Hatıra koleksiyoncusu

 

MİT mensubu dayısı ile İlhan Selçuk’un Nurculuktan uzaklaştırmaya çalıştığı, Cemil Meriç’in bir sözüyle şoke ettiği araştırmacı-yazar Necmeddin Şahiner, Bediüzzaman’ın el yazması risalelerini köy köy dolaşıp toplamış.
Aksiyon, 'Son Şahitler' adlı kitabıyla tanınan Necmeddin Şahiner'le görüştü...


‘Tabii çok genciz o zamanlar. Yakışıklıyız. 1963 senesinin bahar ayları. Babam marangoz olduğu için, şahane bir cep aynası yaptırmışım. Bir sabah saat 6’da babamın dükkânından alıp götürdüler beni Emniyet’e. Devamlı su döküp, vurup vurup suda yürüttüler. 8 saat boyunca falakaya yatırdılar. Kafam, ayaklarım, vurmadık yer koymadılar. Her tarafım mosmor oldu. O sopalardan dolayı cebimdeki ayna tuz-buz olmuştu. Bunları anlattım hâkime. O paramparça olmuş aynayı da götürüp masasına koyunca hâkimin gözleri doldu, ağlayacaktı. ‘Gel evladım’ dedi. Ben çıktım hâkimin masasının yanına. ‘Şimdi seni annene göndereceğim. Ama buradan çıkınca öyle arkadaşlarına gitmek yok. Doğru annenin yanına gideceksin’ dedi. Ben ‘Peki’ dedim.”

Araştırmacı-yazar Necmeddin Şahiner’i bu sürece taşıyan olay, onun 1961’de Said Nursi ve Risale-i Nur’ları tanımasıyla gerçekleşir.

8 Ekim 1943’te Gaziantep’te doğan Şahiner’in, Antep’te tahsilini yaptığı Cumhuriyet İlkokulu’nun ikinci sınıfından itibaren müthiş bir gazete okuma merakı vardır. Özellikle 1958’lerden itibaren cebinde ne kadar parası varsa hepsiyle gazete alır. O yıllarda her gün Said Nursi ve Nurculuk üzerine yayınlar sıklaşmıştır. 500 sene önceki Fatih Sultan Mehmet devrinin kıyafetiyle gazetelerde yer alan Said Nursi’nin fotoğrafları da Şahiner’in dikkatini çeker.

1960 İhtilali’nden sonra da Nurcular ve Said Nursi konusu gazetelerin sayfalarından düşmez. Bediüzzaman, bu sefer kabri ile ilgili tartışmalarla gelmektedir gündeme. Şahiner de bu yazıları aksatmadan biriktirir: “Nurculuk, Türkiyemizin en büyük hadisesidir. 50 yıl boyunca Türkiye’de mahkeme, polis baskını, karakol, dayak, sürgün, hapis, say sayabildiğin kadar... Bilhassa 1935-1985 arasında hava raporu gibi, haftanın 4-5 günü ‘Nurculuk, Said Nursi, ayin yaparken...’ yazıları çıktı. O yıllar arasında en çok aleyhte yazan gazete Cumhuriyet. Fakat 1983’te Cumhuriyet gazetesi 350 bin liraya Risale-i Nur’un reklamını yaptı. Bediüzzaman Said Nursi büyük bir İslam âlimidir. Risale-i Nur Kur’an tefsiridir diye. Bundan sonra sosyeteden yüzlercesi Risale-i Nur almak istedi, bu kitapları yasak zannediyorduk. Şimdi Cumhuriyet gazetesinde reklâmı çıkıyor diye.”

UÇURUMUN EŞİĞİNDEN DÖNDÜM

Böylesine bir haber bombardımanı içerisinde Necmeddin Şahiner, Said Nursi’nin kim olduğunu merak ederek 1961’de ortaokul arkadaşı Nazım Gökçek’in evine gider. Bediüzzaman’ın hayatını anlatan bir kitap ister ondan. İlk baskı Tarihçe-i Hayat’taki Üstad’ın resimleri ile başlayan şaşkınlığı ve hayreti merhum Ali Ulvi Kurucu’nun şiirsel önsözü ile onu kalbinden yakalar. Hayatının dönüm noktası olur bu safha: “Çünkü 15-16 yaşlarında müthiş bir heyecan, heva, heves... Allah muhafaza içki, zina, kumar çok dehşetli büyük günahlar. Bunların eşiğinden döndüm. Risale-i Nur’u okumakla, hamdolsun bu fenalıklara bulaşmadık. Tam o yaşta bunlara başlamak üzere idim.”

Bu dönemde biraz futbol oynayan ve sarı kırmızı renklere alaka duyan Şahiner, 1960’ta ‘damarlarımı kesseniz sarı kırmızı renk fışkırır’ dahi demektedir. O yıllarda onun bildiği üç takım vardır, renkleri sarı kırmızı olan: “Antep’te Şehreküstü, İzmir’de Göztepe, İstanbul’da Galatasaray. Çok merak ediyorum sporu. Sarı kırmızı renkleri çok seviyorum. İşte Risale-i Nur sarı-kırmızı. Ben Risale-i Nur arıyormuşum, öyle bir çıkmaz sokağa girmişim. Futboldan soğuyan Şahiner, bir süre de okulda koşu yapar. Birinci gelir ancak bugünkünden çok daha kısa şortla koşması istendiğinden onu da bırakır.

TÜRÜN PAŞA: SUÇ ALETİ TAKKE VE TESBİH

Risalelerle tanıştıktan sonra Antep Lisesi’nden 21 arkadaşı ile Yenicami’de toplanıp kendi aralarında risale okuma programları yaparlar. Bu derslerden birinde polis tarafından baskına uğrarlar! Yaptıkları, sadece risale okumaktır. Necmeddin Şahiner, buna benzer bir olayı, 1971’de, Ankara’da tanışıp elini öptüğünü söylediği, 12 Mart döneminin önemli paşalarından Faik Türün’den dinlemiştir: “1971 yılında İstanbul Sıkıyönetim Komutanı Faik Türün Paşa’nın Ankara’da, Kavaklıdere’deki evinde zorla elini öptüm. O anlatmıştı. ‘Selimiye’de’ diyor ‘bir gün 15-25 yaşlarında delikanlıları getirdiler. ‘Bunları nereden getirdiniz?’ diye sormuş. ‘İşte, ayin yaparken alıp getirdik’ demişler. Paşa bu sefer ısrarla ayin kelimesini sormuş. Bunlar da ‘ayin’ demiş başka bir şey diyememişler. Bu defa paşanın tepesi atmış. ‘Peki suç aletleri nerede?’ demiş. Onlar da suç aleti olarak poşetlerin içinde tespih ve takke getirmişler. İşte 50 yıldır ‘Nurcular ayin yaparken yakalandı’ türünden yayınlar yapıldı. Halbuki, okumasını bilen birisi risaleleri, yani Kur’an’ın bir tefsirini, yorumunu okuyor, 5-10 kişi de dinliyor. O kadar. Türkiye’yi 50 yıl bununla uğraştırdılar.”

