Mustafa Kemal'in Aşkı

Tarihin sır dolu aşkının bilinmeyen öyküsü.
Macar yazar Rezsö Szirmai'nin 1935'te yazdığı ve Prof. Dr. Vecdet Erkun'un Türkçe'ye kazandırdığı belgesel öykü 69 yıl sonra gün yüzüne çıkıyor. Macar Basınında Mustafa Kemal adlı kitabı derleyen ve çeviren Prof. Vecdet Erkun, Atatürk'ün insan yönünü gözler önüne serdi. Bu eser Mustafa Kemal'in duygusal yönünü romantik ölçüler içinde dile getirip, sevgi bağlarının incelikleriyle süslemiştir.

Mustafa Kemal'in aşkı Latife

Yakın tarihin en sır dolu aşkının, hiç bilinmeyen öyküsü....

SABAH, Macar yazar Rezsö Szirmai'nin yazdığı ve Prof. Dr. Vecdet Erkun'un Türkçe'ye kazandırdığı bu belgesel öyküyü 69 yıl sonra gün yüzüne çıkartıyor.

Atatürk: Biz de sevdik

Macar Rezsö Szirmai'nin 1935'te yazdığı kitabı Türkçe'ye çeviren Prof. Vecdet Erkun, Atatürk'ün insan yönünü gözler önüne serdi. Gazi, "Hiç âşık oldunuz mu" diyen bir hanıma şöyle diyor: Biz de bir insanız, bizim de çarpan bir kalbimiz var.

Macar Basınında Mustafa Kemal adlı kitabı derleyen ve çeviren Prof. Vecdet Erkun sunuş yazısında Atatürk'ün hiç bilinmeyen özel yanlarını vurguluyor. "Yabancı basında Ata'mızın duygusal yönünü adeta bir roman gibi ele alan bu eseri çeviriyorken bazı dostlara, 'Atatürk aşık olmuş' dediğimiz zaman bana: 'Atatürk büyük komutan, devlet adamı idi. Aşık olamazdı' diye cevap verdiler. Ama bu kişiler, O'nun askeri, siyasi ve sosyal alandaki başarılarını bildikleri için bana bu cevabı vermişlerdi. Böylece, Ata'mızın duygulu tarafını ortaya koyan pek az eser bulunduğunu yaptığım araştırma ile öğrenmiş oldum. Örneğin, Atatürk'ün Selanik'ten arkadaşı Nuri Conker'in anlattıklarına göre; Atatürk çocuk yaşlarında çok güzeldi. Güzel konuşurdu ve hayali genişti. Genç yaşlarda ise sevdiği kıza aşk mektupları bile yazardı. Atatürk'ün gençliğinde Selanik'te ve görev yaptığı diğer şehirlerde bu yakışıklı subaya birçok genç kadın aşık olmuştu."

BENİ İKİ KADIN SEVDİ
Tanınmış kadın yazar Rabbena Nathal, Atatürk'ün hiç sevip sevmediği konusunda şöyle diyor; "Atatürk ileri, garplı bir insanın bütün hususiyetlerini fazlasıyla taşır. Fakat, O'nda aynı zamanda kadın ruhunu ve varlığını çok iyi kavramış, doğulu bir erkeğin inceliği, hassasiyeti vardı. Kendisine 'hayatında hiç sevmediniz mi' diye sorduğum zaman harikulade manalı gözlerinin nemlenmiş gibi olduğunu ve bir melankoli bulutunun gelip geçtiğini hissettim."
Yine Atatürk'ün Hayatındaki Kadınlar adlı eserde, Atatürk'ün yakın arkadaşlarından birinin hanımı bir mecliste Atatürk'e şu soruyu sorar: "Paşam hiç sevdiniz mi?" "Hanımefendi, hanımefendi" dedi. "Biz de insanız, bizim de çarpan bir kalbimiz, bizim de bir his tarafımız var. Askeriz diye mi şüpheniz?" SABAH gazetesinin 27 Temmuz 2001 tarihli yayınında sayfa 15'te Sayın Hıfzı Topuz'un bir yazısı çıkmıştır. Bu yazıda, Atatürk'ün kardeşi Makbule Hanım'a atfen, Atatürk, hayatındaki iki hanım hakkında şöyle demiştir. "Hayatta beni iki kadın sevdi. Biri mevkiim için, diğeri insan olarak" diyor ve ekliyor. "İlki Latife Hanım, ikincisi Fikriye."

İLK KEZ ORTAYA ÇIKTI
Türkiye'ye uzak ve yabancı bir ülkenin yazarı olan Macar yazar Szirmai'nin Atatürk'ü ömründe belki hiç görmeden, onun hakkında yazılan eserlere dayanarak, 1935'te Atatürk'ün aşkıyla ilgili olarak romantik bir eser yazmış olması ilginçtir. Birçok yerli ve yabancı yazarlar Atamızın devrimleri, askeri dehası ile ilgili kitaplar yazmışlardır. Bu eser ise, Mustafa Kemal'in duygusal yönünü romantik ölçüler içinde dile getirip, sevgi bağlarının incelikleriyle süslemiştir. Bu konuda başka bir esere kaynaklarımız arasında rastlanmamıştır. Bu bakımdan, Ata'mızın özellikle Latife Hanım'la olan ilişkilerini birçok ayrıntılarıyla ele alan, 1935'te Macar dilinde yazılmış böyle bir eseri derleyip çevirerek Türk kamuoyuna sunmaktan mutluluk duyuyorum.

'Gavur İzmir' yanarken kapıda bir kadın belirdi

Mustafa Kemal, İzmir'de Yunanlılar'ın kaçışını izliyor. Gayri müslimler oturduğu için Gavur İzmir denen bölge cayır cayır yanıyor. Gazi keyifsizdir... Peki ısrarla onu görmek isteyen kadın kimdir?.

Hızla vuran pencere kanatlarının, gerisinde iki erkek duruyordu. Deniz tarafı hafif bulutlu idi. Rüzgarın esintisi ile sokakta meydana gelen tozların oluşturduğu tuhaf bir koku vardı. Pencerenin önünden geçen bir kağnı arabasının tahta tekerlekleri, yağlanmadığı için, ağlıyormuş gibi ses çıkarıyordu. Uzaklardan gelen gürültü, rahatça dönen tekerleklerin sesi ile karışarak adeta bir inilti halini alıyordu. Taş döşenmemiş çamurlu yolda öküzlerin zor adım atarak ilerlediği yolda aynı tempoda ve seste diğer arabaların geçişleri akşama kadar sürüp gitti.

SUÇU BİZE ATACAKLAR
Sonra, yine deniz tarafından gelen sesler işitilmeye başlandı. Bu sesler; tüfek sesleri, evlerin yıkıldığını andıran patlama olarak duyulan gürültüler ve çığlık sesleri idi. Bu gürültüler; yorgun düşüp kesildiğinde sanki akşamın geldiği haberini veriyor gibiydi. Diğer taraftan kayalara vuran dalgaların hışırtısını andıran sesler de geliyordu. Pencere kenarında oturan adam sordu:
- Hala yanıyor mu? Diğeri cevap verdi: - Yanıyor. Şehirde yangın sürüyordu. Artık deniz tarafında, ufukta güneş batmış, akşam olmuştu. Loş karanlıkta yalnız gözle görülecek kadar uzaklıkta yangın alevleri görülebiliyordu. Aynı zamanda, İzmir göklerini sarı ve kızıl bir renk kaplamıştı. Büyük bir patlama ile çöken binaların üstünü yumağa benzeyen dumanlar gölgeliyordu. Odadaki erkeklerden biri sordu:
- Bizim evin etrafında yangın yok, değil mi?
- Hayır hiç yok. Yalnız gavur İzmir alevler içinde.
- Kim yaktı?
Diğer erkeğin iki eli çaresiz biçimde birbiriyle çarpıştı.
- Paşa, halbuki bilmek gerekir.
Sarışın olan erkeğin ağzından çıkan güçlü sözleri şöyleydi.
"Tarihten önce de olduğu gibi sorumluluğu üzerimize yükleyecekler. Biliyorsun ben toplu ölüm ve yangın için emir vermedim."
- Biliyorum Gazi Paşa hazretleri sen emir vermedin. Fakat hiçbir zaman Hıristiyanlar'ın mı yakıp yakmadığını da bilemeyiz. Sakarya'dan denize kadar olan alanlarda Yunanlılar'ın topraklarımızda yaptıkları korkunç kötülüklere karşı, besledikleri intikam alma hırsı yüzünden belki bizimkiler olabilir ki, ama onları kim durdurabilir? Gazi hazretleri siz gördünüz, bu barbarlar neler yaptılar. Kaçarken tüm köyleri yaktılar. Evlerin tümünü yıktılar, hayvanları telef ettiler, kadınları çocukları katlettiler, kuyulara zehir attılar, camileri kirlettiler, şehirleri de elbet bunlar yaktılar. Bu olanlardan sonra, mucize bekleyemeyiz.
- Paşa hazretleri, onlar Yunanlılar biz Türk'üz.
- Bizimkilerin yaktığını söyleyemem. Çünkü anlamsız olur. İzmir artık bizim ve bizim kalacak! Bu durumda İzmir'i yakmakta bizim bir çıkarımız olamaz. Bir evin bile zarar görmesini düşünemeyiz.

BU SON İNTİKAMLARI...
- Onlar yaktılar. Yunanlılar yaktılar. Bu onların son intikam hareketi.
- Kabul ediyorum ama onlar canavar... Bu iki erkek sonra sessiz kaldılar. Üzüntü ile yangının dumanlarının etrafı sarmasını seyrettiler. Yangın külleri rüzgarın etkisi ile yüzlerine çarpıyordu. Deniz tarafından sürekli gürültüler geliyordu. İnsanlar bağrışıyorlar, tüfekler atılıyor, evler yıkılıyor ve gemilerin düdüklerinin çığlık gibi sesleri gecenin içinde yükseliyordu, Biri, odaya girdi.
- Gazi Mustafa Kemal hazretleri!
- Kim o?
- Bir bayan dışarıda bekliyor ve limandan gelen kurye de dışarıda efendim.

