1. :Mehmet Akif Ersoy’un Vatan ve Şehadet Üzerine Beyti
İktibas
Osmanlıca Metin:
اى بو طوپراقلر ایچون طوپراغه دوشمش عسكر
كوكدن اجداد اینهرك اوپسـه او پـاك آلنى دكر
Latin Harfleriyle:
Fe’ilâtün Fe’ilâtün Fe’ilâtün Fe’ilün
Ey bu topraklar için toprağa düşmüş asker
Gökten ecdâd inerek öpse o pâk alnı değer
Mehmet Akif Ersoy
Günümüz Türkçesiyle Anlamı:
Ey bu mukaddes topraklar için gözünü hiç kırpmadan canını feda eden asker! Ataların gökten inerek senin o tertemiz alnını öpse, buna değer.
İzah ve Açıklama
İstiklal Şairi Mehmet Akif Ersoy, bu meşhur beytinde vatan sevgisinin ve bu uğurda yapılan fedakârlığın yüceliğini en veciz şekilde ifade eder. “Toprağa düşmek” deyimi, şehit olmak anlamına gelir. Şair, vatan topraklarını korumak için canını feda eden askere seslenir. Bu fedakârlık o kadar kutsal ve büyüktür ki, ancak manevi ve ilahi bir takdirle karşılık bulabilir. Bu takdiri somutlaştırmak için şair, mübalağa (abartma) sanatını kullanarak “ecdadın gökten inmesi” imgesini kullanır. Yani, bu vatanı kuran ve miras bırakan ataların ruhlarının bile bu büyük fedakârlık karşısında saygıyla eğileceğini, o şehidin “pâk” (tertemiz) alnından öpmek için göklerden ineceğini söyler. Bu öpücük, hem bir şükran, hem bir takdis, hem de “emanete sahip çıktın” demenin en ulvi ifadesidir. Şehidin alnının “pâk” olması, onun en temiz, en masum niyetlerle, sadece vatan için canını verdiğini simgeler.
Makale: Toprağa Düşen Alnın Ebedi Değeri
Vatan, sadece bir toprak parçası değildir; o, üzerinde yaşayan milletin tarihiyle, kültürüyle, hatıralarıyla ve en önemlisi kanıyla yoğrulmuş kutsal bir emanettir. Bu emanetin bedeli, çağlar boyunca canla ödenmiştir. Mehmet Akif Ersoy, milletin vicdanı olarak bu gerçeği en sarsıcı ve en yüceltici üslupla haykırır: “Ey bu topraklar için toprağa düşmüş asker / Gökten ecdâd inerek öpse o pâk alnı değer”.
Bu iki mısra, bir şiir parçası olmanın çok ötesinde, bir milletin şehidine olan minnet borcunun ve ona atfettiği değerin manifestosudur. Akif, ilk mısrada yalın bir gerçekliği ifade eder: Bir asker, “bu topraklar için” “toprağa düşmüştür”. Bu ifade, fedakârlığın sebebini ve sonucunu net bir şekilde ortaya koyar. Vatan toprağının her bir zerresinin bekası için, bir can toprağa karışmıştır. Bu, bir yok oluş değil, toprağa can katma, vatanı vatan yapma eylemidir. Asker, toprağın altına düşerek, aslında üstündeki milyonları ayakta tutan temel taşı olmuştur.
Beytin asıl vurucu gücü ve edebi derinliği ikinci mısrada ortaya çıkar. Şehidin bu eşsiz fedakârlığına dünyevi hiçbir ödül, hiçbir makam denk olamaz. Onun değerini ancak manevi âlem takdir edebilir. Akif, bu takdiri somutlaştırmak için muazzam bir hayal kurar: “Ecdâd”. Yani bu toprakları bize vatan kılan Selçuklu sultanları, Osmanlı padişahları, Malazgirt’ten Çanakkale’ye isimsiz kahramanlar… Onların manevi varlıkları, “gökten inerek” bu yeni kahramanın önünde saygıyla eğilir. Bu durum, tarihi bir sürekliliğe işaret eder. Dün o toprakları kanıyla sulayan ecdat, bugün aynı idealler uğruna can veren torununu kutsamakta, onunla gurur duymaktadır.
