ALİ ULVİ KURUCU’NUN DİLİNDEN MUSTAFA SABRİ EFENDİ

   

Müferrih b. Süleyman el-Kavsi (Türkçesi: Tevfik İŞCAN)

Efendim Mustafa Sabri Efendiyle olan ilişkinizden bahseder misiniz?

Altı seneden daha fazla kendisiyle beraber oldum. Bu süre zarfında hizmetinde bulunuyor, meclislerine katılıyor, bütün ilmi derslerine evinde devam ediyordum. Aynı zamanda kendisine en çok hayranlık duyan ve kitaplarını en çok okuyanlardan biriyim.



Mustafa Sabri Efendinin kardeşleri var mıydı?

Onun bir tek ağabeyi vardı ki kendisini çok sever ve hep ilimle iştigâle yönlendirirdi kendisini. Hatta Şeyhu’l-İslâm [Sabri Efendi] bir keresinde şunu anlatmıştı: İstanbul’da medreseyi bitirdiği vakit kendisinden mezuniyet imtihanına girmesi talep edilmiş –ki bu imtihan bizim memleketimizde “Ruus imtihanı”[1] diye maruf olan ve Ezher’deki “Âlimiyye” imtihanına karşılık gelen bir imtihandır– fakat Şeyh o imtihana girip girmeme hususunda tereddütte kalmış. O zaman ağabeyi imtihana girmesi hususunda kendisini cesaretlendirmiş ve hatta ısrar ederek demiş ki: “Sen zeki bir talebesin ve ulûm-i İslâmîyede iyi bir noktaya geldin; ilerlemen ve bu imtihana mutlaka girmen lazım, inşâallah başaracaksın.” Şeyh bunun üzerine imtihana girmiş ve en üstün dereceyle imtihanı kazanmış. Bu ağabeyi, Şeyhu’l-İslâm Türkiye’den hicret etmeden evvel vefat etmiştir.

Tahsil Hayatı

Şeyhu’l-İslâm’ın İstanbul'daki hocaları kimlerdi?

· Sabri Efendi İstanbul'da Gümülcineli Ahmet Âsım Efendi'den ders okumuştur. Ayrıca Usul-i Fıkh ve Akâid dersleri veren Âtıf Bey'den ders okumuştur ki Şeyh kendisinin ilmine ve otoritesine hayrandı.



Şeyhu’l-İslâm’ın kıraat ilminde de mütehassıs olduğunu duymuştum, bu doğru mudur?

· Evet, Allah rahmet eylesin hocamız Hâfızu'l-Kur'ân idi ve çok güzel Kur'ân okurdu. Kıraat ilmini Sultan İkinci Abdülhamid'in Yıldız Sarayı’ndaki kütüphanesinde görevli iken zamanın reisü'l-kurrası olan Köse Niyazi Efendi'den okumak suretiyle tahsil etmiş ve bu ilimde icazet almıştır.



Şeyh’in Türkiye’den hicret edene kadar ilmî hayatı ve yetişmesi nasıldı?

· Hocamızın çok diri bir ilmî hayatı vardı. Sultan Abdülhamid Hân’ın huzurunda icra edilen "Huzur dersleri"ne[2] iştirâk ederdi. İslâmî İlimler Cemiyeti’ne katıldı ve Dârul-Hikmeti'l-İslâmiyye'ye aza olarak tâyin edildi.[3] Bütün bu faaliyetleri Fâtih Câmii medresesinde verdiği derslere ilaveten sürdürüyordu ki, o vakit Fâtih medreselerinde kadim Ezher geleneğinde olduğu üzere bir program uygulanıyordu. Sabri Efendi Fâtih Külliyesi’nde Tefsir, Hadis, Fıkıh, Siyer gibi İslâmî ilimleri okutuyordu. Bunun yanında Arap Dili ve Edebiyatı dersleri de veriyordu; bu derslerde talebelerine Allame Sadeddin Taftazâni'nin Mutavvel'ini okutuyordu.

Kâmil Miras Talebesi



Fâtih Medresesi’nde kendisinden ders okuyan talebelerinden tanıdığınız kimse var mı?