'Latife Hanım'ın belgelerinin açıklanmasını istemiyoruz'

Latife Hanım'ın belgelerinin yayınlanmasını istemeyen mirasçıları, Türk Tarih Kurumu ve Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü'ne aşağıdaki yazıyı gönderdiler: Latife Uşşaki mirasçılarından, aşağıda imzaları olan bizler, Makbule Meral Bebe, Fatma Canan Kepenek, Nihal Aksel, Ayşe Gülümser Öke, Mehmet Kemal Aksel, Hatice Fisun İşcan; Latife UŞŞAKİ'nin terekesinde meydana çıkan ve İstanbul 13. Sulh Hukuk Hakimliği'nin 1975/125 Sayılı tereke dosyasında tespiti yapılan ve yine İstanbul 13. Sulh Hukuk Mahkemesi'nin 1976/299 sayılı kararı ile mühürlenerek yeddi emin olarak Türk Tarih Kurumu'na teslim edilen belgelerle ilgili olarak aile meclisinde yaptığımız görüşme neticesinde ittifakla şu kararı almış bulunmaktayız. Basında çıkan ve yukarıda anılan belgelerin yayınlanması veya yayınlanmaması veya kısmen yayınlanması yolundaki görüşler, nihayetinde aile büyüğümüz olan Latife Uşşaki'nin hatırasını ve saygın kişiliğini direkt ilgilendirdiği için bu konuda yeddi emin olarak bu belgeleri (25) senedir muhafaza eden Kurumunuza karşı net bir beyanda bulunmak zorunluluğu hasıl olmuştur. Aile büyüğümüz Latife Uşşaki, eşi Mustafa Kemal Atatürk'ten boşandıktan sonra inzivaya çekilerek, dış dünyaya kapalı bir yaşam sürmüş ve Mustafa Kemal Atatürk ile yapmış bulunduğu evlilik yaşamıyla ilgili olarak kendisine iyi niyetle de olsa yönetilen görüşme taleplerinin hepsini reddetmiştir. Bizler Latife Uşşaki'nin varisleri olarak, mahremiyete bu denli önem vermiş bir kimsenin ölümünden sonra da kendisinin özel eşyaları arasında sayılan anılarını ihtiva eden günlükleri, şahsi mektupları, özel notları, telgrafları velhasıl halen Kurumunuz nezdinde bulunan tüm şahsi evrakları ile ilgili olarak, murisimiz Latife Uşşaki'nin bu mahremiyet arzusuna saygı gösterilmesi gerektiğine inanıyoruz. Latife Uşşaki'nin ölümünden sonra bazı belgeler aile efradı tarafından görülmüş olup her ne kadar belgelerin bazıları tarihi şahsiyetler tarafından gönderilmiş veya bu kişilere Latife Hanım tarafından gönderilmiş olsalar da, bu belgelerde kamuoyunu ilgilendiren ve tarihe ışık tutabilecek hiçbir husus bulunmamaktadır. Dolayısı ile ailemizin anılan belgelerin herhangi bir suretle yayınlanmalarına veya başka bir Kuruma incelenmek için de olsa tevdiine bu sebeplerle muvafakati bulunmamaktadır. Murisimiz Latife Hanım'ın mahremiyet arzusuna rıza gösterilmesinin, Kurumunuza bu belgeleri yeddi emin olarak bırakan Biz mirasçılarının en doğal ve yasal hakkı olduğu düşüncesindeyiz. Yukarıda açıklanan ve Kurumunuzca da anlayışla karşılanacağını ümit ettiğimiz nedenlerle, bugüne dek Kurumunuzda mühürlenerek saklanan ve Latife Uşşaki'ye ait tüm belgelerin Kurumunuz nezdinde saklanmaya devam edilmesini ve bu belgelerin kısmen de olsa basına veya sair mercilere verilmemesini saygı ile arz ederiz.

Paşam sizi köşküme götürmeye geldim

Esrarengiz kadın, kendinden çok emin bir tavırla adeta emreder gibi konuştu Mustafa Kemal Paşa ile: Sizi köşküme götüreceğim. Oraya yerleşeceksiniz. Yunan'ın ateşe verdiği İzmir'i buğulu gözlerle izleyen Gazi Mustafa Kemal, bir erkek sesiyle irkildi: Bir bayan geldi efendim, sizi görmek istiyor.

Anadolu'dan kaçan Yunan'ın ateşe verdiği İzmir'i saran dumanı büyük bir hüzün ve endişeyle izleyen Gazi Mustafa Kemal, duyduğu bir erkek sesiyle irkilir.
-Bir bayan ve limandan gelen kurye dışarıda bekliyor efendim
- Kadın ne istiyor?
- Söylemiyor.
- Kadını gönderin gitsin, kurye gelsin, lambayı da yak!
Mustafa Kemal lambayı yazı masasının ucuna koydu ve sabırsız bir tavırla sordu:
- Kurye nerede?
- Hemen içeri gönderiyorum. Birkaç saniye sonra, kurye yazı masası önüne geldi.
- Paşam limanda katliam sürüyor. Masanın üzerine çok şiddetli bir yumruk indi.

KOVALAYIN GİTSİNLER
- Başkomutanım, ben her emrinizi yerine ulaştırdım.
- Sonra?
- İnsanların gözü bir şey görmüyor. Onları durdurmak mümkün değil!
- Sahilde hâlâ çok Yunan var mı?
- Pek çoğu kaçtı. Limanda hâlen bir iki gemi var, efendim.
- Kalanları gemilere kovalayın gitsinler!
- Ama, Başkomutanım kovalanacak kimse yok!
- Neden?
- Ya öldüler veya ölmek üzereler... Mustafa Kemal ayağa kalktı. Solgun iki dudağı sert bir şekilde kapandı.
- Gavur İzmir hâlâ yanıyor mu?
- Hâlâ yanıyor.
- Geri git söyle, iki bölük asker ateşi söndürmeye gitsin.
- Başüstüne komutanım!
- Git Fevzi Paşa'yı buraya gönder.
- Başüstüne!
Mustafa Kemal yalnız kaldı. Yazı masası üzerinde bulunan rakı şişesinden bir bardağa rakı doldurdu ve içti. Sert çizgili yüzü, her içki içişten sonra lamba aydınlığında hareketsiz kalıyordu. Fevzi Paşa bu sırada odaya girdi.
- Dışarıdaki kadın çok güzel paşam!
- Geri göndermediniz mi?
- Geri gitmek istemiyor.

KADIN BEKLEMESİN BENİ'
- Kadın Yunanlı mı? Herhalde yalvarmaya gelmiştir değil mi?
- Hayır Türk.
- İlgilendirmez. Şu yangının son bulması ilgilendiriyor beni.
- Ve daha sonra?
- Yunanlılar şimdi Trakya'ya kaçtılar, peşlerinden gitmek lazım! Yakından takip ederek, onları Atina'ya kadar süreriz.
- Fakat Başkomutanım orada müttefiklerin orduları var. Orası tarafsız bölge.
- İlgilendirmez! Tarafsız bölge olmuş, yakın takibe almışız, almamışız önemli değil. Biz yaşamak istiyoruz.
- Sabah hareket ederiz efendim.
- Askerlere şunları söyleyiniz; Afyonkarahisar'da onlara şu hedefi vermiştim. "Hedefiniz Akdeniz'dir ileri"; şimdi ise "Hedefiniz İstanbul'dur ileri!"
Bir süre sessizlikten sonra, derinliğine büyüyen alevlerin gölgeleri odaya yayıldığı sırada, kapı açıldı ve biri içeri girdi. Kim olduğunu görmek mümkün değildi. Gazi Mustafa Kemal sert bir sesle sordu.
- Kim o?

ELLERİ KAR GİBİ BEYAZDI
Karanlıklar arasından derinlerden gelen ince bir kadın sesi duyuldu.
- Affedersiniz!..
Başkan kendiliğinden, lambanın fitilini çevirdi. Fitilin ucundaki alev çoğaldı ve oda aydınlanarak sessiz duran kadının yüzünü aydınlattı. Kadın, bir adımını ileri atarak yazı masasının önüne geldi ve bir elini, masa üzerindeki, haritanın sarkan bir köşesine koydu. Eli, sanki Erzurum dağlarının karı gibi öylesine beyazdı. Kahverengi gözleri vardı ve ışık, siyah bir eşarp ile sarılı başını biraz aydınlatıyordu.
- Ben Gazi Hazretler'ini arıyorum.
Başkan ayağa kalktı.
- Benim.
Kadın başını eğdi.
- Biliyorum.
- Siz kimsiniz?
- Ben Latife Hanım.
- Memnun oldum. Nasıl buraya gelip içeri girdiniz?

SİZİ GÖTÜRMEYE GELDİM'
- Sizin emireriniz dışarıda uyuya kalmıştı, ben de fırsatı kaçırmadım. Kısa bir sessizlikten sonra Mustafa Kemal, kamçı gibi şakırdayan sabırsız ve karşı koyulması imkansız bir ses tonu ile sordu.
- Ne istiyorsunuz? Kadın kendini beğenmiş bir tavırla cevap verdi.
- Evimi emrinize tahsis etmek istiyorum. Şehrin öte yanında deniz kenarında bir köşküm var. Annem, babam Fransa'da olduklarından dolayı çok boş odamız bulunuyor. Siz oraya yerleşeceksiniz...
Sanki emir verir gibi konuşarak etrafına bakındı ve şöyle devam etti:
- Bu yerde daha fazla kalamazsınız! Mustafa Kemal yeniden lambanın fitilini çevirdi ve yükselen lamba ışığı birkaç saniye içinde kızın yüzüne vurdu. İkisi arasındaki sessizliği sahilden gelen çığlık ve iki tüfek atışı bozdu. Başkan, beklenenden daha sakin ve daha ilgili bir ses tonu ile sordu:
- Küçük hanım siz gerçekten kimsiniz?
- Hakkınız var, benim kim olduğumu bilmek istersiniz. Bir casus veya serüven peşinde koşan biri miyim? Belki bir suikastçı da olabilirim.
- Eğer sonuncusu ise o zaman dikkatini çekerim, tabancanı başıma çevir, çünkü göğsümde çelik yelek var.
- Bir tüccarın kızı olarak yurdu kurtaran size, bir konaklama yerini ve aynı zamanda düzgün bir menü ile gıdanızın karşılanmasını ve uşaklık hizmetlerini sunmak istiyorum. Şunu arzu etmekteyim; şehrin ortasında bu çok pis ve gürültülü konut yerine, karargahınızı öyle bir mahalde kurunuz ki, dinlenmeniz mümkün olsun, sinirleriniz yatışsın. İstediklerim bunlardır. Yine bir sessizlik oldu. Çöken evlerin kirişlerinin çatlayıp, kırılmalarının çıkardığı sesler net olarak işitiliyordu. Duman, alkol, gazlambasından çıkan ve rutubetli duvarın buharla birlikte odaya yayılan kokusu arasında, kızın sesi çınlar gibi oldu.

KOCA KÖŞKTE YALNIZIM'
- Kim olduğumu söylersem, herhalde bana daha inanacaksınız. Afyonkarahisar'da düşmanın yarılmasından iki hafta önce dış ülkeden İzmir'e döndüm. Ailemle birlikte yaz aylarını Biaritz'de geçirdim. Onlar, henüz oradalar ve eylül başında dönmeyi düşünüyorlardı. Fakat, ordumuzun şanlı zaferinin kazanılması, Yunanlılar'ın kaçışı ve yangın nedeni ile yurda dönmediler. Ben de köşkte yalnız kaldım. Siz Afyonkarahisar'da taarruza geçtikten sonra İzmir'de korkunç günler yaşamaya başlandı. Evlerin aranması, tutuklamalar, sıradan kurşuna dizmeler, idamlar, her dakikada bir tutuklamalar çok sık olaylardı. Köşkten dışarı çıkmadım. Herkesten kopmuş, kocaman bir evde yapayalnız kalmış olmayı ve etrafta korkunç olayların egemen olduğu olayların süregeldiğini düşünün...

DAHA ÇABUK GELİRDİM'
- Bilseydim daha çabuk gelirdim küçükhanım...
- Yunan kumandan Hacınesti her Türk gibi beni de casuslukla suçladı. Köşke giren ve köşkten çıkan herkesin üstünü aradılar. Her gün, beni ne zaman götürüp kafama bir kurşun sıkacaklar diyerek korku içinde bekledim. Onlar için bir Türk kadınının başının kıymeti mi vardı?
- Belki sizinkinin bir kıymeti vardı küçükhanım.

 

Artık içmeyin paşam

Gazi Mustafa Kemal, Latife Hanım'ın çenesini kavrayıp yüzünü kaldırdı. Ama iki karbeyazı el bu koruyucu erkeğin bileklerini tutup aşağıya çekti.