“O pâk alnı öpmek” ise sembolik anlamlarla yüklüdür. Alın, insanın secdeye vardığı, en şerefli uzvudur. Şehidin alnı ise kurşunla, topla değil, imanla ve vatan sevgisiyle nurlanmış, tertemiz kalmış bir alın olduğu için “pâk”tır. Ecdadın o alnı öpmesi, “Sen bizden aldığın emaneti en güzel şekilde korudun, görevini layıkıyla yaptın, biz senden razıyız” demektir. Bu, bir nevi manevi bir rütbe, ebedi bir onurdur. Akif, bu muhteşem tabloyla, şehitliğin sadece bireysel bir kahramanlık değil, aynı zamanda kökleri mazide olan bir bayrak yarışının en şerefli durağı olduğunu anlatır.
Bu beyit, yazıldığı dönemin (Balkan Savaşları, Çanakkale, Kurtuluş Savaşı) ruhunu yansıttığı kadar, bugün de vatan savunmasının ne anlama geldiğini idrak etmek isteyen her nesle bir ders niteliğindedir. Vatan, uğrunda ölenler olduğu için vatandır ve o fedakârlığın değeri, ancak gökleri ve yeri birleştiren böylesine ulvi bir hayalle ölçülebilir.
Özet
Mehmet Akif Ersoy’un “Ey bu topraklar için toprağa düşmüş asker / Gökten ecdâd inerek öpse o pâk alnı değer” beyti, vatan için canını feda eden askerin (şehidin) fedakârlığının ne kadar yüce ve kutsal olduğunu anlatır. Bu fedakârlığın değeri o kadar büyüktür ki, bu vatanı kuran ataların bile manevi âlemden inip o şehidin tertemiz alnını öpmesinin bu değere denk düşeceğini ifade eder. Beyit, şehitliğin en büyük manevi takdiri hak ettiğini, tarihi bir devamlılığın en şerefli halkası olduğunu ve vatanın ancak bu tür fedakârlıklarla ayakta kalabileceğini vurgular.
2. : Fuzûlî’nin İlim ve Aşk Üzerine Beyti
İktibas
Osmanlıca Metin:
علم كسبیله پایهٔ رفعت
آرزوسـی محـال ایمش آنجق
عشق ایمش هر نه وار عالمده
علم بر قیل و قال ایمش آنجق
Latin Harfleriyle:
Fe’ilâtün Mefâ’ilün Fe’ilün
İlm kesbiyle pâye-i rif’at
Ârzû-yı muhâl imiş ancak
Aşk imiş her ne var âlemde
İlm bir kîl ü kâl imiş ancak
Fuzûlî
Günümüz Türkçesiyle Anlamı:
Sadece ilim öğrenerek yüksek makamlar elde etme düşüncesi, ancak boş bir arzudur. Bu âlemde her ne varsa aşktan ibarettir. Aşkın büyüklüğü karşısında (insanı marifete götürmeyen) kuru bilgi, sadece bir dedikodudan ibarettir.
İzah ve Açıklama
• yüzyılın büyük şairi Fuzûlî, bu beytinde tasavvuf düşüncesinin temel ikilemlerinden birini, ilim (bilgi) ve aşk (ilahi aşk) karşıtlığını ele alır. Ona göre, sadece kitaplar okuyarak, medrese ilimleriyle meşgul olarak “pâye-i rif’at” yani manevi yücelik makamına ulaşma arzusu, “muhâl” yani imkânsız bir hayaldir. Çünkü varlık âleminin özünde, temelinde “aşk” vardır. Her şeyin yaratılış sebebi ve varoluş gayesi aşktır yani muhabbettir. Bu mutlak hakikat olan aşkın yanında, insanın kesbî (sonradan kazanılan) ilmi, eğer kişiyi hakikate, yani Allah’a ulaştırmıyorsa, sadece bir “kîl ü kâl” yani laf kalabalığı, dedikodudan ibarettir. Fuzûlî, burada kuru akılcılığı ve şekilciliği eleştirir; asıl bilginin, kalbin tecrübesi olan ilahi aşkla mümkün olacağını savunur.