· İmam Buhari'nin Sahih'ini şerhetmiş olan çok değerli bir âlimi tanıyorum: İsmail Kâmil Miras. 1955 senesinde kendisini ziyarete gitmiştim, o zaman kendisi yaşlı bir insandı. Kendisine dedim ki: “Efendim, Şeyhu’l-İslâm Mustafa Sabri Efendi'yi tanır mısınız?” Dedi ki: “Çok iyi tanıyorum, kendileri benim hocamdır, üstadımdır.” “Bu nasıl oldu?” diye sordum, şöyle anlattı: “Memleketim Afyonkarahisar'da okulu bitirdiğimde eğitimimi sürdürmek için İstanbul'a gittim. Orada bir müddet kaldım, bu esnada Fâtih, Bayezid ve Ayasofya Câmileri’ndeki ders halkalarını dolaşıyordum. Bu dolaşmadan maksadım kendisine talebe olacağım en uygun hocayı bulabilmekti. Gelişimin yedinci günüydü Fâtih Câmii’nde bir belâgat dersine oturdum, dersi yaklaşık yirmi beş yaşlarında çok muhterem bir hoca efendi veriyordu. Kendisini bir müddet dinledim, baktım ki, Sadeddin Taftazâni'nin belâgatla ilgili Mutavvel isimli kitabını okuyordu. Kitabın beyitlerini şerh ediyordu, öyle mükemmel açıklıyordu ki beni büyüledi, adeta aklımı başımdan aldı. Etrafımdakilere bu zâtın kim olduğunu sordum, dediler ki ‘O Tokatlı Mustafa Sabri Efendi'dir’. On sene süreyle derslerine devam ettim, kendisinden ilim ve feyiz aldım. Bu on senenin sonunda da kendilerinden icâzet alma şerefine nâil oldum.”



Klas Duruşu

Bilindiği üzere kendileri Osmanlı Meclisi’nin bir âzası idiler; acaba yaptıkları en önemli icraat ne olmuştur?

· Şeyh Efendinin en meşhur icraâtı İttihatçılara karşı mukâvemeti olmuştur. Mesela Kânûn-i Esâsî’nin 35. maddesinde bir değişiklik önergesi verdikleri vakit uzunca ve etkili bir konuşma yaparak buna karşı çıkmıştır. Onların bu değişiklikten maksatları bu kanunu kendilerine parlamentoyu dağıtma ve Padişahı hal' etme yetkisi verir hale getirmekti. Tabi bu sayede kanunlarla diledikleri gibi oynayabilecek ve değiştirebileceklerdi. Sabri Efendi bu konuşmasında şunları ifade etti: “Bilinmelidir ki, Padişah yönetim hakkını Kitap ve Sünnet'ten almaktadır. Şayet Hakk'tan ayrılacak dalâlete sapacak olursa İslâm onun hal' edilmesini emretmektedir. Ancak O, İslâm yoluna tâbi olmaya devam ediyor, Hakk'dan ayrılmıyorsa o takdirde Parlamentonun onu hal' etme hakkı yoktur. Bilindiği üzere İslâm ancak kendisine tâbi olunan bir dindir, bir nizamdır, halbuki ey İttihatçılar! Siz onu tâbi olacak hale getirmek istiyorsunuz, ve siz kanunlarda heva ve heveslerinize uygun dilediğiniz gibi değişiklik yapmak istiyorsunuz. Siz sabit olması gerekenle değişip gelişmesi gerekenin sınırlarını çizme konusunda büyük bir hata yapıyorsunuz. Zannediyorsunuz ki insanın sürekli değişip geliştiği gibi kanunların da değişmesi ve gelişmesi lazımdır. Bu doğru değil! Bilesiniz ki, kâinatta bazı değişmez sabit hakikatler vardır, bir de değişken olan şeyler vardır. İnsanın fiilleri değişir ve gelişir, ancak Allah'ın ahkâmı, Allah'ın koyduğu kanunlar değişmez, Rasulullah'ın sünneti sabittir asla değiştirilemez. Sizler Halife-i Müslimîn'in yetkilerini kısıtlamakla aslında kendi keyfinize göre kanun koymak, daha açık ifadesiyle helali haram, haramı da helal saymak istiyorsunuz, bu ise asla câiz değildir.”

Akidesi Sağlam Alimlerin Önünü Açtı

Şeyhu’l-İslâmlık makamındayken yaptığı en mühim hizmet sizce nedir?

· Onun Şeyhu’l-İslâmlık makamında yaptığı en mühim hizmet, akîdesi ve niyeti düzgün olan insanları seçerek mühim noktalara onları tâyin etmeye ihtimam göstermesidir. Aynı zamanda yolsuzluk ve rüşvete karışmış, Batılılaşma ve Avrupalılaşma sevdasıyla yanıp tutuşan kişileri bu mühim noktalardan uzaklaştırmak olmuştur. Bunun yanında resmî organlarda, özellikle de eğitim ve hukuk alanlarında yaptığı ıslah çalışmalarını da belirtmek gerekir.

Bir Daha Dönmemek Üzere Elveda

Bildiğim kadarıyla İttihatçılar onu tutuklamaya çalıştılar ancak Sabri Efendi onlardan kaçmayı başarabildi, bu nasıl oldu?