Mustafa Kemal, "Sizi köşküme götürmeye geldim" diyerek aniden karşısına çıkan Latife Hanım'la konuşuyordu. Latife Hanım, Yunanlılar'la yaşadığı sıkıntıları anlatmaya koyulmuştu.
- Küçük hanım o halde sizi neyle suçladılar?
- Sizinle ilişkim olduğuna inandıklarından.
- Benimle mi?
- Evet, halbuki yalnız hissi bağlarım vardı ve bu tek taraflı ilişkimi Yunan ordusuna anlatamadım. Başkomutan, kızın bir adım yakınına geldi. Bir şey söyleyecekti. Fakat o anda kapı vuruldu. Kimse cevap vermedi. Kapı açıldı ve kurye odaya girdi.
- Özür dilerim ekselansları bir haber var.
Gazi endişeyle sordu.
- Yaklaş, söyle neymiş o haber?
- Son Yunan gemisi de gitti. Küçük Asya topraklarında artık Yunan askeri kalmadı.
- Ya yangın?
- Yayılmasını önledik.
- Teşekkür ederim.
Mustafa Kemal yazı masasının önünden ayrılarak kızın arkasında durdu. Latife başını kaldırdı, siyah gözlerinden kıvılcımlar çıkıyordu. Ansızın sordu.
- O halde geliyorsunuz.
- Bakıyorum küçükhanım siz karar verdiniz bile.
- Evet, İzmir'de korkunç fırtınalı günler yaşadığım zaman kararımı verdim. Siz sonunda zafer kazanarak İzmir'e girdiğiniz sırada köşkümüzde karargâh kurmanıza karar vermiştim ben.

GAZIMIZ BİTİYOR
Mustafa Kemal'in eli Latife'nin beyaz kadife gibi yüzünden, yuvarlak çenesine doğru değerek başını yukarı kaldırdı. Kemal'in başı ise aşağıya indi. Fakat iki karbeyazı el, birdenbire ortaya çıkan koruyucu güçlü, sıcak erkek elini çenesinden aşağıya kaydırdı. Mustafa Kemal sandalyeden geri adım atarak,
- Bu lamba her halde sönecek?
- Gazınız yok mu?
- Yok.
- Bizde çok var. bu gece bizim köşkte uyuyacaksınız değil mi?
- Küçükhanım söz verir mi acaba?
- Aksine sayın Başkan sizin söz vermeniz gerekir.
- O zaman oraya niye kalmak üzere
 “SİZ DE BİRİLERİNİ DİNLEYİN” Latife Hanım “Bu kadar içmemelisiniz” der. Mustafa Kemal sert bir sesle “Emir mi veriyorsunuz?” Latife Hanım kendinden emin bir karşılık verir Paşa’ya: “Bir ülkeye emir verenlerin dinlemesi gereken birileri de olmalıdır.”geleyim ki?
- Oraya istirahat etmek, boş zamanınızı iyi geçirmek için geleceksiniz. Adamlarınız vasıtasıyla benim kim olduğumu öğrenin ve söylediklerim doğru ise zaman bu gece kurmay başkanlarıyla birlikte geliniz.
- İçelim küçükhanım. Latife Hanım yazı masası üzerinde sıralanmış boş şişelere doğru eğilerek sordu.
- Kim içti bütün bunları? Gazi kalın kaşlarını kaldırarak,
- Ben.
Kadın ses tonu yüksek ve güçlü bir tavırla,
- Sizin bu kadar içki içmenize müsaade edilemez. Neden bu kadar fazla içiyorsunuz? Sigara izmaritleri ile dolu olan sigara tablasını kaldırarak,
- Kim içiyor bu kadar sigarayı?
- Ben...

EMİR Mİ VERİYORSUNUZ'

- Günde kaç sigara içiyorsunuz?
- Otuz, kırk kadar.
- Bundan vazgeçmeniz gerekli. Genç kadın, kısa bir aradan sonra sordu: - Ne zaman hareket ediyoruz?
Paşa bir sandalye çekerek,
- Oturun!.. Kız oturdu.
Başkan bir sigara yaktı, Latife sordu:
- Bu kırkıncı sigara mı?
- Hayır küçükhanım, bugün bu ellinci sigara. Stresli bir gün geçirdim.
- Sigarayı yakmayınız.
- Affedersiniz ama tutkularımı ben yönlendiririm.
- Paşam sizin tutkularınız Türkiye'yi ilgilendirir.
- Küçükhanım bakıyorum benim tutkularımla içten ilgileniyorsunuz.
- Sigara ve içki ile ilgili olarak.
- Bana emir mi veriyorsunuz.
- Bir memleketi emri altında tutanlar, birilerinin dediklerini de dinlemelidir. - Sizin dediklerinizi mi?
- Şimdilik benim dediklerimi, hem ne var bunda? Gazi bardağı doldurmak istedi, fakat kadının kolları ona mani oldu.
- Ben içmiyorum sayın Başkan. Siz de içmeyiniz. Kızmayınız ama artık bu kadar yeter!..
- Küçükhanım siz benim gözümü korkutmak mı istiyorsunuz?
- Odalar hazır, emrinizi bekliyor!
- Söz veremem. Burada, kıtada kalmam lazım.

 

'Sekreterim olmayı düşünür müsünüz?'

Fransızca ve İngilizce bilen Latife Hanım, Mustafa Kemal'in bu önerisine, "Beni mutlu ettiniz. Ama ailem izin vermez" cevabını verdi.

Yeniden sessizlik oldu. Deniz kenarından, bağrışan insanların sesleri geliyordu. Rüzgar daha kuvvetli esiyordu ve havaya daha fazla deniz tuzu savuruyordu... Latife göğsünden madalyon gibi kolyeyi çıkararak, "Ve eğer bunu gösterirsem..." dedi. Mustafa Kemal bu kolyeye doğru eğildi. Kolye üzerinde sol tarafta yarım ay, sağda ise sarı kırmızı bir renkle süslü Mustafa Kemal'in resmi vardı. Kız alçak sesle ve gülerek sordu:
- Peki şimdi?
Kız heyecanlanmıştı ve gülümsüyordu.
Mustafa Kemal cevap vermedi. Latife'nin parlayan dişlerine doğru baktı.
"Geliyor musunuz," sorusu ağzından çıktı.
"Geliyorum," diye bir cevap geldi.
Sonraki saniyelerde Mustafa Kemal bir kapının kapanışını duydu ve odada yalnız kaldı.

ÖDÜLLENDİRİLMEYİ HAK ETMEDİK
Latife evin merdivenlerinde gelenleri karşıladı. Üzerine siyah bir elbise giymiş, omzunda ve başında da siyah bir başörtüsü vardı. Yuvarlak yüzünü peçe ile kapatmamış ve durduğu kapı eşiği de çok aydınlatılmıştı.
Mustafa Kemal, yanındaki kurmayları ile kızın önünde durdu. Piyade üniforması giymişti. Yakasında yıldız, göğsünde madalya taşımıyordu. Üzerinde yalnız toz, leke yırtıklar göze çarpıyordu. Kemal Paşa kalpağını çıkardı. İnce, uzun vücudu ve ceketi altındaki muntazam göğsü ile zarif ve kibar bir tarzda öne eğildi. Başka zaman emirler veren, sert kemikli ve cesur bakışlı olan yüzünde şimdi hafif bir tebessüm yer almıştı.
- Geldik. Eğer bu güzel evde sizi rahatsız edersek, sorumluluk size aittir küçükhanım.
Mustafa Kemal, kısık sesle, sanki fısıldar gibi şöyle devam etti:
- Küçükhanım, siz böyle istediniz. Herhalde siz de benim rahatımın bozulmasını istemezsiniz.
Latife bir an şaşırdı ve Mustafa Kemal'in yüzüne bakarak neredeyse alnı yere değecekmiş gibi eğildi.
- Paşa, size ve arkadaşlarınıza hoş geldiniz diyorum. Gazi Mustafa Kemal hazretleri siz haksızlığa uğramış, masum yurdumuzu kurtardığınız için önünüzde saygı ile eğilmekten gurur duyuyorum.
Mustafa Kemal onun sözünü hemen kesti.
- Küçükhanım, siz çok naziksiniz biz daha ödüllendirilmeyi hak etmedik. Bakalım hele barış anlaşması olsun.
- Paşa, o zaman bunları söylemeye fırsatım olmaz.
- Nasıl, nasıl siz sonra gelmeyeceğimizi mi zannediyorsunuz?
- Evet.
Paşa gülümseyerek ilave etti.
- Yanılıyorsunuz küçükhanım. İnsan resmini gördüğü yere sevinerek geri gelir.
Subaylar bir adım geride durduklarından bu sözlerin manasını anlayamamışlardı. Ama Kemal Paşa'nın gülümsediğini görünce onlar da anlamış gibi birlikte gülümsediler. Mustafa Kemal derhal başka bir konuda
BU CENNETE TEK BAŞINA!: Mustafa Kemal Paşa Latife Hanıma bahçedeki ağaççıkları göstererek, Bu cennet gibi yerde yalnız kalıyorsunuz küçükhanım der.konuşmaya başladı:
- Sürekli olarak burada mı oturuyorsunuz küçükhanım?
- Evet, evet burası evim.
- Dış ülkelerde fazla mı kalıyorsunuz?
- Şu sırada memleketimde az bulundum. İstanbul'da Amerikan Kız Koleji'nde eğitim gördüm.
- Oradan mı geldiniz küçükhanım?
- Hayır, Paşam. Babam beni hukuk eğitimi için Paris Üniversitesi Hukuk Fakültesi'ne gönderdi.
- O zaman çok iyi Fransızca biliyorsunuz.
- Ve İngilizce.
- Tanrım bana böyle bir sekreter lazım! Benim yanımda kadın sekreter olmayı düşünür müsünüz?
- Paşam teklifiniz beni mutlu etti. Ama ailem benim evden ayrılmama izin vermez.
- Belki, belki ben rica edersem.
Onlar izin verseler de Paşam kızmayın ama, o zaman da gidemem.
- Neden küçükhanım? Latife birden refakatte gelenlere dönerek şöyle hitap etti:

SİZ NEREDE KALACAKSINIZ?
- Köşkün sağ kanat tarafında aydınlatılmış, sağa açılan pencerelere ait odalarda beyler kalacak. Her halde eksik bir şey yoktur. Lütfen beyler yukarı çıkınız, uşaklarım sizlere yol göstereceklerdir. Akşam yemeği odalarınızda emrinize hazır olacaktır. Paşam, sizin odalarınızın pencereleri evin öte yanına açılıyor. Köşkün bu kanadında bahçeden de giriş vardır. İzin verirseniz sizi oraya götüreyim. Pencereleri denize bakan odada kalmak hoşunuza gider mi?
- Çok hoşuma gider. Siz nerede kalacaksınız küçükhanım?
- Onu merak etmeyiniz paşa. Ben kendi odamda kalacağım.
Refakatteki kurmay subaylar veda ederek uşaklarla birlikte ayrıldılar.
- Gazi Hazretleri şimdi siz de buyurun, gidelim.
Latife, Gazi'ye yol göstererek birlikte bahçede çakıl taşlı dar yoldan evin çevresinden dolanıp, en üst kattaki terasta pencereleri aydınlatılmış odalara vardılar.
Herhalde çok yorgunsunuz, istirahat buyurun... Öyle bir akşam yemeği var ki ümit ederim hoşunuza gider... Yanınızdakilerden hangi yemeği sevdiğinizi öğrendim.
- Bu cennet gibi yerde yalnız kalıyorsunuz küçükhanım. Bu bahçe, bu deniz, havadaki bu güzel kokular...
Mustafa Kemal, kollarını havaya kaldırıp hareket ettirdi ve bahçedeki ağaççıklardan başlayarak göklere kadar kolları bir kavis çizdi. Ayrıca deniz tarafında duran Latife Hanım'ın siyah elleri eşarbının önüne gelerek yere indi. Ve sesini alçaltarak sordu:
- Evet bu cennetten sizi uzak tutmaktan başka, gündelik diğer yararlı işlerinize zarar vermeyeceğimizi umarım.
Latife'nin yüzü ciddi bir şekil aldı. Etrafına bakındı. O sırada üst terasta evin önündeki kapının gölgesinde duran iki kişi idiler.
- İyi geceler sayın Paşam.
Küçükhanım içki içmenizi yasakladı

Mustafa Kemal, kollarını açarak 'küçükhanım'a yürüdü. Latife elini uzattı ve elleri birleşti. Göz göze geldiler.

