Şener Ağabey' den Notlar I
Prof.Dr. Şener Dilek

Risale-i Nur hizmeti sohbet üzerine kurulmuştur.

Bir Nur Talebesinin asıl vazifesi, Risale-i Nur’u okumak, anlamak, anlatmak, tezekkür ve tefekkür etmek ve yaşamaktır. Nur Talebesi  bu mihverden çıkarsa, daha önce elli sene hizmet etmiş de olsa, derhal kabuk bağlamaya başlar...

Bir Nur Talebesi manen hidayetin matiyyesi, taşıyıcısıdır ve zerrat-ı kâinat kadar mes’uldür. Çünkü bu hakikatleri biliyor. Madem talebedir, alâ külli hal imtihan olacak. Hz. Ömer cennetle müjdelendiği halde endişeli. Hiç kimse sigortalı değil. Elek eliyor, evet belki Nur Talebesi olduk ama ona layık olmak bunu devam ettirmek çok daha önemli... Allah (cc) bize vereceğini vermiş. Bize düşen, Risale-i Nur’a sahip çıkmak ve  layık olmaktır. Bir Nur Talebesi şahsi taharetini muhafaza edecek, bulandırmayacak ve Allah’ın (cc) huzuruna pâk bir şekilde çıkacak. Bu matluptur. Amma illâ günah işliyoruz. Tevbe ve istiğfar o bulanıklığı ve günahları temizliyor. Bir Nur Talebesi ahlakî taharetini ne derece muhafaza ederse, Risale-i Nura o nisbette ayine olur...

Sırr-ı ihlasla üç talebe bir araya gelse Risale-i Nur’un şahs-ı manevîsi orada tezahür eder. Bizim hizmetimizde kemiyetin ehemmiyeti yoktur; keyfiyet önemlidir. Öyle Nur Talebesi var ki; kendisi bile kendini bilmez, fakat Risale-i Nur’un manevî kayyûmudur.

Bir Nur Talebesi manen cemiyetin üstüne, yani cemiyetin geleneklerinin ve örfünün  üstüne çıkacak. Bu ancak idealist bir düşünce ile mümkün olur. Dava ruhu, ruha ruh olacak. Sokağa zevk ve sefa prensibi ile baksan helak olursun. Şehvet nazarıyla baksan erirsin. Nur Talebesi dava ruhu ve idealist dünya gözü ile bakacak. İşte o zaman bütün dünya nazarında zibil gibi olur. La itibareleh.

Bir Nur Talebesi kasden bizzat cemaatin ruhu olan tesanüdü bozsa, melekût aleminden manen tard edilir. Onun cürmü dünyaya sığmaz, seyyiesini ancak mizan-ı kübra tartar. Bir Nur Talebesinin şahsi kusuru olabilir, bu onun şahsını ilgilendirir ve affa mazhar olabilir. Bundan daha dehşetlisi şahs-ı maneviye karşı olanıdır ki, bu ise cinayet-i azimedir. Cenabı Hak bu tür kusurlardan bizleri muhafaza etsin. Amin...

Nur Talebesinin; çapası şefkat, makası hikmet, gıdası hakaik, güneşi ise hilm ve mülayemet olacak. Nur Talebesi çerağ-ı hakaik olacak, hakikat meş’alesi... Bir Nur Talebesi nefsini kabza-i kahrına almadıkça, tebliğatta müessir olamaz. Tenvir edenin nurani olması lazımdır. Nur, zulmeti mekan ittihaz etmez.

Avam-ı nasın imanını kurtarma vazifesini şefkatkarane yükleneceğiz. Risale-i Nurla ilgili herşeye (eserlere, dershanelere ve kardeşlere) sahip çıkacağız. Nur Talebesinin bu zamanda şefkatinin hikmetinden fazla olması lazım gelir.

Ben yanmayacağım,  sen yanmayacaksın,  o yanmayacak.  Peki kim aydınlatacak?

Nur Talebesi hakaiki talim ettiği gibi ruhları ateşlendirmesini de bilmelidir. Bir Nur Talebesi İsm-i Nur’a mazhar olsa, hakikat aleminde hem yanar, hem de yakar.

Bir Nur Talebesinin, marifete erişmiş bir Kur’an şakirdinin menhiyata düşmesi arş-ı azamı titretiyor. Kıyametin kopması bir Nur Talebesinin kayması kadar bana korku, dehşet ve haybet vermiyor.

Risale-i Nura sadık, halis ve hakiki bir Nur Talebesinin ind-i ilahideki makbuliyeti, kutbiyyet ve gavsiyyetten üstündür. Çünkü bunlar kuldan Allah’a kurbiyyettir. Velayet-i Kübra ise Allah’dan  bize akrebiyet, ezeli atâ ve nusrettir.

Bir Nur Talebesinin kalbi celâli, ruhu inşirah içinde cemâli olur ise, yani onun mahiyeti hem celâli hem de cemâli isimlerin tecellilerine birlikte mazhar olursa, perdesiz, hicapsız doğrudan doğruya Hz.Hızır’dan ders alabilir.

Bir Nur Talebesinin en mümeyyiz vasfı, etrafını aydınlatmasıdır. Zerreyiz, ama arşa gebeyiz Bir Nur Talebesi, Risale-i Nur’un kıymetini bilemeden ölürse, indallah  mes’uldür.

Bir Nur Talebesinin ömrünün sonuna kadar taşıyacağı en büyük endişesi, "Acaba ben Risale-i Nurun şahs-ı manevisine layık olabildim mi?" olmalıdır. Risale-i Nuru okuyup anlamasak ibadettir, zikirdir. Birde anlasak ilimdir. İşte, Risale-i Nuru anlamasak da yine okuyacağız, çünkü zikirdir.

Bir Nur Talebesinin idrakı ve hali Nurcu olacağı gibi, tabı yani mizacı da Nurcu olacak. Mizaç, Nurcu olunca sırr-ı ihlasa vasıl olunur. Risale-i Nurun kudsiyyet manası tab’a nüfuz etmezse, o Risale-i Nuru kendi mizacına uydurur. Fakat mizaca Risale-i Nur müessir olursa o vakit mizacı Risale-i Nurda esir olur. Makam-ı rızaya vusül, mizacını da Risale-i Nur’da eritmekle olur.

Bir Nur Talebesinde ihlas olmazsa, manen helâk olur. İnsan dünyada hatasını  setredebilir, bâtılı hak gösterebilir. Fakat ahiret, daire-i fâştır, her şey apaçık tebarüz edecektir. Bir müminin hayatında en büyük afat, riyadır. Bir Nur Talebesinde riya olsa, onun, kabuliyet ve makbuliyete çıkması mümkün olamaz. Riya nefsin ve şeytanın şe’ni bir desisesidir. Riyanın gizli bir cephesine salahat ile giriliyor. Şeytan, dalaletten çekiyor,  zahiren salahat mertebelerine çıkarıyor, ta ki nefsine itimat edip, ucbe girsin.  Bir mürşid-i kâmilin en mümeyyiz vasıflarından birisi, riyadan tecerrüttür.

Nur Talebesinin iki kanadı var : biri mücahede, diğeri ubudiyet. Matlup olanı, ikisini denk tutmaktır.

Enaniyetini tam eritmeyende çeşm-i basiret açılmaz, sadr-ı şifa hasıl olmaz. Gönül ikliminde ebedi inşirah ve ferah hasıl olmaz.

Nur Talebesinin meşrebi Hz.İbrahimin meşrebi gibi olmak gerektir. Putları kırmak... Nur Talebesinin elinde balta olacak. Ne ki seni Allan’dan alıkoyuyor, vur başına, kır.

Her sadık Nur Talebesi asr-ı saadetteki bir sahabinin meşrebini taşır. Risale-i Nurun meşrebi, meşreb-i sahabedir. Bir Nur Talebesi davasına sâdıkane bağlansa, makam-ı rızaya çıkar. Risale-i Nur’a sadıkane bağlanan bir Nur Talebesine sedd-i inkıbaz perde olamaz. Bir dava adamının en mümeyyiz vasfı, davanın kudsiyetini kavramasıdır. Her şey bununla başlıyor, herşey bununla bitiyor.

Bir Nur Talebesi şahs-ı manevî namına Risale-i Nur’dan konuşsa, kabiliyeti miktarınca inbisat ve inkişafata mazhar olur. Bu inbisat gayri şuurîdir. Bu inkişaf iki koldan nebean eder; biri Peygamber efendimizden (asm), ikincisi ise üstaddan. Kişinin hiç haberi olmadan feyzi artar.

2004-05-31

Prof.Dr. Şener Dilek

 

 

Şener Ağabey' den Notlar II
Prof.Dr. Şener Dilek

Dört tip Nur Talebesi vardır :

Birincisi; Risale-i Nurdaki hakikatlerle anlaşır, cemaatle anlaşamaz.

İkincisi; Cemaatle anlaşır, hakikatlerle anlaşamaz.

Üçüncüsü; Hem cemaatle, hem de hakikatlerle anlaşır.

Dördüncüsü; Ne cemaatle, ne de hakikatlerle anlaşır.

 

Bir Nur Talebesinde mukavemet ve kayyumiyet felsefesi hükmetmelidir. Bunların çeşitli göstergeleri vardır. Mesala, bir Nur Talebesi yalnız kaldığı zaman mukavemetini devam ettirebiliyorsa mukavimdir. Kayyumiyet ise hizmetteki sebat ve devamdır. "Buranın hizmeti benimle kaim ve daim, ben hizmete gitmezsem hizmet çatlar, derse gitmezsem hizmet yıkılır"  tarzında bir halet-i ruhiyedir.

Bir Nur Talebesinin iki türlü düşüşü vardır. Biri ani ve def’i. Bu tür düşüşde ayılma çabuk olabilir. İkincisi tedrici düşüş. Bu birinciden daha tehlikeli. Hayattaki tavizler ile insan tedricen yıkılır ama farkında bile olmaz.

Bir Nur Talebesi kardeşini kıskansa, rahmet ve taksimat-ı ilahiyeyi ittiham etmiş olur. Kardeşini kıskanan bir Nur Talebesi yerinde sayar bir adım dahi atamaz. Bir Nur Talebesi kendisini uhuvvet ve tesanüde mecbur bilecek. Meselemiz ferdi ve şahsi bir mesele değil. Mesele Kur’anın hakkaniyeti bütün kalplere çakılsın. Cemaatin en büyük kuvveti tesanüddür. Samimi muhabbet  karşılıksız ivazsız bir kardeşlik olsa o cemaat  dağlardan daha rasihdir.

Bir Nur Talebesi için en acı olan Risale-i Nura karşı mahcubiyettir. Kitaplar rafta, okumuyor. Bir Nur Talebesi bir gün, bir hafta, bir ay, bir yıl okumazsa ne olur? Bu dehşetli zamanda okumadan kendini muhafaza etmek mümkün değildir...

 Nur Talebesi, din-i İslamın meddahıdır. Bütün dünya beni medhü sena etse inandıramazlar ki ben iyiyim. Eğer bir Nur Talebesinde hayat ve yaşamak hissi din hissine galebe çalarsa o zat manen semavi tokada müstehak olmuş olur. Bir Nur Talebesinde dava ruhu istihsana çıkmazsa nakıstır. Bir şeyi ziyade beğenmek, ziyade sevmek, ziyade o şeyde fani olmak. Herşeyi bilmez  bir şeyi bilir. İstihsanın esası kesretten kopuş ve hırz-ı can etmektir. Vahdete takarrup için, kesretten kopuş. Seninle olayım, isterse aç kalayım.

Risale-i Nur’a hizmet edenler üç guruptur.

Birincisi; nefis ve enaniyetini yenmeden hizmet edenler, bunlar şahs-ı manevinin kiridir.

İkincisi; iddiasızlardır. Bunlar itaatkar olmakla beraber aksiyondan uzaktırlar.

Üçüncüsü; hakiki Nur Talebeleridirler. Bunlar cemaatin hem önünde, hem ortasında, hem de arkasında olabilirler. Öndekilerin vazifesi şahs-ı maneviye kuvvet vermektir. Bunlar aynı zamanda Risale-i Nur’un kudsiyetini terennüm ederler. Ortadakiler hali muhafaza ederken, arkadakiler de dua ve iltica  ile manevi destek verirler.

Meşreb ve mesleği ne olursa olsun dava-yı Kur’aniyeye hizmet edenin ben ebediyyen minnettarıyım. Böyle bir ruh Hz.Mus’ab'ın meşrebi... Meselelere şahsiyet alemi ile değil, hizmet alemiyle bakıyor. Hizmet edeni, hizmet namına kucaklıyor.

Üstadın hizmet rehberinde çizdiği modele, ihlas, sadakat, uhuvvet, tevazu ve mahviyet şartlarına uymayan bir Nur Talebesi medreseye yüz tane adam getirir, ileride belki  bin  tane götürür. Hizmet düsturları Risale-i Nurun rayıdır. Bunlar olmazsa sen makam-ı rızaya, makam-ı mahbubiyete, makam-ı sıddıkiyete çıkamazsın. Onların esası da sırr-ı ihlas ile sırr-ı uhuvvettir.

Risale-i Nurun çok okunması meslek ve meşrebin şahsiyete yerleşmesini kolaylaştırır. Risale-i Nuru on defadan  fazla oku devret, ondan sonra istediğin kitabı oku. Bu hakikatler tam meşrebine yerleşmeden, başka kitapların okuması, şahsiyetde bozukluklar meydana getirir.

Risale-i Nur’un şahs-ı manevîsi makam-ı Mehdiyete mazhardır. Makam-ı Mehdiyyet umumun hidayetine, beşerin diriltilmesine çalışıyor. Bu şahs-ı manevînin en zahir ölçüsü ise, ekser ağabeylerin toplandığı heyettir. Bu hizmeti bir dest-i inayet tanzim ediyor. Başta üstadın hayatı buna şahittir. Risale-i Nur’un bayramı geliyor. Cenab-ı Hak tasfiye ediyor. Kabuk kalkıyor, lüb ortaya çıkıyor. Aptal kargaların eliyle ormanlar meydana geliyor. Allah (cc) isterse fâsıkların eliyle de İslamiyeti inkişaf ettirir.

Risale-i Nur’un faidesi iki türlüdür: Biri istifade, diğeri istifaza... İstifade  idrake, istifaza ise kalbe bakar. Kalp ne derece sade ve berrak olursa, o derece feyze mazhariyet artar. İnsan ne nisbette masumlaşırsa o derece feyz-i ilahiye mazhar olur. En büyük feyze peygamberler mazhar olmuşlardır. İstifaze, istifadeden daha önemlidir. Çünkü malumat bir adamı yalnız başına davada tutamaz. Hizmet ettiren istifazadır, füyüzat ve kudsiyettir. Füyüzat ve kudsiyete ulaşmak ise göze hakim olmaktan geçer. İnsan manen öyle bir hazinedir ki, nihayetsiz istidatlar taşır. Birisi iştiha ile bir harama baksa, belki bin istidadını birden köreltir.

Fitne insana dört kapıdan girer: Göz, kulak, burun, ağız. Ağızdan illa helal lokma girmesi lazım. Bu noktada bizim için beşaret var. Medresede yenilen yemek kirli de olsa temizdir. Bu asırda en büyük fitne gözden içeri giriyor. Çeşm-i basiret göze hakimiyetten sonra açılır. Gözüne hakim olmayan şifa-i sadr bulamaz. Bir insana füyüzat gelmezse o insanın malumatı kabuk olur, dilde kalır. Risale-i Nur bu demek değildir. Risale-i Nur hayattır, tatbikattır. Risale-i Nur hizmeti görünmek değil, olmaktır. Görünmek ile olmak arasında çok büyük bir uçurum vardır.