· Mustafa Sabri Efendi Osmanlı Parlamentosunun bir âzâsı iken İstanbul'da Fâtih'in bir mahallesinde oturuyordu. İttihatçılar Parlamentoyu dağıtıp kendilerine muhalif olanları tutuklamaya kalkıştıklarında Sabri Efendi’nin evine de gecenin geç saatinde kendisini bir baskınla ele geçirmek üzere geldiler. Sabri Efendi onların geldiğini fark edince evin arka pencerelerinden birinden atlayarak kaçmış, bir müddet İstanbul'da saklandıktan sonra buharlı bir gemi ile gizlice Romanya'ya gitmiştir. Bir müddet Bükreş'te kalmış ve burada bir ev satın almıştır. Evine bakması için İbrahim Temo isminde, aynı zamanda İttihat-Terakki'nin kurucularından olan bir Arnavut'u vekil bırakır. O da Şeyh’in evini gasp edip kendi mülkiyetine geçirir.

Yönetim değiştikten sonra Sabri Efendi bir daha dönmemek üzere Türkiye'den ayrıldığında nerelerde ikâmet etmek zorunda kaldı?

· İstanbul'dan ayrılınca Mısır'a gitti. Önce İskenderiye'ye geçti. Burada Mısırlı’ların çok kötü muameleleriyle karşılaştı. Kendisine çürük domates ve yumurta atıldı, iğrenç küfürler edildi. Tabi bunlar Mısır’daki Türk Konsolosluğunun yönlendirmesiyle yapılmıştır. Bunun üzerinden fazla geçmeden Şerif Hüseyin, misafiri olarak ikamet etmek üzere kendisini Hicaz'a davet etti. Aynı zamanda Sultan Vahdeddin ve Osmanlı Devletinin bazı eski vezirlerini de memleketten çıktıklarında davet etmişti. Bir vapurla Cidde'ye ulaştılar. Şerif Hüseyin kendilerini çok büyük bir resmî törenle karşılamıştır. Sabri Efendi beş ay kadar burada kaldıktan sonra tekrar Mısır'a döndü. Oradan Beyrut'a geçti, sonra da Romanya'ya... zira orada Müslümanlar çoktu ve Romanya Müftüsü Kazan'lı Halil Efendi gibi dostları vardı. Aynı zamanda burada gasbedildiğini öğrenince çok şaşıracağı bir evi vardı. Oradan Yunanistan'a, Gümülcine şehrine geçti; burada oğlu İbrahim Sabri ile birlikte İslâmî bir gazete olan Yarın gazetesini çıkarmaya başladı. Bu gazeteyi İslâm âleminin birçok noktasına dağıtıyor, Türkiye'ye de ulaştırıyordu. Yunan tarafını Başbakan Venizelos'un temsil ettiği Türk-Yunan antlaşmasının ilk maddelerinden biri Yarın gazetesinin yayınına son verilmesi ve Mustafa Sabri Efendi'nin Yunanistan'dan çıkarılmasına neden oldu. Böylece Yarın gazetesi fiilen kapanmış oldu, Sabri Efendi de sadece Hıristiyan din adamlarının ve dindar Hıristiyanların yaşadığı bir Yunan adasına nakledildi. Efendi burada son derece endişeli ve sıkıntılı bir durumdadır, zira burada ölürse cenazesini papazların kaldırmasından ve onların mezarlığına defnedilmesinden korkmaktadır. Bu sebeple de buradan herhangi bir İslâm memleketine gidebilmek için girişimlerde bulunur. Kendisini sığınmacı olarak kabul etmeleri için Müslüman memleketlerin devlet başkanlarına mektuplar yazar, fakat hiçbirisi kendisine müsbet cevap vermez. Son çare olarak oğlu İbrahim'le birlikte Atina'ya gidip bütün Müslüman devletlerin sefaretlerini tek tek dolaşmaya başlar. En son Mısır Konsolosluğuna giderler. Konsolos iyi bir insandır ve kendilerine Mısır vizesi verir. Vizelerle birlikte ailesinin yanına dönerler ve topluca Mısır'a giderler. Mısır'a gitmezden önce Hıristiyan din adamları Sabri Efendiye gelerek mülteci olarak sığındığı halde kendisini sınır dışı eden Yunan Hükümeti aleyhinde dava açmasını, kilisenin bütün keşişleri ve rahipleriyle birlikte arkasında olduğunu söylemişler ancak o buna râzı olmamıştır.

Mısır

Mısır'a yerleştikten sonra Mısır hükümetinin kendisine çok misafirperver davrandığını duymuştum, bu doğru mudur?