Gazi Mustafa Kemal ve Latife Hanım, üst terasta evin önündeki kapının gölgesinde duruyorlardı. Paşa sordu,
- Küçükhanım söyler misiniz duvarda tırmanmış yaprakları olan bitkinin adı nedir?
- Morsalkım çiçeğinin yaprakları onlar.
- Tuhaf, şu oradaki bodur ağaç
- O yasemin ama onun çiçek açma zamanı geçti.
- Gece çok serin değil mi?
- Odanızda sıcak battaniyeler de var.
- Çok naziksiniz, teşekkür ederim. Herhalde yangını da rüzgarın çok esmesinden henüz söndüremiyorlar. Bakınız gavur İzmir üzerinde gök ne kadar kızıl hal almış, görüyor musunuz?
- Korkunç!..
- Söyler misiniz küçükhanım bahçemizde oturacak sıra var mı?

RÜZGYÜZLERİNE ÇARPTI
- Herhalde şimdi oturmak istemiyorsunuz?
-Yalnız başıma mı oturacağım?
- Bakınız terasın sonunda bodur ağaçların arasında bir taş sıra var. Gördünüz mü?
- Hayır lütfen gelin gösterin.
- Kızmayınız ama uşaklar için akşam yemeğini ayarlamam lazım. İyi geceler.
- İyi geceler.
Mustafa Kemal, aniden kızın arkasından kollarını açarak yürümeye başladı. Latife birdenbire şaşırdı, istemeyerek elini ileri uzattı ve elleri birleşti. Bir an göz göze gelerek birbirinden biraz uzakta ellerini tutarak öyle durdular. Rüzgar aniden eserek yaprakları sallandırdı ve sonra yüzlerine çarptı.
- Şunu demek istiyorum. Ben tatmin olmayan bir insanım...
-
‘İHTİYAÇLARINIZ EMİRDİR’ Latife, Kemal Paşa’ya dönerek: “Bir ihtiyacınız olursa zili çalın uşak gelir. İhtiyaçlarınız emir telakki edilecektir.”Nasıl yani?
- Titizim.
-Bütün ihtiyaçlarınızın karşılanmasını ayarladım. Eğer bir şey eksikse haber verin.
- Size mi?
- Baş ucunuza zil koydurttum. Bir uşağım sürekli kapınızın önünde bekleyecektir.
- Sürekli mi?
- Öyle. Tekrar iyi geceler.
Ama kemikli erkek elleri, beyaz zarif elleri kolayca bırakmadı.
- Latife ben sert yatağı severim.
- Alttaki kuştüyü yatağı kaldırtacağım.
- Uyumadan önce okumayı severim.
- Fransız, İngiliz, Alman, İtalyan, Yunan ve Türk gazeteleri odanızda var.
- Eğer kafamda birçok düşünceler dolaşırsa uyuyamam, içki içme adetim var.
- Dediğim gibi neye ihtiyacınız varsa emrinize amade yerine getirilecektir. Eller Latife'nin ellerini çekmeye başladı.

EVDE İÇKİ VAR MI?
Kemal Paşa susamıştı. Uşağı çağırdı.
- Evinizde içki var mı?
- Küçükhanım hepsini odasına götürdü.
- Bir şişe ödünç istediğimi söyle.
- Affedersiniz ekselansları getiremem.
- Neden?
- Çünkü küçükhanım odasından size içki getirilmesini yasakladı.
- O zaman şehre git, derhal bana bir şişe rakı getir.
Uşak hareketsiz olarak durdu ve hayretle Mustafa Kemal'in yüzüne baktı.
- Haydi git!
Uşak yine geveleyerek eğilip geri çekildi.
- Lütfen kızmayınız efendim, getirmeye de izin yok. Küçükhanım yasak etti. Dedi ki Başkanın içmesine izin yok.

 

Gidemez ama onunla da yüz yüze gelemezdi

Konuk olduğu evde adeta kapana kısıldığını hissediyordu. İçki içemiyordu. Sigaraların hepsi kaldırılmıştı. Ama öte yandan, kokladığı zaman insanın içinde belli hisler uyandıran bu çiçekleri onun sevdiğini kim biliyordu?.

Uşak kapıyı arkasından kapatmayı unutunca odayı serin bir hava doldurdu. Uşağın arkasından baktı. Saat kaçtı acaba? Saatine baktı gece yarısı olmuştu. Hayır hayır şimdi rezalet çıkarmak olmazdı. Ama bunu o terbiyesiz küçükhanımın yanına koymayacaktı. Bundan dolayı kurmayları da burada kalamazlardı. O takdirde nereye gidecekti? Sabaha kadar esir mi olacaktı? Hayır, yatmayacak ve bu eve ait yastığı bir gece için bile kullanmayacaktı. Bir oh çekti. Çok sinirlenmişti. Lamba ışığına karışan sert profili hareketsizdi. Geceyi bahçedeki taş sıra üzerinde geçirip, şafak sökerken kalkıp hiç laf etmeden subaylarla buradan gitmeyi de düşündü. Evet bu kadının kaprisleri, nezaket dışı hareketleri arasında bir günü bile geçirmeye artık dayanamazdı. Arkasında o fırtınalı denizden gelen serin bir soluk gibi uzanan rüzgarı hissetti.

AMA YA HASTA OLURSA
Tam gelişmeler hakkında karar verme eşiğine gelmişken, şu sıra soğuk alıp hasta olursa... Böbreği yüzünden çok çekmişti. Özellikle Kuzey Filistin'deki savaşları yataktan idare ettiğini anımsadı. Şimdi de bu rahatsızlık tekrarlayabilirdi, bahçedeki banka aceleyle yatıp, daha da serin olacak geceyi burada geçirip, üşütmeyi ne için göze alacaktı, ne için? Bu kadın onun üstünde biriymiş gibi emir verdiği için mi geceyi orada geçirecekti? Hem kimdi bu kadın? Görünüşe göre, Fransa'da aşırı modernlikle şişirilmiş ve her isteği her zaman yerine getirilen şımarık bir kadın mıydı? Pencerenin yanında, arkadan gelen serin rüzgara arkası dönük olarak düşünürken birden kendisini güçsüz hissetti. Bu durumda gidemez, ama bu kadınla yüz yüze de gelemezdi. Çünkü o emirleri verip ortadan kaybolmuştu. Yatmak istemiyordu. Çocukluk döneminde bazı öç alma olayları olurdu ve isteğini yerine getirmediler mi yemek yemez veya şimdiki gibi yatmaz, uykulu olarak üşüyerek dururdu. Peki şimdi ortalıkta görülmeyen kadının, katı tutumuna karşı meydan mı okuyacak, yoksa küsecek miydi? Kimdi o? İnatçı bir çocuk? Yine içinden bir titreme geldi. Etrafına bakındı. Sevdiği çiçeklerden yapılmış çok büyük üç demet çiçeği ancak şimdi fark etti. Daha derinden bir nefes aldı odayı tatlı, güzel bir koku kaplamıştı. Halbuki o bu kokuyu rüzgarın getirdiğini sanmıştı. Kokladığı zaman insanın içinde belli hisler uyandıran bu çiçekleri onun sevdiğini kim biliyordu? Ve... Evet anlamıştı. Bu tatlı koku öylece yanında uzanan üç vazodaki çiçeklerin kokusu idi. Biraz hafifledi ve gülümsedi.

HEYECANLANMIŞTI
Gizli bir heyecandan kendini kurtardı. Gerçekten bu çiçek kokusu, o kokunun aynısıydı. Başka bir koku değildi. Hayret, şimdiye kadar onun farkına varmamıştı. Odada şöyle bir gezindi. İlginçti, ama odanın her uzak yerinde bile bir esinti vardı. O bir sap çiçeğin çıkardığı koku. Esintinin etkisi ile vazodaki çiçekte yastığın üzerine gelmiş olabilirdi. Veya acaba bunu birisi mi yaptı? O bir sap çiçeğe doğru eğildi, böyle etkileyici bir hoş kokuya hiç rastlamamıştı. Bu harika bir çiçekti. Gerçekten çok şaşırtıcı bir durumdu. Çünkü tam o çiçeği oraya nasıl getirmişlerdi, rastlantı olarak tamamen başka bir çiçeği de getirebilirlerdi. Evet bu bir rastlantı idi diye düşündü. Yatağın önünde durdu. O'nu adeta çağıran yastıklara hasretle baktı. Hayır, hayır bu evde asla yatmayacaktı. Bu arada aklına bir fikir geldi. Peki, o halde göğsünde o resmi neden taşıyor? Ve neden dedi ki... Kemal bir demet çiçeği kendine doğru çekip yatağın ucuna ilişti.

Yazan: Rezsö Szirmai Çeviren: Prof. Vecdet Erkun

Ekselans... Getiremem...

Mustafa Kemal ışıldayan bir bakışla ihtiyara döndü. Uşak üzgün öylece duruyordu. Uzun bir sessizlikten sonra deniz esen rüzgarla azmış olarak kıyıya vurdu. Daha sakin bir sesle sordu:
- Küçükhanım şimdi uyuyor mu?
- Hayır...
- O zaman git, onun isteği doğrultusunda içki içmekten vazgeçtiğimi söyle.
Uşak eğildi ve telaşla doğruldu.
- Başüstüne, dedi.
Bunun üzerine Kemal uşağa;
- Dur, küçükhanımdan sigara istediğimi ve on-on iki adet sigara göndermesini rica ettiğimi ve yarın sigaraları geri vereceğimi söyle... Haydi çabuk ol!
-Ekselans hazretleri... getiremem.
Uşak çabucak cevap verdi ve ekledi,
- Küçükhanım sigaraları topladı. Hepsini bir yere koyup kilitledi ve Ekselanslarının gece uyuması gerekliliğini söyledi...
- O zaman git subaylardan iste...
- Küçükhanım yasak etti.
- Ne demek oluyor bu? Ben burada esir miyim?
- Lütfen yatınız ekselansları.
Küçük-hanım geç olduğunu, uyumanız gerektiğini söylemişti.
Başkan kızdı.
- Defol!..

 

 

Neydi bu kadının adı; Latife değil mi?

Kafasını iyiden iyiye kurcalamaya başlamıştı bu kız. O çiçekler... Sonra masanın üzerindeki soğuk su, gazeteler... Fransız, İngiliz, Yunan, Türk gazeteleri. Hepsinde yer alan resimlerinin etrafını kırmızı çiçeklerle süsleyen kim olabilirdi ki.