Bir Nur Talebesinin bu hakikatlerden tam istifade etmesi için gözüne hakim olması lazımdır. Can çekişen bir adama en güzel huriler musallat olsa, onlara şehvet damarı uyanır mı? Elbette hayır. Bu manada bir Nur Talebesi can çekişiyor. Çünkü hidayet-i amme yükünü omuzlamış. Bu halde iken taife-i nisaya nasıl nazar eder. Bir Nur Talebesinde gabavet olsa dahi, tam müttaki olduktan sonra Risale-i Nur’dan fevkalede istifade edebilir. Risale-i Nur’daki bazı esrarların açılmasında aslan payı, ittika’nındır. Bir Nur Talebesinde ittika kırılırsa, Risale-i Nur’la alakadarlığı fikir ve dil seviyesinde kalır. Kudsiyet, nuraniyet ve tesirat hasıl olmaz. Malumat kabilinden bilgi olur.

Risale-i Nur hizmetinde veraset, hususiyet, kabuliyet, makbuliyet ve mazhariyet vardır : Veraset: Zengin bir baba öldüğü zaman malı bir çocuğuna kalmaz. Miras bütün çocuklarına aittir. Demek bütün çocukları manen o malı korumakta mes’uldür. Bu açıdan Nur Talebelerinin hepsi mes’uldür. Her Nur Talebesi vâristir. Risale-i Nur’u anlayan bir Nur Talebesi zerrat-ı mevcudat kadar mes’uldür. Çünkü Nur hizmeti hidayet-i ammeye mazhardır.

Mes’ulsün, mes’ul! İndallah ve inderresul!

2004-05-31

Prof.Dr. Şener Dilek

 

 

 

Şener Ağabey'den Notlar III
Aziz Sıddık

Mazhariyet: Nur hakikatlerine mazhar olmak. Sen ayinesin. Davayı aksettireceksin. Ayine riyasızdır, karşısındakini olduğu gibi gösterir. Risale-i Nura mazhariyet, ayine gibi olmalı. Bulandırmadan yansıtmak. Tam ayinedarlık toprak gibi mahviyyet ile mümkündür.

Tam mahviyyet olmazsa ayineyi bulandırır. Ayine olmakta en büyük özellik sürekliliktir. Bir Nur Talebesi ayine oldu mu yaşayan hakikat oluyor. Böyle olunca illa da konuşmasına gerek yok. Hali, tavrı, bakışı dahi hizmettir...

Kabuliyet: Manen levh-i mahfuz açılsa, sen gerçekten Risale-i Nur Talebelerinin içinde misin? Üstad seni kabul etti mi? Nur Talebeliği lafta olmaz. Onun için bir Nur Talebesinin hayatının sonuna kadar düşüneceği şey budur. Herkes kendini murakabe etmelidir. Acaba benim bu davaya liyakatim var mı? Acaba Allah benden razı mı? Bu hakikat hayatımızın özü olmalı. Manen kabul olsak, zerre olalım yeter. O intisap cihetiyle bir Nur Talebesi kabul olsun; zerre de olsa arşa gebedir.

Makbuliyet: Bu, kabuliyetten çok daha ileridir. Kabuliyyet bir zerre ise makbuliyet bir güneş gibidir. Makbul olan Nur Talebeleri manen kâinatın kayyûmudurlar. Eğer makbul Nur Talebelerinin duası olmasaydı,  belki manen helak olurduk.

Hususiyet: Cenab-ı Hak bazı Nur Talebelerine hususi istidatlar veriyor. Bu bir lütf-ü İlahidir, bazı şartları ister herkese olmaz. Kabul ve makbul Nur Talebeleri manevi bir paratöner gibi, musibeti çekip toprağa aksettiriyor. Risale-i Nurun hakiki ve sadık Talebelerini (sırr-ı ihlas, sırr-ı uhuvvet ve sadakat-ı sıddıkiyyeye mazhar) enbiya ve melaike alkışlayacaklar. Bu zamandaki iffetli bir Nur Talebesi, eski zamanın 9 evliyası kuvvetindedir. Sadık bir Talebesi ise 70 evliya kuvvetindedir. Makbul Nur Talebeleri kâinatın bereket direği ve kayyûmudur. Bunlar ölecekleri sırada rahmet-i ilahiye sorar: Ne istiyorsun? Ya Rabbi Şeriat-ı Ahmediye ve hakaik-ı Kur’aniyenin bütün kalblere nakşını istiyorum. Ya Rabbi Din-i Mübîn-i İslâmın bütün kâinatta ihyasını istiyorum. Ne isterlerse verilir .

Dersanede hizmetin önemi çok büyüktür. Süpürür, yemek yapar, bulaşık yıkar; haberi olmadan onda hizmetkârlık ruhu inkişaf eder. Bu asrın cihadı cihad-ı manevi olduğu için bir medresiyi bekleyen, süpüren bir Nur Talebesinin her anı velayettir. Cihad-ı maddi farz-ı kifaye, cihad-ı manevi ise farz-ı ayndır.

 

Meşveret vâcib, meşveretin neticesine uymak ta vâcibtir. En büyük fedakârlık fikirde fedakârlıktır. Meşveretde, fikrin doğru da olsa fikrinden ferağat etmek lazımdır.

Risale-i Nurun tetebbuatı ile ağır okunması idrak ve fikir alemini inkişaf ettirir. Sürekli okunması letaifindeki incelikleri ihtizaza getirir ve hali terbiye eder. Nur mesleğinde idrakin çok azim payı vardır. Bir Nur Talebesinde idrak genişlerse, makam-ı asfiyaya çıkar.

Cenab-ı Hak’ka giden en emin ve en metin yol meşreb-i asfiyadır. Üstad dua ederken bile mantığı elden bırakmamıştır. Münacaat risalesi sanki ayet-ül kübranın hülasasıdır. Bu asırda hücum ilim ve fenden geldiği için hizmetimizde ve hakikatın taliminde aklın rolü büyüktür. Tebliğin müessiriyetinde müdellel konuşmanın ehemmiyeti çoktur. Fakat Allah’a kurbiyyet nokta-i nazarında sadece idrak kafi değildir. İnsanın kabe-i kemalata müteveccih olabilmesi için, bütün letaifin hakikatı massetmesi lazımdır. 

Risale-i Nurun kudsiyyeti kalbde yer etmez ise, o Nur Talebesi sathi ve şekli kalır. Kalbde masadak bulmayan bir hakikat amele dönüşemez. kalpte masaddak bulan bir hakikat amel ve hayat olarak tezahür eder. Birde sırlar alemi vardır. Arifin göğsünde hep sırlar mesturdur.

Sırf ihlasla dava-yı Kur’aniyeye hizmet eden bir Nur Talebesinin eli esfeli safilinden, ala-yı illiyyine kadar uzanıyor. Esfeli safilinden insanları çıkarıp ala-yı illiyyine ulaştırır. Allah’a muhatap yapar. Bu noktadan hizmetimizin ulviliği ortaya çıkar.

Hal-i alemin ıslahı, kalblerin ıslahiyledir. Kalblerin ıslahı ise, ferden ferdadır. Sahabelerin meşrebi böyle. Tek tek. Sünnetullaha riayet şarttır. Kâinatta tedric kanunu vardır. Zemherir ayında gül yetişmez. Gül için baharı bekleyeceksin. Bir umumi intibah olacak inşaallah.

 

Dünya cereyanları iki türlüdür. Biri siyasi hareketler, bunlar saman alevi gibidir. bir anda parlar,  lakin ömrü kısadır. Diğeri fikrî hareketler, ağır giderler, lakin gittiği yeri zabtederler.

Sohbette inbisatın iki cephesi vardır; birisi mütekellime diğeri de muhataba bakar. Mütekellime lazım olan, fikirde derinliktir. Onun fikriyatı semalar kadar engin, deryalar kadar da derin olması gerekir. Sohbetin muhataba bakan cephesi ise, bütün duygularını hakikatlere açmaktır. idrak, şuur, hayal, fikir, hafi... hepsini hakikatlerle doldurmak. Eğer hakikate hazır olmazsa o adama peygamber dahi konuşsa, anlamaz.

Risale-i Nur hizmetinin ruh-u manevisi kulluktur. Ubudiyet-i külliyedir. Şükür ve taktir ile birlikte geniş ihatalı ve şuurkarane bir ubudiyet. Cemiyet hayatını tutan Nur Talebeleri cemiyetin kayyumu.. Ayrıca Nur Talebelerinin de kayyumu var. Başta herşeyini bu hizmete hasr eden zatlar. İçtimai hayata atılmış Nur Talebelerini manen takviye edenler.

Risale-i Nur bir devlet-i marifettir. Risale-i Nur bir çerağ-ı hakikattır. Risale-i Nur bir şems-i hidayettir. Risale-i Nur bir kelimat-ı kudsiyyedir. Risale-i Nur bir fıskiye-yi  marifettir. Risale-i Nur, bir reçete-i hikmettir. Risale-i Nur, bir melek-i siyanettir. Manevi inkişaf ve inbisat ya şuurîdir veya gayr-i şuurîdir. Manen liyakat kazanan bir Nur Talebesi istediği şahıstan dersini alabilir. Usul-i fıkhın alimi olan Celaleddin-i Suyutî, yakazaten Resulullah’ın sohbetine mazhar olursa, usul-i hakikatin âlimi ondan geri kalır mı?

Şuhudî mazhariyete eren bir Nur Talebesi bir sohbette 20 kütüphanelik bilgiyi alır. Bu ancak liyakata eren Nur Talebesi içindir.

Risale-i Nur, ism-i Ferd’e mazhardır. Bütün sadık Nur Talebeleri makam-ı ferdiyetin içindedir. Makam-ı ferdiyetin içinde mertebe-i ferdiyet vardır ki bunda zerreden şemse kadar derecat vardır. Makam-ı ferdiyetin içinde birde makam-ı sır vardır ki, burası ârif-i billahın karargâhı ve cevelangâhıdır. Bu makamın mazharları, müctehidlerden de büyüktürler. Müçtehidler elfaz-ı  Kur’an’iyeden hüküm çıkarıyorlar. Makam-ı ferdiyette sır makımına yükselenler Kur’an’ın mahiyet-i maneviyesinden hakikat ve Nurları çıkarıyor.

Risale-i Nur da nüfuz-u manevi çok önemlidir. Bunun için de ismet, iffet manevi taharet züht ve takva lazımdır. İhlası kazanmak kolay, muhafaza etmek zordur.

Oksijen ile hidrojen kucaklaşmazsa su meydana gelmez. Aynen öylede, sohbet-i suriye, tasannu ve hodfuruşluktan uzaklaşarak, fikrini sadece Risale-i Nura teksif edip hakikatlerle kucaklaşmak lazımdır ki marifet ve muhabbet şuaları lemaân etsin. Cenab-ı Hak bizi bu hizmet-i Nuriyede manen, ruhen, kalben büyütsün. Matlup hedefine yürütsün. Ölünceye kadar bu davada çürütsün.

Kim şahs-ı manevinin içinde enaniyetini eritse, âla hataril âzim tehdidinden kurtulur. Ala hataril azim, tehdidi muhlaslar için değil, muhlisler içindir. Muhlaslar bu davanın arkasındadır. Muhlisler ihlası kazananlar, muhlaslar ise ihlası muhafaza edenleridir. Muhlis kesbi, muhlas ise kesb ile beraber vehbidir. Muhlas olmanın bir cephesi iman hakikatlerinde rüsuh kazanmaktır. Risale-i Nurun ince bir nazarla mütalaası ve sürekli meşguliyet insanı muhlaslığa adım attırır. Muhlasın meşrebi, meşreb-i sıddıkiyyettir. Dava-yı Kur’aniyenin hakikatlerine tam bir sadakatle bağlanmak. Muhlas olan bir Nur Talebesinin keyfiyyeti dava-yı Kur’aniyeye kanca atmış. Aşk kabil-i tecezzi ve inkısam olmayan bir histir. Muhabbette hasr ve tahsis vardır. 

Ey Nur bu kalbim senin,

Ey Nur bu ruhum değil binbir ruhum olsa senin.

İşte bu kıskaçlarla davasına sarılmış bir muhlası şeytan ve nefis davasından ayırabilir mi. Kainat çalkalansa onlara bir şey olur mu? La Vallahi... Risale-i Nurun şahs-ı manevisine karşı içimde azim  bir hasret var. Bilsem ki, o şahs-ı manevinin ezyal-i mübarekine yapışmışım, Vallah-i kerim mevlevi gibi raks ederim.

2004-07-11

Aziz Sıddık

 

 

 

Şener Ağabey' den Notlar 4
Aziz Sıddık

Hayat-ı içtimaiyeye giren bir insan ala külli hal çözülür hamiyeti gevşer. Bu bir kaidedir. Bu çözülme bazan hayalde bazan gözde bazan fikirde bazan da amelde olur. Hayat-ı içtimaiyenin müşevveş hadisatının dağlarvari emvacı içinden kurtuluş için niyeti halise lazımdır. Bu niyet-i halise sefine-i nuh gibi, sahil-i selamete ulaştırır. Biz cihad meydanındayız yara alabiliriz. Ama niyet mühim. Hayat-ı içtimaiyede yara alan niyet-i halise sahibi olanlar üzülmesin ye’se düşmesinler. O yaralara rağmen dava-yı Kur’aniyeye...

Bizim hizmetimizdeki ihtilafların önemli sebeplerinden birisi de denkliktir. Aynı seviyedeki Nur Talebeleri birbirlerini kıskanabilirler. İşte bu durumda ikisinden birisi fedakarlik yapıp diğerine inkıyat etse, onu melekler bile alkışlar. Kıskançlık ruhu paslatır. Risale-i Nur hizmetinde, terakki edenler Nur’un köleleridir. Meyl-i tefevvuk, tedenniye sebeptir.

Her Nur Talebesinin manevi hayatında müzaharet devresi vardır. Bilhassa ilk intikal devresinde hep müzaharet vardır. Daha sonra şevk devresine girer. Daha sonraları o müzaharet kısmen kesilir. Artık kendi cehd ve gayreti ile ilerler. Şevk devresi ruhun hakikatleri kapması ile olur. Muhabbet devresi, Risale-i Nurun kalpte mekan tuttuğu devredir. Sebat devresi, esas tehlikeli olan devre bu devredir. Enaniyet ve süflü arzular bu devrenin en ağır imtihanlarındandır. Ülfet artar, irtibat zayıflar, içtimai meseleler aklını kurcalar. Risale-i Nurlarla meşguliyet, günahlardan kaçınmaya çalışmak ve kudsiyete intikal etmek ile bu devre asgari zararla atlatılabilir.

Hakikatleri yerli yerine kullanmak gerekir. Diş macunu göze sürülmez, bir söz birisine derman iken başka birisine da’ getirebilir. Faydalı olamıyorsak zararlı olmamaya calışmalıyız.

Risale-i Nura makamsız hizmet eden manevi makamatın en müntehası olan sıddıkiyete vasıl olur. Bu ise tam mahviyetle olur. Öyle haraket edeceksin ki kardeşlerini kıskandırmayacaksın. Kardeşlerimizin hatalarını bir doktorun hastasını tedavi ettiği gibi tedaviye çalışacağız. İtina, kavl-i leyyin ve genelde lisan-ı hal ile ikaza çalışacağız.