Necmeddin Şahiner, 21 arkadaşıyla basıldıktan sonra, Antep Lisesi’nden “Bu çok tehlikeli bir gericidir. Nurcudur. Arkadaşlarını camiye götürüyor, Risale-i Nur okutuyor onlara. Antep ve civarında okuyamaz” diye bir tardname ile belki bin yıldan yana ailesinin yaşadığı Antep’ten, bizzat valilik kararı ile uzaklaştırılır: “Babam ‘Her talebenin takdirnamesi olur. Sen de tardname aldın oğlum’ dedi. Ben de ‘Baba ben bir pislik yapmadım. Namaz kılıyorum. Bir de Risale-i Nur gibi ‘Bismillah her hayrın başıdır. Biz dahi onunla başlarız’ diyen Kur’an-ı Kerim’in yorumunu okuyoruz’ dedim. O da oğlum sen namazını kıl, orucunu tut, Kur’an oku. Başka bir şeye karışma’ dedi. Çok kızdı babam. Küçükken beni hafızlığa gönderdi. Sonra, doktor, eczacı, mühendis olayım da istedi. Ben tabii edebiyatı, müziği, yazı yazmayı çok seviyordum.”

Edebiyat, kompozisyon ve müzik derslerinde başarılı olan Şahiner, Lise 1’de bu derslerden sınıfta bırakılır. Tüm bu yaşadıklarından sonra, o sıralarda Paris’te, NATO’da görevli dayısı Kurmay Albay Mehmet Ali Tokatlı’ya bir mektup yazar. Albay Tokatlı, Japonya, ABD, Fransa ve İngiltere gibi ülkelerde görev almış ve MİT adına çalışmış birisidir: “Dayım beni çok sever, o kadar yeğeni içinde beni yanında dolaştırırdı Antep’e geldiğinde. Benim kitap, gazete merakımı da bildiği için ‘Necmi ben seni Antep’te bırakamam, yanıma almam lazım’ derdi. Bu hadiseler olunca Paris’e mektup yazdım. Ben bir Allah diyorum bir de dayım... Çünkü eğer bir yerde dayın varsa işin iş...”

İLHAN SELÇUK ŞAHİNER’LE İLGİLENİYOR

Dayısının çağrısı üzerine Necmeddin Şahiner, hemen Fındıklı Toros Ekspresi’ne atlar, İstanbul’un yolunu tutar: “İstanbul Milli Eğitim Müdürü Halis Bey ve İlhan Selçuk Volkswagen arabası ile dayımın Kadıköy Mühürdar’da, Dr. Şakir Paşa Sokak Nur Apartmanı’na geliyor. Antep’ten Nurculuktan kovuluyoruz, İstanbul’da Nur Apartmanı’nda kalıyoruz. Dayım İlhan Selçuk’un çok yakın arkadaşı. Mesele biziz. Dayım ‘Bana yardım edin. Bu Necmi’yi Nurculuktan kurtaralım’ diyor.”

Necmeddin Şahiner burada Pendik Lisesi’ne kayıt yapılır: “Pendik Lisesi’nde İlhan Selçuk’un ablası veya baldızı benim velim oldu. Antep Lisesi’nden Nurcudur diye kovuldum ama İstanbul’da işlerim yolunda gidiyordu. Kurmay Albay Mehmet Ali Tokatlı deyince Necip Fazıl Kısakürek rahmetliden tut Çetin Altan, İlhan Selçuk hepsi ‘emret albayım’ diyor. Allah’ın böyle acayip işleri oluyor dünyada.”

Necmeddin Şahiner, annesi Hacı Beşire Hanım tarafından aslen Tokatlı bir aileye mensuptur. Soyadları da buradan gelmektedir zaten. 129 Osmanlı şeyhülislamının altısının çıktığı Tokat’tan 500-600 sene kadar evvel gelip Antep’e yerleşmiş Abdülkadir isimli bir kadıefendinin soyundan gelen Tokatlı ailesinin Antep’te beş-altı tane de köyleri vardır.

DAYISI MEHMET ALİ TOKATLI

Şahiner’in baba tarafı aslen Orta Asyalı ve Oğuzların Afşar obasının Torunoğulları kolundandır. Dedelerinden biri, birkaç kuşak öncesinde Bedesten Şeyhi olarak bilinen Mehmet Efendi, Necmeddin Şahiner’in dedesinin dedesidir. Mehmet Efendi’nin oğlu Molla Mustafa, onun da oğlu yine Bedesten Şeyhi olan Osman Efendi’dir. Bunun oğlu ise Necmeddin Şahiner’in de babası olan ve marangozluk yapmış Mehmet Usta’dır. Ona da babası ve dedelerinin unvanından dolayı Şeyh Mehmet Usta, yani marangozların şeyhi derlermiş arkadaşları.

Kimlikteki ismi sadece Necmi olan Şahiner, işte bu Mehmet Usta ile Beşire Hanım’ın üçü kız, altı çocuğundan biri olarak dünyaya geldiğinde yıl 1943’tür. Necmeddin ismini ise daha sonra Said Nursi’nin talebelerinden Zübeyir Gündüzalp verecektir kendisine.

Dayısı Mehmet Ali Tokatlı ve İlhan Selçuk’un, onu Risale-i Nur’lardan uzaklaştırma çabaları boşa çıkınca Necmeddin Şahiner bildiği yolda devam eder.

Antep’te iken, dayısına yazdığı mektupların yanında Zübeyir Gündüzalp ile Erzurum’da yaşayan ve Hareket ile İttihat gazetelerini çıkaran Mustafa Polat’a da yaşadıkları ile ilgili mektuplar ulaştırır: “Zübeyir Ağabey, gazetede yayımlandığı için o yazılardan dolayı öyle bir bağrına bastı ki beni. Gittiğim zaman zaten masasında, gazetelerde çıkmış, çoğaltılmış mektuplarım vardı. Bir anda Zübeyir abi benim huyumu, mizacımı sanki A’dan Z’ye babam gibi biliyordu.”