Yumuşak halı ile kaplı bir tabure üzerinde bir yığın gazete olduğunun farkına vardı. İşte, yatmaya gerek kalmadan geceyi neyle geçireceği anlaşılmıştı. Çünkü böylece, bu kadının evinde yatmayacak ve onun evinde konaklamış olmayacaktı. Neydi O'nun adı Latife değil mi? Gözüne bakınca emir verecek biri gibi görünmüyordu. Gözleri de sert bakışlı değildi, ama gümüş gibi parlıyor ve oldukça da büyüktü. Bir küçük masa üzerinde bir bardak su vardı ve bir solukta bardaktaki suyu içti. Tuhaf, bu su nasıl da soğuktu, Anlaşılıyor ki bu kız kötü düşünceli değil! Ama izin vermiyordu içki ve sigaraya. Ama buna kafa yormayacaktı. Sabah buradan ayrılacak ve bu problem de sona erecekti. Gazeteleri eline aldı ve tarihlerine bakmaya başladı. Hepsi günlüktü. Fransız, İngiliz, İtalyan, Alman, Yunan ve Türk gazeteleri ve her gazetede Mustafa Kemal'den söz edilmişti. Ayrıca kırmızı mürekkeple etrafları çizilmiş haberler veriliyordu.

MEKTUPLARI GERİ VERDİM
Bütün gazetelerde yer alan resminin etrafına, kırmızı çiçeklerle süslenmiş çelenkler yapılmıştı. Gazeteleri heyecanla gözden geçirmeye başladı. Sakarya'da, Yunanlarla yapılan savaşta onların kaçışının ayrıntılı haberleri ile dolu idi. Fakat resimlerin etrafını kırmızı çiçeklerle süsleyen acaba kim olabilirdi? Onları daha dikkatle inceledi. Resimlerin etrafını süsleyen çiçekler sanki canlıymış gibi güzel kokuyordu. Kulağında birdenbire şu dört kelime derinden gelen bir ses olarak çınladı. "Ve eğer bunu ispat edersem" bu sözü ve beyaz eli iyi anımsıyordu. Karanlık ve kasvetli oda birden sallandı, gaz lambası ışığında çılgınca uçan beyaz kelebek görünüşlü bir göğsün derinliğinden, siyah kumaşların altından çıkan madalyonu anımsayıverdi. Ve "Bunu gösterirsem" dediği zaman ses tonu öyleydi ki sanki gümüşten yapılmış zillerin çağrı sesleri gibi. Tebessüm ettiği zaman o fevkalade beyaz dişler görülüyordu. Başkan uzandı. Lambayı söndürmek üzere idi ki kapı sessizce açılarak, ihtiyar uşak şaşkın bir durumda içeri girdi. Ayak parmakları üzerinde, kapalı gözle, odanın bir ucundan diğer ucuna yürüdü. Pencereye vardığı zaman Başkumandan'ın sesini işitti.

ÜŞÜRSÜNÜZ EFENDİM
- Küçük hanıma ne istediğimi söyledin mi? Uşağın bütün vücudu titredi ve kekeleyerek: - Söyledim ekselansları. - Peki ne dedi? - Hiçbir şey söylemedi. Yalnız buraya gelmemi ve havanın serin olması nedeni ile pencereyi kapatmamı söyledi. - Halbuki ben pencereyi kapatmamanı istiyorum. Çünkü benim böyle zamanda pencere açık olarak uyumak adetimdir. Uşak ağlar gibi bir sesle şöyle söylemeye çalıştı. - Ekselansları beni affediniz ama küçük hanım, eğer istemeseniz de pencereyi kapatmamı söyledi. - O pencereyi açık bırakacaksın! - Küçük hanım böylesini onun istediğini size söylememi bildirdi. - O mu istiyor? - Evet... Çünkü rüzgar var, sonra üşürsünüz efendim. İhtiyar yavaşça pencereye doğru yöneldi ve pencereyi kapattı.

SİZE İYİ GECELER DİLEDİ"
İnler gibi uğuldayan denizin ve gümleyen dalgaların sesi uzaktan bahçeye kadar ulaşan yangının gürültüsü ile birbirine karışarak, sanki tek bir gürültü gibi pencere camına çarpıyordu. Kısa bir sessizlikten sonra Başkan'ın sesi işitildi. - Gidebilirsin. Uşak kapı aralığında durdu, ağlayacak gibi şaşkın bir halde, ağzından şu kelimeler döküldü. - Küçükhanım size iyi geceler dileğini gönderdi. Uşak bunu söyleyerek kapıyı kapatıp koşarcasına koridora doğru uzaklaştı. Başkan içinde güzel kokan çiçekler olan vazoyu kendine doğru çekti. Latife bir daha gözükmedi. Başkan onunla karşılaşmadı. O'nu arama çabaları boşuna idi. Latife'yi görebilmiş olsa yasaklamalarından dolayı ondan hesap soracak bunun böyle gitmeyeceğini ona açıklayacaktı. Latife ortadan kaybolmuştu. Sanki evden taşınmış veya odasında kilitli tutuluyormuş gibi idi. Başkan subayları aracılığı ile onu arattı. Fakat onlar da bulamadılar. Köşkteki uşaklara sordu, onlar: - Elbette efendim küçükhanım evde, her emri o veriyor, denetim yapıyor, daima evdedir, şehre bile gitmedi. Dün akşam beyler evde yokken bahçede gezindi bile... diye cevap veriyorlardı.

 

Her akşam bahçede saklanıp bekliyordu

MUSTAFA Kemal uşaklardan aldığı bilgi üzerine her akşam bahçeye iniyor, çiçekli ağaççıklar arasındaki sıraya oturup saklanıyordu. Deniz kenarında geziniyor, karanlıkpencerelere gizlice bakıyor fakat Latife hiç görünmüyordu. Başkan odasındaki lambayı kimse görmesin diye söndürüp pencere önünde saatlerce boşuna bekliyordu. Bahçedeki her hareketi, çakıl taşlarından gelen her sesi veya ağaç yaprakları gölgelerinin hareketlerini izliyordu. Kemal böyle zamanda sigara da içiyordu. Bazı geceler aniden uyanarak rüzgar esintisinin duvara vurması ile duvar sarmaşığının yapraklarının sanki bir insanın yaklaşmasını andıran hışırtılarını dikkatle dinliyordu. Bir defa da gece yarısı, köşkte herkes uyurken kapı önünde ayak sesleri işitti. Kalbi çarparak kapıya doğru gitti duvarı dinledi... O nazik, ses çıkarmayan adımları hissetti. Kapı önünde elinde yanan mumla durdu. Heyecanla o sesleri dinledi. Ayak sesleri yaklaşıp odanın kapısına gelince Kemal kapıyı ansızın açarak dışarı koridora fırladı.

GERÇEK BİR ARAŞTIRMAYDI
Koridorun sonundan yaklaşan uşak, kimseyi rahatsız etmemeye çalışarak yürüyordu. - Ekselans... Kapı gürültü ile kapandı. Köşkte Latife'yi bulabilmek için gerçek bir araştırma sürüyordu. Subaylar da bu araştırmaya katılıyordu. Fakat gayretler sonuç vermedi. Uşaklar boşuna sorguya çekiliyor, hepsi de küçükhanımın odasında olduğundan başka bir şey söylemiyordu. Öyle görülüyordu ki o, hiç kimse ile karşılaşmak istemiyor, misafirler gittikten sonra ortaya çıkıyor, emirler veriyor, Başkan'ın odasını her sabah gözden geçiriyor, vazolara çiçeklerin konmasını sağlıyor ve o her gece odaya iki sigara koyuyordu. Ayrıca, Başkan tarafından odaya getirilmiş olan üç şişe içki de alınarak götürülmüştü. Fakat onunla karşılaşmak olanaksızdı. Mustafa Kemal artık gerçekten onu görme hasreti içinde idi.

DAHA FAZLASINI İSTİYORDU
Bu hanımı görmesi gerekiyordu. Çünkü onun yerine emir veren bu kadını artık görmesi gerekliydi. Onun emirlerine aldırmıyor, Türkiye'nin Devlet Başkanı kendisiymiş gibi davranıyordu. Bu kadın ona memleketin, Türkiye'nin hakimi devlet Başkanının da üstündeymiş gibi hükmetmek istiyordu. Evet böyle hareket etmek çok küçük işti ve kolaydır. Hayır, hayır o bir ülkeye hükmetmekten daha fazlasını istiyordu. O, bir diktatörün üstünde olmak arzusundaydı, bu ne kadar zor ve kolay olabilirdi? Bir kadının yetkileri elinde bulunan devlet başkanına hükmetmesi, cesaret kırılmış temiz bir ülke halkına hükmetmesinden daha zordur. Latife'nin hakkı vardı, çünkü o milyonlara emir veren bir kişiye sözünü dinletmekten mutlu oluyordu. Eğer bunları düşündüyse hakkı yok muydu? Her ne ise onu görmesi gerekli ve onunla konuşmalıydı.
Kemal'in sigaraları artık gül kokuyordu

BAŞKAN gece bahçede geziniyorsa gecenin hangi saati olursa olsun, uşak arkasından hemen palto getiriyordu. Onu küçük hanım göndermiş oluyordu. Bir keresinde Kemal şaşırarak soracak oldu. - Küçükhanım mı; diye. Gece saat ikiyi geçmişti. Latife'nin gül kokusuyla kokulandırdığı sigarasını içip kafasındaki planlarla bir aşağı bir yukarı yürüyerek bahçenin bitimindeki deniz kenarına kadar uzandı ve "Belki beni bu geç saatlerde de gözlüyordur?" diye düşünürken, kuşkusuna uşak cevap verdi: - Hayır ekselans ben uyumuşum ama küçükhanım beni uyandırdı ve bunları götürmemi söyledi.

Mesajına Mesajla Cevap Alıyordu

MUSTAFA Kemal adı hep ortalarda dolaşan ama kendisi hiç görünmeyen ev sahibesi ile karşılaşmak, konuşmak için dayanılmaz bir arzu duyuyordu. Konu ihtiyaçları değildi. Her ihtiyacı o daha ağzını açmadan görülüyordu ve "Nasıl" ve sorusuna aldığı yanıt hep aynıydı. "Küçükhanım böyle emretti." Şu karşılıklı haberleşme meselesini de görüşmeliydi. Mesajına hep mesajla cevap veriliyordu. Küçükhanım da gönderdiği mesajı da Başkanı gönülden selamlıyor ve her şeyden memnun olduğunu umduğunu bildiriyor fakat, her nedense küçükhanımın aşağıya gelmeye vakti olmuyordu.

Latife Hanım'ı görmeliyim

Köşkte Latife Hanım'ı bulma gayretleri sonuç vermedi fakat evin her yerinde onun etkisi sürüyordu. Mustafa Kemal gece bahçede gezintiye çıkacak olsa, Latife Hanım uşakla paltosunu gönderiyordu.

Köşkte Latife'yi bulabilmek için gerçek bir araştırma sürüyordu. Subaylar da bu araştırmaya katılıyordu. Fakat gayretler sonuç vermedi. Uşaklar boşuna sorguya çekiliyor, hepsi de küçükhanımın odasında olduğundan başka bir şey söylemiyordu. Öyle görülüyordu ki o, hiç kimse ile karşılaşmak istemiyor, fakat misafir beyler gittikten sonra hemen ortaya çıkıyor, emirler veriyor, Gazi'nin odasını her sabah gözden geçiriyor, vazolara çiçeklerin konmasını sağlıyor ve her gece odaya iki sigara koyuyordu. Ayrıca, Gazi tarafından odaya getirilmiş olan üç şişe içki de çalınarak götürülmüştü. Fakat onunla karşılaşmak olanaksızdı.

