bozduğu gibi, merkez­deki zerre miskal bir inhiraf da muhitte kapatılması fevka­lâde müşkil gedikler açar. Katiyyen unutmamak gerekir ki, güzel tedbir ve hilm bir cahili, alim kadar faydalı kılar; de­miri altın; kömürü elmas yapar.

 

Ferdi ihtilâflar ve şahsî dargınlıkların umumî yerlerde ve cemaat içerisinde konuşulması, faydadan ziyade pek-çok zararları netice verebilir. Evvelâ, karşılıklı ithamlar, akıl yerine hissiyatı, hakikat yerine fikirlerin tahakkümü­nü, muhabbet ve uhuvvet yerine, tesanüd ve tenafürü ziyadeleştirir. O zaman, o meclis enaniyetlerin tatmini, ne­fislerin tahakkümü için müsaid bir zemin olur. Hem de bu ahval, cemaatin şevkini kırar, huzurunu dağıtır. "Çok sıkı tutmayınız. Herkes bir meşrepde olmaz," ifadesini esas alarak ferdi ihtilâfların hususi sohbet ve irtibatlar vasıta­sıyla halline gidilmelidir. Bu işin tedavisi lâyık ellere hava­le edilmelidir. Her insan yara saramaz, her insan doktor­luk şefkatini taşıyamaz. Bu çeşit ihtilâfları vaz-u nasihat ile, telkin ile, zamana bırakmakla tedavi etmelidir. Zaman en büyük yardımcımızdır. Zaman, en insafsız insanı dahi insafa getirir.

 

Bazı fertlerde kıymetli fikir bulunabilir, hatta niyeti de halis olabilir. Lâkin, o fikir ve ihlâs, şiraz-ı vahdetimize kuvvet ve himmet vermekle değer kazanabilir. Kardeşleri­mizin meziyet ve kabiliyetleri ancak ittihad ile bir havuza dökülürse kemâlat bostanları yeşerîr. Eğer, ihtilâf ile bu havuzun menfez ve delikleri açılırsa, o vakit şûristana dağılıp diken ve yabani ot olmaktan başka ne faide temin edebilir?

 

Cemaatten maada tarik-i selâmet yoktur. Muazzez üs­tadımız "Muhalefet aczden kaynaklanır" buyuruyor. Ekse­riyetin reyine kuvvet vermek ve perçinleşmiş bir hizmet anlayışını zayıf düşürtmemek için, niza ve muhalefet ka­pısını kapatmak gerektir.

 

Hizmetimiz, âlemin her türlü tabakalarına, yani alem-i kâinat, âlem-i hayat, âlem-i insan, âlem-i âhirete taallûk eden şümullü bir hizmettir. Mes'eleleri değerlendirirken hizmetimizin kül ve külliyetini, yani gayet geniş çerçeve­sini dikkate almak lâzımdır. Nazarımıza sadece bir iki cüz'i mes'eleyi takıp hislerimizi de bir kısım mevzii mes'eleler üzerinde teksif eder, düşünce ve anlayışımızı sadece o noktalara hasreder ve bu noktalardan hareketle haklı olduğumuzu dâva edersek; o zaman hizmetin külli­yetini görmemek gibi bir mugalata ile bir hata-yı azîme düşebiliriz. Nazarını cüz'i mes'elelere hasreden, külliyeti idrak edemez.

 

Hizmeti umum insanlara bakan muhteşem bir fabrika­nın bir veya iki çarkındaki muvakkat arızayı gören kimse­nin, o arızayı tamir etmek yerine, fabrikadan çekilip umum varidattan mahrum kalması kâr-ı akıl değildir.

 

Çok dikkat gerektir. Bazen bir damlada tufan, bir cüm­lede cihan nihan olur. Bu gibi durumlarda hamiyet-i dini­ye, afv ve mülayemet, temkin ve tedbir imdada yetişmez­se; mes'ele his, vehim ve hayalin dağınık bulutları içeri­sinde mütalâa edilebilir. Bu ahval de -Allah korusun- hiddet ve isyanları, yıkılış ve çöküşleri netice verebilir.

 

O zaman sadırlar gayz ile dolar, fikirlerde inad ve taassub yerleşir. Gözler ve bakışlar hased kıvılcımları saçar.