· Evet doğrudur. Evkaf nezaretinde temsilci idi; bu vazifesinin karşılığı olarak kendisine oniki Mısır Cüneyhi maaş bağlanmıştı.

El-Kavlü'l-Fasl [4] isimli kitabı yayınlanıp Mısır'a yayıldığı zaman Veliaht Mehmed Ali Paşa sarayının erzak sorumlusu Muhtar Bey Mektebetü's-Sekafe'de kitabı görmüş ve bir nüsha almış, okuyunca hayretler içerisinde kalmış ve bir nüsha daha alıp onu da Veliahd’a hediye etmiş ki, kendileri ancak bu kitabı okuduktan sonra Şeyhu’l-İslâm’ın Mısır'da olduğundan haberdar olabilmişler. Muhtar Bey'den kendisini araştırıp bulmasını istemiş o da arayıp dururken Ezher'deki Türk revaklarına kadar gelmiş, oradakilere sormuş. Hocamızla olan münasebetimiz nedeniyle bizim evi göstermişler; geldi, ben de kendisine hocamızın adresini verdim. Kendisine gitti ve Veliahd’ın selam ve hürmetlerini arz etti ve dedi ki “Veliahd Mehmed Ali Paşa zat-ı âlilerinizi ziyaret etmeyi çok istiyorlar ancak içinde bulunduğumuz siyasî durumda sömürge yönetiminin ve ordusunun buna müsaade etmemesi sebebiyle bunu yapamadılar; tabi bunu yaptığı takdirde memleketi idaresi altında tutan bu sömürgeci güçlerin zat-ı âlinizi rahatsız etmelerinden endişe etmektedirler. Bu sebeple uygun görürseniz sizi kendilerine götürmek üzere beni gönderdiler.” Hocamız muvâfık gördüler. Ertesi gün Muhtar Bey kendisini almaya geldi; bir arabayla Nil kenarındaki saraya gittiler. Saraya vardıklarında Paşa kendilerini büyük bir hürmetle, son derece güzel bir şekilde karşıladı. Sonra öğle yemeğini birlikte yediler. Ayrılırken Türkçe’yi gayet güzel konuşabilen Paşa Şeyhu’l-İslâm'a, “Muhterem üstadım, bizim zat-ı âlilerinize ikramda gecikti(rdi)ğimiz bir husus var ki, kabulünü istirham ediyorum dedi –ki bu da oniki Mısır Cüneyhi aylık bağlanması idi–. Hocamız bunu kabul etmek istemedi ancak çok ısrar edince kabul etmek zorunda kaldı. Paşanın vefatına kadar bu aylık kendisine ödenmeye devam etti. Tabi bu ödenen Evkaf Bakanlığı’ndan aldığı maaştan farklı bir şeydi.

el-Kavlü'l-Fasl

el-Kavlü'l-Fasl isimli eserin basımında geçen bir vâkıa duymuştum, bize bundan bahsetmeniz mümkün mü acaba?

· Bu kitabın basılması hâdisesi şudur: Doktor Muhammed Hüseyin Heykel Hayatü Muhammed isimli kitabını neşrettiği vakit, bütün İslâm âleminde ve özellikle Mısır'da büyük rağbet gördü. Ezher ulemasından bazıları yanlarında bu kitabın bir nüshası olduğu halde hocamıza geldiler ve bu kitapta Peygamberimiz’in (sallallahualeyhivesellem) mucizelerini inkâr ettiğinden ve birçok Hadis ve siyer kitabını karaladığından, müsteşriklerin sözlerine itimad ederek o kaynakların müellifleri ve râvilerini ta’n ettiğinden şikayette bulundular. Ayrıca Şeyh Muhammed Mustafa el-Meraği'nin bu zâttan ve kitabından övgüyle bahsetmesi ve hatta bu kitaba takriz yazmasından duydukları üzüntüyü ifadeyle üstadımız Mustafa Sabri Efendi'den bu kitaba eleştiri ve reddiye mahiyetinde bir kitap yazmasını talep ettiler. Hocamız da kitabı aldı ve mütalaa etti.

O günlerde Mahmut Şeltut, Risâle isimli dergide bir veya iki makale yayınlayarak, Kur'ân'da hakkında nass bulunan Hz. İsa Aleyhisselâm’ın göğe yükseltilmesi meselesini ve kıyâmet alâmetlerinden biri olan âhir zamanda yeryüzüne nüzulünü inkâr etti. Sabri Efendi de kendisine cevaben bir makale yazıp yayınlamak üzere Sekafe isimli dergiye gönderdi. Bunu yayınlamadıkları gibi okuyucuların gözünden de sakladılar. Hocamız da dediler ki “İş bu raddeye kadar gelmişse biz susacak değiliz, zira hakkı söylemekten susan dilsiz şeytandır.” Sonra Mevkıfu’l-‘Akl [5] isimli kitabı üzerine yoğunlaştı. Kitabın nübüvvet ve mucizeye dair üçüncü babını daha derinlemesine ele alıp genişletmek sûretiyle müstakil bir kitap haline getirdi.