MESAJA MESAJ
Mustafa Kemal artık gerçekten onu görme hasreti içinde idi. Bu hanımı görmesi gerekiyordu. Çünkü bu kadın ona hükmetmek istiyordu. Latife herhalde milyonlara emir veren bir kişiye sözünü dinletmekten mutlu oluyordu. Her ne ise onu görmesi gerekli onunla konuşmalıydı. Şu karşılıklı haberleşme meselesini de görüşmeliydi. Mesajına mesajla cevap veriliyordu. Küçükhanım Gazi'yi gönülden selamlıyor her şeyden memnun olduğunu umduğunu bildiriyor fakat, nedense aşağıya gelmeye vakti olmuyordu. Bir defa kapısını tıklattı, kapı kapalı idi ve içerden kimse cevap vermedi. Odasına gittiği zaman halıların üzerine çiçekler saçılmış buldu ve emrine verilen uşak da eğilerek her akşamki gibi iyi dileklerini iletmişti.

GÖRÜNMEYEN ELLER
Fakat evin her yerindeki uygulamalar Mustafa Kemal'in ihtiyaçlarına uyularak yapılıyordu. Bu halde sertten daha sert önlemler almak boşuna idi. Çünkü bu evde Latife'nin emirleri geçerli oluyordu. Mustafa Kemal yatağı yanına koyulan, günde iki, üç kadeh rakıdan fazlasını içemezdi. Önceleri Gazi'nin gece uykusu kaçtığı zaman yardımcı olmak üzere odasına gizlice içki koydular ama görülmeyen eller onları ortadan kaldırdı. Diğer taraftan hava serin diye çift battaniye bile getirdiler, pencereleri kapattılar ve ince ceketleri kaldırdılar. Mustafa Kemal gece bahçede geziniyorsa gecenin hangi saati olursa olsun, uşak arkasından hemen palto getiriyordu. Onu küçük hanım göndermiş oluyordu. Bir öğleden sonra beklenmedik bir zamanda Gazi deniz motoru ile köşke geldi ve teras önünde motor iskeleye bağlandı. Daha uzaktan, Latife'yi orada bahçede taş sırada otururken ve bir şey yazarken gördü. Mustafa Kemal heyecanlanarak aceleyle deniz motorundan sahile çıktı. Hızlı adımlarla sıranın bulunduğu tarafa doğru gitti. Bu kıza artık sormak gerekiyordu. "Ne cesaretle böyle hareket ediyor?", "Onun için ne düşünüyor?" Onun üzerine böyle gitmekten korkmuyorsa neden öyle saklanıp duruyordu? Bu düşüncelerle sıraya doğru acele olarak yürüdü. Aklında söyleyeceklerini tasarlayıp oraya doğru gidiyorken kendisini yine Selanik'te deneyimsiz bir harp okulu öğrencisi gibi hissetti. O sırada sıraya ulaştı ve kızın yanına oturdu ve samimiyetle birbirinin ellerini tutup konuşmaya başladılar.

 

Üç gün sonra gideceğim

Latife artık Mustafa Kemal'in sekreteriydi. Yabancı diplomatlara gönderilen mektupların tercüme işlerini yürütüyordu. Günlerini köşkte çalışarak geçiriyorlardı.

Gökyüzünde bulutlar mor bir renk almaya başlamıştı, denizin gelgit sonucu yükselmesi ile oturdukları sıraya ılık bir rüzgar esintisi geliyor, küçük dalgacıkların sesi duyuluyordu. Aralarındaki konuşma şöyleydi:
Gazi şimdiye kadar en çok yararlandığı şeyleri konu ediyordu. Örneğin Fransızca veya İngilizce bilmesi mi daha yararlı olmuştu? Ne olursa olsun tam bu günlerde müttefiklerle yapılan müzakerelerin sürdürülmesinde İngilizce ve Fransızca dillerini çok iyi bilen bir sekreterin bulunmamasının eksikliğinin hissedildiğini ifade ediyordu. Bu sekreterin İzmir'de oturan biri olmasını ve ona yalnız birkaç günlüğüne ihtiyacı olduğunu söyleyen Gazi, konuşmasında gelecek hafta artık ya Çankaya'ya veya Bursa'ya gideceğinin kesin bilinmesi gerektiğini söylüyordu. Kız ise şöyle cevap veriyordu:
- Rica ederim; burada İzmir'de ise size memnuniyetle yardım ederim. Mustafa Kemal ona teşekkür etti.
- Çok naziksiniz, o zaman yarından itibaren beraber çalışabiliriz. Böyle bir durum herhalde bana çok yardımcı olacaktır.

BİR ÇOCUK GİBİ...
O öğleden sonradan başlayarak her gün beraber oldular. Latife, Mustafa Kemal'in yanında çalıştı. İngiliz diplomatlarına gönderilen mektupların ve diğer yazışmaların tercüme işlerini yürüttü. Tüm gizli durumları öğrendi. Yalnız Kemal'in düşündüğü planları öğrenemedi. Her konu hakkında bir görüş sahibi oldu. Hiçbir zaman görüşünü de gizlemedi. İntizamı seviyor ve emir verme olanağı olmadığı zaman aldığı emri amir gibi ileriye ulaştırmaktan hoşlanıyordu. Gazi mümkün olduğu kadar bayan sekreterinin yanında kalmasını arzu ediyordu. Çünkü konuştuğu zaman sesini işitiyor, ayrıca gözlerinin, duru sıcak bakışları karşısında gittikçe artan bir duygu ile onu kucaklamak isteğini duyuyordu. Bir gün, aşağıda bahçede otururlarken, Mustafa Kemal Latife'ye mektup dikte ettiriyordu. Hava kararmış, kalın bulutlar düzensiz olarak göğü kaplamış, deniz adeta bulutlarla birleşmiş gibi bir renk almıştı. İşte böyle bir günde Kemal, kızın önünde durdu, biraz sıkılarak, acemi yavaş ve içten bir yaklaşımla ve şimdi çoktan anlamını ve gücünü kaybetmiş serzenişli sözlerle şöyle konuşmaya başladı. Kendisini gerçekten bu evde bir esir gibi hissettiğini söyledi. Şunu yapmak istiyor yapamıyor, istediği gibi yaşamını sürdüremiyor, Latife ise ortalıkta görünmüyor, perde gerisinde anlaşılmayan bir biçimde onu yönetiyor ve gizli emirler veriyordu. Fakat açıkça şunları söyleyemiyordu. Burada bu evde bulunduğundan beri kendini iyi hissetmiyor, bazen koruma altında olan çocuk gibi hisse kendini kaptırıyor, bu durum kişisel özgür yaşamını engelliyordu. Bütün bu görüşünü, ona söylerse Latife ne diyebilirdi acaba? Sesinde öyle haklı olduğunu belirten bir ton yoktu, serzenişli sözler tebessüme dönüştü ve bu sözler yavaş yavaş teşekküre dönüştüler.

ELLERİ BİRLEŞTİ
Latife'nin önünde durdu sessizce onu seyretti. İkisi de ellerinin birbiri üzerine ne zaman geldiğinin farkına bile varmadılar. Ama ellerinin birleşik olduğunu görünce irkildiler, etli beyaz olan el sıranın üzerinden havaya doğru kalktı. Kemikli esmer el ise havadan sıra tarafına doğru indi. Latife gülümseyerek sordu.
- Kötü mü oldu?
- Hayır.
- Koruyuculuğu kaldırayım mı?
- Hayır. Yavaş tempoda yağmur başlamıştı. Yağmur damlaları hafif bir ses çıkararak, seyrek yapraklar üzerinden aşağı birbiri ardından sessizce düşüyordu. Birkaç yağmur damlası ikisinin yüzlerine ve açık olan dudaklarının arasına bile düşmüştü ama onlar bunun farkında değildiler. Uzun bir sessizlikten sonra Gazi söze başladı.
- Üç gün sonra gideceğim.
Bu sırada duyulmayan bir göğüs geçirme mi yoksa bir ses mi çıktı, bilinmiyor. Sıranın üst tarafından gelen bu hafif sesin ne olduğunu anlamak mümkün değildi. Kemal söylediklerini kesin sözlerle tekrar etti:
- Üç gün sonra gideceğim Latife.
Kız iç çekerek merakla sordu.
- Nereye?
- Bursa'ya.

 

Seviyorum fakat metresin olmam

Latife'ye neden üç gün sonra gideceğini söylemişti? Bu gece yola çıksa yarın Bursa'da olurdu. Ama görüşmelerde iyi niyetli, yorgun olmayan bir kafa ile hazır bulunması daha iyi olacaktı.

Kemal kendini artık galip sayıp, daha sert ve tamamen emir verir bir ses tonu ile cevap verdi.
- Yegane aşkım olarak benimle geliyorsun. Dünyada en değer verdiğim kişi olarak, diye fısıldadı. Aynı anda Fikriye Hanım'ın gülümseyen yüzü yağan yağmurun taneleri arasında canlandı. Çankaya'da bıraktığı kadının bir an uzaklardan onu çağıran, seven ve ağlayan gözlerini görür gibi oldu.
- Dünyada benim için herşeyden önce sen varsın. Latife söylenenleri sakin sakin dinliyordu. Kollarını öne doğru uzattı, parmaklarının Gazi'nin ceketine değerek tehlikeli olabilecek bir tarzda yaklaştığını düşünerek erkeği ileri doğru itti.
- Geliyor musun? Evet benimle geliyor musun? Üç gün sonra hareket ediyoruz. İyi mi?
- Ne zaman nikahımız kıyılacak?
- Bak Latife, ben kendi kendime yemin ettim. Özel yaşamımı önemli hedeflerime ulaşmadan değiştirmeyeceğime yemin ettim. Düşmanlarla barış anlaşması yapıncaya kadar, Türkiye'nin bağımsız bir devlet yaşamını garantiye almadan evlenmeyi düşünmüyorum. Barış artık yolda, geliyor ve siz de aynı yolda eşim olmak için geliyorsunuz.
- O zamana dek bekleyecek miyiz?
- Hayır, hayır beklemek istemiyorum. Ne diye bekleyelim? Şimdiye kadar hiçbir kadına nasip olmadığı kadar sana tapıyorken niye bekleyelim? Bunları söyledi ve sarılmak istediyse de Latife geri çekildi.
- Bakınız ben sizi çoktan beri seviyorum. Bunu biliyorsunuz, bunu hissediyorsunuz. Kemal'in yaklaşan dudaklarına karşı Latife geri çekildi ve Gazi onun yalnız elini tutabildi.
- Sevgilim!..
- Hayır, şimdi dinle. Ben de metres olmamaya yemin ettim. Sınırsız olarak seviyorum fakat metresin olmayacağım, yalnız karın olacağım. Affedersin bunları samimiyetle söylüyorum.
- Eğer olaylar sizin eşim olmayacağınız biçiminde gelişirse? Biliyorsunuz ben kendi başına buyruk değilim. Bir Trabzonlu köylü gibi canı nasıl isterse öyle yaşar, durumda değilim. Ve eğer benim eşim olamazsanız o zaman ne olacak Latife?
- O zaman kimsenin karısı olmayacağım, metresi de olmayacağım. Buna yemin ederim. Kemal irkilerek kıza baktı. Bu yemin, bu kararlılık ve karşı gelmedeki azimli ses tonu yenilmezlik işareti olabilir miydi? O genç, kuvvetli erkek, zafer kazanmış, yurt çapında saygın bir kumandan olmasına rağmen, sanki zayıf, biçare, beceriksiz biriymiş gibi, şu bahçe sırasının yan tarafında oturan, kendisine aşık olan, kalbi onun aşk ateşi ile yanan bu kıza haftalar sonra kendisini kabul ettirememiş miydi? Hayır, hayır bu mümkün değildi. Sonra kızı kendine doğru çekti, başını kaldırıp dudaklarından öpmek istedi. Latife onun elleri arasından kayarak ayağa kalktı. Kemal'in önünde durdu. Yüzünü bulutlar tarafına kaldırmasıyla birlikte yağmur damlaları ağzına düşmeye başladı. Sonra yavaşça yüzünü öne eğerek titreyen bir sesle sordu.
- Ne zaman Bursa'ya hareket edeceksiniz?
- Üç gün sonra Latife...
- İyi akşamlar...
Hemen döndü, koşarak uzaklaştı. Gittikçe artan yağmur damlaları perdesi arkasında kayboldu. Kemal şaşırmış olarak arkasından baktı. Gözden kaybolunca rüzgarın ters yönden esmesi nedeni ile yağmurdan yüzünün tamamen ıslandığının farkına vardı. Gitme zamanı geldi diye düşündü. O halde neden üç gün daha bekleyecekti? Bu üç günlük gecikmeyi söylemesinin nedeni ne olabilirdi? Bu gece bile hareket edebilir ve yarın Bursa'da olurdu. Ama yapılacak müzakerelerde serinkanlı, iyi niyetli, yorgun olmayan bir kafa ile hazır bulunması belki daha iyi olacaktı. İyi de bu kızın kaçışı ile başarılı olamazdı. Aksi durumda olay aslında onu ilgilendirmiyordu. Ben fazla bir şey istemedim diye düşündü. Eğer istemiş olsaydım... Bu önemsiz bir flört idi. Bu önemsiz bir flörttü diye aklından tekrar geçirdi. Sonra yağmur altında koşarak terastan geçip odasına gitti. Ve o gece kurmayları ile yola çıktı.

