DİNDE ŞİİR VE ŞAİR

 

            Şiir şuurun rafine edilmiş,ince fikir ölçüleriyle süzülmüş ve damıtılmış halidir.Uzun hakikatları veciz ifadelerle söyleme sanatıdır.

            Kullanılış niyet ve şekline göre hüküm alır.Zira niyet kömürü elmasa,elması da kömüre kalbeder.

            Şiir edebi bir sanattır.İslamın geldiği dönemde revaçta olan bir uygulamadır.

            Edebiyat ve yazarlık şiirle başlar.Her edib ve yazarın denemeleri şiir denemeleriyle başlamıştır.

            Din şiir ve şaire müsbet alanda kullanması halinde müsaade eder,cevaz verir.

-Tevbe suresinin 117-119.ayetleri Rasulullahın,savaştan geri kalan şairi Ka'b b. Malik-in aklanması üzere inmiştir.[1]

Âyetlerde:” Andolsun ki Allah, müslümanlardan bir gurubun kalpleri eğrilmeye yüz tuttuktan sonra, Peygamberi ve güçlük zamanında ona uyan muhacirlerle ensarı affetti. Sonra da onların tevbelerini kabul etti. Çünkü O, onlara karşı çok şefkatli, pek merhametlidir.

Ve (seferden) geri bırakılan üç kişinin de (tevbelerini kabul etti). Yeryüzü, genişliğine rağmen onlara dar gelmiş, vicdanları kendilerini sıktıkça sıkmıştı. Nihayet Allah'tan (O'nun azabından) yine Allah'a sığınmaktan başka çare olmadığını anlamışlardı. Sonra (eski hallerine) dönmeleri için Allah onların tevbesini kabul etti. Çünkü Allah tevbeyi çok kabul eden, pek esirgeyendir.

Ey iman edenler! Allah'tan korkun ve doğrularla beraber olun.”[2]

Âyetleri nâzil olduğunda Hassan b. Sâbit, Abdullah b. Revâha ve Ka’b b. Mâlik ağlayarak Hz. Peygamber’e geldiler ve “Ey Allah’ın Rasûlü! Allah Teâlâ bu âyetleri indirirken elbetteki bizim şair olduğumuzu biliyordu” dediler. Bunun üzerine Hz. Peygamber

“Ancak iman edip salih ameller işleyenler, Allah’ı çokça ananlar, zulme uğratıldıktan sonra kendilerini müdafaa edenler müstesnâdır...”[3] âyetini okuyarak “İşte Allah’ı çokca ananlar ve zulme uğratıldıktan sonra kendilerini müdafaa edenler sizlersiniz” buyurdular.

-Haşir ve Nisa surelerindeki bazı ayetler yahudi şair olan Ka'b b. Eşref-in şenaatinden dolayı inmiştir.[4]

-Rasulullahın meşhur 3 şairi;1)Ka'b b. Malik.2)Hassan b. Sabit.3)Abdullah b. Revaha.Bunlar Medinenin 5 büyük şairlerinden üçüdür.[5]

-Rasulullah şiire müsaade etmiş,savaştaki kılıçla eş tutmuştur.

-"Şuara suresi"; Şairler suresi demektir. 224. ayetinde şairlerin iyileri ve kötülerinden bahsettiği için bu adı almıştır.

“Şairlere de azgınlar uyar.

Görmedin mi onlar her vadide şaşkın dolaşırlar.

Onlar yapmadıklarım söylerler.

Ancak iman eden, ameli salih işleyen, Allah'ı çokça zikreden ve kendilerine zulmedildikten sonra galip gelmeye çalışanlar müstesna. Zulmedenlerde yakında nasıl bir devrimle devrileceklerini bilecekler.”[6]

Kafirlerden bir kısmı Peygamber Efendimizden Kur'an ayetlerini dinleyince Efendimize şair demişlerdi. Rabbimiz ise Kur'an'm şair sözü olmadığını haber verir Ve şiirin Allah Rasulüne yakışmayacağını bildirir.

-Kafirlere şiirle cevap veren Hassan b. Sabiti Peygamber Efendimiz teşvik etmiş ve "Rasulüllahı korumak için o kafirlere cevap ver" demiş ve Hassan'ın daha güzel şiir söylemesi için "Allah'ım onu Ruh'ul-Kudüs (Cebraü)le kuvvetlendir" diye dua etmiştir.