Zübeyir Gündüzalp, hemen, Şahiner’in önüne, içinde belgeler olan dosyalar koyar. Ondan bunları tanzim etmesini ister. Şahiner de zaten meraklı olduğu için bu işi seve seve yapar. Ve izin isteyerek o dosyalardan birini kendisine ayırır: “Zübeyir Ağabey bana ‘Kardeş bu dosyanın üzerine ‘bu dosya Ceylan Çalışkan’a aittir’ diye yaz’ dedi. Dosya polisin eline geçerse Ceylan Çalışkan’ı arayacak emniyet. Ceylan Çalışkan nerede? Emirdağ kabristanlığında. Zübeyir Ağabey’deki tedbir. Fakat Kur’an, iman nurumuzu çok kötü bir -haşa- silah kaçakçılığı gibi o şekle sokturdular mecburen.”

Şahiner, Gündüzalp’in yanından ayrıldıktan sonra Antep’e döner. Okullar açılacağı zaman İstanbul’daki Vefa Lisesi’ne başlar. Çünkü o, Antep Lisesi’nden uzaklaştırıldıktan sonra geldiği Pendik Lisesi’nden mezun olmamıştır. Önce hizmetlerine devam etmek için Adıyaman Lisesi’nde, ardından Urfa’da ve nihayet İstanbul Vefa Lisesi’nde eğitim görür. Ve buradan mezun olur ancak. Ardından hemen üniversiteye adımını atar. 1967’de İstanbul Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’ne girer. Zübeyir Gündüzalp, o zaman da cebindeki harçlıktan kahvaltısına kadar her şeyiyle alakadar olur.

Görür görmez İstanbul’a âşık olduğundan, üniversiteyi de burada okumayı tercih eden Şahiner, Barla’ya da öyle vurulmuştur: “Barla da İstanbul’a benzer. Göl, çam dağları, cennet gibi. Üstad’ı güya zulüm için oraya göndermişler ama tam yazı yazacağı yermiş orası. Halıcılık demek Isparta demek. Dolayısıyla mühendislik işidir. Ve Ispartalılar da Urfalılar gibi kuvvetli yazı yazıyor. Üstad’ın da yazıcılara ihtiyacı var. Risale-i Nur’un dört ana kitabından üçünü, Sözler, Lemalar, Mektubat’ı Üstad Barla’da yazıyor.”

Üniversiteye adımını attığı dönem, öğrenci eylemleri açısından şanssız bir dönemdir. Fakat o, yolunu tayin ettiği için bu hadiselerin içinde yer almaz ama gözlerinin önünde vurulan öğrencileri de asla unutamaz: “Türk Dili ve Edebiyatı’nın karşısında felsefe, sosyoloji bölümü var. İşte genç arkadaşlardan birini kafasından kurşunladılar. Kafasından musluktan fışkırır gibi kan aktı.”

GÜNDÜZ HAYALİNDE GECE RÜYASINDA

Necmeddin Şahiner, özellikle bölüm hocalarının, o dönemde, Türk dili ve edebiyatının zirvedeki şahsiyetleri olduğunu ifade etmektedir bugün. Bediüzzaman’ın talebelerinden Müküslü Hamza Efendi’nin eniştesi olan Ali Nihat Tarlan, yine Faruk Kadri Timurtaş, sonra Mehmet Kaplan: “Bunlarla Üstad mevzuunu çok konuşurduk. Mehmet Kaplan çok müspet şeyler anlattı. 1985’te, daha sonra kitap halinde yayımlanacak ‘Nurculuk Nedir?’ anketini yaparken ben ısrarla ‘Hocam bu söylediğiniz, ‘Bediüzzaman Said Nursi Büyük İslam âlimidir. Risale-i Nur Kur’an-ı Kerim tefsiridir.’ bunları yazın, altına da Prof. Dr. Mehmet Kaplan diye imzalayın bana verin’ dedim. O da ‘Ahh’ dedi ‘sen yok musun? Benim başımı derde sokacaksın.’ Ben de ‘12 Eylül 1980 darbesinin üzerinden beş yıl geçti, bir şey olmaz’ dedim. Bunun üzerine o da ‘Kenan Evren’in danışma kurulu üyesiyim’ dedi. Karşımıza makam, mevki çıktı ve bütün ısrarıma rağmen o iki satır yazıyı bana vermedi. Üç gün sonra gazetelerde okuduk Mehmet Kaplan rahmetli oldu diye.”

Said Nursi ile risalelere dair bilgi, belge, eline ne geçerse toplamaya merakı olan Şahiner, daha sonra kapsamlı bir çalışmaya dönüşecek Son Şahitler’le ilgili ilk adımı, Bediüzzaman’ın talebesi Yüzbaşı Refet Barutçu’nun hatıralarını dinleyerek atar. Yüzbaşı Refet Bey, Vefa Lisesi öğrencisi Şahiner’in de aralarında bulunduğu kişilere, Beşiktaş’taki Vişnezade Camii yanında bir dersaneye gelip Bediüzzaman’ı anlatmaktadır o yıllarda. 1964’te bu alanda başladığı çalışmalarına, aradan 40 yıl geçmesine rağmen hâlâ doyuma ulaşamamış bir vaziyette devam eden Necmeddin Şahiner, Son Şahitler için Türkiye’yi dağ dağ, köy köy, doğudan batıya dolaşır, hem de imkansızlıklara rağmen.

Son Şahitler nevinden tespit ettiği isimlere ulaşabilmek maksadıyla kendine has yöntemler uygular: “Yani Milli İstihbarat, polis filan halt etmiş. Gündüz hayalime gece rüyalarıma giriyor. Böyle Üstad omuzlarımın üzerinde. Acayip oluyor. Heyecanla ter içinde kalıyorum. Antep’te rüyaya diş derler. ‘Sevdiği iş gece dişine girmesi lazım’ diye. Bu nur hizmeti de böyle. Samimiyet, muhabbet, sevgi olması lazım. Yoksa para ile makamla yapılamaz bu işler.”