 

 

 

 

 

Anneler her şeyi bilirler

Latife ile yaptığı o çok da hoş geçmeyen konuşmanın ardından Mustafa Kemal düşüncelere dalmıştı. Yaşamına giren kadınları en çok da annesini, sözlerini hatırlamıştı.

Başkan geceyi uykusuz geçirmişti. Yattığı yerden, aydınlanmaya başlayan gökyüzünü kolayca görebiliyordu. Uykusuz geçen bir geceden sonra bile gün doğuşu insana sevinç veriyordu. Artık yatakta kayıtsızca kalmak, ayrıntılarla uğraşarak uyumayı beklemek boşuna idi. Yüz kere uzaklaşan ve yüz kere akla gelen küstah fikirlerle ve duygularla mücadele etmeye gerek yoktu. Gökte hareket eden bulutları kaygısızca seyrettiğinden rahatlamıştı. Gittikçe net görünmeye başlayan bahçeye bakarken göğsüne sürekli saplanan bunaltıcı duygular ise işte bu derin gün doğuşu zamanında sıkıntısızca artık kaybolup gidiyorlardı. Artık her şey geride kalmıştı. Latife böyle sıkıntılı duygulara neden olmuştu. İtiraf etmek gerekir ki biricik Latifeciği düşündüğü zaman ortaya çıkan, o tatlı işkenceden, o mutluluk veren eziyetten kurtulmak için olanca gücüyle sarfettiği gayret hep boşuna oluyordu. Şimdi ise durum başkaydı. Evet şimdi son defa yemin ediyordu, Latife'nin onu huzursuz eden karışmalarının artık son gecesi olacaktı. O gün, doğuşunun koruyucu örtüsü altında örtülüp gidiyordu. Belki yıllar sonra başka bir gün doğuşunda kalbinin acısı geçmiş olarak yine onu anımsayacaktı.

ONU DÜŞÜNMEK YOK
Şimdi diğer bir hususu da düşünmek gerekirdi. Neyi düşünmeli? Ne için düşünmeli? Hiç fark etmez. Ama yalnız O'nu düşünmek yok. Kemal içinden buna adeta söz veriyordu. İnsan böyle zamanda başka kadınları da anımsıyor. Levanten hanım ne kadar güzeldi. Onunla İstanbul'da Pera Palas'ta tanışmıştı. Çok şık giyinmişti. Kullandığı parfüm, evet o parfüm de Paris modası idi. O zaman o hanım kaç yaşında idi? Yirmi yaşında var mıydı? Levanten hanımla Paris'telermiş gibi bir ilişkisi olmuştu. O, aşkta başına buyruk, tehlikeli, çok çekici olmasına rağmen, beraber olacağı kimsenin de üst düzeyden bulunmasını tercih ederdi. Ve evet o yirmi yaşında idi. Kemal o zaman o kadına karşı öyle mesafeli ve aklı başında bir ilişki içinde idi ki, kadın sonunda ondan ayrıldı. Ve şimdi ise, evet şimdi ise uslu bir kişi olarak yatakta yatıyordu. Diğer tarafta Latife'nin yüzü, gül rengine dönüşen gök ile arasında beliriyor. Evet Latife? Hayır hayır nasıl olmuştu? Langadas'da (Selanik'in doğusunda bir kasaba)çayır üzerinde yatıyordu. Tüccar olan babasının işi kötü gitmiş ve ölmüştü. Fakirleşmişlerdi, amcasının sürüsünü güdüyordu.

ÇAYIRDA KURULAN HAYALLER
Bu çayırda kendinden geçmek ve Selanik'teki askeri okulu, şık üniformasını bir kerecik giymeyi hayal etmek Langadas'da yeşil çayır ve otlakta yatarken gördüğü en görkemli rüya idi. O manzara yerine şimdi İzmir'de, bahçede bir taş bank vardı. Evet böyle zamanlarda insanın annesini düşünmesi en iyi fikirdir. Bir akşam vakti evde arkadaşları ile Makedonya'da ayaklanma planlarını konuşurken üst kat merdivenlerinin gıcırtısını işitir gibi olmuştu. O zaman "Bu annem" diye bağırmıştı. Yaşlı kadın ise evinde olup bitenleri öğrenmek için aşağıya inivermişti. Durumu saklayamamıştı. Anneler falcı gibi her şeyi, geleceği de bilirler, sezerler. Annesi demişti ki: - Hayır, hayır oğlum. Şimdi yolundan ayrılma, kalbim çarptıkça hep seni izleyeceğim. Benim bunu söylemem uygun olmaz ama dikkatli ol, bu yol tehlikeli. Ben böyle gizli ilişkileri senin kadar anlamam. Yalnız bir şeyi gözönünde tut oğlum! Yolunda ilerlemeye başladığın zaman sonunu da getir! Eğer başladıysan başarılı olman gerekir. Bak, düşman olmayan herkes uçurumun önünden dönmeyi başarabilir. Fakat, uçurumu aşmak için yardıma ihtiyaç vardır. Önce Allah'ın yardımı sonra da annenin yardımı gerekli demişti. Ne kadar tuhaf değil mi? Ruh bilimi alanında, insanın başka işi yoksa ilginç soruları ortaya atar. Örneğin, şu sıra Fikriye Hanım'ın odasına geçiverse o herhalde uyuyordur diye düşündü. Odasına şöyle bir giriverse diye aklından geçirirken, başka bir kadını düşünmenin doğru olmadığını, insanın kalbinin acı ile dolduğunu ve üzüldüğünü hissetti. O halde köşkün öteki tarafındaki bölümünde annesinin yattığını düşündüğü yere gizlice girse, annesi herhalde uyumamış olur, onun ayak seslerinden ve kokusundan oğlunun geldiğini anlardı. Yatağın ucuna otursa annesine, şöyle deyiverse: - Anneciğim yeniden niyetlendim. Bu bir geri çekilme anlamına mı gelir? Tanrım sen yardım et! Annesi: - Yavrum ne oldu, diye sorardı. - Anneciğim Latife... dese.
..........................................
Kemal'in aklına bu defa Bulgaristan anıları geliyordu. O Bulgar kızıyla tanıştığı evin sahibinin adı neydi? Evet şimdi anımsıyor. Prenses Petrov Ratesa idi. O harika bir kızdı. O General Kovalçev'in kızı idi. Bir gece çok şık askeri ateşe üniforması ile O'nun önünde eğilmiş ve ona şunu söylemişti.
- Seni seviyorum.

 

 

'Seni her zaman yanımda hissettim'

Kemal'in kalbi artık sakin sakin çarpıyordu. Savaş geride kalmıştı. Şimdi yurt ve gönül meselesi ön plandaydı. Bunlar insana mutluluk veriyordu Latife'nin odasının pencerelerine yağmur tempolu bir şekilde vuruyordu. Karşılıklı sözcükler havada uçuştu ve aralarındaki belirsizlik aydınlığa kavuştu.

Bulgar kızın bir şey söylemeden rahatlatıcı bir tebessümle onun da sevdiğini ima etmesinden bir saat sonra, narin Bulgar subaylarıyla dansa gitmesi doğru muydu? Hayır boş vakitleri bol olan şehir delikanlıları gibi şatafatlı fakat değersiz laflarla süslü o "seni seviyorum" sözünü söylemeye asla niyeti yoktu. Şüphesiz böyle durumu izleyen birbiri ardından akıp gelen sözleri söyledikten sonraki sessizlik belki ne denmek istendiği gerçeğini açığa çıkarabiliyordu. Fakat herhalde o kıza kıvırcık saçlarının güzelliği, siyah gözlerinin parlaklığı, etrafında uçuşan kelebekler gibi söylenen sözcüklerin söylenmesi gerekiyordu. Ona bir sözcük yeterli değildi. O dansetmeye gider, Bulgar subaylarla briç oynardı. Bu tek sözcük kalpten çıkan aşk alevi olsa da onun üzerine oksijeni serperek söndürmek olasıydı. Ama o çok başkaydı.

ŞİMDİ BARIŞ ZAMANI
Latife ise samimiyetle seni seviyorum demişti ve ilave etmişti: "Bak ben sana aşığım, biliyorsun seni sevdiğimi anla sevgilim" diye cevap vermişti. Latife'nin elini tutmuş bu el ipek mi, kar mı idi? Bu el tertemiz bir kalp mi idi? İşte artık buraya kadar fazlasını söylemeye gerek yoktu. Elbette şimdi hemen başlamalı idi. Ama yine Türkiye'yi yeniden inşa etmesi gerektiğini hemen anımsadı. İsmet Paşa Mudanya'da barış anlaşmasını imzaladı. Vahdettin artık yalnız halife idi, onun padişahlığı sona ermişti. Osmanlı'nın hükümdarlığı ulusun egemenliğine dönüşmüştü. Şimdi hızla ve büyük bir gayretle işe başlamak gerekiyordu. Eğer insan başkalarının yaşamı ile ilgilenmek isterse kendisi ile ilgilenmeyi düşünmesi doğru olmazdı. Fakat eğer buna karşı engel yoksa, bilincimizde yaşayan bu kavuşma isteğinin yerine getirilmesine neden mani olmalı? O halde evet o halde memleketin yararına olarak en basit biçimde öfkeyi bir kenara bırakıp insanın özlemlerini yerine getirmesi doğru olacaktır. Latife'nin elini tutmalı... Evet Latife'nin elini tuttuğu zaman, cildine el değdiği zaman güzel bir koku geliyordu.