Kitap basılma safhasına geldiğinde karşımıza –hocamız, oğlu, ben, ve birkaç yakın dostu– kağıt ve basma problemi çıktı. Zira bunu kaldıracak maddi gücümüz yoktu. Şeyh Hasan el-Benna'ya gittim, ona hâdiseleri anlattım çok etkilendi. Ertesi gün kendisiye birlikte hocamızın ziyaretine gittik (aralarında sıcak bir bağ vardı). Mes’eleyi detaylıca müzakere ettiler ve neticede kitabı basmaya karar verdiler. Hasan el-Benna kitabın isminin "İki imanın arasını kesin olarak ayıran söz: Gaybe inananların imanıyla gayba inanmayanların imanı" olarak yayınlanmasını teklif etti. Kendi payına düşen iki yüz kitabın basılma parasını verdi. Biz de gazetelere ilan verdik; bu, kitabın basılmasına ortak bulabilmek için verilmiş bir ilandı ve iştirakin bedeli on Mısır kuruşu idi. İlanları verdikten sonra kitabın ismi konusunda hocamız biraz rahatsızlık duydu. Mucizeleri ve gaybı umumen inkâr eden kişi ona iman etmiş sayılmaz. Bu sebeple de iman sıfatını onlara izafe etmek doğru değildir. Bu sebeple de hocamız kitabın isminde değişikliğe gitti ve ismini el-Kavlu’l-Fasl Beynellezîne Yu’minûne bi’l-Gaybi vellezîne lâ Yu’minûn (Gaybe iman edenlerle etmeyenlerin arasını ayıran nihai söz) olarak değiştirdi.

Baskı ile ilgili teklifleri topladıktan sonra kağıt satın aldık. Yanımızda kitabın el yazısı nüshasıyla birlikte Kahire'deki İsa el-Bâbî el-Halebî matbaasına gittik. Baskıyı yapacak kişilere kitabı gösterdiğimizde hocamızın yazısını okuyamadıkları için kitabı basamayacaklarını söylediler. Çünkü, Allah garîk-i rahmet eylesin, hocamız o zaman yaklaşık seksen yaşlarındaydı ve ellerinin titremesi nedeniyle yazısı bozuktu. Muhakkak yayınlanması gerektiğini düşündüğü bu kitabının yayınlanamayacak olması sebebiyle çok üzülmüştü. Bunu görünce gönüllü olarak kendimi bu işe verdim ve kendi el yazımla kitabı baştan sona tekrar yazdım, gönderdim; bu şekilde kitabın baskısı yapılabildi.

İbrikte Saklanarak Yazılan Kitap

Şeyhu’l-İslâm’ın Türkçe yazılmış kitaplarını biliyor musunuz?

· Kendisinin Türkçe yazılmış iki kitabını biliyorum. Birincisi, "............” isimli kitabıdır ki bu kitabı Arapça sarf, nahiv ve belâgat üzerine büyük Türk âlimlerinden Mehmet Zihnî Efendi’nin yazdığı el-Kavlu'l-Ceyyid isimli kitabına reddiye olarak yazmıştır. Bu kitabını da Beyanü'l-Hakk isimli dergide yayınlamıştır.

Bu kitap ulemanın bir çoğu tarafından beğeniyle karşılanmıştır. Hatta bizzat Mehmet Zihnî Efendi tarafından da beğenilmiştir. Zihni Efendi kitabı okuduğu vakit şunları söylemiştir: “Ben Mustafa Sabri Efendiyle iftihâr ediyorum, çünkü o Arapça’nın bütün hususiyetlerini ve inceliklerini mükemmel derecede bilmektedir. Bana yönelttiği tenkitler de ilmî tenkitlerdir ve benim yaptığım hataları düzeltmektedir.”

Diğer kitabı ise Yeni İslâm Müctehidlerinin Kıymet-i İlmiyyesi’dir[6]. Bu kitabın telif edilmesinin de zikredilmeye değer bir hikayesi var; hocamız bizzat kendisi şöyle anlatmıştı: “Rusya'da Birinci Dünya Savaşı’nın öncesinde Musa Carullah diye bir Müslüman ortaya çıktı. Meşhur bir âlimdi ve Türkçe, Arapça, Fransızca, Rusça gibi dilleri gâyet iyi biliyordu. Kaynaklara vukûfiyeti iyiydi ve birçok telifi vardı. Ancak bazı imanî mes’elelerde yanlış yola sapmıştı. Kendisi Rahmet-i İlahiye Burhanları isminde Türkçe bir kitap telif etti. Bu kitabın ileri sürdüğü fikir şuydu: Kâfirlerin ebedî cehennemde kalmasına Allah'ın rahmeti müsaade etmez; Allah buna razı da olmaz. Bu kitap Türkiye ve Rusya'daki Müslümanlar arasında epey revaç buldu. Tabii ki o zamanlar Rusya'da yaşayan Müslümanlar ona reddiye yazabilecek durumda değildiler.