Anlamak iki çeşittir. Birisi ibareyi anlamak diğeri ise hakikatı anlamak. Uhuvvet risalesini okuduğu halde kardeşiyle döğüşen adam ibareyi anlamış fakat hakikatı anlamamıştır. Hakikatı anlayan kardeşiyle döğüşmez. Kardeşin seni tahkir ettiği halde sen ona muhabbet gösterebilirsen, işte o zaman hakikat anlaşılmıştır.

Öğrenmek başka şey, anlamak başka şeydir. Bir Nur Talebesinde idrak olsa vukuf olmazsa sathi kalır. Halbuki bu deniz binlerce metre derinliğindedir. Vukufiyet arttıkça derinlik de tezayüd eder... Bu hakikatleri en önce iç alemimizi mamur etmek için kullanacağız. Bu yol ihlas yoludur. İhlasa mani olan çok önemli bir şey yok. İhlasa mani olan şeyler genelde önemsiz şeylerdir. Lüzumsuz, kederli, hodfuruşane, sakil ve riyakarane bazı hissiyat-ı süfliyedir.

Az değiliz. Az olduğumuza üzülmeyeceğiz. Çünkü kainat kuruldu kurulalı bu böyledir. Cemadat fazla nebatat az. Nebatat fazla hayvanat ondan daha az. Hayvanat fazla insanlar az. Kafirler fazla müslümanlar az. Amiler fazla, veliler az. Veliler fazla, asfiyalar az. Asfiyalar fazla, enbiyalar az .

İnsanın temelde dört göstergesi vardır. Bunlar: Kalb, idrak, ruh ve sırdır. Eğer bir Nur Talebesinde kalp göstergesi  ağır olursa onun meşrebi, velayet, ittika ve abid’lik üzerine akar. Eğer idrak meşrebinde galip olursa, o zaman ilim ve hikmet onda hükmeder. Eğer ruh göstergesi ağır basarsa ondan şevk sudur eder. Eğer sır ağır basarsa onun meşrebi meşreb-i arifin olur. Bu dördünü birleştirmek matlup ve maksuttur...

Hubbu dünya hakikat-ı dini uçurur. Dünyaya muhabbet eden bir mümin dine ciddi teveccüh edemez. Dünya muhabbeti insanın kalbinde Allah’ı unutturur. Kalbinde dünya muhabbeti  olan bir kişi sekeratta zor kurtulur, belki de kurtulamaz. Onun için arifler kalblerine Allahın muhabbetinden başka bir şey yerleştirmiyorlar. Ne ki seni Allah’dan alıkoyuyor, işte o senin putun, o senin dünyan. Bir insanın kalbinden dünya muhabbeti silinmedikçe maneviyat mimarisi yükselemez. Dünyayı ciddi seven, Allah’ı ciddi sevemez. Dünyaya kalbi alaka caiz değildir. Amel yapan değil amelini muhafaza eden kurtulur. Allah cümlemizin akıbetini muhafaza eylesin. Amin...İman ve takva sahibine alem-i melekütün kapıları açılır. Sema ve arzdan bereket yağar.

Heybet ateşi kalbi yakar muhabbet ateşi ruhu kavurur şevk ateşi nefsi öldürür. Ceset ruha dayanır, ruhu yaşatan ise ilahi ideallerdir. Eğer ruh o ilahi ve Rabbani ideallerle dolsa ruh gençleşir. Ondaki dava aksiyona dönüşür. Hakikatı neşreder. Ceset ne kadar yıpranırsa yıpransın ruha tabidir. Muhatabda hakikatı işitecek bir kulak, aksettireceği de bir ruh haleti lazımdır.

2004-07-11

Aziz Sıddık

 

 

 

 

Şener Ağabey' den Notlar 5
Aziz Sıddık

Ashab-ı Suffa: Onlar dünyadan kaybettiklerine kat’iyyen mahzun olmadılar. Onlar ahiret için kazandıklarına da hiç bir zaman güvenmediler. Onları mahzun eden Cenab-ı Hakk’ın huzurundan ayrılmaktır. Vakitlerini dîn-i İslam’a vakfettiler, nezrettiler.  Onlar İslamiyetin manevî kayyumlarıdır. Dünyaya iltifat etmediler, ana babaya teveccüh etmediler. Sadakat ve fedakarlık hariç alemde libas giyseydi, ashab-ı suffa olurdu. Öyle mecnunuz ki, ettik leyladan istiğna.

Bu felaket, helaket asrının bütün arzularını ayaklarının altına alan fedakarlar. Onlar Allah’dan, Allah da onlardan razı. Fedakar bir Nur Talebesini mele-i alanın hadsiz sakinleri alkışlıyor. Onlara selam olsun ciddi fedakarlar...Silinmeyen kayıtlarla dünya beka arşivlerine taşınıyor. Kardeşim bugün pantolon, ayakkabı günü değil, bu gün sele kapılanları kurtarma günüdür. Yürü küheylan yürü, bugün hizmet, bugün ceht, bugün gayret, bugün dine himmet günüdür. Bu asırda, dava-yı Kur’an ve hidayet-i imana hizmet, Cenab-ı Hak’tan a’ta-yı mahzdır. Asr-ı saadetten maada imana hizmet için böyle bir asır gelmemiş. Asr-ı saadetten maada velayet aleminde böyle bir keyfiyyet görülmemiş. O halde ey insanlar kendi hizmetinizi kendi elinizle yıkmayın.

Bu milletin imanını kurtarmak ciddi fedakarlık lazım. Allah’ın dinini bütün cihana yayacak şekilde cihad ediniz. Mukaddes yüklü hamal, ne yaptın o mukaddes yükü?

Ehl-i hakikat nefisleriyle aslanlarla döğüşür gibi döğüşmüşler. Hayatını, hissiyatını, izzetini, rahatını, füyuzatını ayağının altına alıp ezen  fedakarlar. Her devirde dîn-i İslam, garip, çilekeş, fedâkâr insanların omuzunda yükselmiş. Müessir hizmet, sırr-ı tecerrüde bağlı.

Dünya ile alakasını incelten kazanıyor. Sırtıma fazla yük alırsam Resulullah’a ve vasıllara yetişemem. İslam bugün öyle mücahitler istiyorki; değil dünyasını ahiretini de feda etsin. Ektik ektik yeşerecek, vur kazmayı dağa ferhat çoğu gitti azı kaldı. Olmalı diyoruz bu millet halas, yüzümüz bu yolda olsa da paspas. Bir Nur Talebesi bütün ömrünü dava-yı Kur’aniyeye hasretse, onun her anı şehidin sevabı gibi olur. Yarınlar, bugün rahatını terkedenlerindir. Bu asırda en büyük hizmet etrafını aydınlatmaktır.

Küçülme ve kırılmaya sebep olan çok günah vardır ki; gurur ve kibire sebep olan ibadetten daha hayırlıdır. İnsan dünya ve ahiretini de feda ettiği halde bazan izzet-i nefsiyesini feda edemeyebilir.

Kıyamet kâfirlerin çokluğundan kopmaz. Kıyamet, belki ehl-i imanın himmetinin tam sarf edilmemesinden kopar.

En büyük fazilet dava-yı Kur’aniyeye sadakatın içindedir. İsdidatlarımızı mecra-yı fıtrilerinde sevk etmeli. Bir bahr-ı muazzam gibi cuş etmişsin, lakin çorak arazide akıp gitmişsin darb-ı meseline masadak olmamak gerekir.

Hadiseleri şahıslar açısından değerlendiren zulmedebilir. Hadiseleri meşiet-i İlahiye açısından düşünmek lazımdır. Bu anlayışla giden Nur Talebesi istikameti bulur, su-i zan sazını çalmaz.

Allah’ın her ismi azamdır. Çünkü her ismi hem ezeli, hem ebedidir. Bunun üç ciheti var:

1.      cem’   2. temerküz 3. ihata.

Cem’i Esma-yı Cem: Bu kavle göre ism-i azam, Allah’ tır. Mesela, meyve kelimesinde cem’ var, bütün meyveler onun içinde. Hangi isim kâinatta nokta-i temerküz ise, o isim ism-i azamdır. Kâinatın tanzimine, tedbirine taalluk eden hangi isim çekirdekse, temerküz hakikatı hangi isimde ise o, ism-i azamdır. Hangi isim eşyayı ihata ediyorsa o isim  ism-i âzamdır.

Bir kul esma ve sıfat-ı ilahiyeyi tefekkür ede ede, ruh ve sır alemi yan yana esma-i İlahiyeye mazhar olunca istiğrak vuku buluyor. Bu meşreb, meşreb-i üveysîdir. “Hüve” Allah’ın zatına alem. Rahman ismi hüveyi göstermez. Ama hüve, Rahman’ı gösterir.

Düz bir hayat , düz bir hat gibidir, hiç bir mana ifade etmez. İnsan hayatı ne kadar eğri büğrü ve musibetli olsa, o kadar mana kazanıyor.  O hayat ona cenneti kazandırıyor.

Ey nefis! Günahlarımın vücudunu yakînen biliyorum, ama hasenatımın kabul edildiğini bilmiyorum. Ey nefsim! Seni affedemem, ebediyyen affedemem. Çünkü sen benim dinime, imanıma düşmansın. Beni kolumdan tutup kemalat mertebelerine uruc ettirsen bile seni affedemem. Ey nefis senin saltanatını yıkacağım.

Ya Rabbi! Senin bana Rab olman yeter. Onun şerefi bana kâfidir. Sana kulluk benim ebedi fahrımdır. Ubudiyet-i külliye tam teveccüh ister. Bütün manevi lâtifeler birbirini tahkim ederek tam teveccüh ile derya-yı vahdette müstağrak olmak.

Feraset, kesb-i ubudiyetten hasıl olan bir nûr-u manevîdir. Anlarsa uzağım yakınımdır. Anlamazsa yakınım uzağımdır. ( Hz.Fakirullah)

İnbisat halinde Risale-i Nur’un mütalaası ile, inkıbaz halinde ise daha ziyade ibadet ve cevşen ile meşgul olmak gerekir. İnkıbazın çok sebebi var, çoğunun temelinde günah ve isyan yatıyor.

Uyku ile maneviyat arasında ters bir münasebet vardır. Maneviyat kuvvetlendikçe uyku azalır. Ruh inbisata giderken sır alemi teyakkuzda kalırsa uyku azalır, belki de kalkar. Nur Talebesinin şefkati, bekaya müteveccih bir şefkat olmak lazımdır. Cehenneme akan gençliği kurtarmaya müteveccih... Rıfk, mülayemet ve kavl-i leyyin ile, gayz ve gadaba düşmeden sadece lillah için şefkat... Gaflet arttıkça şefkat perdelenir. Şefkatin himmet sahası geniştir, bir kişiye de şefkat edersin bin kişiye de,  fakat muhabbette tahsis vardır. Mahbubundan başkasını görmüyor.

Gölge, şahsın sadece zatına delalet eder. Onun hiç bir hususiyetini göstermez. Bütün mahlukat ta sadece Cenab-ı Hakk’ın zatının varlığına delalet ediyor. Yazılan bir cümle, alim isminin bir gölgesidir. Yoksa alim isminin hiç bir özelliğini taşımaz.

2004-09-03

Aziz Sıddık

 

 

 

Şener Ağabey' den Notlar 6
Aziz Sıddık

Ruhlar üç kısma ayrılır: Ruh-u külli,  Ruh-u izafi, Ruh-u revani: Sadece Hz. Resulullah Efendimizin ruhu, ruh-u küllidir. Ruh-u izafi ise sair peygamberler ile sahabe ve her asırda gelen ezelden mümtaz ve muhtar zatlara bahşedilmiştir. Hz. Mehdi’nin ruhu ve halis, sadık Nur Talebelerinin ruhu da ruh-u izafidir. Ruh-u revani-i latife ise mü’minlerin ruhlarıdır. Bunlarda tedricen terakki sözkonusudur. Ruh-u revani-i habise ise kâfirlerin ruhudur.

His, muhabbet içindir. Fikir yoğunlaşa yoğunlaşa hisse dönüşür.  Marifetullah, muhabbetullaha dönüşür. Ebede müteveccih giden bir kalb, dünyevi şeylere takılmaz. Dünya onun yanında bir çöp gibidir, fırlatır ve atar. Dünya nedir ki, zühdü de ne olsun. Yaratılışımızın gayesi marifetullah, yani her an O’nun ile olmak.

Risale-i Nur, arif-i billah bir zatın fikir seviyesine göre yazılmıştır. Fakat ami insanlar da ondan istifade edebiliyor.

Risale-i Nur’un rahle-i tedrisinin dibine sadakatla çöken, sırr-ı ihlas ve sırr-ı uhuvvete tam mazhar zatlar, hakiki muhlaslardır. Halis, muhlis ve müdakkik bir Nur Talebesi, alem-i manada Hz. Muhyiddin ile kulaç atabilir. Hz. Şâh-ı Nakşibend ile hakikat dersini diz dize alabilir. Muhlislikten muhlas duvarına isal eden yollar vardır. Bunlar: Havfullah, kendinde görülen kemalatı tamamen Allah’tan bilip nefsine nisbet etmemek ve  nefsini manen müflis ve zelil bilmek. Enenin eşkâl-i habisesi, hodgâmlık, hodfüruşluktur ve hubb-u nefistir.

Bir insanın ağzından elfaz-ı küfriye çıksa, o fiil insanın o ana kadar yaptığı ibadetlerin hepsini siler.

Tabaka-yı arifîn üçtür. Etkıya, asfiya ve ahfiya. Üstadda bu üç mana cem olmuş. Ahfiyalar, keşf, keramet ve akıl ile anlaşılamazlar.

Mahşer günü ümmet-i Muhammed içinde bir gurup müslüman sorgusuz sualsiz cennete girecektir. Ahirette Allah için birbirini sevenlere peygamberler bile gıpta edeceklerdir. Uhuvvetin birinci mertebesi, başkalarına ait kusurları görmemektir. Gördüğü halde hüsn-ü zan etmek ise, daha düşük bir mertebedir.

Resulullah buyuruyor: Kardeşlerim! Kardeşlerim! Ashab soruyor: Ya Resulullah kimdir o kardeşlerin? Onlar ahirzamanda gelecekler, Nur yiyecekler, Nur içecekler, Nur konuşacaklar, Nurdan hanelerde oturacaklar. Bilmiyorum onlar mı bana daha yakın, yoksa siz mi?

Helak olanlar, önce kendi içlerinde ve vicdanlarında helak olmuşlardır. Dava adamı olarak ölmek, bir havari gibi yaşamaya bağlıdır. Izdırabsızlık en büyük eksiğimizdir. İslam’ın i’la ve ibkası, her mü’minin en büyük ideali olmalıdır. Dünyevi idealleri İslam’ın önüne alanlar helak oldular. Kul Allahdan haya edecek. Yarabbi! Senin uluhiyetine tam köle olamadım. Nübüvvetine tam esir olamadım. İman arttıkça insanda mahcubiyet de artar. Büyük zatlar da, verilen nimetlere külli şükr edememekten mahcubiyet, mahzuniyet, ve haya hasıl olur.

Allah ü Ekber lafzı esmanın tezahür ve tecellilerinden hasıl olan hayretten bir teneffüstür. Cenab-ı Hakkın Azamet ve Kibriyası, iclal ve celali Uluhiyetine ve Rububiyetine taalluk eden hakikatlar idrakte tesbit edildiği nisbette kulluk şuuru artar.

Efendimiz (asm), bir yahudinin cenazesi için ayağa kalkınca etrafındakiler, o bir yahudidir ya resulullah, dediler. Efendimiz, o da bir insandır, buyurdu. Evet, her şeye rağmen insan, muhterem bir varlıktır.  Canlısı kadar, ölüsünün de bir kıymeti olmalıdır. Peygamber efendimiz bir gün şöyle buyurdu: Hepiniz Adem’densiniz. Adem ise topraktandır. Öyle ise toprağın toprağa üstünlüğü olamaz.