Araplar sevgilinin zülfünün bir teline şa'r derler. İnceliği, zarafeti, güzelliği, asaleti, aşkı temsil eder ve insan şuurunu harekete geçirir.

Sözün şelale gibi akanına, seher yeli gibi serinletenine, volkan gibi yakanına şiir derler.

-Übey İbnu Ka'b (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resülullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Şiirde hikmet vardır"[7]

- Ebü Dâvud'da İbnu Abbâs (radıyalâhu anhümâ)'dan yapılan bir rivayet şöyledir: "Resülullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a bir bedevî geldi. (Dikkat çekici bir üslubla) konuşmaya başladı. Efendimiz (aleyhissalâtu vesselâm):"Şurası muhakkak ki beyanda sihir vardır, şurası da muhakkak ki şiirde de hikmetler vardır" buyurdu."[8]

-Amr İbnu'ş-Şerrîd, babasından (Şerrîd'den naklen radıyallâhu anh) anlatıyor: "Bir gün ben Resülullah'ın bineğinin arkasına binmiştim. Bir ara bana:"Hafızanda Ümeyye İbnu Ebi's-Salt'ın şiirinden birşeyler var mı?" diye sordu. Ben: "Evet!" deyince:"Söyle!" dedi. Ben kendisine bir beyt okudum. O yine:"Devam et!" dedi. Ben bir beyt daha okudum. O yine,"Söyle!" emretti. Böylece kendisine yüz beyit okudum."[9]

-Câbir İbnu Semure (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Ben, Resülullah (aleyhissalâtu vesselâm)'la yüz defadan fazla birlikte oturdum. Ashâbı ona şiirler okuyor, cahiliye devriyle ilgili hadiseleri zikrediyorlardı. Resülullah (aleyhissalâtu vesselâm) da sâkitâne onları dinlerdi. Bazan (anlatılanlara) onlarla birlikte tebessüm buyurduğu olurdu."[10]

- Atâ b. Said şöyle anlatıyor: Abdurrahman b. Ebî Leylâ’yı saçı ve sakalı bembeyaz olduğu halde merkebinin üzerinde bir cenazenin arkasından giderken gördüm. Şöyle diyordu:

“Falan oğlu falan bana Hz. Peygamber’in “Kim Allah’a kavuşmayı severse Allah da ona kavuşmayı sever; kim de Allah’a kavuşmayı sevmezse Allah da ona kavuşmayı sevmez” buyurduğunu haber verdi”. Onun bu sözlerini işiten cemaat hüngür hüngür ağlamaya başladılar. Abdurrahman:

“Niçin ağlıyorsunuz?” diye sorduğunda cemaat

“Biz ölümden hoşlanmıyoruz. Ölümden hoşlanmadığımıza göre Allah’a kavuşmayı da sevmiyoruz demektir” dediler. Bunun üzerine Abdurrahman şunları söyledi:

“Hayır, durum sizin anladığınız gibi değildir. Ölüm döşeğinde yatmakta olan bir kişiye “Eğer o (ölen kimse mukarreblerden (Allah’a mânen yakın olanlardan) ise (ona) rahatlık, güzel rızık, ve nimet cennetleri vardır”[11] müjdesi verildiğinde o bir an önce Allah Teâlâ’ya kavuşmak isteyecektir. Böylece Allah Teâlâ da ona kavuşmayı sevecektir. diğer taraftan yine ölüm döşeğinde yatmakta olan bir başkasına da “Eğer o yalanlayan sapıklardan ise (ona da) kaynar sudan bir ziyafet ve yanan ateşe atılma vardır”[12] denilecektir. Bu sözleri işiten kişi Allah’a kavuşmaktan hoşlanmayacaktır. Bunun sonucunda Allah Teâlâ da ona kavuşmaktan hoşlanmayacaktır.”