Hocamız İttihatçıların şerrinden kaçıp da Romanya'ya gittiği vakit, orada kalırken –ki tam Harb-i Umûmî yıllarıydı– arkadaşı, Romanya Müslümanları müftüsü Kazanlı Halil Efendi yanında bu kitapla hocamızın yanına geldi. Kitabı kendisine uzatarak dedi ki “Muhterem Üstadım, üzülerek ifade edeyim ki bu kitap, Müslümanlar arasında çok büyük fikri rahatsızlığa ve uzun münâkaşalara neden oldu. Zat-ı âlilerinizden istirham etsek, bu kitabı bir inceleseniz de ilmî manada hak ettiği şekilde bir tenkide tâbi tutsanız.” Hocamız bu kitabı aldı ve mütâlaa etti... tabi kitabın derinlemesine incelenmesi, bütün muhteviyatının tahlili için uzunca bir vakte ihtiyaç olduğunu gördü.

O günlerde Alman ve Türk orduları Romanya'ya girme hususunda ittifak ettiler ve girer girmez İttihatçılar hocamızı tutuklayıp oradaki bir hapishaneye koydular. Hocamız hapse girerken bu kitabı da yanına aldı. Kendi kendine “İşte bu kitabı okuyup derinlemesine tahlil etmek ve tenkidini hazırlamak için en münasip vakit.” dedi. Gerçekten de hocamız kitabı iyice okuyup tahlilini yaptıktan sonra mum ışığı altında kitaba reddiye yazmaya başladı. Çok küçük harflerle elindeki kağıtlara sığdırmaya çalışarak yazmış, zira başka kağıt elde etme imkanı yoktu. Bu kağıtların da elinden alınmasından çok korkuyordu, çünkü burası hapishaneydi ve bu yazıları alabilirlerdi. Hocamız bu yazdıklarını nasıl muhafaza edeceğini düşünmeye başlamıştı ki aklına güzel bir fikir geldi. Kendisini düzenli olarak ziyarete gelen Kazanlı Halil Efendi'den kağıtları alıp güvendiği emin bir bakırcıya gidip kendisine güzel bir abdest ibriği yaptırmasını, ibriğin alt tarafında gizli bir bölme olmasını ve içerisine bu kağıtların güzelce gizlenmesini, ardından da belli olmayacak şekilde lehimlenerek kapatılmasını ve ibriğin kendisine getirilmesini rica etti. Halil Efendi hocamızın istediklerini aynen yapıp ibriği hocamıza getirdi, hocamız da hapiste kaldığı altı ay süresince ibriği muhafaza etti.

Türkiye'deki Sultan’ın emriyle İstanbul'a getirildiğinde bu ibriği de yanındaydı. Sonra Bilecik'te zorunlu ikâmete tâbi tutuldu. 1918’den Birinci Dünya Savaşı’nın bitimine kadar Bilecik'te sürgün'de yaşadı. Sonra İstanbul'a geldi, ibriği açtı ve kağıtları içerisinden çıkardı. Ardından 1919’da Yeni İslâm Müctehidlerinin Kıymet-i İlmiyyesi isimli bu kitabını neşretti.



Kendisinin araştırma ve incelemelerinden bahseder misiniz?

· Şekip Arslan, kıymetli eseri "Müslümanlar neden geri kaldı, diğerleri nasıl ilerledi?"[7] isimli kitabını yazdığında Mustafa Sabri Efendi'den Türkiye’deki Müslümanların da istifade edebilmesi için onu Türkçe’ye çevirmesini istedi. Hocamız 1934 senesinde kitabın tercümesini yaptı. Hocamız bu kitabın dipnotlarında çok değerli açıklamalarda bulundu. Hatta bazılarında Şekip Arslan'la münakaşa etti. Ancak kitap basılamadı ve hâlâ el yazısı haliyle beklemektedir.

Büyük Adam’ın Okuduğu Büyük Kitaplar

Kendisinin çokça okumaya ihtimam gösterdiği kitaplar hangileriydi?