Körler çarşısında ayna satma, sağırlar çarşısından da gazel okuma. Ömür bu kadar kısa iken amelleri kısaltıp emelleri uzaltma. Dün geçti, yarın daha gelmedi, hesabını bir nefes üzerine yap. Ve ne şekilde olursa olsun kendi varlığını ortaya koyma. Bil ki sen yoklukla varlığa ereceksin. En faziletli iktisat, bollukta yapılan, ve en faziletli af, muktedirken olandır. Ey kin gütmeyen gönül! Bayramın kutlu olsun.

Tefekkürde bir sır vardır. Ona ulaşamayan, hakikat-ı tefekküre de çıkamaz. Her şeyin bir kışrı olduğu gibi, tefekkürün de kışrı vardır. Herşeyin özü lübdedir. Tefekkürün sırrı, dava-yı Kur’aniyeye sadakat ile inkişaf eder.

Hz. Mus’ab medinenin manevi fatihi. Birçok mümtaz sahabelerin hidayetine sebep oluyor. Çok alim ve hakim, aynı zamanda beliğ konuşuyor. Meşrebinin esası hilm ve şefkat. O’nun alemine hakim nokta dava-yı Kur’aniye... İla-yı Kelimetullah. Muhabbet-i Resulullahda öyle fani olmuşki fiziği de peygamberimize çok benziyor. Uhud’ da peygamberimiz yerine şehit oldu. Sadakat burcunda bir necm-i münir. Kur’ana o kadar sadık ki dünyada hiçbir şey onu  davasından bir an olsun çekememiş. Bu meşreb Risale-i Nur davasında çok hizmet edecek...

2004-09-03

Aziz Sıddık

 

 

 

Bir ömrün değişmez hareketi "Müsbet Hareket"
Prof.Dr. Alaaddin Başar

Müsbet hareket, Risale-i Nur'un ilim ve irfana, tebliğ ve iknaya, muhabbet ve şefkate dayanan irşad metodu. Bu meslek bütün mücedditlerin ortak yoludur. Hepsi, Allah Resulü'nden (a.s.m.) aynı dersi almış ve asırlarının şartlarına göre bu yolda yürümeğe azamî hassasiyet göstermişlerdir. Gazzalîler, Rabbanîler, Geylanîler, Mevlânalar hep bu mukaddes yolun yolcularıdır. Hepsinin ortak gayesi, insanları Hakkın rıza çizgisine çekmek, ebedî saadetlerine vesile olmaktır.

"Âlimler peygamberlerin varisleridir" hadis-i şerifine en ileri mânâsıyla mazhar olan bu kutlu zevat içerisinde Bediüzzaman Hazretlerinin hususî bir yeri vardır. Onun bu hususiyeti, asrının dehşetinden ileri gelmektedir.

"Rüyada Bir Hitabe" başlıklı yazısında, her asrın mebusları içinde bulunan mübarek bir heyetin kendisine şöyle hitab ettiğini haber verir: "Ey helâket ve felaket asrının adamı, senin de bir reyin var. Fikrini beyan et."

Diğer mücedditlerin mücahedeleri, İlâmı ana istikametinden uzaklaştırmak isteyen ve müminleri ehl-i sünnet itikadından saptırmaya çalışan birtakım gafillere ve bedbahtlara karşı olmuştur. Bediüzzaman'ın asrı ise çok daha farklıdır. Onun zamanında, imanın erkânına ilişilmiş, neden ve niçin yollu sorularla müminlerin kalblerine şüpheler sokulmuş, imanları tehlikeye atılmıştır. Ayrıca, küfür, dalâlet ve sefahat birer şahs-ı manevî halinde ve dünya çapında organize edilmiş olarak imana, İslâma ve ahlâka musallat olmuşlardır.

İşte tarihte misli görülmemiş bu ifsat hareketlerine karşı, tebliğ ve irşad vazifesini manen yüklenen o büyük Üstad, bir yandan şüpheleri giderici ve müminlerin imanlarını taklidden tahkik seviyesine çıkarıcı kıymetli dersler verirken, diğer yandan bu engebeli, dikenli, mayınlı ve uçurumlarla dolu yolda Müslümanların nasıl yürümeleri gerektiğini ders veren lahika mektupları kaleme almıştır.

İşte müsbet hareket, bu ulvî yolculuğun esası ve yürüyüş ritmidir.

Bediüzzaman Hazretleri, kendisini menfi bir harekete sevketmek için yapılan bütün işkencelere, zulümlere, oynanan bütün şeytanî oyunlara sadece acı bir tebüssümle karşılık vermiş. O'na zulmedenler de dahil olmak üzere, bütün bu beşeriyetin imanını kurtarmak için çıktığı o mukaddes yolculuğunu, itidal-i dem ile, sarsılmadan ve adavete girmeden tamamlamıştır.

Bediüzzaman Hazretleri, bütün ömrü boyunca tatbik ettiği tebliğ ve irşad prensiplerinin bir hülasası mahiyetinde olan ve bir cihette Allah Resulü'nün (a.s.m.) Veda Hutbesi'ni andıran son mektubuna şu cümlelerle başlar:

"Bizim vazifemiz müsbet hareket etmektir. Menfî hareket değildir. Rıza-yı ilâhiye göre sırf hizmet-i imaniyeyi yapmaktır; vazife-i ilâhiyeye karışmamaktır. Bizler asayişi muhafazayı netice veren müsbet iman hizmeti içinde herbir sıkıntıya karşı sabırla, şükürle mükellefiz."

Bu cümlelerde müsbet ve menfi hareketlerin en önemlileri nazarımıza sunulmuş durumda.

Rıza-yı İlâhi için çalışmak müsbet; riya, gösteriş ve menfaat için çabalamak menfi.

Hizmet-i imaniyye müsbet; küfür ve dalâlete, isyan ve sefahate çalışmak menfi.

Allah'a tevekkül müsbet; vazife-i ilahiyyeye karışmak menfi.

Asayişi muhafaza müsbet; kavga ve ihtilaf çıkarmak, huzur ve emniyeti ihlal etmek menfi.

Sabır ve şükür müsbet; sabırsızlık ve isyan menfi.

o o o

Müsbet, kelime mânâsıyla isbat edilmiş demektir. İsbat edilen, ortaya konulan, istifadeye sunulana müsbet denir.

Müsbet imardır, menfi ise tahrip...

Dünün boş arsasına bugün bir bina kurmuş ve istifadeye sunmuşsanız bu bir müsbet harekettir. Ama mevcut bir binayı ortadan kaldırmış, faydasız hale getirmişseniz buna da menfi denir.

Menfi, nefyedilmiş demektir. Nefiy ise sürgün etmek, ortadan kaldırmak, yokluğunu iddia etmek mânâlarına geliyor. Küfre giren insana imansız denilmesi de bundandır. Bu adam, kendi iman sarayını yıkmıştır. Keza, iffet ve ahlâk köşkünü harab eden adama da ahlâksız deriz. Burada da bir menfi hareket söz konusu...

Sağır bir insan sesler âleminin cahilidir. Ona göre, ses diye bir şey yoktur. Kendisine şefkatli bir hekim el uzatıyor ve kulağını tedavi ederek onu işitme nimetine kavuşturuyor. Artık bu adam için sesler âlemi sabit olmuştur. Ve hekimin yaptığı da müsbet bir harekettir.

İşiten bir kulağı sağır hale sokmak ise menfi hareket...

Görme hadisesinde de öyle. Gözü görmeyen insanın şu kâinat hakkında bilgisi ancak elinin temas kurabildiği eşyaya münhasırdır. Bu adamın gözünü tedavi ettiğinizde, nazarı yıldızlarda, güneşde, ayda, dağlarda, ovalarda dolaşmaya başlar ve hususî dünyası sınırsız denilebilecek ölçüde genişlenir.

Müsbetler de, menfiler de sayısız denecek kadar çok. Bunlar içerisinde müsbetin en ileri derecesini şu ifadelerde buluyoruz.

"Rıza-yı ilahiye göre sırf hizmet-i imaniyeyi yapmak."

Hizmet-i imaniyye, insanoğluna yapılabilecek en büyük yardımın ifadesi, en büyük müsbetin simgesidir. Kalpten küfür sökülüp atılacak, yerine iman bina edilecektir.

Bu hizmet sonunda, bir insan iman nimetine kavuşursa, daha önce, sadece gördüğü eşya ile alâkadar olan bu adam, artık bütün âlemlerin Rabbine vasıl olmuş, maddede boğulan aklı âlemlerin yaratıcısını bulmuştur. Vazifesiz, sahipsiz, hamisiz olmaktan kurtulmuş, ölüm ötesini bilememenin ızdırabından halas olmuştur. Şimdi o, görmeyi halk eden bir Basir, işitmenin mucidi bir Semi', sûretlerin tasvircisi bir Musavvir, hayatları yaratan bir Muhyi bulmanın ve O'na iman etmenin safasını sürmeye başlamıştır.

İşte bu adamın imanına yapılan bu yardım, ne kör gözü açmaya benzer, ne de işitmeyen kulağı. Kendisine sunulan bu iman hizmeti, onun için ebedî bir ihsandır ve fani dünyası için yapılan yardımlardan sonsuz derece büyüktür, ehemmiyetlidir. Cennette ne körlük var, ne sağırlık. Ne açlık var, ne susuzluk... Hiçbir elemin ortada yeri yok. Hiçbir yokluk, hiçbir noksanlık o beldeye ayak basamamış. Bu akıllara sığmaz lütufların karşısında, yine akıl almaz azaplarıyla cehennem var. Cennete ermenin ve cehennemden kurtulmanın temeli, esası iman. Onun içindir ki insanlığa yapılabilecek en büyük hizmet de, iman hizmeti...

İşte Bediüzzaman Hazretleri o engin himmetini, bu milletin imanının kurtulmasında merkezleştirmiş büyük mürşid, manevî hekim ve eşsiz müceddiddir.

Bütün mesaisini iman vadisinde hasreden bu büyük mürşid:

"Ben imanın cereyanındayım, karşımda imansızlık cereyanı var, başka cereyanlarla alakam yok" buyurarak, müsbet hareketin iman hizmeti, menfinin ise imansızlık cereyanı olduğunu veciz bir şekilde ifade buyurur.

İman müsbet, küfür menfi olduğu gibi, bütün hayırlar, güzellikler müsbet, bunların zıtları ise menfi. O halde, müsbet hareket denilince, insan kalbine öncelikle iman hakikatlarını hakim kılmak ve bu iman temeli üzerine başta ibadet ve güzel ahlâk olmak üzere hayrın, doğrunun, faydalının bütün şubelerini bina etmek anlaşılır.

Gönül yapmak müsbet, kalb kırmak menfi. Şefkat müsbet, öfke menfi. Sabır müsbet, isyan menfi. Affetmek müsbet, intikam menfi. İltifat müsbet, hakaret menfi. Hüsn-ü zan müsbet, su-i zan menfi...

İmanın sabit olduğu bir kalbde, güzel ahlâk ve yüksek seciyeler, bütün şubeleriyle, neşv ü nema bulacaktır. Öyle ise gerek ferdî, gerek içtimaî hayatta hangi yüksek hasletin, hangi güzel ahlâkın inkişaf etmesini istersek isteyelim, bunun yolu iman hakikatlarını kalblere tahkiki bir sûrette yerleştirmekten geçer. Bediüzzaman Hazretleri bu yolda yürümüş ve bilfiil muvaffak da olmuştur.

o o o

Bir nur talebesinin, Risale-i Nur'un müsbet hareketle ilgili bütün esaslarına riayet ederek halis bir iman hizmeti yaptığı halde, insanları ıslah vadisinde umduğu neticeye ulaşamaması halinde, yeise düşmemesi için mezkûr düstur şöylece noktalanır:

"Vazife-i ilahiyyeye karışmamak."

Nurlardan aldığımız derse göre, ilâhî vazife neticeleri yaratmaktır.

Rezzak O olduğu gibi Hadi de odur. Biz rızık babında nasıl sadece tohum ekip, gerekli bakımı yaptıkdan sonra, bir habbenin on, yüz, yahut bin olmasına karışmıyor, bunu ancak Allah'ın kudret ve rahmetinden bekliyorsak, kalplere ektiğimiz hakikat tohumlarının da sünbül vermesine karışmayacağız. Kalbler Allah'ın yed-i kudretindedir ve Hadi ancak O'dur. Okuduklarımız ve anlattıklarımız muhatabımızın kalbinde ancak onun lütfuyla sünbül verir, bizim irademizle değil...

Biz düğmeye basarız, ışığı Allah yaratır. Biz kibriti çakarız, ateşi Allah yaratır.

Kalblerde hidayet nurunu parlatan da O, muhabbet ateşini yakan da.

Biz O Rahim Rabbimizin lütfuna sığınır, O'na dua ve iltica ederiz. Biz de O'nun kuluyuz, karşımızdaki insanlar da. O'nun kullarını O'nun rızasını umarak, O'nun yoluna dâvet ederiz. Bundan ötesi bizim irade sınırımızı aşar ve sorumluluk sahamızın dışında kalır.

Rabbimiz, Kur'ân-ı Kerim'inde "Peygamber üzerine tebliğden başka (bir vazife) yoktur," buyuruyor.

Bu Rabbanî hakikat, niçin müsbet hareketinde en önemli bir şartı olmuş, diye bir soru geliyor insanın aklına. Bu soru ile birlikte, hayalimizde müsbetin zıddı canlanıyor: Menfi...

Demek ki, diyoruz, kendi vazifesini yapmakla meşgul olanlar, menfi harekete vakit bulamazlar. Ve yine diyoruz ki, kendi görevlerini bir tarafa bırakıp sadece dış hadiselerle, sosyal neticelerle ilgilenenler, umduklarını bulamayınca, önce tedirgin olurlar ve sonunda ümitsizliğe düşerek menfi hareketlerle teselli bulmağa çalışırlar. Tebliği terkedip dedikoduya koşar, ıslahdan vazgeçip tahribe saparlar. Sevdirmeyi bırakıp nefret ettirirler.

Bunlar İslâmı tebliğ yoluyla neşir ve ilân etmedeki boşluklarını zorbalıklarla kapamak isterler. Halbuki Tefsir âlimlerimiz, bize bu zorlamanın sadece dinî meselede değil, hiçbir hususta caiz olmadığını beyan ediyorlar. Ve "dinde ikrah yoktur" âyetini "zorlama denen şey dinde yoktur; bu, dine uygun bir davranış şekli değildir," diye izah buyuruyorlar.

Dinde zorlama yoktur, çünkü zorlama müsbet bir hareket değildir. Zorlama ile insan ne irfana kavuşur, ne ilme, ne ahlâka..

İkrah ağacında irşad bitmez.

Bir çocuğa bile zorla iş yaptırmak mümkün olamazken, kişinin kalbine imanı zorla nasıl sokabiliriz? Kalb zorlamaya gelmez. İkrah ancak bedene yapılabilir. Kalbe ne sevgi zorla yerleşir, ne de nefret, Tam tersine, zorlama muhatabınızı inatlaşmaya götürür ve sevdiğinizden nefret etmesine, nefret ettiğinize de sevgi bağlamasına sebep olur.

Bu gerçeği güzelce ders veren bir darb-ı mesel: "Atı suya zorla sokabilirsiniz ama, ona zorla su içiremezsiniz."

o o o

Tebliğin önemli bir şartı da tohumu ekmeyi usulüne uygun olarak yapmaktır. Bu noktada Üstadımızın şu tavsiyesiyle karşılıyoruz:

"Risale-i Nur'un mesleği, nezihane, nazikane, kavl-i leyyindir."