Aradığı ismi bulduktan sonra gerisi kolaydır onun için. Telefon veya mektupla ilgili zata ulaşmaya çalışır. Bir seferinde, İstanbul Fatih’teki telefon kayıtlarını inceler ve aradığı isimde tam 73 kişi olduğunu tespit eder. Bıkmadan, usanmadan hedefine ulaşmaktır amacı. Listedeki ilk numarayı çevirir. Ve daha fazla uğraşmasına gerek kalmadan, aradığını bulmuştur. Necmeddin Şahiner’de bu neviden yaşanmış çok hatıra vardır: “Mesela Pendik’te, Emirdağ Çarşı Camii İmamı Hafız Nuri Güven Efendi’yi arıyorum, sokaklarda, çarşılarda. Bir otelin önünde bir ihtiyar oturuyor. Gittim sordum ‘Böyle böyle bir zatı arıyorum. Siz acaba böyle bir zatı tanır mısınız?’ dedim. Adam ‘O benim’ dedi.”

İşte bir başkası daha: “Denizli’de Hasan Feyzi Ağabey’in oğlu Fikret Yüregil’i arıyorum. Dediler bir ayakkabı tamircisi o. Tamirhanesini buldum. Yanımda Denizlili bir genç var. Bana yardım ediyor. Ayakkabı tamirhanesine bir levha asmış. ‘Dükkanda yoksam ya camide, ya parkta, ya da kahvehanedeyim’ diye. O levhayı görünce bu üç yere doğru daracık sokaklardan yürümeye başladık; ama ikimiz de adamı tanımadığımız için görsek de anlamayacağız. Tam o esnada 70 yaşlarında birisi, dar sokakta, sol koluma sürtünerek geçti. Bir anda kolumda bir cereyan oldu sanki. Ve ben gayriihtiyari, adama doğru dönerek ‘Fikret Ağabey’ dedim. Adam döndü, kucaklaştık. Allah’ın inayeti. Allah’a şükür. Yani meseleniz Kur’an, İslamiyet’in nuru olduğu için hep Allah, melekler yardım ediyor insana. Üstad’ın himmeti oluyor.”

KURTALAN DAĞLARINDA BELGE PEŞİNDE

Şahiner’in, ulaşmak için üzerinde çok uzun yıllar uğraştığı kişiler de olur: “Albay Hulusi (Yahyagil) Bey, nasıl sualleri ile Mektubat’ı yazdırmışsa Üstad’a, Yüzbaşı Refet Ağabey de öyle. Refet Ağabey de Üstad’a yönelttiği soruları ile meşhur. Üstad onun için ‘Meraklı kardeşim, sual sormakta çalışkan, yazı yazmakta tembel Refet Bey’ diyor. Refet Ağabey Üstad’a, bir mektupta ‘sana ilk defa Bediüzzaman kim dedi?’ diye soruyor. Üstad ‘Siirtli üstadlarımdan Molla Fethullah ders esnasında beni Bediüzzaman-ı Hemedani’ye benzetti’ diyor. ‘Sen de Bediüzzaman gibisin. Her meseleye cevap veriyorsun’ meal ve manasında Üstad’ın Refet Ağabey’e bir mektubu var. Yıllar evvel o mektubu Altunizade’de iken Fethullah Gülen Hocaefendi’ye verdim. Şimdi belki 15 yıl bu Siirtli Molla Fethullah’ı aradım. Kaç defa Batman’a, Siirt’e gittim, o Doğu’daki dehşetli günlerde. Maalesef ben orada yapılana kardeş harbi diyorum. Sene 1990’lar. O yıllar çok dehşetli idi. Hayatımda öyle silahlar görmemiştim. Batman’da halen hayatta, Mirza Ağabey’in arabası ile Kurtalan’ın dağda bir köyüne gidiyoruz, Molla Fethullah’ı sormak için.”

-Tehlike oldu mu sizin için?

“Önümüzden geçtiler. Beni götüren kardeş ve ağabeyler limon gibi oldu. Benim hiç aldırdığım yok. ‘Cahil cesur olur’ derler ya. Hatta Mirza Ağabey’e takılırım ‘Ya o gün ne haldi?’ diye. O da yemin eder ki bana ‘Rengimiz limon gibi olduysa sırf senin için.’ Ben de ‘Allah bizimle beraberdir. Biz Kurtalan’a, o dağlara niye gelmişiz, Allah biliyor’ derim. Hamdolsun, yani 40 yıldır durumumuz böyle.”

Necmeddin Şahiner, Molla Fethullah’ın akrabalarından olan şeyhi bulur. Şeyhin çocukları jandarmaya haber vermek ister, fakat şeyh engeller. Ve bilgi de alamadan köyden ayrılırlar.

Bir başka hadisede de, 1980’den önce, komünist olmuş bir imamda Bediüzzaman’ın, 12 yaşında iken notlarını tuttuğu ders defteri olduğu haberini alır Şahiner. Said Nursi, o yaşta, notlarından anlaşıldığına göre, ömrü sanki hep öyle geçecekmiş gibi gurbetten, ayrılıklardan bahsetmektedir hep. 1977 başında, karlı bir günde İstanbul’dan yola çıkan Şahiner, 30-40 saatlik otobüs yolculuğundan sonra Bitlis’e varır: “Adamın evinde, duvarda asılı Üstad’ın kalpaklı, gelirken pasaportu için çektirdiği resmi var. Adam bize müthiş bir ziyafet çekti. Ve istediğim defteri de verdi. Döndüm İstanbul’a. Aradan birkaç ay geçti, baktım komünistlerin Müslümanlara, milliyetçilere hakaret kelimeleri ile yazılmış, ağza alınmayacak küfürlerle bezenmiş bir mektup... ‘Sen geldin benim evime de defterimi götürdün de filan’ diye. Defteri istiyor. O zaman daha fotokopi yoktu Türkiye’de. Ben de defterin sayfa sayfa fotoğrafını çektirdim ve postayla gönderdim. 5-10 sene evvel yine oralara gittiğimde sordum. 12 Eylül 1980 arifesinde öldürmüşlerdi o zavallıyı.”