· Hocamızın sıkça okuduğu ve mütalaa ettiği kitaplar çoktu. Mesela Tefsir'de Taberi'nin Câmiu'l-Beyân'ı, Râzi'nin Mefatihu'l-Gayb'ı, Kurtubi'nin el-Câmi li Ahkâmi'l-Kur'ân'ı, Kadi Beyzâvi'nin Envâru't-Tenzîl'i, İbn Kesir'in Tefsiru'l-Kur'âni'l-‘Azim'i, Alusi'nin Rûhu'l-Meâni'sini okurdu.

Hadis’te Kütüb-i Sitte'yi şerhleriyle birlikte okurdu. Akâid ve Kelâm’da Mevâkıf'ı şerhleri ve hâşiyeleriyle birlikte ve Mekâsıd'ı, İmam Rabbâni'nin Mektubât'ını okurdu. Fıkıh'ta Serahsi'nin Mebsut'unu, Kasani'nin Bedaiu's-Sanai'sini, Kemal İbnü'l-Hümam'ın Hidaye şerhini okurdu. Belagat’ta okuduğu Ahmed Hasan ez-Zeyyat'ın Difa' Ani'l-Belâğa isimli kitabıydı.

Arap edebiyatına çok düşkündü. Mustafa Sadık er-Râfii'nin yazılarını ve şiirlerini çok okur ve derdi ki “İnsanı bir âlemden alıp başka âlemlere götüren Mustafa Sadık er-Râfii gibi bir edebiyatçı görmedim.” Özellikle onun Vahyü'l-Kalem isimli eserini çok edebi bulur ve okurdu. Yine kendisinin el-İşraku'l-İlâhi ve Felsefetü'l-İslâm isimli makâlâtını her İslâm münevverinin mutlaka okuması gerektiğini söylerdi. Râfii'yi her zaman övgüyle anar, onun imanını över ve derdi ki “Dünyanın gürültüsünü işitmiyor ama o, kalbinin ilhamını, gönlünün vahyini, imanının sesini dinliyor.”

Seyyit Kutub, hocamızın ömrünün son demlerinde İslâmî içerikli yazılar yazmaya başlamıştı. Onun yazdıklarını okur, hidayet üzere sabit-kadem olması ve muvaffâkiyeti için dua ederdi. Onun hakkında “Edebi ve üslubundaki yükseklik ona fayda sağlayacaktır. O iyi bir edip olmasa yazdıkları bu dereceye ulaşamazdı; bu çekiciliği ve ruhâniyeti de elde edemezdi.” derdi.

Tabi bütün bunların hepsinden önce hocamız çokça Kur'ân-ı Kerim okurdu.



Onun meclislerinde çokça söylediği sözlerinden hatırladığınız var mı?

· Evet çok iyi hatırlıyorum. Derdi ki “Yahudiler insanlık âlemine beş tane kimyasal veya hidrojen bombası atsalar, beş tane küfür ve dalâlet önderi Yahudi âlimin icra ettiği tesiri yapamazlar. Bunlar Komünist Marx, Evrimci Darwin, Avusturya'lı Freud, Fransalı pozitivist Auguste Comte ve Sosyolog Durkheim'dir. Bunlar insanlık âleminin akıl, düşünce, anlayış ve ahlâkını perişan eden insanlardır. Yahudiler bu insanları büyüttüler, insanların gözünde yücelttiler ve neticede bunları küfre öncülük edecek kişiler olarak karşımıza çıkardılar. Bu gün bize düşen onlarla savaşmak ve mücadele etmektir. Zira dinimiz bize küfre öncülük edenlerle savaşmayı emrediyor. Ben yakinen biliyorum ki bir gün gelip bunların maskeleri düşecek ve ilim adına işledikleri cinayetler ortaya çıkacak. Çünkü Hakk'ın dışında dalâletten başka bir şey yoktur.”

Ruhuyla Yaşayan Mücahid

Şeyhu’l-İslâm Mustafa Sabri Efendi'yi birlikte olduğunuz uzun müddet zarfında nasıl tanıdınız?

· Altı seneden fazla süren birlikteliğimizde ve okuduğum kitap ve makâlelerinden tanıdığım kadarıyla kendisini çok mütevazı, ilmi ve âlimleri seven birisi olarak gördüm. Kendisi derdi ki “Ben dirâsete ve ilim tahsiline bir türlü doymadım. Şayet çocukluk yıllarıma yeniden dönmek mukadder olsaydı ilim tahsiline yeniden başlardım. Çünkü insan hayatının en tatlı dönemlerinden biri ilim tahsil ettiği dönemdir.” Yine hocamız tabiatının sertliğine, celalli yapısına ve sivri kalemine rağmen çok ince ruhlu, lâtif bir insandı. Yine kendisinin kuvvetli bir akideye sahip olduğunu, İslâm'a sımsıkı bağlı olduğunu gördüm ki Allah ruhunu kabzedinceye kadar İslâm’ın nusreti için yazmaktan bir an geri durmadı. Yaşlılığında ellerinin titremesi yazmasını son derece zorlaştırmasına rağmen bundan vazgeçmedi. Onu Allah yolunda kınayanların kınamasından çekinmeyen biri olarak tanıdım. O şunu söylerdi: “İslâm düşmanlarından, insanları İslâm’dan uzaklaştırmaya çalışan bin kişi benim karşımda olsa onlardan korkmam. Çünkü biliyorum ki Allah benimle beraber ve ben gücümü O’ndan alıyorum.”