Makale: Hakikatin İki Kapısı: Aşk ve “Kîl ü Kâl”
İnsan, varoluşundan bu yana hakikati arayan bir yolcudur. Bu yolculukta ona rehberlik etmesi için iki temel araç verilmiştir: Akıl ve kalp. Akıl, ilmin kapısını aralar; gözlemler, analiz eder, bilgi biriktirir ve sonuçlara varır. Kalp ise aşkın kapısını çalar; hisseder, tecrübe eder, sezgiyle kavrar ve teslim olur. İslam düşünce tarihinin ve edebiyatının en büyük dehalarından Fuzûlî, bu iki kapının değerini ve öncelik sırasını tartışmaya açar: “Aşk imiş her ne var âlemde / İlm bir kîl ü kâl imiş ancak”.
Fuzûlî’nin bu hükmü, ilmin toptan reddi anlamına gelmez. Aksine, ilme büyük değer veren bir kültürün içinden konuşur. Ancak onun hedefindeki ilim, sahibini kibre, gurura ve şekilciliğe sürükleyen, onu hakikatin özünden uzaklaştıran “kuru bilgi”dir. Ona göre, sadece kitapları ezberleyerek, felsefi tartışmalara girerek, medreselerde unvanlar alarak manevi bir yüceliğe (“pâye-i rif’at”) ulaşmayı hedeflemek, imkânsız bir şeyi arzulamaktır (“ârzû-yı muhâl”). Çünkü bu tür bir bilgi, ruhu beslemez, kalbi dönüştürmez. İnsanın dışını süslerken, içini boş ve anlamsız bırakır. İşte bu noktada Fuzûlî, bu ilmi “kîl ü kâl” olarak, yani “dedikodu”, “laf kalabalığı” olarak niteler. Hakikat şarabından bir yudum içememiş kişilerin, o şarabın rengi, kokusu ve mahiyeti üzerine sonsuz ama anlamsız tartışmaları gibidir bu.
Peki, hakikat nerededir? Fuzûlî’ye göre cevap nettir: “Aşk imiş her ne var âlemde”. Varlık, ilahi bir aşkın tecellisidir. Kâinat, Allah’ın kendi güzelliğini ve sevgisini görmek istemesinin bir sonucudur. Dolayısıyla âlemi anlamanın, varoluşun sırrına ermenin yolu, onun mayasında olan “aşk”ı tatmaktan geçer. Aşk, sadece bir duygu değil, bir bilgi biçimidir; aklın sınırlarını aşan, insanı doğrudan doğruya hakikatle buluşturan bir “marifet” yoludur. Aşk, bilen ile bilinen arasındaki mesafeyi kaldırır. Âşık, sevdiğinde (Maşuk’ta) fani olur, onunla bir olur. Bu tecrübe, binlerce cildi dolduran kitabi bilgiden daha aydınlatıcı ve daha gerçektir.
Tarihsel olarak, Fuzûlî’nin bu sözleri, medrese (akıl, zahirî ilim) ile tekke (kalp, bâtınî ilim/aşk) arasındaki kadim gerilimin edebi bir yansımasıdır. Gazâlî gibi büyük düşünürler bu iki yolu birleştirmeye çalışsa da, tasavvuf ehli daima aşkın ve kalbî tecrübenin önceliğini vurgulamıştır. Fuzûlî, bu geleneğin en güçlü seslerinden biri olarak, bizi uyarır: Bilginin amacı, bilginin kendisi değil, o bilgiyle varılacak olan hakikattir. Eğer biriktirdiğimiz bilgiler bizi daha mütevazı, daha sevgi dolu, daha bilge insanlar yapmıyorsa, o bilgiler omuzlarımızda taşıdığımız bir yük, zihnimizde bir gürültüden, bir “kîl ü kâl”den başka bir şey değildir. Asıl yolculuk, zihinden kalbe yapılan yolculuktur ve bu yolculuğun azığı sadece aşktır.