İZMİR'E GİDECEĞİM!
Şimdi artık hiçbir şey düşünmüyor tembel bir tarzda başı yastıkta duruyor, kalbi de sakin sakin çarpıyordu. Savaş artık geride kaldı. Şimdi yurt ve kadın meseleleri önde geliyordu. Bunları düşünmek insana mutluluk veriyordu. Bahçeden ve şehirden uzakta sıra tepelerin ardında güneş şimdi gökte altın yassı bir küre gibi gözüküyordu. Bulutların kenarları üzerlerine vuran ışıklarla parlıyordu. Kemal, ışıldayan gözlerle, kırmızı, mor, gül kurusu, sarı, esmer ve altın renklere bakıyordu. Tam o sırada ani bir hareketle irkiliyor ve sesi evde çınlıyordu.
- Yola çıkacağım! Ve sesi yüksek sesle emir verircesine devam ediyordu.
- Gideceğim!
Buna karşı gelinemezdi. Annesi de, başka bir kadın da olsa, onu hiç kimse durduramazdı. Hiçbir renk, hiçbir ağaç, hiçbir gün doğuşu onu durduramazdı. Bir resmi kabul, bir nikah, bir karar onu durduramazdı. Evet ne başka birşey, ne de kendisi artık kendini durduramazdı. Yaşayan veya ölü herhangi bir varlıkta durduramazdı onu. Bu bakımdan hiç kimse onun emrine karşı gelemezdi.
- İzmir'e gidiyorum ve bir saat sonra tren kalkmalı...
Bir kadın sesi bu karara karşı araya giriverdi.
- Neden?
Sonra bir sessizlik oldu. Daha sonra öksüren ve güçsüz kadın vücudunu zorla taşıyan ayaklar ilerledi ve diğer odalarda da işitilen seyahat haberinin duyulduğu yere kadar kadın sendeleyerek ulaştı. Aynı gün öğleden sonra İzmir'de Latife'nin odasına da, deniz tarafında artık gün batımında yağmur damlaları pencereye tempolu bir şekilde vuruyordu. Karşılıklı sözcükler havalarda uçuştu ve böylece aralarındaki belirsizlik de aydınlığa kavuştu. Kemal odaya girdi ve Latife'nin elini tutarak sordu.
- Biliyor musun neden geldim? Sanki birdenbire gelen bir selden kaçarcasına çok çabuk bir cevap oldu.
- Çünkü benim sevdiğimi hissettin.
- Latife içindeki ateşle çevremdeki hava yanıyor, aşk ateşi bu...
- Hayır o benim kalbimin ateşi...
- Nerede olsam ne yapsam, nereye gitsem, seni hep yanımda hissettim.
- Çünkü sürekli senin yanında idim.
- Ayrılmaz biçimde kalbimde yaşadığını hissettim.
- Çünkü orada gönlünde yaşıyorum.
- Seni düşünmemek ve senden ayrılmak bile aklıma geldi, ama başaramadım. Latife!..
- Çünkü ben seninle kaynaşmıştım.
- Ben de boşuna demedim.
- Talih bizi ayrılmamak üzere birleştiriyor.

YOL BİTTİ ARTIK
Kız iç çekti ve gözlerinde yaş vardı veya kalbinin karanlıklarından gelen bir önsezi vardı içinde. Bu iç çekme bir anda bitti ve sessizlikten sonra sözcükler onların önüne geçemeyecekleri bir fırtınanın içindeki kar taneleri gibi uçuştular. Konuşmalar yeniden aceleleri varmış gibi sürmeye başladı. Kemal hararetli bir tarzda şöyle dedi:
- Hayır, hayır Latife artık vakit geldi. Yol bitti sen ve ben yalnız iki kişiyiz anlıyor musun?
Kız heyecanla iç çekerek:
- Seni seviyorum dedi.
Kemal kızdan elini çekti ve fısıldayarak:
- Gel, dedi.
Latife içinden gelen yüksek bir sesle
- Nereye, nereye? Diye sordu:
- Çabuk gel, haydi gel!
- Söyler misiniz nereye gidiyoruz?
- Bu akşam evet bu akşam benim karım olman için imama gideceğiz.

YARIN
'Latife sana şimdi yalnız tanrının bildiği bir şeyi açıklıyorum. Sen Türkiye'nin ilk cumhurbaşkanının eşi oldun.'

Biliyor musun sen şimdi kimin eşisin

Kimi zaman boğucu, kimi zaman ferah o gecenin sabahında sokağa fırladılar Rastladıkları ilk imama nikâh kıydırdılar.

Anadolu Ajansı'nın 29.1.1923 tarihli bülteni: "Başkumandan Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretleri'yle Uşakizade Latife Hanımefendi'nin emri mesnunu akideleri bugün saat beşte Göztepe'de icra edilmiştir. ............... Paşa Hazretleri ve Latife Hanımefendi, şahit ve davetlilerden mürekkeb bir masada karşı karşıya oturmuşlardır. Paşa Hazretleri Kadı Efendi'ye hitaben: "Efendi Hazretleri, biz Latife Hanım'la evlenmeye karar verdik. Lütfen muamele-i lazımmesini yapar mısınız?" demiştir. Bunun üzerine Kadı Efendi evvela Latife Hanım'a teveccüh ederek: "On dirhem gümüş mihri muaccel ve aranızda takrür eden mihri muaccelle hazırı bilmeclis Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretleriyle tezevvücü kabul ediyor musunuz? Demiş ve Latife Hanım, "Kabul ettim" cevabını vermişlerdir. Kadı Efendi müteakiben Paşa Hazretlerine aynı suali irad etmiş ve müşarünileyh "evet, kabul ettim" buyurmuşlardır. Duayı müteakib tarafeyn, hazırun tarafından pek samimi bir surette tebrik edilmişlerdir.

Sessizlik; sanki fırtınalı bir havanın ardından gelen sakin bir yaz günü gibi bir sessizlik oldu. Sessizlik öyle boğucu bir havaya bürünmüştü ki nefes almak bile zorlaşmıştı. Eğer bu durum böyle sürmüş olsaydı her ikisi de belki boğularak birbirleri üzerine düşüverirlerdi. Fakat çözüm getiren sözler yeniden bu sıcak, kasvetli havayı serinletti. Sözcükler havada öyle uçuştular ki sanki bir lamba ortalığı yeniden aydınlatmış gibi karşılıklı duygular ortalığa ferahlık verdi. Yüksek sesle veya fısıltıyla çıkan sözcükler; esnek anlamlı, bazen yumuşak, bazen de haşin, tırmalayıcı, rahatlatıcı, hepsi birlikte birbirine karışarak eriyip kayboldular. Bu durumda sıkıntılı bir akşam havası odayı kaplıyordu.
- Hissettin mi artık zaman ve mekan yok, yalnız biz ikimiz varız.
Latife fısıltı halinde cevap verdi:
- Hayır ikimiz yokuz, sen varsın yalnız sen varsın...
- Peki Latife sen yok musun?

TOZ BULUTU KALKTI
- Ben senin içinde yok oldum.
Uşak odaya girdi, lambayı yaktı. Düşünmek, daha aydınlık ortamda kolaylaştı. Bugün artık geç oldu, ama yarın sabah erkenden evlenecekler evet en erken saatte evleneceklerdi. Belki gün doğarken, hemen imamın önüne gidip evleneceklerdi. Sabah, denizden gelen rüzgarın getirdiği havada tuzlu bir tad vardı. Sokaklar henüz yeni uyanır gibi sakindi. Kağnı dingilinden çıkan inler gibi ağır tempolu bir ses sokağı kaplıyor ve kağnının arkasından yine bir toz bulutu yükseliyordu. Bu toz bulutu arasında, sanki çölde beyazlara bürünmüş gibi iki kişi, başkan ve kız koşuyorlardı. Kemal kızın elini tuttu ve onu kendine çekerek:
- Daha çabuk, dedi.
Kız nefes nefese cevap verdi.
- Daha çabuk gidemiyorum.
- Çabuk ol bak! Erkek ansızın durdu ve tekrar etti.
- Bak, dedi.
Karşı tarafta toz bulutu arkasında beliren bir imam siluetini gösterdi. Başkan:
- Gel, haydi gel işte, diyerek, kızı elinden tutup kendine doğru çekti ve böylece toz bulutu içinde kayboldular.

İMAM ŞAŞIRIP KALDI
Kemal şöyle dedi:
- Çabuk gel, çünkü bu kahrolası toz bulutu içinde kayboluyoruz.
Kız nefes nefese öksürdü. Başkan, güldü, harika bir durumda idiler. Onların tarafına ağır ağır gelmekte olan imama doğru koştular ve önünde durdular.
İmam:
- Ohh... Latife hanım diyerek elini birbirine çarptı ve devam etti:
- Sizin böyle erken saatte sokakta ne işiniz var? İmam sabah erken saatlerde sokakta başı açık yabancı bir erkekle birlikte olmak ne demek oluyordu diye düşündü. Kızı yolundan iterek, ayıplarcasına bir hareketle yoluna devam etmek istedi. Bu sırada Başkan onu geri çekti ve:
- Özür dilerim siz Latife Hanım'ı tanıyorsunuz değil mi?
İmam homurdanarak cevap verdi:
- Tanıyorum.
- Beni de tanıyor musun?
İmam birden şaşırdı. Daha dikkatle erkeğin yüzüne baktı ve titremeye başladı.
- Tanrım sen yardım et, diye haykırdı.
Kemal hızlı ve yüksek sesle sordu:
- Tanımadın mı? Ben Mustafa Kemal.
İmam heyecanla yerlere kadar eğildi. Kemal devam etti:
- Nikahımızı kıymanı istiyorum.
- Şimdi mi?
- Derhal!
- Burada mı?
- Burada!
- Gazi hazretleri ben, benim...
- Emrediyorum.
İmam kekeleyerek:
- Evet. Dedi, sonra sustu.
Mustafa Kemal'in mavi gözlerinde ateş saçan, mutluluk belirten kıvılcımlar çaktı. İmam şaşkın bir halde gözleri bir nevi karşı gelen karanlık bakışlarla dolu idi. Çünkü o Sultanı tahtından indirmişti. Herkes biliyordu ki halifeye de katlanamayacaktı.
- Emredersiniz efendim, dedi. Sabahın bu saatinde ortalıkta hiçbir canlı yoktu. Çevrede beyaz toz bulutu sanki gelin elbisesinin kuyruğuymuş gibi dalgalanıyordu. İmam nikah merasimini bitirdi. Kemal ve Latife Hanım ikilisi ise ters yöne doğru rahat ve mutlu bir ritim içersinde koşuyorlardı. Yollarına devam ediyorlarken erkek sordu:

İKİ GAYEM VARDI
- Biliyor musun şimdi kimsin?
- Eşinim.
- Biliyor musun kimin eşisin?
- Senin.
Erkek nefes nefese koşan kıza cesaret verir biçimde adımlarını ona uydurarak:
- Gel çabuk gel, tren bekliyor... Latife sana şimdi yalnız tanrının bildiği bir şeyi açıklıyorum. Sen Türkiye'nin ilk cumhurbaşkanının eşi oldun.
Başkan bunları gülerek söyleyince, Latife "Bu gerçek mi" der gibi bir an durdu. Başkan şunları ekledi:
- İki gayem vardı. Biri yurdumuzu Cumhuriyet temeline oturtarak hür bir biçimde modern bir ülke haline getirmek ve bu cumhuriyetin ilk cumhurbaşkanı olarak "hasta adamı" sağlığına kavuşturmaktı. En kısa zamanda cumhuriyeti ilan edeceğiz ve beni cumhurbaşkanlığına seçecekler. Diğer gayem senin benim olman idi. Başkan kadının elini tuttu ve yüksek sesle, mutluluk dolu bir tavırla gülerek koşmayı sürdürdü. Latife'de heyecandan benzi soluk halde başkanın arkasından koştu. Sonra aniden o da gülmeye başladı. Fakat onun bu gülüşü işitilmiyordu. Sakin, titreyen sesi, çamurlu çukurlara giren kağnı tekerleklerinin inler gibi sesleri arasında kayboluyordu.

......BİTTİ......