KÜRSÜYE SIKIŞTIRILMIŞ RİSALE PARÇALARI

Şahiner, ‘bu önemsiz deyip’ hiçbir belgeye ulaşmazlık etmez. Meseleyi dava gözüyle gördüğü için muhakkak netice elde edeceğini düşünerek, hiç üşenmeden çıkar bütün bu yollara. 36 saatte İstanbul’dan Van’a ulaşan Şahiner, Temmuz-Ağustos aylarında bile karlı olan Başit Dağı’nın eteklerine doğru yol alır. Sene 1977’nin kış günleridir. Başit Dağı’nın eteklerinde bir köyde, Bediüzzaman’ın ‘Ben bunu bir Cuma gecesinde ezberledim’ diye el yazısı ile iki satır not düştüğü Cemmü’l Cevami kitabına ulaşmak için bunca yolu kateder: “Jeep gidemiyor karda. Bir hocaefendide bulduk o kitabı. Bize sadece bir talebesi ile Van’a kadar kitabı müsaade etti. Orada kitabı fotoğrafladık.”

Risale-i Nur’un orijinal nüshalarının üçte ikisinin çıktığı Barla’da bulunan ‘hazinenin’ hikâyesi de oldukça ilginçtir: “1970 yılıydı. Biz İstanbul Üniversitesi’nden öğrenciler, şimdi profesör olan Albay Nevzat Tarhan da dâhil Barla’da Risale-i Nur okuyoruz. Ankara’dan da 6-7 üniversite talebesi geldi. Onlardan yine Nevzat isminde bir kardeş, vaaz kürsüsünde küçük bir delik gördü ve o delikten bir kâğıt çekti. Kâğıdı getirdi bana. Yıllar var ki böyle olur. Üstad’a dair kim bir kâğıt bulsa bize ulaştırır. Bu, kitaplarımız çıkmadan önce de böyleydi. Baktım yazılara, Üstad’ın el yazısı. Mektubat’ta bir tavuğun iki yumurta yumurtlama hadisesi var. O bahis.”

Necmeddin Şahiner, hazine bulmuşçasına hemen iki arkadaşının kulağına da olayı fısıldar ve ertesi gün herkes dağlara risale okumaya gittiğinde onlar mescidi, özellikle de kürsüyü didik dikik eder: “O kürsüde cam kırıkları, kireçler, çimentolar, çiviler ve mektuplar, küçük küçük risaleler, öğrencilerin el işi kağıtlarının arkalarına yazılmış Üstad’ın yazıları çıktı.”

Yine o zamanlar, İkinci Lema’da adı geçen Muhacir Hafız Ahmet’in gelini, Necmeddin Şahiner’e gelerek, çocuklarının kötü alışkanlıklardan uzak durması için onlarla ilgilenmesini talep eder ondan: “Tamam deyince koynundan bir havlu çıkardı. Gelin olurken Üstad’a bazı hediyeler götürmüş. Üstad da kendisine abdest havlusunu hediye etmiş. O hanım akşam bizim gibi üniversite öğrencilerine yemek verdi. Yemek sırasında önüme bir bohça indirdi.”

-Ne çıktı bohçanın içinden?

“Risale-i Nur’dan Sözler, Lemalar, Mektubat. Topladığım ana malzeme onlardan çıktı. ‘Bunlar senindir’ dedi o hanım.”

NUR ÇOCUKLAR SERİSİ

Şahiner, bu sefer hakikaten ‘hazinenin’ içine düşmüştür. Ertesi gün Çam Dağı’na risale okumaya gidilecektir. Fakat o, hazinesini bırakıp da gitmeye yanaşmaz. Bir an önce İstanbul’a gitmek ister. O sırada, Şemsettin Akbulut, ‘hazineyi’ Çam Dağı’na kadar 4 saat gidiş, 4 saat geliş kendisi kucağında taşıyacağını söyleyerek Şahiner’in ayrılmamasını ister. Akbulut dediğini yapar. Şahiner de bir süre sonra ‘hazinesini’ alıp İstanbul’un yolunu tutar ve onları Risale-i Nur deposu olarak kullanılan Balat taraflarındaki bir yere yerleştirir. Fakat deponun anahtarının bulunduğu zata güvenmediğinden çok tedirgindir. Daha fazla dayanamaz, emanetini alır depodan. Sonradan haklı da çıkar. Deponun anahtarının bulunduğu zat, bir gecede depoyu boşaltıp kayıplara karışmıştır.

Üniversiteye başladığında öğretmen veya yazar olacağına dair düşünceler taşımayan Şahiner’in kafasında bir tek şey vardır: Bediüzzaman’a ve risalelere ait ne bulursa toplamak. Bulduklarını da İttihat Gazetesi’nde yayımlar. Bu çalışmalardan biri Kestanepazarı’nda Kur’an ve risale okuyan öğrencilerle yapılmış röportajlardır. Bu çalışma Nur Çocuklar adıyla anonim olarak, 1974 yılında yayımlanır: “Bir gün, Hekimoğlu İsmail Ağabey benim kaldığım yere gelmek istediğini söyledi. ‘Buyur gel ağabey’ dedim. Kütüphaneme baktı. Bir dosya vardı, Üstad’la ilgili belge, hatıra, resimlerin olduğu. Onu alıp inceledi ve ertesi gün buna bir önsöz yazayım müsaade edersen ve basalım bunu’ dedi. Ben de ‘Üstad için çok eksik ağabey’ dedim. O da ‘Yok, fevkalade bir çalışma’ dedi. Ve Bilinmeyen Tarafları ile Said Nursi kitabı öyle yayımlandı.” 1974’te 400 sayfa basılan ve bugün 49 baskı yapan kitap, ilavelerle 500 sayfaya çıkartılır.

1972’de üniversiteyi bitiren Şahiner, artık kendini bu işlere adamıştır. İlki, çeşitli vesilelerle bekletildikten sonra ancak 1977 yılında basılan Son Şahitler’in dört cildi satıştadır. Son cildi de hazırdır ancak yayımlanmayı beklemektedir henüz.

Şahiner, bütün dolaştığı yerler ve görüştüğü kişilerden edindiği bilgiler ışığında tecrübe eder ki, risaleleri o yıllarda muhafaza etmek oldukça zordur. Bediüzzaman’ın talebelerinden, ailelerine intikal eden bir kısım emanetler toprağa gömülerek muhafaza edilmişken bir kısmı da yine o karanlık dönemlerde, yakılmak suretiyle gün ışığına çıkamadan zayi olur.