Özet
Fuzûlî’nin “Aşk imiş her ne var âlemde / İlm bir kîl ü kâl imiş ancak” beyti, ilim ve aşk arasındaki ilişkiyi tasavvufi bir bakış açısıyla ele alır. Ona göre, insanı manevi olgunluğa ve hakikate ulaştırmayan, sadece akla dayalı kuru bilgi (“ilm”), anlamsız bir laf kalabalığından (“kîl ü kâl”) ibarettir. Âlemin ve varoluşun özünde ise ilahi “aşk” vardır. Bu nedenle gerçek bilgiye ve manevi yüceliğe ancak akıl yoluyla değil, kalbin tecrübesi olan aşk yoluyla ulaşılabileceğini savunur. Beyit, şekilci ve kibirli bilginin eleştirisi ve ilahi aşkın mutlak üstünlüğünün bir ilanıdır.
3. Resim: Kul Nesimi’nin Vahdet ve Sorumluluk Üzerine Beyti
İktibas
Osmanlıca Metin:
ای نسيمی جان نسيمی بيلكه حق عينكده در
جمله مخلوقـڭ وبالی علما بوينڭده در
Latin Harfleriyle:
Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilün
Ey Nesîmî cân Nesîmî bil ki Hak aynındadır
Cümle mahlûkun vebâli ulemâ boynundadır
Kul Nesimi
Günümüz Türkçesiyle Anlamı:
Ey Nesimi! Can Nesimi! Bil ki Hak, bizzat kendinde, zatındadır. Yaratılmış olan bütün varlığın vebali alimlerin boynundadır.
İzah ve Açıklama
Halk şairlerinden Kul Nesimi (soyadı benzerliği olan 14. yüzyıl şairi Seyyid Nesimi ile karıştırılmamalıdır), bu beytinde tasavvufun iki temel ve cüretkâr temasını işler. İlk mısrada, “Vahdet-i Vücud” (Varlığın Birliği) inancının bir yansıması olarak, Hakk’ın (Allah’ın) insanın “aynında” yani özünde, zatında olduğunu söyler. Bu, insanın basit bir varlık olmadığı, ilahi sırları taşıyan, kâinatın bir özeti (mikrokozmos) olduğu anlamına gelir. Şair, bu büyük hakikati önce kendisine (“Ey Nesîmî cân Nesîmî”) telkin eder. İkinci dizede ise bu büyük sırrı bilenlerin, yani “ulemânın” (alimlerin, ariflerin) taşıdığı ağır sorumluluğa dikkat çeker. Mademki insan bu kadar şerefli ve ilahi bir öze sahiptir, o halde onu yanlışa, cehalete ve günaha sürüklemek en büyük suçtur. Dolayısıyla, bütün yaratılmışların (cüml-i mahlûkun) sapkınlığının veya düştüğü kötü durumun vebali, onlara doğru yolu göstermekle yükümlü olan alimlerin boynundadır.
Ancak bu sekir halinde söylenen sözün uyanık ve aklı başındaki hali ise;
Herşey Hemeost değil, Heme ezosttur.
Yani her şey O değil, her şey O’ndandır.
Makale: Aynadaki Sır ve Boyundaki Vebal
İnsan nedir? Etten ve kemikten ibaret, ölümlü bir varlık mı? Yoksa sonsuzluğun sırlarını taşıyan kutsal bir emanet mi? Bu soruya tasavvuf geleneğinin verdiği cevap, insanı evrenin merkezine koyan değişimci bir nitelik taşır. Şair Kul Nesimi, bu cevabı cesur bir nida ile dile getirir: “Ey Nesîmî cân Nesîmî bil ki Hak aynındadır”. Bu, bir keşfin, bir idrakin ve bir aydınlanmanın haykırışıdır.