Dâvâmızı en güzel şekilde ve en yumuşak ifadelerle anlattığımız halde, sözlerimiz tesirini göstermezse, yeise düşmememiz gerekiyor. Zira, ekilen tohumun mahsul vermesi için tarlanın elverişli, iklimin de müsait olması lâzım. Zemherir ayında gül yetiştiremez, kum ve çakıldan meyve alamazsınız. Burada muhatabınızın iç âlemi önem kazanıyor.

"Hidayete erecekleri en iyi bilen Allah'dır".

Ayet-i Kerimesi, tebliğ görevini hakkıyla yapan bir mümin için en büyük bir teselli kaynağıdır.

o o o

Bir diğer temel cümle:

"Bizler asayişi muhafazayı netice veren müsbet iman hizmeti içinde herbir sıkıntıya karşı sabırla, şükürle mükellefiz."

Cümlenin giriş kısmındaki mesaj, daha çok devlet yöneticilerine bakıyor. Asayişin ancak müsbet bir iman hizmetiyle temin edilebileceği ders veriliyor. Nur hizmetinin ulaştığı kimseler, problem olmak şöyle dursun, "asayişin birer manevî bekçisi" oluyorlar.

İkinci mesaj ise bu hizmetin erlerine:

"Şayet sizi yanlış anlayarak yahut büsbütün anlamayarak, ihlas ile yaptığınız bu iman hizmetine mukabil sizlere sıkıntı verirlerse sakın menfi hareketlere tevessül etmeyin; sıkıntıları sabırla ve şükürle karşılayın."

Bir Nur talebesi, Üstadın bu şükür tavsiyesini şöyle değerlendirir: "Nice insanlar dünyevî, hatta gayr-ı meşru istekler uğrunda her bir sıkıntıya katlanırlarken, ben Allah Resulünün iman dâvâsını, tevhid dâvâsını, ahlâk dâvâsını ilan ve i'la etme uğrunda bir takım eza ve cefalara maruz kalıyorsam, bunu bir lütf-u İlâhî bilip şükretmeliyim." İman hakikatlarını kalblerde hakim kılmanın, İslâmın emirlerini ferdin fiil âlemine aksettirmenin yolu sabırdan, şefkatten geçer. Menfi harekete müsaade yok! Zaten, dahilde niza ve kavga olamaz. Kendi yüzünü yumruklayan birisine rastladınız mı? Ağrıyan gözünü yuvasından çıkarıp atanı gördünüz mü? Romatizmalı bacağını baltalayana şahid oldunuz mu? Dahilî cihad hakkında Bediüzzaman'dan bir hakikat dersi:

"Harici tecavüze karşı kuvvetle mukabele edilir. Çünkü düşmanın malı, çoluk-çocuğu ganimet hükmüne geçer. Dahil ise öyle değildir. Dahildeki hareket müsbet birşekilde manevî tahribata karşı, manevî, ihlas sırrı ile hareket etmektir. Hariçdeki cihat başka, dahildeki cihat başkadır."

Bu sözlerin sahibi, yirmi sekiz senelik hapis ve sürgün hayatına, defalarca zehirlenmesine, nice zulümlere maruz kalmasına rağmen "yüzde on zındık dinsizin yüzünden, yüzde doksan masuma zarar gelmemek için, bütün kuvvetiyle dahildeki emniyet ve asayişi muhafaza" etmeğe çalışmış, bunun için de, "Nur dersleriyle herkesin kalbine bir yasakçı bırakma" ya gayret etmiştir.

o o o

Büyük Üstad, iman hizmeti yapmaya talib Nur talebelerine Kur'ân-ı Kerimden fethettiği dört hatvelik bir güzergâh çizmiştir:

"Acz ve fakr ve şefkat ve tefekkür tariki..."

Acz ve fakr, ubudiyetin esasıdır. Şefkat Rahîm ismine, tefekkür ise Hakîm ismine isal eder. Rahîm ismine mazhariyet, iman hizmetini netice verir.

Her isme olduğu gibi bu isme de en ileri seviyede mazhar olan Resulullah Efendimiz (a.s.m.), dünyaya geldiği dakikada "Ümmetî!  Ümmetî!" diyerek ümmetinin imanını, salâhını ve necatını Rabbinden dilediği gibi, bu umman şefkat mahşerde de kendini gösterecek ve Üstadımızın beyanıyla "mahşerde herkes hatta peygamber dahi nefsî derken, O (a.s.m.) yine ümmetî ümmetî diyecek" ve ümmetinin mağfiretini, cehennemden halas bulup cennete kavuşmalarını makam-ı Mahmud'da Allah'dan niyaz edecektir.

Şu helaket ve felaket asrının müceddidi, mürşidi Said Nursî Hazretleri, Allah Resulünün (a.s.m.) "ümmetî" feryadını ruhunun tâ derinliklerinde hissetmiş, O'nun endişesine ve ızdırabına ortak olmaya çalışmıştır.

Eşref Edip Bey'le yaptığı bir mülakatta lisanında şu ateşin sözler dökülür:

"Karşımda müthiş bir yangın var. Alevleri göklere yükseliyor. İçinde evladım yanıyor, imanım tutuşmuş yanıyor. O yangını söndürmeğe, imanımı kurtarmaya konuşuyorum."

Bu sözler, "ümmetî! ümmetî!" feryadının asrımızdaki en büyük aks-i sadasıdır. Zaten, Allah Resulünün (a.s.m.) bu feryadında en büyük pay da bu dehşetli asra düşmektedir.

Bir baba bütün evlatlarını sever ama, onlar içerisinde hasta olanı, ölümle pençeleşeni daha çok yadeder. Kalbi onun için daha çok çarpar. İşte Bediüzzaman Hazretleri ümmetî feryadından asrımıza düşen büyük payın tercümanlığını en mükemmel mânâda yapmış, telif ettiği yüz otuz parça risaleleriyle ümmet-i Muhammed'in imanını kurtarmaya çalışmış, bu uğurda herşeyden geçmiş ve sıkıntı, ızdırap, zehirlenme, mahkeme, hapis, sürgün dolu bir mücahede hayatı sürmüştür.

"Seksen küsûr senelik bütün hayatımda dünya zevki namına birşey bilmiyorum. Bütün ömrüm harp meydanlarında, esaret zindanlarında, yahut memleket hapishanelerinde, memleket mahkemelerinde geçti. Çekmediğim cefa, görmediğim eza kalmadı."

İman dâvâsı uğrunda büyük sıkıntılara katlanmak da Allah Resulünün (a.s.m.) sünnetindendir. Üstadımız bu sünneti kemaliyle yerine getirmiştir.

Âlemlere rahmet olarak gönderilen Allah Resulü (a.s.m.) Taif'te kendisini taşlayan ve yüzondört yerinden yaralayan insanlara beddua etmemiş ve o eşsiz şefkatiyle "Ya Rab! Bunlar bilmediklerinden böyle yapıyorlar" diyerek onların hidayetlerine dua etmişti. O'nun (a.s.m.) bu dehşetli asırdaki büyük varisi Bediüzzaman Hazretleri de aynı yolda yürümüş ve kendine her türlü zulmü ve haksızlığı lâyık bulanlar hakkında şöyle buyurmuştur:

"Benim ve Risale-i Nur'un mesleğinin esası ve otuz seneden beri bir düstur-u hayatım olan 'şefkat' itibariyle; bir masuma zarar gelmemek için, bana zulmeden canilere, değil ilişmek; belki beddua ile de mukabele edemiyorum."

Bir başka risalesinde, kendisiyle beraber talebelerinin de çeşitli eza ve cefalara maruz kaldıklarını, ağır imtihanlar geçirdiklerini beyan ile şöyle buyurur:

"Bizim vazifemiz onlar hakkında yalnız hidayet temennisinden ibarettir. Bize eza ve cefa edenlere karşı hiçbir talebemin kalbinde zerre kadar intikam emeli beslememesini ve onlara mukabil Risale-i Nur'a sadakat ve sebat ile çalışmalarını tavsiye ederim."

Büyük Müceddid'in müsbet hareket noktasında üzerinde hassasiyetle durduğu önemli bir mesele de, İslâma farklı metotlarla hizmet eden Müslümanların, birlik ve beraberliğini temin etmektir. Bu ehemmiyetli nokta üzerinde çok tahşidat yapmış ve meşreb farklılığının ihtilafa dönüşmemesine gayret etmiştir. Misâl olarak, İhlas Risalesindeki dokuz emirden ilk üçünü kaydetmek isterim.

"1. Müsbet hareket etmektir ki, yani kendi mesleğinin muhabbetiyle hareket etmek. Başka mesleklerin adaveti ve başkalarının tenkisi, onun fikrine ve ilmine müdahale etmesin, onlarla meşgul olmasın.

2. Belki, daire-i İslâmiyet içinde, hangi meşrebde olursa olsun, medar-ı muhabbet ve uhuvvet ve ittifak olacak çok rabıta-i vahdet bulunduğunu düşünüp ittifak ederek.

3. Ve haklı her meslek sahibinin, başkasının mesleğine ilişmemek cihetinde hakkı ise, 'mesleğim haktır' yahut 'daha güzeldir' diyebilir. Yoksa başkasının mesleğinin haksızlığını veya çirkinliğini îma eden 'hak yalnız benim mesleğimdir,' veyahut 'güzel benim meşrebimdir' diyemez olan insaf düsturunu rehber etmek."

o o o

Bütün ömrü boyunca hep müsbet hareket etmiş bulunan Üstad Hazretleri bunun zarurî bir lâzımı olarak her türlü menfinin de karşısında olmuştur.

Risale-i Nurdaki imanî bahislerle imansızlık cereyanının, küfrün, şirkin ve dalâletin karşısına çıktığı, riya, gösteriş, teveccüh-ü nas belalarına karşı İhlas Risalesi'ni telif etmiş, Müslümanlar arasında düşmanlık, kin, gıybet gibi afetlerin mecra bulamaması için Uhuvvet Risalesi'ni kaleme almış, İslâm birliğinin en büyük bir düşmanı olan kavmiyetçiliğe karşı 26. Mektubun 3. Mebhasını yazmış, kısacası her menfiye karşı onu tesirsiz kılacak, onun panzehiri olacak bir eser telif etmiştir.

Bu cümleden olarak, büyük bir içtimaî yaramız olan "tekfir" meselesi üzerinde de hassasiyetle durmuştur.

Ehemmiyetine binaen bu konu üzerinde biraz durmak istiyorum.

Üstad Bediüzzaman Hazretleri, "Müslümanlar için esas olan hüsn-ü zandır" prensibinden hareketle, tekfirden büyük bir hassasiyetle sakınmıştır.

"Said'i bilenler bilirler ki mümkün olduğu kadar tekfirden çekinir. Hatta sarih küfür bir adamdan görse de, yine te'vile çalışır. Onu tekfir etmez"

Günahkâr bir mümini hemen küfürle itham etmek ve onu İslâm dairesi haricine atmak büyük bir cinayettir ve ehl-i sünnet itikadına zıttır.

Ehl-i sünnetin görüşüne göre, günah-ı kebair işleyen kâfir olmaz.

"Günah-ı kebair işleyen kâfir midir, değil midir?" münakaşası Ehl-i Sünnet âlimleri ile Haricîler ve Mutezile arasında asırlarca sürdü. Haricîler günah işleyenin kâfir olup ebediyyen cehennemde kalacağını iddia ederlerken, Mutezile, büyük günah işleyenin ne kâfir ne de mümin olmayıp, imanla küfür arasında kalacağını savundu. Böylece her iki grup da hakikattan uzaklaşarak "dalâlete" düştüler.

Yakın tarihimizde bir fetret devri daha yaşadık. Nice hurafeler ve köhne fikirler yeniden piyasaya sürüldü. Yine tekfir moda oldu. Ama bu defa Haricîler tarafından değil. İşin tuhaf tarafı bu işi yapanlar Haricîlik nedir, Mutezile nedir, hatta elfaz-ı küfür nedir pek bilmiyorlardı. Bazı sloganlar ezberlemişlerdi. Onları soğuk damga yaptırmış, önlerine gelenin alnına basıyorlardı. Bunlar Resulullah Efendimizin (a.s.m.) tekfirle ilgili tehdit hadisinin de gafiliydiler...

Bu hadis-i şeriflerinde Allah Resulü (a.s.m.) şöyle buyurmakdaydı:

"Kim kardeşine kâfir derse, ikisinden biri mutlaka kâfir olmuştur. Eğer itham edilen kâfir değilse, küfür itham edene döner."

Tekfir konusunda Risale-i Nur Külliyatından "Sünuhat" adlı eserde yer alan şu öz, doyurucu ve harika ifadeleri bu asrın insanı kelime kelime ezberlemeli, harf harf yaşamalı. Yoksa hem kendisi büyük günaha girer, hem de bilmeyerek karşısındakini İslâmdan uzaklaştırır.

"Demiş bu şey küfürdür. Yani, o sıfat imandan neş'et etmemiş, o sıfat kâfiredir. O haysiyet ile o zat küfür etti denilir. Fakat mevsufu ise masume ve imandan neşet ettikleri gibi, imanın tereşşuhatına da haize olan başka evsafa malik olduğundan o zat kâfirdir denilmez. İllâ ki, o sıfat küfürden neşet ettiği yakinen biline... Zira başka sebepten de neş'et edebilir. Sıfatın delâletinde şek var. İmanın vücudunda da yakîn var. Şek ise yakînin hükmünü izale etmez.

"Tekfire çabuk cür'et edenler düşünsünler!

Demek ki bir müminde, imandan kaynaklanmayan belki cehaletten, sefahattan yahut daha başka bir kaynaktan beslenen sıfatlar bulunabilir. Bu sıfatlar "kâfire" tabir ediliyor. Yine o müminin, imanından kaynaklanan birçok da masum sıfatı bulunuyor. İşte bu sıfatlar, o zata kâfir dememize mani. Onun dilinden küfrü icab eden bir söz çıkmışsa, yahut o mümin imandan kaynaklanmayan, ancak kâfirlere yakışacak fiiller işlemişse yukarıda verilen ölçüye göre, bunların küfürden doğduğunu, yani o adamın bunları küfür niyetiyle, İslâmı inkâr kasdıyla yaptığını kesinlikle bilmedikçe onu tekfir edemeyiz; kendisine kâfir diyemeyiz.

"Sıfatın delâletinde şek var," cümlesi kesin hüküm vermemizi engelliyor. Yani, o yaptığı işin, söylediği sözün, taşıdığı sıfatın onun kâfir olduğuna delil olduğu şüpheli. Bunları küfür kastıyla yaptığını kati olarak bilemiyoruz. Ama kendisinin mümin olduğunu biliyoruz. Kendisinden sorsak ben müminim, Müslümanım diyecektir. Buna göre imanın delâletinde yakin var, kesinlik var, katiyet var. Ama küfrün varlığında şek, yani şüphe var, zan var tahmin var. Biz yakini şek ile iptal edemeyiz ve o adama kâfir diyemeyiz.

Bazan bir Müslümanın ağzından, gaflet ve cehalet eseri olarak, elfaz-ı küfürden sayılan bir söz çıkabilir. Bunun mes'uliyeti elbetteki çok büyüktür. Hatta bazı âlimlerimiz, böyle bir müminin, mazideki bütün hasenatının mahvolduğunu beyan buyururlar. Ama bu müflis adam yine de Müslümandır, kâfir değil...