Şair Gulgü:Çok zengin olup aynı zamanda çokta cimri olan bu şahıs;hurma bahçesinde bir gün kendisine bir dilenci gelir ve hurma ister.Oda;biraz sararsın ondan sonra,der.O adamda devamlı bunların sararmasını bekler.Birgün sarardığını gördüğünde yine ister.Oda yarın gel,der.Oda yarın gelmek üzere gider.Gulgü geceleyin bütün hurmaları toplar ve anbara doldurur.Gelmekten usanmayan o dilenci,sabahleyin geldiğinde ağaçlarda hurmanın olmadığını görür ve sebebini sorar .

            Gulgü da;Neyse artık,anbara şimdilik doldurduk.Onun için bir daha ki sene gel de verelim,diye adamı birkaç kere geldiği halde eli boş yollar.

            Çok cimri bir şairdir.

-Selami ve Kelami adında iki şair bir vezire her gün şiir söyleyerek iki altın alırlar.Bu durum vezirin boğazına gelerek,bir gün bunların eline şöyle bir kağıt tutuşturuyor:Ducizes betteres tiği harami:İki kötü şey vardır ki,haraminin kılıncından daha beterdir.Kelâminin selamı,Selâminin kelâmı.

-Hansa;en uzun ve güçlü mersiyeli kadın şairidir.İslamdan önce yaşamış ve sonra Müslüman olmuştur.Hz.Ömer devrine yetişmiş,diğer kardeşinin adı da Muaviye olup,iki tanedir.Kardeşi Sahr kendisine malını satıp verdiği için onu çok sever ve çokça över,uzun boyluluğunu,misafirinin çok olduğunu kinaye yollu dile getirir.Sahr harpte ölünce onun için ağlaya ağlaya gözü kör olur.Üç oğlu öldüğü halde,şehid oldu,der ve onlara ağlamaz.Hz.Ömer ona,hala ne diye ağlıyorsun diye sorar.Kardeşinin islamdan önce öldüğünü,dinde ise kafir olarak öldüğüne ağlıyorum,der.Sarhoş bir kocayla evlenip,devamlı sahr’dan aldığı parayı alıyormuş.

-Şair Ebul Âla el Maarri;dersini bir çocuktan aldığını söyler.Çünki kendisi kibirli olduğundan bu söz onu dizginler.Şöyle ki;”Acaba 28 harfe bir harf ekleyebildin mi?”der.

            -Bu zat hatırasıyla meşhur olup,a’madır.Bir gün deveyle giderlerken arkadaşları kendisiyle dalga geçmek amacıyla;”Başını ey,ağaç var.”derler.Tekrar dönüpte aynı yoldan geri geldiklerinde,aynı yerde hemen başını eğer.Önceki durumunu unutan arkadaşları,başını niçin eğdiğini sorduklarında onlara cevaben;”Siz burada bir ağacın olduğunu söylememişmiydiniz?”der.Onlarda kendisine şaka yaptıklarını ifade ederler.

            -Maarrinin yanında iki tüccar münakaşa ederler.İş mahkemelik olur ve mahkemeye giderler.Hakimde şahidin olup olmadığını sorar.A’ma birisinin olduğunu söylerler.Hakim hemen tanır ve sorar.O ise;Kimin ne dediğini söylerim fakat mevzuyu bilmiyorum,der.Ve o şahısların aynı dediklerini eksiksiz tekrarlar.

-Bir zamanlar Hafız-ı Şirazi yazdığı kitabında devrinin padişahını övmekten kaçınıp,onun zalimliğini dile getirip medhedemiyeceğini söyleyince,hapse atılır.

Hafız-ı Şirazi her ikindiden sonra hapishanede mahpuslara sohbet eder.Mahpuslardan birinin sohbet esnasında devamlı ağlaması dikkatini çekip hislenen bu zat sebebini sorar.O kişi ise;Benim bir keçim vardı.Senin sakalın aynen onun sakalına benziyor.Seni görünce onu hatırlıyor ve kendimi tutamayıp,ağlıyorum.”

Meğer hocanın anlattıklarından değil,keçisinin kaybındanmış üzüntüsü.

Bunun üzerine bu durumdan üzülen Hafız şöyle der:”Böyle cahilin yanında durmaktansa,öyle zalimi methetmek daha evladır.”Ve bu durumu padişaha bildirir.