İlk mısra, insanın kendi hakikatine yaptığı bir çağrıdır. “Hak aynındadır” ifadesi, Allah’ı uzaklarda, göklerin ötesinde bir yerlerde aramak yerine, insanın kendi özüne, kalbine bakması gerektiği fikrini temel alır. Bu, “Kendini bilen, Rabbini bilir” hadisiyle de ifade edilen derin bir felsefedir. İnsan, Allah’ın isim ve sıfatlarının en kâmil tecelli ettiği varlık, bir nevi ilahi bir “ayna”dır. Bu aynaya bakan, sadece kendi fani suretini değil, o suretin ardındaki baki olanın izlerini görür. Şairin kendine “Ey Nesimi, can Nesimi” diye seslenmesi, bu bilginin sadece zihinsel bir kabul değil, canı, yani tüm varlığı sarsan bir tecrübe olması gerektiğini vurgular. Bu sırrı idrak etmek, insana hem sonsuz bir değer hem de baş döndürücü bir sorumluluk yükler.
İşte bu sorumluluk, beytin ikinci mısrasında bir adalet kılıcı gibi ortaya konur: “Cümle mahlûkun vebâli ulemâ boynundadır”. “Ulemâ” kelimesi burada sadece medrese âlimlerini değil, daha geniş anlamda hakikati bilen, arif, kâmil insanları, yani toplumun manevi ve ahlaki önderlerini kapsar. Mademki hakikat insanın özünde gizlidir ve mademki bu âlimler bu sırrı bilmekle diğerlerinden ayrılmıştır, o halde onların görevi, diğer insanların da kendi özlerindeki bu ilahi cevheri keşfetmelerine rehberlik etmektir. Eğer toplumda cehalet, ahlaksızlık, adaletsizlik ve manevi bir çöküş varsa (“cüml-i mahlûkun vebâli”), bunun sorumlusu avam değil, onlara yol göstermeyen, bildiğiyle amel etmeyen veya bildiğini kendi çıkarı için kullanan “bilenler”dir.
Bu, tarihin her döneminde geçerli olan, sarsıcı ve ibretlik bir tespittir. Bir toplumun bozulması, balığın baştan kokması gibi, öncelikle o toplumun aydınlarının, âlimlerinin, liderlerinin bozulmasıyla başlar. Onlar hakikatin bekçileri olmaları gerekirken, onun üzerini örterlerse, halk karanlıkta kalır. Kul Nesimi, bu beytiyle sadece bir tasavvuf dersi vermez, aynı zamanda güçlü bir sosyal eleştiri yapar. Bilginin bir imtiyaz değil, ağır bir emanet olduğunu, bu emanete ihanet etmenin bütün bir yaratılışın vebalini yüklenmek anlamına geldiğini haykırır.
Sonuçta bu beyit, bizi iki yönlü bir tefekküre davet eder: Birincisi, kendi içimize dönerek oradaki ilahi “ayna”yı keşfetmeye; ikincisi ise dışımıza dönerek, bildiklerimizden ve sahip olduğumuz imkânlardan dolayı topluma karşı taşıdığımız ağır sorumluluğun farkına varmaya. Çünkü aynadaki sırrı görmek ne kadar aydınlatıcıysa, boyundaki vebali taşımak da o kadar ağırdır.
Özet
Kul Nesimi’nin “Ey Nesîmî cân Nesîmî bil ki Hak aynındadır / Cümle mahlûkun vebâli ulemâ boynundadır” beyti, iki temel mesaj ihtiva eder. Birincisi, tasavvuftaki Vahdet-i Vücud anlayışına paralel olarak, Hakk’ın (Allah’ın) insanın kendi özünde, zatında olduğu ve insanın bu ilahi sırrı taşıdığıdır. İkincisi ise bu sırrı bilen “ulemânın” yani alimlerin ve ariflerin büyük bir sorumluluk taşıdığıdır. Eğer toplumdaki insanlar manevi ve ahlaki olarak yoldan çıkarsa, bunun vebali, onlara rehberlik etme görevini yerine getirmeyen âlimlerin omuzlarındadır. Beyit, hem insanın değerini yüceltir hem de bilginin getirdiği ağır sorumluluğa dikkat çeker.