Onun, Allah'ın kaza ve kaderine olan müthiş imanı hep dikkatimi çekmiştir. Cesaret, tahammül ve sabrının sırrı burada gizli olsa gerek. Kendisi Türkiye'deyken gerek ilmî gerekse siyasî olarak ulaşılabilecek en üst noktalara ulaştığı gibi, üzücü ve sıkıntı verici hâdiseler de hiç başından eksik olmamıştır. Ailesinden ve vatanından kopup uzaklaşmak zorunda kalmıştır. Bütün bunlara rağmen bir kere olsun şikayette bulunduğunu ve söylendiğini görmedim; bilakis, onu sabreden ve yalnızca Allah'a sığınıp güvenen birisi olarak gördüm.

Aynı zamanda kendisinin çok ince ve muhabbet dolu bir rûha sahip olduğunu biliyorum, zira kendisi Allah'ın adı anıldığında çok defa göz yaşlarına hâkim olamaz ağlardı. Şu beyti de her zaman tekrar ederdi: “Nefsine ihtimam göster ve onu faziletlere alıştır; unutma ki sen ruhunla insansın, cisminle değil.”

Hakkında söylenecek en doğru söz şudur: O, büyük bir mücahitti ve hayatını Allah yolunda cihatla geçirdi. Onun mücadelesinin özü şuydu: Kur'ân, beşerî hayatın her safhasında, her cihetinde yegâne düsturdur. İslâm, insanları dünya ve Âhiret’te saadete erdirecek yegâne dindir, yegâne nizâmdır, hayat şeklidir. Allah'ın indirdiğiyle hükmetmemek ise küfürdür; Allah ve Rasul’ünün yolundan sapmakdır.




---------------------------------------------

[1] Ruus, “Medrese tahsilini bitirip ‘mülâzim’ olanlardan imtihanda muvaffakıyyet kazananlara verilen beratın adıdır.” “Ruus imtihânı” denmesi bu sebebledir. (bkz., Mehmet Zeki Pakalın, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, 3.c., İstanbul, M.E.B. nşr., 1413/1993, 71.s.).

[2] “Ramazanın ilk gününden başlamak ve sekiz derste sona ermek üzere sarayda padişah huzurunda ‘Mukarrir’ adı verilen zamanın tanınmış âlimleri tarafından takrir olunan derslere verilen addır. Buna ‘Huzr-ı Hümayun Dersleri’ de denil[i]rdi.” (Mehmet Zeki Pakalın, a.g.e., 1.c., 860.s.).

[3] Dâru’l-Hikmeti’l-İslâmiyye için bkz., Sadık Albayrak, Son Devrin İslâm Akademisi, 2. tab, Şamil nşr., İstanbul, trz..

[4] el-Kavlu’l-Fasl Beynellezîne Yu’minûne bi’l-Gaybi vellezîne lâ Yu’minûn (Kâhire).

[5] Mevkıfu’l-‘Akl ve’l-‘İlm ve’l-Âlim min Rabbi’l-Âlemin ve İbâdihi’l-Mürselîn (4 c., Kâhire, 1370 / 1950).

[6] Yeni İslâm Müctehidlerinin Kıymet-i İlmiyyesi: Kazanlı Mûsa Bigiyef Efendi’nin (Rahmet-i İlâhiyye Bürhânları) Nâmındaki Eseri Hakkında İntikâdâtı Hâvîdir, Dârü’l-Hilâfeti’l-Âliyye, Evkâf-ı İslâmiyye Matbaası, 1337 / 1335. Sibel Dericioğlu tarafından yapılmış transkripsiyonu Bedir neşriyât arasında çıktı: Yeni İslâm Müctehidlerinin Kıymet-i İlmiyesi: Musa Carullah Bigiyef’e Reddiye, Bedir nşr., 1418 (1998), 234 s..

[7] Bu kitab Abdülvehhap Öztürk tarafından Müslümanların Gerileme Sebepleri başlığıyla çevrilmiştir, Nur nşr., Ankara, 1405 (1985).