Bu noktada bir temel hükümden söz etmek isterim:

İman nasıl kalbin tasdiki ve lisanın ikrarıyla sabit oluyorsa, küfür de aynı yolla sabit olur.

Buna göre, ağzından küfür lafzı çıkan bir mümine kâfir denilebilmesi için, onun bu sözün neticesi olan küfrü kalben tasdik, lisanen de ikrar etmesi gerekir.

Bediüzzaman Hazretleri istikametten sapan bazı kimselerin, "Kim Allah'ın indirdiğiyle hükmetmezse, işte onlar kâfirlerin tâ kendileridir," âyet-i kerimesini delil tutarak Kanun-u Esasiyi çıkaran ve hürriyeti ilan eden siyasileri tekfir etmelerine de karşı çıkmış ve "biçare bilmezdi ki, 'lemyehküm' bimana, 'lem yussaddık'dır" buyurmuştur. Yani, kim Allahın indirdiğiyle hükmetmezse şartının mânâsı, kim Allah'ın indirdiğini tasdik etmezse demektir. Üstadın bu izahı ehl-i sünnet itikadının ifadesidir. Zira, ehl-i sünnete göre bir İlâhî emri yerine getirmeyen, ona göre amel etmeyen bir mümin, o emri tasdik ettiği müddetçe ancak günahkâr olur, fasık olur, fakat kâfir olmaz.

Fahreddin Razi hazretleri Tefsir-i Kebirinde bu âyet hakkında ileri sürülen bütün görüşleri sıralamış ve en isabetli görüşün Hz. İkrime'ye (r.a.) ait olduğunu kaydetmiştir.

Hz. İkrime (r.a.) şöyle buyurmaktadır:

"Hak Teâlanın 'kim Allah'ın indirdiğiyle hükmetmezse' ifadesi, hem kalbi hem de lisaniyle inkâr edenleri içine almaktadır. Kalbiyle onun Allah'ın hükmü olduğunu bilip, sonra da lisanıyla onun Allah'ın hükmü olduğunu ikrar edip, buna zıt olan şeyleri yapan kimseye gelince, o da Allah'ın indirdiğiyle hükmetmiş, ama bilfiil yapmamış olur. Binaenaleyh böyle bir kimsenin bu âyetin hükmüne dahil olması gerekmez."

Tekfir bahsini Ahmet Ziyaeddin Gümüşhanevî Hazretlerinin şu fetvasıyla noktalayalım:

"Bir kimsenin sarfettiği bir söz, birçok yönleriyle küfrü gerektiriyor da bir yönüyle küfürden kurtarıyorsa,müftünün onu tercih etmesi gerekir. Zira Müslümanlar hakkında hüsn-ü zan esastır.."

Fetvanın haşiyesine şöyle bir kayıt konulmuştur:

"Şu var ki, bu adamın niyeti küfür değilse Müslümandır. Fakat niyeti küfür ise müftünün fetvası onu kurtaramaz."

o o o

Yine Nur Külliyatından "Münazarat"ın teşhis ve tedavi ettiği bir yaramızdan da bu vesileyle söz etmek isterim.

Dış siyaset konusunda Müslümanlar arasında görüş ayrılığı olabiliyor. Bu gayret normaldir. Fikir hürriyeti içerisinde anlayışla karşılanmalıdır. Ama bazen, bu tip tartışmalarda ölçü kaçıyor. Adam, fikren mağlup düştüğünü hisseder etmez, muhatabını hemen tekfire yelteniyor. "Sen bu görüşünle hristiyanları desteklemiş oldun ve küfre girdin", diyebiliyor. Bu yanlışını düzeltmeye kalktığınızda sesinin tonunu iyice yükseltiyor ve kendisinden emin bir eda ile, "Kur'ân-ı Kerimde, Yahudileri ve Nasranîleri dost edinmeyin," buyurulmuyor mu, diye size çıkışıyor.

Bu dehşetli hastalığın reçetesi şu birkaç cümlede mevcut:

"Bu nehiy Yahudi ve Nasara ile, Yahudiyet ve Nasraniyet olan ayineleri hasebiyledir. Hem de bir adam, zatı için sevilmez. Belki muhabbet sıfat ve sanatı içindir."

Demek ki Âyet-i Kerîme yahudiliği ve hristiyanlığa muhabbet etmeyi yasaklıyor. Meselâ, hristiyan bir devleti hristiyanlığı sebebiyle sevmek, bu âyetin yasağına girer. O devletin sanatını, teknolojisini beğenmek, takdir etmek ise bu yasağın dışında.

Yukarıda naklettiğimiz ifadeler şöyle son buluyor:

"Ehl-i kitaptan bir haremin olsa elbette seveceksin." Yani, bir Müslümanın ehl-i kitaptan, meselâ hristiyan bir hanımı olsa, onu hanımı olduğu için sevebilecek, ama hristiyanlığına muhabbet etmeyecektir.

İşte bu ince ölçüden mahrumiyet bize çok pahalıya mal oluyor.

Bu panelde, Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin daima müsbet hareket ettiğini ve her türlü menfinin karşısında bulunduğunu, zamanın müsaadesi nisbetinde, açıklamaya çalıştım. Onun o bereketli ömrünün şaşmaz prensibi olan müsbet hareketi, bir tebliğle yahut birkaç misâlle, lâyık olduğu vechile anlatmak elbette mümkün değildir. O büyük Mürşid'in bütün tarihçe-i hayatı ve beşerin istifadesine sunduğu yüz otuz parçadan mürekkeb Risale-i Nur Külliyatı birlikte mütalaa edildiğinde bu hakikat daha vazıh ve berrak olarak kendini gösterecektir.

Sizleri Büyük Üstad Bediüzzaman Said Nursî ve Nur Külliyatıyla başbaşa bırakıyor, hürmetlerimi sunuyorum.

2004-09-04

Prof.Dr. Alaaddin Başar

 

 

Bediüzzaman’ ın isim,imza,mühür ve ünvanları..
M. Latif

Seksen küsûr yıllık ömür yaşayan Bediüzzaman Said Nursî, hayatının çeşitli safhalarında birçok isim, imza ve ünvanlar kullandı.
Meselâ: Molla Said, Saidü'l-Meşhur, Said-i Kürdî, Bediüzzaman, Garibüzzaman, İbnüzzaman, Mehmed Said Nursî, vesaire...
Bunlardan önemli bir kısmının belgesini, yandaki sütunlarda dizayn edilmiş çerçevelerde görmektesiniz.
Hemen ifade edelim ki, bunların hiçbiri rast gele kullanılmış isim ve imzalar değildir. Şüphesiz, herbirinin ayrı bir mânâsı var; herbiri ayrı bir sebep ve hikmete binâen kullanılmış.
Bunlara mânâsız ve boş gözlerle bakanlar ise, yanlışa düşmekten bir türlü kurtulamıyor.
Aradan bunca zaman geçmesine rağmen, bu zâtın ismini hâlâ "Şeyh Said-i Nursî" veya "Şeyh Said-i Kürdî" diye telâffuz edenlere rastlanılmaktadır.
Diğer yandan, bir yanlışı düzelteyim derken, ikinci bir yanlışa düşenlerde var. Tıpkı, Sabah gazetesinde yazan Emre Aköz gibi. 19 Ocak 2003 tarihli yazısında şöyle diyor: "Nurculuğun kurucusu Said Nursî, ...Nurs köyünde doğdu. O zamanlar soyadı olmadığı için, insanlar baba adları, ya da doğdukları yerle ayırt edilirdi. Nurs köyünde doğduğu için, Said Nursî, yani Nurslu Said dendi. Said-i Nurs da denebilir. Ama bakıyoruz, 'İslâmcı' denilen gazetelerde bile bazan 'Said-i Nursî' diye yazılıyor ki, yanlıştır. Bilen bu hatayı yapmaz."
Hemen belirtelim ki, "Said-i Nursî" gibi, "Said Nursî" yazılışı da yanlış değildir. Birincisi, Arapça, Farsça, Osmanlıca ve hatta Kürtçe isim terkibine uygunluk arzederken; ikincisi ise, Türkiye'de halen yürürlükte olan "adı, soyadı" formatına tamamiyle uyum sağlamaktadır.
Gerçi, Bediüzzaman'ın resmî soyadı Nursî değildir. Fakat, kendisi tâ başından beri (1920'lerden itibaren) bu tabiri soyadı yerinde benimseyip, ömrünün sonuna kadar da kullanmıştır.
Bize düşen, bunu saygıyla karşılamaktır.

Medih için değil...

Said Nursî'ye "Bediüzzaman" ünvanını kullandığı için, zaman zaman sorular sorulmuş , hatta tenkitler yöneltilmiş, o da bunlara muknî cevaplar vermiştir.
Bu hususla alâkalı olarak, Hutbe-i Şâmiye isimli eserinin "Reddü'l-Evham" bölümünde yer alan şöyle bir suâl ve cevap var:
"Sual: Sen imzanı bazen 'Bediüzzaman' yazıyorsun. Lâkap medhi imâ eder.
"Cevap: Medih için değildir. Kusurlarımı, sened-i özrümü, mazeretimi bu ünvan ile ibraz ediyorum. Zira bedi, garip demektir. Benim ahlâkım, sûretim gibi ve üslûb-u beyanım, elbisem gibi gariptir, muhaliftir. Görenekle revaçta olan muhakemat ve esalibi, benim üslûp ve muhakematımla mikyas ve mihenk itibar yapmamayı bu ünvanın lisan-ı haliyle rica ediyorum. Hem de muradım, 'bedî', acip demektir.

"Şâh-ı Merdan"

Üstad Bediüzzaman'a ait bir madenî mührün olduğunu, muhtelif vesikalarda görüp öğreniyoruz.
Bazı durumlarda, parmak izi veya imza ile birlikte, bu mührü de kullanmıştır.
Mührün üzerinde nelerin yazılı olduğu ise, bizim gibi çoğu kimse için de mûcib-i meraktır.
Dârü'l-Hikmeti'l-İslâmiye ile ilgili vesikalarda da dikkat çeken Bediüzzaman'a ait mührün daha vâzıh bir suretini görüp, üzerine kazınmış yazıyı çözdüğünü belirten Van Edremit'ten muhterem Ata Beyaz Hocamız, hususî duâsına da dahil ettiği şekliyle, o mührün üzerinde şu ifadelerin yer aldığını bize beyan ettiler:
"Mirza, Nuriye, Şâh-ı Merdan, Hazret-i Bediüzzaman"
Mühürde yazılı Mirza babasının, Nuriye annesinin ismi, Şâh-ı Merdan ünvanı ise, Hz. Ali (kv) için kullanıldığını çoğunuz bilirsiniz.

"Mehmed Said Nursî"

Üstad Bediüzzaman'a ait, calib-i hayret ve dikkat bir diğer isim ve imza şekli ise, "Mehmed Said Nursî" yazılışıdır.
Bu isim ve imzayı, fethinin 500. yıldönümü vesilesiyle geldiği İstanbul'da kullanır. Üstelik, Samsun'da görülen Nur dâvâsıyla alâkalı bir dilekçede...
Şöyle ki: 1953 yılı baharında Emirdağ'dan gelerek üç ay kadar İstanbul'da kalan Bediüzzaman, o günlerde Samsun Mahkemesinde görülmekte olan "Büyük Cihad" dâvâsına rahatsızlığı sebebiyle gidip katılamayacağından, savcılık makamına dilekçe ile başvuruda bulunuyor.
İşte, bu 6 Mayıs 1953 tarihli dilekçenin altında sol işaret parmağının izi bulunan Üstad Bediüzzaman, ikamet adresinin hemen altında yazılan ismini "Mehmed Said Nursî" olarak yazdırırken, imzasını da "Mehmed Said" şeklinde atmış.
(Bkz: N. Şahiner; Bilinmeyen Taraflarıyla B. S. Nursî, Kasım 1991 baskısı, s. 400.)
İşte, Üstad Bediüzzaman'ın hayatını kuşatan bir 'acip'lik, bir 'garip'lik, yahut bir 'bedi'lik daha...
Temenni ederiz ki, bunca bilgi ve belge, bazı yanlışları düzeltmede ve bazı doğruları da öğretmede yardımcı unsur olsun.

2004-05-31

M. Latif

 

 

 

 

Hak davasının unutulmaz avukatı
Dr. Veli Sırım

1962 yılı yaz ayları. Adlî tatil içinde tutuklu bir müvekkilinin duruşmasına gitmek için Balıkesir’e geldi.

O yıllarda, özellikle de yaz aylarında olduğu gibi, henüz altı yaşında olan oğlu Ertuğrul’u da yanına almıştı. Karayoluyla düzenli bir ulaşımın yokluğundan ve yolun ulaşıma elverişsiz olmasından dolayı Balıkesir’in Dursunbey ilçesine motorlu trenle gitmek üzere, baba-oğul yola çıktılar. Küçük Ertuğrul’un babası, trene bindikten sonra kondüktöre, Dursunbey’de bu bir-iki dakikalık duraklama anında trenden inmemiz gerektiğini, ertesi sabah duruşması olduğunu ve mazlumların tutuklu bulunduğunu tekrar tekrar tembihledi. Bütün tembihlere ve ricalara rağmen tren Dursunbey’de durmadı. Bu durumu çok geçmeden farkeden Ertuğrul’un babası trenin derhal durdurulmasını istedi.

Başlangıçta gayet umursamaz bir şekilde “İleride Tavşanlı’da inersiniz” diye konuşan yetkililer, onun bu kararlı tavrı karşısında şaşırmışlardı. Ki daha şaşkınlıkları sürerken hızını düşüren trenden önce daktilo ve çantasını attı; daha sonra küçük Ertuğrul’u boynuna sararak kavrayan Avukat baba, en az 40-50 km hızla giden trenden atladı. Bereket ki, düştükleri zemin, âdeta plâj kumuna benzer bir yapıdaydı ve küçük bir sıyrık bile olmadan ayağa kalktılar.

Dursunbey’in ilçe sınırları dışında bulunan tren istasyonuna ulaştıklarında, hiç tahmin etmedikleri bir tabloyla karşılaştılar. Tren Dursunbey istasyonundan uzaklaşmasına ve bekledikleri avukat trenden inmemesine rağmen, insanlar bir an bile ümitsizliğe düşmeden, saatlerce istasyondan ayrılmamışlardı. Ayrılmamışlardı. Bekledikleri avukatın mutlaka geleceğine, yetişeceğine inanıyorlardı. Ve… Büyük bir hasretle bekledikleri misafir işte geliyordu. Üstü başı toz toprak içinde, yanında küçük bir çocuk, ellerinde çanta ve daktilosu ile “Mazlumların Avukatı” unvanını yıllar boyunca şerefle ve lâyıkıyla taşıyan Bekir Berk adım adım yaklaşıyordu.