4. Resim: Nâbi’nin Aşk ve Tabiat Üzerine Beyti
İktibas
Osmanlıca Metin:
غنجه كولسون كول آچيلسون جوی فریاد ایلسین
سن طور اى بلبل براز كلشنده يارم سويلسين
Latin Harfleriyle:
Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilün
Gonca gülsün gül açılsın cûy feryâd eylesin
Sen dur ey bülbül biraz gülşende yârim söylesin
Nâbi
Günümüz Türkçesiyle Anlamı:
Gonca gülsün, gül açılsın, ırmak da feryat eylesin. Ey bülbül! Sen biraz dur. Gül bahçesinde biraz da benim yarim konuşsun.
İzah ve Açıklama
Hikemî (didaktik, öğretici) şiirin ustası olarak bilinen Nâbi, bu beytinde lirik ve samimi bir ruh hali sergiler. Beyit, sevgilisiyle gül bahçesinde (gülşen) baş başa kalmak isteyen âşığın tabiata bir ricası, hatta emridir. İlk mısrada tabiatın tüm coşkusu resmedilir: Goncadan güle dönüşüm, açılmış güllerin güzelliği, akan suyun (cûy) çağıltısı… Bütün bunlar divan şiirinde güzelliğin ve coşkunun klasik unsurlarıdır. Ancak ikinci mısrada şair, bu coşkunluğun en önemli sesine, yani güle olan aşkıyla bilinen “bülbül”e seslenir ve ondan susmasını ister. Sebebi ise çok basittir: O kadar güzel ve ahenkli olan tabiatın seslerinin arasına bir de sevgilinin (yârim) sesinin katılmasını arzulamaktadır. Bülbülün nağmeleri ne kadar güzel olursa olsun, âşık için sevgilinin sözleri her şeyden daha üstündür. Bu beyit, sevgilinin varlığını ve sesini, tabiatın en güzel unsurlarının bile önüne koyan zarif bir aşk ifadesidir.
Makale: Bülbülü Susturan Ses: Sevgilinin Varlığı
Tabiat, şairler için her zaman en zengin ilham kaynağı olmuştur. Renkler, sesler, kokular; hepsi şairin hislerine tercüman olmak için adeta birer harfe, birer kelimeye dönüşür. Divan şiirinin gül bahçesi (gülşen), bu ilhamın en yoğun yaşandığı mekânlardan biridir. Orada gonca güler, gül açılır, ırmaklar (cûy) feryat eder ve elbette, güle olan ebedi aşkını nağmeleriyle haykıran bülbül hiç susmaz. Bu, mükemmel bir ahenk ve coşku tablosudur. Ancak büyük şair Nâbi, bu tabloya bir fırça darbesi daha atarak bütün perspektifi değiştirir: “Sen dur ey bülbül biraz gülşende yârim söylesin”.
Nâbi’nin bu beyti, âşığın önceliklerini ve değer hiyerarşisini ortaya koyan zarif bir manifestodur. İlk mısra, tabiatın en canlı, en hareketli anını tasvir eder. “Gonca gülsün, gül açılsın” ifadesi bir neşe ve hayata katılma çağrısıdır. “Cûy feryâd eylesin” dizesi, suyun şırıltısını bir “feryat” olarak niteleyerek, tabiatın da bir derdi, bir coşkusu, bir aşkı olduğunu ima eder. Bu dizede her şey olması gerektiği gibidir; hayat tüm canlılığıyla akmaktadır. Şairin bu coşkuya bir itirazı yoktur, hatta onu onaylar. Ancak onun için bu sahnede bir eksiklik, daha doğrusu henüz ortaya çıkmamış bir üstünlük vardır: Sevgilinin sesi.