"Hayır, dediler, (bunlar) saçma sapan rüyalardır; bilakis onu kendisi uydurmuştur; belki de o, şairdir. (Eğer öyle değilse) bize hemen, öncekilere gönderilenin benzeri bir âyet getirsin."[13]

Ve «Hiç biz mecnun şâır için ilâhlarımızı bırakır mıyız?» diyorlardı.[14]

“Artık sen öğüt vermeğe devam et. Çünkü sen Rabbin nîmeti hakkı için ne bir kâhînsin ve ne de bir mecnûn. Yoksa diyorlar mı ki, «O bir şairdir, onun hakkında zamanın ızdırap veren felaketini bekliyoruz?»[15]

 

“Ve Biz O'na şiiri talîm etmedik ve O'nun için lâyık da olmaz. O, başka değil bir mev'izedir ve pek bedîhi bir Kur'an'dır.”[16]

İslam alimleri bazen sözlerini güzelleştirmek bazen sözlerini veciz olarak ifade etmek için şiirlerle süslemişlerdir.Aşağıda zikrettiğimiz şiirler çok şeyleri bizlere özlü olarak hatırlatmaktadırlar.

 

Sakın terk-i edebden, küy-i mahbûb-i Hudâdır bu,

Nazargâh-ı ilâhîdir, makâm-ı Mustafâdır bu!

Murâ’ât-i edeb şartiyle gir Nâbî bu dergâhe,

Metâf-i kudsiyândır, bûsegâh-i Enbiyâdır bu!

 

BAKİNİN:

Âvazeyi bu aleme Davud gibi sal

Bâki kalan bu kubbede bir hoş sada imiş..

 

Bursalı Talib:

Çeşm-i insaf kadar kâmile mizan olmaz.

Kişi noksanını bilmek kadar irfan olmaz.

 

*Rahmi:

Gün doğmadan meşime-i şebden neler doğar.

 

Tevazu etme câhile

Görürsen ânı câh ile.

 

Hımar altun külah ile/gezerse anı merkebdir.

 

Kesmeseydi dilimi hançeri Lâ yüs’elu amma yef’alu ile

İtiraz ederdim Hazreti Allaha bile.

 

İhtiyarım olsaydı / ihtiyar olmazdım

 

El idraku idrakul aczi.

 

El yevakitu tüştera bil mevakiti

El mevakitu la tüştera bil yevakiti.

 

Anlamı:

Yakutlar vakitlerle alınır

Vakitler yakutlarla alınmaz.

 

Bazen bir nokta sükut ile gözü kör eyler.

Bazen bir harf sükutiyle nadiri nar eyler.

 

Misin yanında ol mis kokar.

İsin yanında ol is kokar.

 

Allaha sığın şahsı halimin gazabından

Zira yumuşak huylu atın çiftesi pekdir.(Ziya Paşa)

 

Yar dilde dil anın sevdayı tahsilindedir.

Hasılı tahsilimiz tahsili hasıldır bizim.

 

Söyledik kerrat ile merrat ile

Olmadı takririmiz kati sana

 

Anlaşıldı başka çare yok

Hap yapıp yutturmalı sana.

 

Çeşmi insaf gibi kâmile mizan olamaz

Kişi noksanını bilmek gibi irfan olamaz

Dûduya eyleseler talimi edayı kelimat

Sözü insan olur ama özü insan olamaz.

 

Zemmediyormuş gibi görünüp medhetmek

Veya medheder gibi görünüp zemmetmek.

 

Niyazi!Küntü kenzin sırrını kendinde buldunsa

Süleyman tahtını veya hikmet-i lokmanı neylersin.(Niyazi-i Mısri)

 

Bize Tahir efendi kelb demiş

İltifatı bu sözde zahirdir.

Maliki mezhebim benim zira

İtikadımca kelb Tahirdir.(Nef’i)

 

Lâ ile nefyi vücud etse eğer bir münkir

Yine Mevîâya döner kurtulamaz illadan

 

Yunus Emre:

"Dervişlik baştadır, tacda değildir. Kızdırmak od'dadır sac da değildir. Ararsan Mevlayı kendinde ara. Kudüs'te Mekke'de hacda değildir" demiş

 

Ehli tevhid olmak istersen sıvaya meyli kes

Aç gözün merdane bak Allah bes, baki heves,"

 

Mehmet Akif:

Şarka bakmaz, Garbı bilmez görgüden yok payesi

Bir utanmaz, yüz kızarmaz büsbütün sermayesi.