Zemzem suyuyla yıkanmış kefen

Avukat Bekir Berk için inandığı dava uğrunda ölmek bir mükafattı. O yüzden ölüme her zaman hazırdı. Zemzem suyu ile yıkanmış, üzerinde “Nerede vefat edersem bunu en yakın din görevlisine teslim ediniz” şeklinde bir not yazılı kefeni daima evrak çantasında bulunuyordu. Çocukluk yıllarında, hiç de azımsanmayacak miktarda babası ile birlikte zaman zaman duruşmalara da katılan ve babasının mesleğini tercih eden Hakan Berk’in babasıyla yaşadığı şu hatırasını okurken, eminim siz de yorulacaksınız: “Ben ilkokula gidiyordum. Bir yaz tatilinde babam beni de yanına aldı, dava duruşmalarına gittik. Önce İstanbul’dan Ankara’ya gittik. Ankara’da Yargıtay’da bir duruşmaya katıldık. Ardından Adalet Bakanlığı’na, oradan da gelen bir telefon üzerine aynı gün arabaya binerek Adana’ya gittik. Adana’daki duruşmaya katıldıktan sonra orada o gece konakladık. Ertesi gün sabah, üzerinde hayvanların bulunduğu eski bir otobüsle Maraş’a gittik, orada da bir davaya katıldık. Sanırım sıkıyönetim mahkemesiydi. Ertesi gün tekrar Adana’ya, oradan da aynı gün Samsun’a hareket ettik. Sonra Afyon ve civarındaki ilçelerde her gün bir başka duruşmaya girdik. Davaların hepsi de ya tahliye ya da beraatla sonuçlanıyordu. Bu hızlı maraton 15 gün içinde gerçekleşmişti. Yani babamın hayatı mahkeme salonlarında ve otobüs koltuklarında geçiyordu.”

Hak davasının avukatı

Bediüzzaman’ın yakın talebelerinden olan Mehmet Emin Birinci’nin aktardığı hatıralara göre, o sıralarda İstanbul Barosu avukatlarından olan Bekir Berk’e Risale-i Nur Davası’nı savunmak için teklif götürüldü. Dr. Tahsin Tola tarafından sunulan bu teklifi memnuniyetle kabul eden Bekir Berk, vekâletname tanzim edilmek üzere hapiste tutulan Nur talebelerini ziyarete gitti. Gerekli işlemler yapıldıktan sonra ilk sorusu şöyle oldu:

“Arkadaşlar! Biz sizlerin bir an önce hapisten çıkmanız için mi çalışalım; yoksa inandığınız dava için mi müdafaa yapalım?” Oradaki Nur talebeleri sanki söz birliği etmişçesine “Biz burada on sene yatsak da razıyız. Siz Risale-i Nur’daki ulvî davanın müdafaasına çalışınız.” dediler. Bu beklenmedik cevap karşısında genç Avukat Bekir Berk çok şaşırdı. Bekir Berk’i belki en derin hissiyatlarına varıncaya kadar titretti. Böylelikle gelecekteki ömrünü Nur Risaleleri’nin savunmasına adadı. Elbette, aynı ortak kaderi paylaşanların, 163. maddenin hışmına uğrayanların da savunucusu oldu.

Çocukluğundan beri babası ile birlikte zaman zaman duruşmalara da katılan ve babasının mesleğini tercih eden oğlu Hakan Berk, şunları aktarıyor: “O dönemlerde 163. madde mazlumlarını savunmak kendi idam fermanını imzalamak demekti. Babam bütün bunları biliyordu. O her şeyi göze alarak yola çıkmıştı. Sanırım ölüm bile onu korkutamazdı. Her zaman ölüme hazırlıklı idi. Kefenini bir poşetin içinde evraklarının altında taşırdı. Sağlık yönünden problemleri vardı. Ancak yine de davadan davaya koşardı. Ama bunları hiç konu yapmadı. Sanki hayatının bir parçasıymış gibi davrandı.”

Bu iltifat bizzat Bediüzzaman Said Nursî’nin dilinden çeşitli defalar dökülmüştü. Bediüzzaman’ın çok yakın talebelerinden olan Mustafa Sungur’a göre bu ünvan, 1958 yılında gerçekleşen Ankara mahkemesinde Risale-i Nur’un ve Bediüzzaman’ın avukatlığını üstlenmesi vesilesiyle verildi. Risale-i Nur Külliyatı’ndan Sikke-i Tasdik-i Gaybî eseri hakkında takibat açıldı. Üstad Bediüzzaman vekâletnâmesini Avukat Bekir Berk’e gönderdi ve gerekiyorsa İstanbul’a gelebileceğini söyledi. Bunun üzerine Avukat Bekir Berk bir telgraf çekerek Bediüzzaman’ı İstanbul’a davet etti. 1959 senesinde, daveti kabul edip Ankara’dan hareketlerini bildirmeleri üzerine Nur talebeleri Piyer Loti Oteli’nde yer ayırttılar ve bir araba ile şehir dışında karşılamaya gittiler. Bediüzzaman ve talebeleri Piyer Loti Oteli’nin önüne geldiklerinde, otelin etrafının hıncahınç dolduğunu görünce çok şaşırdılar. Gazeteciler mutlaka fotoğraf çekmek istiyorlardı. Üstad Bediüzzaman ise çektirmek istemiyordu. Bunun üzerine Zübeyir Gündüzalp bir şemsiye ile üzerini örttü. Diğer Nur talebeleri de etrafını alarak otele çıktılar.

İstanbul’a gelişinin ikinci gününde, Üstad Bediüzzaman odasında öğle namazını kılarken arka balkondan giren bir gazeteci Üstad’ın fotoğrafını çekti. Bunun üzerine Bediüzzaman hiddet etti ve derhal İstanbul’dan ayrılacağını söyledi. Nur talebeleri hemen harekete geçti. Avukat Bekir Berk bu gelişmeler sırasında büyük bir organizatörlük yaptı ve diğer Nur talebeleriyle birlikte, hiç kimsenin dikkatini çekmeden Bediüzzaman’ın İstanbul’dan ayrılmasını sağladı. Onun bu özelliği karşısında büyük bir memnuniyet duyan Bediüzzaman, Bekir Berk’e ‘Sen benim Abdurrahman’ım gibisin’ iltifatında bulundu. Üstad Bediüzzaman’ı ilk defa bu gelişmeler sırasında gören Ali Demirel ise, hatıralarını anlatırken, Bekir Berk’e üç sefer tekrar ile, “Ben seni vekil tayin ettim” dediğini aktarır.

Üstad alnından öpüyor

Hür Adam gazetesinde bir yazı çıktı. Bu yazıda herkesin yeis içinde olduğu, hattâ Üstad’ın bile ümitsizliğe kapıldığı anlatılıyordu. Bekir Berk hemen bir yazı yazdı ve gazeteye gönderdi. Yayınlanan yazıda Üstad’ın hiçbir zaman yeise düşmediğini ifade ediyordu. O gece Bekir Berk bir rüya gördü. Rüyasında kendisi bir yolun kenarında bekliyordu. Uzaktan bir fayton geldi ve yanında durdu. Faytondan Üstad uzandı, onun omuzlarını kavradı ve alnından öptü. Tam bu sırada telefon çaldı ve uyandı. Rüyası kesildiği için kızgın kızgın telefonu kaldırdı. Telefonun öbür ucundaki ses Mustafa Sungur’a aitti. Şöyle diyordu:

“Bekir Bey, Üstadımız yanımda. Seni alnından öpüyor!”

Yıl 1992. Bekir Berk, kanser hastası. Hem de iki yıldır devam eden hastalık. Biraz uzun konuşsa, ağzından kan gelmekte. Kendisine, kendisi hakkında bir belgesel çekilmesi ve bu belgeselde kendisinin doğrudan rol alması talebinde bulunanlara Bekir Berk’in cevabı şu oldu: “Ben dâvâmın figüranlığına bile razıyım.”

Belgesel çekildi. Bekir Berk henüz hayattayken, böylesi güzel ve çok önemli bir eseri ortaya çıkarmaktan dolayı meydana gelen sevinç ve sürûr, çok geçmeden acı bir burukluğa yerini bıraktı. Bediüzzaman’ın Abdurrahman’ı, Risale-i Nur’un, Nur talebelerinin, mazlumların Avukat’ı, Nur’un en büyük kahramanı Bekir Berk, 14 Haziran 1992 tarihinde Hakk’ın rahmetine vâsıl oldu. Allah rahmet eylesin...

2004-06-22

Dr. Veli Sırım

 

 

Son meyve
Prof.Dr. Alaaddin Başar

“İnsan şu kâinat ağacının en son ve en cem’iyetli meyvesi...” (Asâ-yı Musa)

 

Biz kâinatın meyvesiyiz. Dünyamız, Güneş sisteminden bir dal. Hepimiz o dala takılıyız. Yerçekimiyle bağlıyız ona. Ciğerlerimizle havayla alışverişteyiz. Güneş gözümüzün içinde çalışıyor. Yıldızlar bize göz kırpmada. Çiçekler bizim için bezenmişler...

 

Evet, biz kâinatın meyvesiyiz.

 

Bu âlem, bizim başımızı bekliyor. Bizim semâmız onda, bizim soframız onda. Gözümüze nur, midemize gıda ondan akıp geliyor. Şu görünen âlem, bedenimizin imdadına durmadan koşarken, bedenimiz de her an ruhumuza hizmet etmede. Gözümüze Güneş kadar muhtacız. Ve gözümüz, ancak güneş kadar bizim, yahut Güneş gibi bizim değil.

 

Ciğerimize hava gibi ihtiyacımız var. Ciğerimiz de hava kadar bizim, yahut onun gibi bizim değil.

 

Aynı şekilde, ayaklarımız arz kadar, kulaklarımız sesler kadar, dilimiz tatlar kadar bizim, yahut onlar gibi bizim değil...

 

Evet, biz kâinatın meyvesiyiz.

 

Kâinat kimin ise biz de O’nunuz... Kâinat kime itaat ediyorsa, biz de O’na ibadete mecburuz. Kâinatı kıyamete doğru kim götürüyorsa, bizi de ölüme doğru o sevkediyor.

 

Beden ve kâinat... İkisi de ruha hizmetkâr. Ve ruh, bu hizmetkârlarını aşmaya mecbur. Meyve, ağaç ötesi içindir. Ağacının içinde kaybolan bir meyve düşünebiliyor muyuz? Eğer ruh, bedeni ve kâinatı aşamazsa maddede boğulur gider...

 

Atmosfer bedenimizi saradursun, bakışımız yıldızlarla oynaşır, düşüncemiz âhiretle kaynaşır... Biz onları tefekkür ederiz, onlar bizi değil...

 

Gökkubbe bütün ihtişamıyla üstümüzde boy gösteredursun, biz onu bir kitap gibi okur, mütalâa ederiz.

 

Bu kabiliyetimizi yerinde kullanırsak, şu âlemi mahlûk bilir, onun Hâlık’ına iman ederiz. Arzı bir sofra, bir beşik bilir, onun Mâlik’ine hamdederiz. Maddeyi mahkûm görür, onun Hâkim’ine kul oluruz... İşte insanın, insan meyvesinin kâinatı aşması asıl böylece tahakkuk eder.

 

Evet, biz kâinatın meyvesiyiz.

 

Meyve, ağacın üstünde bahçeyi seyreder. İnsan da bu dünyadan Âhirete bakmada, orası için hazırlanmada... Daldan koptuğumuz an, o âleme geçeceğiz. Bu dünyaya gelirken, anne rahmi bize bir berzah olmuştu. Bu âleme bir anda gelmemiştik. Ama, annemizin rahmindeyken de bir cihetle bu dünyanın adamıydık. Buradan gelen gıdalarla besleniyorduk. Bu dünyadan koptuğumuz anda da, berzah denilen kabir âlemine gireceğiz. Artık, dünya hayatıyla bir alâkamız kalmayacak. Alışverişimiz öteki âlemle olacak. İmanlı göçmek kaydıyla, kabir bizim için Cennet bahçelerinden bir bahçe olacak...

 

Evet, biz kâinatın meyvesiyiz.

 

Onun için, âlemi bir bütün olarak severiz. Yıldızını da severiz, çiçeğini de. Dağını da severiz, bağını da. Bulutlarını da severiz, Samanyolunu da. Ve, “aklın varsa, bütün bu muhabbetleri topla, hakiki sahibine ver” emrine uyar, saraydan geçer, Sultan’ı buluruz. Sofrayı aşar, bizi nimetlendiren Mün’im’e ulaşırız. Bu noktaya gelemez ve âlemi böylece değerlendiremezsek, okumasından âciz olduğu bir kitabın yaprakları arasında can veren bir böcek gibi terkederiz, bu dünyayı...

 

İnsan, kendini inceleyen, ağacını tefekkür eden meyve.

 

Öbek öbek ilim adamları... Kimi hücrenin içinden çıkmağa çalışıyor, kimi gen yumağından kurtulma çabasında... Kimi yıldızlar arasında yolunu yitirirken, kimi atomun derinliklerinde kazılar yapmada... Ve hepsinin ortak noktası: Hayret!.. Bu hayret, insan aklının, Allah’ı tesbihidir. “Ben O’nun birtek mahlûkunun kemâlini anlamaktan âciz kalıyorum, elbette bütün bu varlıkların Hâlık’ının kemâli idrak edilemez ve O bütün noksanlıklardan yücedir, münezzehtir” der, her bir akıl.

 

Evet, biz şu kâinatın meyvesiyiz.

 

Bu âlemdeki daimî faaliyetin bir küçük misâli de bizde cereyan eder. Durmadan nefes alırız; kanımız aralıksız deveran eder; dimağımız fâsılasız çalışır; saçımız, sakalımız daima uzar. Hücrelerimiz her an değişir. Ve bu değişmelerle ömrümüz de  akıp gider.

 

Meleklerin daima ibadet hâlinde bulunmaları gibi, aklımız da aralıksız çalışır. Ruhumuz, âlemde ve bedende cereyan eden bütün değişmeleri ibretle seyreder. Bebeğin uzayan parmaklarıyla, ağacın uzanan dallarını birlikte temaşa eder. Dökülen saçlarla, sonbahar gazellerini beraber düşünür. İşte, kâinattaki ve insandaki bu değişmeler, ruhumuzu değişmekten münezzeh olan Allah’a teveccüh ettirir...

 

Bedenimiz şu kâinatın maddesiyle beslenirken, ruhumuz melekler gibi, bu âlemin mânâsıyla ilgileniyor. O da melekler gibi, ama başka bir tarzda, şu kâinatın tesbihatını temsil ediyor. Âlemdeki cemâl tecellileri, ruhta neş’e ve sürur şeklinde, celâl ve azamet tecellileri ise haşyet ve korku olarak tezahür ediyor.

 

Arza halife ve kâinata meyve olduğunun şuuru içinde, bütün âlemi arkasına alarak Rabbine ibadet eden ruhlara ne mutlu!.. Bedeni ve kâinatı yanyana getirip, ikisini birlikte temaşa eden, hikmetle kudreti beraber seyreden ruhlara müjdeler olsun!..

2004-08-05

Prof.Dr. Alaaddin Başar

 

 

üstad' dan bir mektub
Said Nursi

Aziz, sıddık kardeşlerim!

 

Yine tekrar hem bayramınızı, hem Feyzi'lerin ve Nazif ve Halil İbrahim gibi etraftaki kardeşlerimin bayramlarını tebrik ediyoruz. Cenabı Hak Risâle-i Nur'un tab' ve intişarıyla bizlere manevî bir bayram daha İhsan eylesin âmin.


 

Saniyen: Meyve ve Hüccetullahi'l-Bâliğa'nın tab'ına dair ne lâzım ise yaparsınız. Yanımdaki Meyve ile Hüccetullahi'l-Bâliğa Risâlesi'ni Aziz'e göndermek istiyorum. Fakat adresini bilmiyorum. Kardeşimiz Tahiri eğer buraya uğrasa münasiptir. Tâ ki yanımdaki nüshayı beraber alsın, fakat Meyve Risâlesi'ni burada yazdırmışım, belki iyi okunmaz. Sizin yazılarınızdan birisi beraber gitsin münâsib olur. Onuncu ve On birinci Hüc­cetleri ilâve ettim. Hüsrev'in mektubunda yalnız birkaç keli­meyi çizdim.