İkinci mısra, bu üstünlüğü ilan etmek için sahneye çıkar. Şair, gül bahçesinin en meşhur, en dokunulmaz sanatçısına, yani bülbüle döner. Bülbül, aşkın, hasretin ve en güzel nağmelerin sembolüdür. Onun şakıması olmadan bir gül bahçesi düşünülemez. Fakat âşık, bu ezeli kuralı yıkmaya cüret eder: “Sen dur ey bülbül”. Bu, bülbülün sanatına bir hakaret değil, tam aksine ondan daha üstün bir sanatın, daha güzel bir nağmenin varlığını haber veren bir ricaldır. Neden mi susmalıdır bülbül? Çünkü “gülşende yârim söylesin”. Âşık, sevgilisinin sesini duymak istemektedir. Onun için sevgilinin bir tek kelimesi, bülbülün binlerce nağmesinden daha değerli, daha anlamlı ve daha güzeldir.
Bu beyit, aşkın bencilliğini değil, merkezciliğini gösterir. Âşık için kâinatın merkezi sevgilidir. Tabiatın tüm güzellikleri, ancak onunla bir anlam kazanır. Sevgilinin varlığı, renkleri daha parlak, kokuları daha keskin ve sesleri daha anlamlı kılar. Ama sevgilinin kendi sesi, diğer bütün sesleri susturacak, anlamsız bırakacak bir güce sahiptir. Nâbi, bu basit ama derin arzuyla, aşkın insanı nasıl yeniden programladığını, değer yargılarını nasıl altüst ettiğini gösterir. En güzel şiirler okunan bir mecliste, bir anne için en güzel ses, çocuğunun agulamasıdır. En görkemli senfonilerin çalındığı bir salonda, bir âşık için en muhteşem müzik, sevgilisinin fısıltısıdır.
Sonuç olarak Nâbi, tabiatın coşkusunu ve bülbülün eşsiz sanatını kabul etmekle birlikte, sevgilinin sesine mutlak bir öncelik tanır. Bu, aşkın, var olan her şeyi kendi objesi etrafında yeniden düzenleyen sihirli gücünün edebi bir isbatıdır. Gül bahçesindeki en güzel ses, bülbülün değil, “yâr”in sesidir.
Özet
Nâbi’nin “Gonca gülsün gül açılsın cûy feryâd eylesin / Sen dur ey bülbül biraz gülşende yârim söylesin” beyti, âşığın sevgilisine verdiği mutlak değeri ifade eder. Şair, gül bahçesindeki tüm doğal güzelliklerin ve seslerin (açan güller, çağıldayan ırmak) varlığını kabul eder, ancak bu ahengin en önemli parçası olan bülbülden susmasını rica eder. Bu ricanın sebebi, tabiatın en güzel seslerinin bile önüne koyduğu sevgilisinin sesini duyma arzusudur. Beyit, âşık için sevgilinin sözlerinin, bülbülün nağmeleri de dâhil olmak üzere diğer bütün seslerden daha üstün ve değerli olduğunu zarif bir dille anlatır.
Bu temsili beşeri sevgi ve muhabbetten ilahi aşka kapı açılmaktadır.
1. Makale: Fani Makamlar ve Baki Hakikatler Üzerine
İktibas
Tâlib-i mansıb-ı fânî ne-koned sâhib-i akl
Âkil anest ki endîşe koned pâyân-râ
Sa’di-i Şirâzî
Modern Türkçe ile:
Akıllı insan gelip geçici olan bir makama talip olmaz. Akıllı, sonunu düşünen kişidir.
İzah ve Açıklama
Büyük bilge ve şair Sa’di-i Şirâzî’nin bu beyiti, akıl ve hikmetin en temel ölçülerinden birini ortaya koyar. Beyitin ilk mısrası, “akıl sahibi” (sâhib-i akl) bir kimsenin, “geçici, sonlu bir makamın” (mansıb-ı fânî) peşine düşmeyeceğini (ne-koned) ifade eder. Buradaki “makam” sadece siyasi veya idari bir mevkii değil, aynı zamanda servet, şöhret, güzellik gibi dünyanın gelip geçici tüm cazibelerini kapsar. İkinci mısra ise aklın gerçek tanımını yapar: “Akıllı” (âkil), “sonu” (pâyân) düşünen, sonun endişesini (endîşe) taşıyan kişidir. Sa’di, aklı anlık heveslerden ziyade, nihai sonucu, yani her şeyin varacağı sonu idrak etme yeteneği olarak tanımlar.