BEKAR MEŞHURLARI KİTAPLAŞTIRDI

Uzun yıllar evlenmeyi düşünmeyen, hatta bu uğurda Hz. İsa’dan Bediüzzaman’a kadar bekâr meşhurları kitap konusu yapan Şahiner, 33 yaşına geldiğinde evlenir. 4. Murat zamanında Antep’te yaşamış, burada cami ve türbesi olan, yazılı eserler geride bırakmış Şah Veli Hazretleri’nin torunlarından Emel Hanım’la hayatını birleştiren ve Said ile Enes adında iki çocuğu bulunan Şahiner, askerliğini de 1976’da, toplamı dört ayı bulmayan kısa dönem olarak yapar.

Necmeddin Şahiner’i hayatı boyunca en çok etkileyen hadiselerden biri 1975 yılında gerçekleşir. Hatta Şahiner, kendi ifadesine göre çarpılır: “1975’te, Üstad hakkında ileri geri yazanlar dâhil aydınlara gittim. ‘Said Nursi’yi tanıyor musunuz? Onun gaye-i amaçları ne idi? Said Nursi ile talebeleri ile konuştunuz mu? Risale-i Nur neden bu kadar çok yayılıyor?’ gibi sorular soruyorum. Ama sonuç maalesef sıfır. Sadece Cemil Meriç... Nur içinde yatsın. Çarptı beni. Şaştım kaldım. İki gözü de görmüyor ve ‘Ah evladım’ dedi ‘senin bu sorduğun soruları ben bilmiyorum ki. Ama sen bana gelirsen, perşembe günlerini sana ayırırım. Okursan biz de dinleriz. Sayenizde hazret ne demiş onu öğreniriz’ dedi. 13 yıl Cemil Meriç’in Göztepe’deki evine devam ettik.”

Şimdi biraz geriye gidelim ve Şahiner’in 150 aydına sorduğu sorulara aldığı cevaplardan oluşan Aydınlar Konuşuyor çalışmasının ortaya çıkış sürecine bir bakalım.

1966’da, İsmet İnönü, başvekilliği kaybetmesinin faturasını Süleyman Demirel’li Adalet Partisi’ni desteklediğini öne sürdüğü Nurculara keser. İnönü, o konuşmasında, ‘Nursi okuma yazma bilmeyen bir cahildi’ der. Yine aynı konuşmasında, ‘Nursi, Volkan Gazetesi’nde yazdığı yazılarla 31 Mart’ı körüklemiştir’ diye de ilave yapar. Bunun üzerine gazetelerde yine bir Nurculuk fırtınası eser. Vehip Sinan da İnönü’nün bu basit çelişkisini karikatürize ederek iki kişiyi konuşturur. Biri İnönü’nün söylediği bu sözleri ifade eder ve ‘Allah Allah hem cahil hem de yazdığı yazılarla 31 Mart’ı körüklemiştir. Bu nasıl oluyor?’ der. İkinci kişi de ‘Bediüzzaman’ın kerametidir’ diye cevap verir. İnönü, aynı konuşmasında bu defa AP Başkanı’nı hedef seçerek ‘Demirel Said Nursi’nin halifesidir. Değilse ‘Ben halife değilim desin’ der. Süleyman Demirel de İnönü’nün ihtiyarlığını gündeme getirir. Bütün bunların üzerine tarihçi Cemal Kutay, yayımladığı Tarih Sohbetleri’nin 5. ve 6. ciltlerinde ‘Vur fakat dinle’ başlığıyla Said Nursi kimdir diyerek şu bilgilere yer verir: “Said Nursi, elinde bir bohça, diyar diyar sürgüne gönderilen, sürgünlerden memleket hapishanelerine atılan bir ihtiyar Kur’an hocası. İsmet İnönü, paşalık, generallik, başvekillik, cumhurbaşkanlığı yapmış bir kimse. Şimdi bu İnönü kalkıp, elinde bir bohçası ile bir sepeti olan kimseden şikâyet ediyor. Bunun talebeleri beni mağlup etti diyor. Ya Rabb, ne anlaşılmaz bir muamma içindeyiz. Bu problemi nasıl çözeceğiz?” Kutay, Yunus’un şiirleri ile konuyu bağlar ve ‘Bir övez bir kartalı vurdu, savurdu yere. Yalan değil, gerçektir, ben de gördüm tozunu’ der.

Antep’ten kovulan ve eğitimini İstanbul’da sürdüren lise öğrencisi Şahiner de, Nuruosmaniye Camii’nin yanında yapılan Tarih Sohbetleri’ne katılır. Kutay, altı ay boyunca ‘Bediüzzaman’ın hürriyet, meşrutiyet, demokrasi taraftarı oluşunu, istibdada ve tek adam idaresine, krallığa karşı yaptığı mücadeleyi anlatır. Şahiner’in Cemal Kutay’la tanışıklığı burada başlar. Bu tanışıklık 2000’li yılların başında, Şahiner’in Gaziantep’e geri dönmesine kadar devam eder: “Çok yazılar yazdırdım ben Kutay’a. Bir gün konuşurken dedi ki, ‘Şimdi merhum Said Nursi’ye bir kartvizit yaptırmak gerekse onun için en güzel kartvizit şöyle olur: Çağımızda bir asr-ı saadet Müslümanı Bediüzzaman Said Nursi. Risalelerde Eşref Edip ve Osman Yüksel Serdengeçti de Üstad için böyle der. Ben bir anda heyecanlandım. Ve Kutay, ‘Böyle bir kitap yazmak lazım’ diye de ekledi.”

KUTAY: MAHŞERDE BU İKİ KİTAP BENİ KURTARIR

Aradan zaman geçer, ikili, kitabı yazması için birbirine pas atar. Fakat nihayetinde Cemal Kutay bin sayfalık bir çalışma çıkarır ortaya. Kitap, 12 Eylül 1980 İhtilali’nden az bir süre önce Yeni Asya Yayınları’ndan 500 sayfa olarak piyasaya sürülür. Şahiner, burada Kutay’ın kendisine ifade ettiği bir durumu şöyle aktarmaktadır: “Kutay, bana, ‘Benim 200’e yakın kitabım var. Mahkeme-i kübraya elimde bu iki kitapla çıkacağım, ‘Ya Rab. Benim amelim budur’ diye. Biri İstiklal Harbi’nde çalışan hocalarla ilgili Cumhuriyetin Manevi Mimarları, diğeri de Çağımızda Bir Asr-ı Saadet Müslümanı Said Nursi’ diye söylemişti.”