 

Bu hizmette, her zaman teenni ve nezaket ile davran­mak gerektir. Kalpleri Allah'ın rızasıyla meşbu olup, hiz­met aşkı ile yürüyenler, zihinlerde başka şeylerle kurul­mamalıdır. Çimenli, çiçekli, çok ferahlı ve müncezip yollar vardır ki, nihayetleri gül ve gülistandır. Güzel yüz, tatlı söz, kalp metaneti ve hatır hoşluğu ile, fitne kapısını ka­patıp şeytanın tahribatına karşı kalb ve hissiyatımızı siper etmemiz gerekmektedir.

 

Resûl-i Ekrem (S.A.V.)ın "Her ümmetin bir emini var­dır. Ebu Ubeyde de benim ümmetimin eminidir." diye bu­yurduğu Hz. Ubeyde'nin (R.A.), vefatı Nebevi'den sonraki karışıklıklarda söylemiş oldukları şu sözler, ne kadar ibretâmiz, ne kadar düşündürücüdür: "Ey müslümanlar kendi elinizle yapmış olduğunuz bir hizmeti yine kendi elinizle yıkmayınız.."

 

Mazi bir kitabdır. İbret ve emsaller ile doludur. Bugün dünün aynıdır. Yeni bir şey yoktur. Değişen sadece renk­lerdir, ittihadını muhafaza edemeyen nice nice devlet, mil­let ve cemaatler yıkılıp hâk ile yeksan olmuşlardır. İşte Endülüs... İttifak ve tesanüd ile kuruldu, ihtilâflar ile yıkıldı.

 

Malûmunuz olduğu üzere Tarık bin Ziyad, İspanya'ya geçince, gemileri yaktırdı. Askerlerine hitaben: "Arkamız deniz, Önümüz düşman... Muzafferiyetten başka çaremiz yoktur." dedi.

 

Tuleytula'yı kuşatırken askerde ricat alâmeti gördü­ğünde de ordusuna hitaben: "Askerlerim, şehitlik ilerde­dir. Gazilik de ilerdedir. Cennet de ilerdedir. Geride birşey yok.." buyurdu.

 

Evet kardeşim, Cennet ilerdedir. Beka ilerdedir, lika ilerdedir, muzafferiyet ilerdedir.

Üstadımızın "Kardeşlerimden rica ederim ki sıkıntı ve­ya ruh darlığından veya titizlikten veya nefis ve şeytanın desiselerine kapılmaktan veya şuursuzluktan, arkadaşlar­dan sudur eden fena ve çirkin sözleriyle birbirine küsme­sinler ve 'Haysiyetime dokundu' demesinler. Ben o fena sözleri kendime alıyorum. Damarınıza dokunmasın. Bin haysiyetim olsa, kardaşlarımın mabeynindeki muhabbete ve samimiyete feda ederim." sözleri kulağımda çınlamak­tadır. Anladığım kadarıyla bizim hatamız, Nurun şayan-ı hayret ve ibret mizan ve mihenginin hakimiyeti altına lâyık-ı vechi ile girmememizden; efkârımızı, ef’alimizi, ahva­limizi, O'nun tanzimi ile nizama koymamamızdan kay­naklanmaktadır. O'nun kudsî kanunlarını fert ve cemaat olarak temessüle mecburuz...

 

Evet, memur olmak başka, mütemessil olmak başkadır.

 

Evet, "El insafü hayr'ül evsaf." insaf, vasıfların en hayırlısıdır. İnsan, vicdana hizmet şuuriyle hakim olabilir. Hizmet­te ileri; teveccühde geri olmak, ehl-i hamiyetin şanındandır. Hz. Ebubekir'in (R.A.) hilafet ile ilgili olarak beyan buyurduğu "Bu, onundur ki, o senindir denilir; o benim diyenin değildir." hakikati bizler için güzel bir mihenktir.

 

Hz. Ömer'in (R.A.) sahabeler içinde faziletmeab bir ferd-i feride söylemiş olduğu şu sözler hepimiz için daima değerini muhafaza eden bir mizandır: "Bu ümmetin kes­kin kılıcısın, eğilip de kesmez olma; bu ümmetin tatlı su­yusun acıyıp da bozulma."

 

Cenab-ı Hak cümlemizi sökükleri dikici, eksiklikleri ik­mal edici, yarık ve çatlakları kapatıcı, gedikleri seddedici, müşfik, munsıf, müdebbir, müteyakkız hadimlerden eyle­sin. Âmin.

("Hikmet Pırıltıları, Zafer Yayınları" kitabından alınmıştır)

2005-01-24

Mehmet Kırkıncı