 

Sâlisen: Hafız Ali'nin gitmesindeki acısını iki pehlivan Feyzi' lerin Risâle-i Nur' un hizmetine girmeleri o acıyı izale ediyor. Ahmet Feyzi'nin Hafız Ali hakkındaki mersiyesi Hasan Feyzi'nin parlak mektubuna denk olarak ikisini birkaç ehem­miyetli parçalarla beraber bir cilt içinde dercetmişler. Ahmet Feyzi ve Halil İbrahim'in mektuplarını okudum. Bu iki metin ve kıymettar ve tam sâdık kardeşlerim mektuplarında benim şah­sıma ziyade ehemmiyet veriyorlar. Bu ehemmiyet, Risâle-i Nur'un külli kıymetine ve serbestiyetine belki ilişir ve ehem­miyetli kardeşlerimin de benim âdi şahsiyetimi bâzı hâdiselerle bilmekle ve verdikleri makama hiçbir cihetle lâyık olmadığımı anlamalarıyla inkisarı hayale uğramamak ve Risâle-i Nur'daki iştiyaklarına fütur gelmemek için şahsıma ait olan fevkalâde hüsn-ü zanlarını Risâle-i Nur'a çevirseler daha iyidir. Ben de Halil İbrahim'in parlak tezahür eden mektubuna ta'dil edip bana karşı hitabını Risâle-i Nur'a çevireceğim, sonra size gönderip Lâhîka'ya yazılsın. Ve çok dikkatli ve Risâle-i Nur'un avukatı kardeşimiz Ahmed Feyzi'nin Mehdi hâdisesini Risâle-i Nur dairesi içinde çokça medâr-ı bahs etmesi ehl-i dünyanın evhamını tahrike sebep olabilir. Çünkü Mehdi mânasında, bir siyaset dahi bulunuyor diye eskiden beri fikirlerde yerleşmiş. Risâle-i Nur bu mes'eleyi halletmiştir, âhir zamandaki büyük Mehdi'den evvel çok mehdiler gelmiş geçmiş dîye Risâle-i Nur isbat etmiş. Rivayetlerin muhtelif olması bu noktadan ileri geli­yor. Bu zaman şahıs zamanı olmadığından o ehemmiyetli un­vanlar şahıslara verilmez. Hem Risâle-i Nur'a da siyaset mânası da taşıyan o unvanı vermemek münasiptir. Müceddidiyet kâfi­dir. Gerçi hakikat noktasında âhir zamandaki gelecek büyük mehdi siyaseti tam dindar İsevîlere bırakıp yalnız İslâmiyet hakikatlerini isbâta, izhara, icraya çalışır. Ve bu nokta-yı nazar­dan Risâle-i Nur o zât-ı mübarekin veyahut onun cemaat-ı nuraniyesinin şahs-ı mâneviyesinin çok vazifelerinden en ehemmiyetli vazifesi olan hakaik-ı imâniyenin isbât ve neşrini tam yapıyor. Fakat bu evhamlı ve bahaneleri arayan ve her şeyi siyaset noktasında düşünen adamlara kargı bu mehdi unvanını Risâle-i Nur'a vermek Risâle-i Nur'un İhlâs sırrına ve dünyaya tenezzül etmemesine muvafık olamaz.


 

Evet Risâle-i Nur' daki sırr-ı ihlâs, yüzde doksan ihtimaliyle de olsa o makama talip olmamaklığımı iktiza ediyor. Çünkü küçük bir memuriyet veyahut zabit olmak gibi bir makam düşünen, harekâtını o makama tevcih ediyor. Onu maksat yapıp ona çalışıyor. İhlâsını kaybeder. Uhrevî amellerine onu basamak yapsa bütün bütün yanlış olur.


 

İşte böyle kudsî ve parlak bir makamı ve memuriyeti dünyada dahi kendine düşünmek ve gaye-i hayal yapmak bütün harekâtını hatta uhrevî amellerini o makama yakıştırmak suretini verdiğinden hakikat-ı ihlâsı bozar. Eğer öyle bir makam verilse de ihsan-ı İlâhî olur. İnsanın kesb ve ameli ona vesile olamaz ve ekseriyetle bilinmez. Bilinmeme daha iyidir ve efkâr-ı umumiyede siyasetçilik ve hâkimiyet mânası bu mehdi unvanında bulunduğu ve geçmiş bazı mehdi-misâl halifeler o gibi hâdiselerin bir mâsadâkı ve medarı olmuşlar. Elbette bu zamanda siyasete her şeyi feda eden insanlar nazarına karşı Risâle-i Nur mesleğindeki ihlâs, böyle şeyleri aramaz. Yalnız bu kadar var ki; Şâkirdleri tam itimad ve kat'î yakinlerini takviye için harikulade bir surette hem Risâle-i Nur'un şahsı manevî­sini, hem bazı şâkirdlerini, hatta tercümanını pek büyük makamlarda bulunduklarını itikad edebilirler. Çünkü eskiden beri Üstad'larına karşı ziyade hüsn-ü zan kabul edilmiş, hatta Kıır'ân'dan ve hadisten sonra en mühim hüccet-i imâniye, Risâle-i Nur'dur diyebilirler.


 

Umum kardeşlerime birer birer selâm ve dua, dualarını rica ediyoruz.

Not : Ahmet Özer tarafından yazılan "İki Edip" isimli kitabının Mustafa Sungur abi tarafından yazılan önsözünden alınmıştır.

2004-06-24

Said Nursi

 

 

 

 

 

 

 

Hulusi Ağabey' den bazı nükteler...
Ahmet Özer (Hulusi Bey Kitabından)

Birkaç Damla

 

*  Biz kapısının eşiğinde duracağız. Sebatla bekleyeceğiz. Mutlaka bir gün bir vesileyle açılır. Şayet kapı yine açılmazsa o kapıda sesi ünsiyet etmiş birisinin sesiyle o kapıyı çalar, sesle­niriz. Tabir caiz ise askeriyedeki protokoller gibi. Misal; Veysel Karanî, Abdülkadir-i Geylanî Hazretleri gibi sesleri beğenilmiş zatların münacatları ile o kapıyı çalacağız.


 

*  Muhabbet habbeyi de deler, kubbeyi de deler. Biz, bir za­manlar Üstad'ın, üslubunu dahi almıştık. O'nun ihlâsına, sada­katine, feyzine konuşmasına muhabbet ederdik.


 

* Zikir kalbden masivayı çıkarır. Masivayı çıkarınca Cenab-ı Hakk tecelli eder. Vefatından sonra tasarrufu devam edenler­den biri de Üstadımızdır. Onu görmek isteyenler satırların ara­sında görebilirler.

 

*  Sevdiklerini birer birer atıp, dönüp arkana da bakmıyor­san korkma Allah'a vasıl olursun. Bu yolda mahrumiyet yok­tur. Nefsin bütün sevdiklerinden geçmek şart.

 

*  Eğirdir' den Barla' ya yağmur altında Üstad' ı ziyarete git­tim. Eğirdir' e döndüğümde dedim; Hayret ben hâlâ yaşıyor muyum? Hâlâ dünyada mıyım? Barla' da Mustafa Çavuş, Şamlı Hafız Tevfik ve ben bulunuyorduk. Üstad buyurdu ki: Şimdi Gavs-ı A'zam gelip üzerinizde uçarak 'Said'i dinlemeyin' dese, siz ne yaparsınız? Biz dedik ki: "Seni dinleriz." Buyur­dular ki: "Benim de sizden istediğim cevap buydu."

 

*  Bir gün rüyamda alay komutanına tekmil verecektim. Baktım ki Üstad alay komutanının makamında oturuyor. Bana dedi ki "Her gün seninle iki defa görüşeceğim." Bu rü'yanın te'vilini Üstad'a sorduğumda buyurdular ki:  "Sabahlan seni yanımda hazır edeceğim, akşamlan da ben senin derslerine geleceğim." Bundan dolayıdır ki, zaman zaman aksam dersle­rinde uyanık olmanızı, aramızda hürmet gösterilmesi icab eden birinin varlığını söylemişimdir ki işte o zat Üstad'dır. Her ak­şam dersimize teşrif eder.

 

*  Üstadımızı ve sevdiklerimi görmek istediğim zaman kar­şımda temessül etmiş şekilde görürüm. Bizim işimiz maddî de­ğil manevîdir. Gönüllere girmek lazım. Resme değil manaya ehemmiyet vermek lazım. Allah için olan muhabbetin zevaline imkân yoktur.

 

*  Rısale-i Nur'u okuma, anlama ve anladığını yaşama var. Biz acaba işin neresindeyiz?...

 

*  Risale-i Nur'un tam te'sirini göstermek için ihlas ve te­fekkürle okunması lazımdır. İçindeki manaları iyice anlamaya çalışmak lazımdır. Her konu bir diğerinden ehemmiyetlidir. Ben şahsımı kusurlu gördüğümden kendime ''Risale-i Nur şa­kirdi" demekten utanıyorum.

 

"İnsan, ona derler ki; içi dışa döndüğünde içinde utanı­lacak bir şey olmaya..." Hacı Hulusi Efendi teveccüh-ü nası hiç istemezdi. Teveccühlerin kendisine yöneldiğini hissettiği za­man latif bir latife yaparak teveccühleri kırardı. Kendi ifadele­rinden dinleyelim: "En ciddi mes'elelerde bile ben latife ya­par dikkatleri latifeye çevirir, aradan çekilirim. Kimsenin gözlen bana çevrilmez. Bazen yüksek perdeden konuşu­rum. O teveccühün kaldırılması için hemen latife yapa­rım.

 

İhlasından dolayı kendisini o kadar gizlerdi ki; yabancılar Hacı Hulusi Efendi'nin kim olduğunda tereddüt geçirir, genel­likle de, yanındaki ders arkadaşlarından birinin eline eğilirlerdi.

 

Damlalar

*  Cenab-ı Hakk'ın rahmet ve inayet, Hz. Ali ve Gavs-ı A'zam gibi zatların himmeti ve muhafazası altında bulunan biz­lere dünyayı ateş etseler yine fütur getirmeyiz.

Bundan sonra zuhur edecek hâdiselerden korkacak bir şey yoktur. Hz. Zekeriyya gibi testereyle kesilmeyi istemeyelim. Bir Peygamberle yarış edilmez. Üstad'a yapılan zulümlere bizden bir cemaat bile tahammül edemez. Onlarla yarışmayalım. Aman çok dikkat edelim. "Ben de Peygamber gibi, Üstad gibi zulümlere tahammül ederim" demeyelim. Yalnız Üstad'a verdi­ği cesaret-i maneviyeden bizim durumumuza göre bir lem'a da bize versin. Yoksa onların hallerine tahammül edilmez..

 

*  Dua ederken de dikkatli olalım. Gücümüzün yetmeyeceği şeyleri istemeyelim. Şayet bir imtihana tâbi tutulursak, istediği­mize de isteyeceğimize de pişman oluruz.

 

* "Ben parasını veremeyeceğim malı satın almam. Ben so­kakta gezer kalbimi bozmam veya ben Risale-i Nur şakirdiyim, kendimi muhafaza ederim" sözleri laf. Bu zamanda takvanın ve kendini muhafazanın yolu kesin tecrübemle söylüyorum ki; derse devam ve eserleri mütefekkirane okumakla olur. Can kurtaran Risale-i Nur dairesidir.

 

*  Ben kendi nefsim için söylüyorum, isterdim ki; her şeyin düzenli, nizamlı olsun. Fakat buna hiçbir zaman muvaffak ola­madım. Ta ki bunları bıraktım. Allah'ın rızasını esas tuttum. Ondan sonra işlerim yoluna girdi.

 

" Risale-i Nur'u hem biliyorsunuz, hem bilmiyorsunuz. Acz ve fakr ile Cenab-ı Hakk'a dua edin: "Ya Rab aç bana, senin verginde hudud yoktur." Risale-i Nur'un önüne her oturduğu­muzda bilmiyor olarak oturalım.

 

* Biz bildiğimizi bırakacağız. Kabımızı boşaltacağız. Risale-i Nur'un ince mânâlan içerisinde bu da vardır. "Bilirim" iddia­sında olanlara verilmez... Risale-i Nur dışında başka bir şey dü­şünmeyin. Ekmek, su zaruret olmadan düşünülmesin. Geçim işini de bir yoluna koymuşsunuz, onu da düşünmeyin.

 

Üstadla geçen otuz seneyi aşkın bir zaman içinde onunla görüşme müddetleri az ve vuslat adetleri parmak sayılacak ka­dardır. Fakat, Müceddid-i A'zam ve onun sadık ve halis dostu arasında sanki hiç ayrılık olmamış gibidir. Tayy-ı mekân ve za­man aralarında devamlı cerayan ermiş diyebiliriz.

 

İstifade ve istifaza fırsatlarını yakaladığı anları çok iyi de­ğerlendirmiş, gerek mektupla, gerekse bizzat görüşmelerden elde ettiği semereleri herkesin istifadesine sunmuştur.

Büyüklerin çok derinlerdeki gizli hazinelerinden faydalan­mak ancak usta dalgıçlara nasib olurmuş... Sual ettiği mevzular ele alındığında İyi ki o türlü mes'eleleri eserlere kazandırmış denilmeden geçilemiyor.

 

Büyükler çoğu zaman, yanındakilere ve etrafındakilere rağmen yalnızlık çekerler, ruhen ruhuna uygun fertleri bula­mazlar. Her ferd içinde yaşadığı cemiyette zirveleşmesi nisbetinde bu kaderi yaşar. Gurbetin ruhu örseleyen tahribatına ma­ruz kalır. Hulusi Bey'le Üstad arası kurulan mektup koridorun­da bir lâhza tefekkür pek çok ipuçları verecektir.

Hulusi Ağabey; mesleği itibariyle, ihtiyat ve tedbiri, hizmet denklemi üzerine kurmasıyla, arkadan geleceklere mükemmel bir misal olduğuna her selim akıl şahiddir.

 

Alvarlı Muhamrned Lütfi Hazretleri onun için söylenmesi gereken sözlerin en güzelini söyler;

 

"Gülbin-i tevhidte gunce-i hemrah, Hulusi Efendi kar­deş;

Nur-u tevhid İle dilde dilara bir haknüma zata olmuş­sun yoldaş,

Tuttuğun dümeni elden bırakma, ilm-i ledünnane ol­muşsun sırdaş,

Kerem-i Kerime bu mazhariyet bir kadr-i vâlâya oldu­ğun hâldaş.

Hamd eyle Mevlâ'ya rube zemin o! nâehle esrarını, ey­leme faş."

 

Hulusi Bey'İn Mahmud Allahverdi 'ye söylediği tavsiyelerle ile noktalıyoruz:

-Bir yere gittiğinde o beldedeki emin bildiğin birinin aklı ve tavsiyesi ile hareket et. Bu takdirde az zarar edersin.

 

-Yalnız seyahate çıktığında azimet ve takvayı esas tuta­bilirsin. Gençlerle seyahate çıktığında gençlerin ihtiyaçları­nı ve hukukunu dikkate almalısın.

 

-Sofrada yaşlı sen isen, sofradan en son sen kalkmalı­sın.

 

-Müşterek hizmetlerin ifasında iltifat ve latifeler şevk verir, muhabbetin muhafazasına vesile olur.

2004-06-17

Not: “Şu hadîsle vasiyyet etmişlerdi: "Öylelerle otur kalk ki Al­lah'ı unuttuğunda hatırlatsın, unutmamışsan daha da kuv­vetlendirsin. (...) Şayet imanını tahkika çıkarmak sana dert olmuşsa eserleri tefekkürane okuman lazım."

 

"Yıkılmış bir mezarım ki, yığılmıştır içinde Said'den yetmiş dokuz emvat
ba-asam alama."