Faik Türün Paşa da Cemal Kutay’ın eserleri sayesinde Bediüzzaman’ı tanıdığını anlatmıştır Necmeddin Şahiner’e: “Türün Paşa, ‘Benim Üstad’a dostluğum, Risale-i Nur’a muhabbetim, size sevgim Cemal Kutay’ın kitaplarından başladı’ demişti.”

Şahiner’in Türün’le tanışıklığı, 1971 muhtırasından sonraki dönemde, bayramlarda ona çiçek göndererek ve ziyaretine giderek başlamıştır.

Biz yine Cemal Kutay ve Necmeddin Şahiner tanışıklığına dönelim. İşte Cemal Kutay’la bu tanışıklığı sonucu, Kutay, Şahiner’e beş soru hazırlar ve Türkiye’nin aydınlarına bu soruları sormasını ister ondan. Şahiner’i ‘çarpan’ Cemil Meriç’le karşılaşması da bu vesile ile gerçekleşir.

-Cemal Kutay meselesi biraz tartışma konusu olmuştu. Yazılarında kaynak göstermediği de eleştirilmişti.

“Bir defa eşsiz bir İstanbul beyefendisi. Adam tek başına bir enstitü. Bazı arkadaşlar 25 sene evvel gitmiş, ‘Bu yazdıklarınızın belgesi nedir?’ diye sormuştu kendisine. O da ‘Belge benim vücudum’ demişti.”

Cemal Kutay, hafızalarda, yaptığı en son ‘Şamanım’ çıkışıyla da yer etmiş birisiydi: “Kutay’la vefatından 2-3 sene kadar önce görüştük. Hatta sitem etti bana ‘Antep’e yerleşerek terk ettin beni’ diye.”

Bediüzzaman’ı Necmeddin Şahiner’den tanıyan Cemil Meriç, bu kez kendisini ziyarete gelen ünlü sosyolog Şerif Mardin’e nakleder öğrendiklerini: “Cemil Meriç, ‘Ah evladım, keşke dün burada olsaydın. Şerif Mardin buradaydı. Senin bana yıllar evvel sorduğun soruları ben Şerif Mardin’e sordum. O da bilmiyormuş. Ama bana söz verdi. Risale-i Nur’un ne olduğunu, neden bahsettiğini araştıracak.” dedi.”

BEDİÜZZAMAN’DAN KAÇAN AYDINLAR

Şahiner, bu defa 10 küsur yıl da ‘güneşler gibi bir ilim adamı’ dediği Şerif Mardin Hoca ile risaleler üzerinde çalışır: “Yıllarca Boğaziçi Üniversitesi’nde, çeşitli yerlerde, böyle sohbetlerde, derslerde, yemeklerde, kahvaltılarda Mardin Hoca ile beraber bulunduk. Ve nihayet New York’ta Bediüzzaman Said Nursi Olayı isimli eseri çıktı ortaya.”

Aydınlar Konuşuyor kitabını hazırlarken ‘Bu Said Nursi, Nurculuk Türkiye’nin meselesidir. Türk aydınları beni aydınlatırlar düşüncesiyle, aydın olarak size geldim’ diyerek Türkiye’nin önde gelenleri ile temaslarında unutulmaz hatıraları olur Şahiner’in: “Sulhi Dönmezer gibi ‘Ne istiyorsun benden? İşte sana ne diyeceğim? Anlattım, tamam, bitti, git artık, gelme’ diyenler oldu. Tarık Zafer Tunaya da sorularla gidince köşe bucak kaçardı 1971’de. Sonra eski Genelkurmay başkanlarından Cemal Tural tir tir titriyordu. ‘Beni aramayacaksın, Said Nursi’den bahsetmeyeceksin bana. Kitap filan göndermeyeceksin’ diyordu. Menderes’e karşı Yassıada’da yalancı şahitlik yapan İstanbul Üniversitesi rektörlerinden Hüseyin Nail Kubalı; ‘Bana telefon eden sen gibi bir çocuk mu? Ben 40-50 yaşında, sakallı, sarıklı bir derviş beklerken senin gibi bir çocuk mu geldi? Bana mektubu gönderen sen misin? Bilinmeyen Tarafları ile Said Nursi kitabını sen mi yazdın? Arkanda kim var?’ diyordu. Sonra sekte-i kalpten öldü. Alparslan Türkeş, hem 1975’te, hem de 1985’te iki kez söz vermesine rağmen sorularıma cevap vermedi.” Şahiner, bu uğurda İzzet Altınmeşe’den Süleyman Demirel’e, Cenk Koray’dan Celal Bayar’a, Çetin Özek’ten İlhami Soysal’a kadar daha pek çok kişiyle irtibata geçer.

Şahiner, Aydınlar Konuşuyor’dan 10 yıl sonra 1985’te, bu defa da içlerinde yabancı uyrukluların da bulunduğu 100 kişiye mektup göndererek aldığı cevaplardan Türk ve Dünya Aydınlarının Gözüyle Nurculuk Nedir’i, 1990’lı yıllarda da bu sefer 70 kişiden edindiği verilerle Said Nursi’yi Nasıl Bilirsiniz? kitaplarını yazar. 30’a yakını Bediüzzaman ve Nurculuk, kalanı da Gaziantep hususunda olmak üzere 50’ye yakın kitabı bulunan Şahiner’in kitapları birçok dünya diline çevrilir. Japonca ve Moğolca’ya, hatta Hindistan’da 50 milyon insanın kullandığı Bujetari diline dahi çevirisi yapılır.

Necmeddin Hoca, ‘Bilinmeyen Tarafları ile Said Nursi’ adlı kitabını, 12 Eylül’den sonra Zincirbozan’da kaldığı zamanlarda Süleyman Demirel’e imzalayıp gönderir: “Hatta o zaman bazı arkadaşlar bana takıldı. İhtilal zamanı Zincirbozan’a böyle imzalı, Said Nursi kitabı göndermek biraz kahramanlık işiymiş. Ben zaten cesaret falan bakmam. Allah diye yürür giderim. Başka birşeye zaten o kadar kafam çalışmaz.”

DEMİREL’DEN MEKTUP

-Demirel’den cevap geldi mi size?

“Geldi. Nasıl sanki bir Nur talebesi başka bir Nur talebesine mektup yazıyor, öyle. ‘Sen’ diyor ‘tarihî bir çalışmadan öte Bediüzzaman gibi unutulmaz bir büyüğü unutturmamaya çalışıyorsun. Allah senden razı olsun’ duaları ile bitiyor mektup.”