 

Ehli irfanım deyu hor bakma, hiçkimseye sen.

Defter-i divana sığmaz, söz gelir divaneden.

 

Sormaz ki bilsin,sorsa bilirdi,

Bilmez ki sorsun,bilse sorardı.

 

*Fatih döneminde yetişmiş Hızır Bey, "Kasîde-i Nûniyye" diye akaide ait bir eser yazmış. Manzum olarak yazmış. Hep sonu "nun" harfiyle bit­tiği için Kasîde-i Nûniyye denmiş. Hatta başında ifade edildiğine göre bir gecede yazıvermiş. Fatih Sultan Mehmed İstanbul'dayken hep Ondan bahsedermiş. Diğer âlimler de biraz kıskanır gibi olmuşlar. Demişler ki, "efendim hep ondan bahsediyorsun, ama âlimin ilmi kitabıyla belli olur. Hele bir kitap yazsın da görelim "demişler. O da hemen bir elçi gönderi­yor. Hızır Bey o zaman Bursa'dadır. Elçi akşamleyin varıyor. Mektubu sunuyorlar. Sabaha eseri hazirlayıverdi diyorlar. Orada Tahmin ederim şiirin beyti 130 ile 150 arasında. Beyit olarak 150 beyti geçmez. "Biz şeytana bile lanet etmekle emrol un madik" diyor. Bize Kur'ân-ı Kerîm'de şeytana la'net ediniz diye bir emir var mı ? yok. Eğer öyle bir emir olsay­dı, elimize bir teşbih alırdık zikirlerimizden biri de "Şeytana lanet olsun. Şeytana lanet olsun. Şeytana lanet olsun" olurdu. Böyle bir zikir şekli yok. Dilimizi lanete alıştırmıyacağız. Dilimizi rahmete alıştıracağız. Dili­mizi hidayete alıştıracağız.

Allah (c.c.) âyetinde genel ifade kullanmış. "Allah'ın laneti kâfir­ler üzerine olsun", "Allah'ın laneti zalimler üzerine olsun" buyurmuş. Şahıs ifade edilmemiş.[17]

 

            Bu konuda Bediüzzaman Hazretleri ise şu izahda bulunur:

“Kur'an-ı Hakîm, nihayetsiz parlak, yüksek hakikatları câmi' olduğundan, şiirin hayalatından müstağnidir.”[18]

Ceziret-ül Arab ahalisi o asırda ekseriyet-i mutlaka itibariyle ümmi idi. Ümmilikleri için mefahirlerini ve vukuat-ı tarihiyelerini ve mehasin-i ahlâka yardım edecek durub-u emsallerini kitabet yerine şiir ve belâgat kaydıyla muhafaza ediyorlardı. Manidar bir kelâm, şiir ve belâgat cazibesiyle eslaftan ahlafa hâfızalarda kalıp gidiyordu. İşte şu ihtiyac-ı fıtrî neticesi olarak o kavmin manevî çarşı-yı ticaretlerinde en ziyade revaç bulan, fesahat ve belâgat metaı idi. Hattâ bir kabilenin belig bir edibi, en büyük bir kahraman-ı millîsi gibi idi. En ziyade onunla iftihar ediyorlardı. İşte İslâmiyetten sonra âlemi zekâlarıyla idare eden o zeki kavim, şu en revaçlı ve medar-ı iftiharları ve ona şiddet-i ihtiyaçla muhtaç olan belâgatta akvam-ı âlemden en ileride ve en yüksek mertebede idiler. Belâgat, o kadar kıymetdar idi ki, bir edibin bir sözü için iki kavim büyük muharebe ederdi ve bir sözüyle musalaha ediyorlardı. Hattâ onların içinde "Muallakat-ı Seb'a" namıyla yedi edibin yedi kasidesini altunla Kâ'be'nin duvarına yazmışlar, onunla iftihar ediyorlardı. İşte böyle bir zamanda, belâgat en revaçlı olduğu bir anda Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyan nüzul etti. Nasılki zaman-ı Musa Aleyhisselâm'da sihir ve zaman-ı İsa Aleyhisselâm'da tıb revaçta idi. Mu'cizelerinin mühimmi o cinsten geldi. İşte o vakit bülega-yı Arabı, en kısa bir suresine mukabeleye davet etti.”[19]

            Âyâ, acaba muhakemesiz âmi kâfirler gibi, sana şâir mi diyorlar. Senin helâketini mi bekliyorlar. Sen, de: "Bekleyiniz. Ben de bekliyorum." Senin parlak büyük hakikatlerin, şiirin hayalatından münezzeh ve tezyinatından müstağnidir.