Şahiner, lise öğrencisi iken kendisini Nurculuktan koparmaya çalışan İlhan Selçuk’a da, 2005 yılının sonlarına doğru bir-iki mektup ile risaleleri gönderir.

Bediüzzaman’ın özel eşyaları, el yazıları ve daha pek çok orijinal malzemesini elinde bulunduran Necmeddin Şahiner, ünlü ressam İbrahim Çallı’nın torunu Yaşar Çallı’ya, Bediüzzaman’ın Fatih Camii avlusunda bir çocukla konuşurken çekilmiş fotoğrafını resmettirmek ister. Ve bunun için, 1970 yılının parası ile 750 lira da kapora verir. Çallı resmi yapar fakat Bediüzzaman’ı benzetemez. Tekrar yapmaya söz verse de beklenen resim bir türlü gelmez.

Şahiner, Fethullah Gülen Hocaefendi ile 1960’ların sonundan bu yana tanışmaktadır: “Biz İstanbul Üniversitesi talebeleri, İzmir’den Karşıyaka’ya Risale-i Nur derslerine giderken gemide mehter marşları söylüyorduk. Fethullah Gülen Hocaefendi de beraberdi. Gemide biz mehter marşı söylerken Hocaefendi’nin, başını geminin kenarına sanki yaslanırcasına eğerekten o şehla gözlerle bizlere mahzun bakışı vardı. Bize katılmadı ama muhabbetle, kalben iştirak ederek bizi seyretti. Hocaefendi’nin bizi seyretmesi gözümün önünden gitmiyor. Sonra 1970 Ağustos’unda trafik kazasında vefat eden Mustafa Polat Ağabey’in Fatih Camii’nde kılınan cenaze namazının ardından Eyüp Sultan’a kadar onunla beraber yürüyüşümüzü de unutamıyorum.”

Şahiner anlatmaya devam ediyor: “Zübeyir Gündüzalp Ağabey’e ‘Dönmeyeceğiz’ başlıklı bir mektup yazmıştım. ‘Yolumuz Kur’an yolu, rehberimiz Risale-i Nur, söz verdik Allah’a, dönmeyeceğiz. Bu yol aşk, çile, cefa doludur. En karlı dağlar, en uçurumlu yollar da olsa dönmeyeceğiz. Bu Kur’an yolunda ilerleyeceğiz’ diye. Eflatun akademisinin kapısında geometri bilmeyenler buradan içeri giremez levhası vardı. Bu iman, Kur’an ve nur yolunun başlangıç noktasında ise ‘anadan, yardan, serden geçenlerin yoludur. Başkası geçemez levhasını biz asacağız.’ Bu mektubu, bir gün evvel Hocaefendi Altunizade’de cemaate okumuş veya anlatmış. Ben hayret ettim, 1963-64’teki o mektubu demek ki Hocaefendi biliyormuş veya onda varmış diye. Hocaefendi ‘Onu nasıl yazdın?’ dedi bana. Ben de ‘İşte karakolda 8 saat sopa yiyince Zübeyir Ağabey’e yazmıştım’ dedim. Oradan cemaate çok güzel konuşmalar yaptı. Ve ben bu arada işte Beyrut, Selanik, Varşova, Viyana gibi, Üstad’ın gittiği yerlere gitmek istiyorum Hocam’ dedim orada. Hocaefendi, bunun üzerine ‘Bakın bakın. 40 yıldır gezmedik yer bırakmadı. Hâlâ gideceği yerleri söylüyor bana’ dedi.”

NURCULARI ŞİKAYETE GİDİYORUM

Şahiner, bir yanı ile eşine söz verdiği, diğer yanı ile kitleler arasında yaşanan sıkıntılardan dolayı, 30 yıldan fazla bir zamanını geçirdiği İstanbul’dan ayrılıp ‘Antep Köyü’ dediği, doğduğu yere yerleşir. Şimdi burada öğretmenlik yapmakta ve nurlara yönelik çalışmalarını sürdürmektedir: “Rüyamda Üstad’ın harita başında Karadeniz’i, Doğu’yu çubukla göstererek hizmeti anlattığını gördüm. O esnada da böyle çay getirenler, kapıyı açıp kapatanlar vardı orada. Neden Üstad’ı nefes almadan dinlemeyip başka şeylerle meşgul oluyorlar diye ben rahatsız oluyordum bundan. Üstad da ‘Bana bak bana. Dünyanın en güzeli benim. Gözlerini benden ayırmayacaksın’ dedi.” Şahiner’in Üstad’la alakalı çokça rüyası vardır: “Son görüşümde de Nurcuları şikâyete gittim. Bu tartışmalar, parçalanmalar... ‘Niye böyle? Benim bir noktada darılıp da Antep’e geliş sebebim. Ama Isparta’da caddelerde binlerce insan dolu. ‘Bu kalabalıkta mümkün değil Üstad’a gitmek’ diye düşünüyorken bir baktım Üstad’ın Isparta’da kaldığı evindeyim. Yine çok kalabalık. Bir baktım içeriye Üstad divanda hafifçe yatmış. İhtiyarlık hali. Elini öptüm. Bu üzücü hali anlatacağım Üstad’a.”

-Anlatabildiniz mi?

“Üstadım diye giriyorum ağlamaktan anlatamıyorum. Yine ‘Üstadım’ diye başlıyorum yine hüngür hüngür ağlıyorum ve anlatamıyorum.”

Şahiner, Bediüzzaman’ın Fatih Camii avlusunda bir çocukla konuşurken çekilmiş bu fotoğrafını İbrahim Çallı’nın torunu Yaşar Çallı’ya 750 liraya resmettirir. Ancak Çallı, Said Nursi’yi benzetemez, tekrar yapmak üzere gider ve bir daha gelmez. Bediüzzaman’ın, üzerinde düzeltmeler yaptığı 26. Söz’ün orijinal metni (solda). Tamamen el yazısından müteşekkil cevşen (sağda).Yanda Said Nursi’nin kullandığı imzasının büyütülmüş hali. Yıl 1959. Gazeteci Şeref Köylübay, Piyer Loti Oteli’nde kalan Said Nursi’yi, üst balkondan aşağıya sarkarak görüntüler. Köylübay’ı, onu balkondan atmak isteyen Özer Şenler’in elinden Zübeyir Gündüzalp kurtarır.