“Kur'anın şiirden istiğnasının ve adem-i tenezzülünün sebebi, hakaik-i Kur'aniyenin yüksekliği ve parlaklığı olduğunu gösterir.”[20]

            “Kur'an şiir midir? Değildir, fakat onun şiir olup olmadığını tefrik etmek müşkildir. Kur'an şiirden daha yüksek bir şeydir. Maamafih Kur'an ne tarihtir, ne tercüme-i haldir, ne de İsa'nın (A.S.) dağda irad ettiği mev'ize gibi bir mecmua-i eş'ardır. Hattâ Kur'an, ne Buda'nın telkinatı gibi bir mâba'de-t tabiiye yahud mantık kitabı, ne de Eflatun'un herkese irad ettiği nasihatlar gibidir. Bu bir Peygamberin sesidir. Öyle bir ses ki, onu bütün dünya dinleyebilir. Bu sesin aksi saraylarda, çöllerde, şehirlerde, devletlerde çınlar! Bu sesin tebliğ ettiği din, evvelâ naşirlerini bulmuş, sonra teceddüdperver ve imar edici bir kuvvet şeklinde tecelli etmiştir. Bu sayededir ki; Yunanistan ile Asya'nın birleşen ışığı, Avrupa'nın zulümat-âbâd olan karanlıklarını yarmış ve bu hâdise, Hristiyanlığın en karanlık devirlerini yaşadığı zaman vuku' bulmuştur.”Dr. Johnson.[21]

“Âyetlerin bahsettikleri hakikatler, şiirlerin bahsettikleri hayalattan pek vâsi ve pek yüksektir. Bu itibar ile şiirden addedilmemiştir. Hem de, âyetler, sahibinin şuunat ve ef'alinden bahseder. Şiir ise, fuzulî olarak gayrdan bahseder. Hem de filcümle âdi şeylerden bahsi hârikulâdedir. Şiirin hârikulâdelerden bahsi, alelekser âdidir.”[22]

“Ârif-i billah kısmından Peygamber'in (A.S.M.) cedlerinden Kâ'b İbn-i Lüeyy ve Yemen ve Habeş padişahlarından Seyf İbn-i Zîyezen ve Tübba' gibi çok ârifler, o zaman evliyaları pek sarih bir surette Muhammed'in (A.S.M.) risaletinden haber verip şiirlerle ilân etmişler.”[23]

 

Mehmet ÖZÇELİK

23-01-2006


 

[1] İsm Ans.isam-24/5.

[2] Tevbe.117-119.

[3] Şuarâ: 26/227.

[4] İsl.ans.24/4.

[5] İsl.ans.24/4-5.

[6] Şuara.224-227.

[7] Buhârî, Edeb 90; Ebü Dâvud, Edeb 95, (5010); Tirmizî, Edeb 69, (2847); İbnu Mâce, Edeb 41, (3755).

[8] Ebü Dâvud, Edeb 95, (5011); Tirmizi, Edeb 63, (2848).

[9] Müslim, Şiir 1, (2255).

[10] Tirmizî, Edeb 70, (2854).

[11] Vâkıa: 56/88-89.

[12] Vâkıa: 56/92-94.

[13] Enbiya.5.

[14] Saffat.36.

[15] Tur.29-30.

[16] Yasin.69.

[17] Şifa tefsiri.

[18] Sözler.138.

[19] Age.368.

[20] Age.780,İşarat-ül İ’caz.122,Barla Lahikası.334.

[21] İşarat-ül İ’caz.218.

[22] Mesnevi-i Nuriye.195.

[23] El Hüccetüz Zehra.68.