Hikmetli ve Düşündürücü Bir Bakış
İnsanoğlu, varoluşu gereği bir arayış içindedir. Bu arayış, çoğu zaman kendini dünyevi kazanımlarla tatmin etme eğilimi gösterir. Makamlar, mevkiler, unvanlar ve servet, modern insanın mutluluk ve güvenlik arayışının somut hedefleri haline gelmiştir. Ancak Şeyh Sa’di, asırlar öncesinden bugüne seslenerek, bu hedeflerin “fani” yani aldatıcı ve geçici doğasına dikkat çeker. O, aklı, bu geçiciliğin farkına varan bir basiret olarak yüceltir.
Tarih, nice sultanların, nice zenginlerin ve nice şöhret sahiplerinin tahtlarını, servetlerini ve isimlerini geride bırakıp bir hiçlik perdesi arkasına çekildiğine şahittir. Piramitleri inşa ettiren firavunlar, dünyayı fetheden komutanlar, adlarına anıtlar dikilen imparatorlar… Hepsinin ortak kaderi, sahip oldukları her şeyin ellerinden kayıp gitmesi olmuştur. İşte akıllı insan, bu tarihi ve varoluş gerçeği görebilen kişidir. O, enerjisini ve ömrünü, bir gün mutlaka terk edeceği fani değerler üzerine değil, kendisiyle birlikte kalacak olan baki değerler üzerine inşa eder.
Bu beyit, bize “sonunu düşünme” eyleminin basit bir karamsarlık veya dünyadan el etek çekme çağrısı olmadığını öğretir. Aksine, bu, hayatı en doğru ve en anlamlı şekilde yaşama sanatıdır. Sonunu düşünen insan, eylemlerinin hesabını verir, adaletli olur, kibre kapılmaz ve alçakgönüllülüğü bir zırh gibi kuşanır. Çünkü bilir ki, en yüksek makam da en alçak mezar da topraktandır. Bu düşünce, insanı daha erdemli, daha merhametli ve daha bilge kılar. Fani olanın peşinde koşanlar, ellerindekini kaybetme korkusuyla yaşarken; akıllı insan, kalıcı olanın huzuruyla yaşar.
Özet
Sa’di-i Şirâzî bu beyitinde, gerçek aklın, dünyanın gelip geçici makamlarına ve cazibelerine aldanmamak olduğunu vurgular. Akıllı insanı, anlık heveslerin değil, her şeyin nihai sonunu ve eylemlerinin neticesini düşünen kişi olarak tanımlar. Bu düşünce, insanı dünyevi hırsların köleliğinden kurtararak erdemli, anlamlı ve bilgece bir yaşama yönelten bir kılavuzdur.
2. Makale: Aşkın Vadisinde Çekilen Çilelerin Anlamı
İktibas
Geh tegâfül geh sitem gâhî gazab gâhî itâb
Zahmsiz dönmek nasîb olmadı kûyundan senin
Nâbi
Modern Türkçe ile:
Bazen anlamazlıktan, bilmezlikten gelme; bazen sitem, zulüm; bazen öfke, kızgınlık; bazen de azarlama, paylama. Ey sevgili! Senin mahallinden yara almadan dönmek nasip olmadı.
İzah ve Açıklama
Hikemî şiirin büyük ustası Nâbi, bu beyitinde beşerî aşktan ilahi aşka uzanan geniş bir yelpazede, âşığın sevgilinin kapısında karşılaştığı halleri resmeder. Beyit, sevgilinin tavırlarının bir dökümüdür: Bazen “anlamazlıktan gelme” (tegâfül), bazen “eziyet ve zulüm” (sitem), bazen “öfke” (gazab) ve bazen de “azarlama” (itâb). Bu değişken tavırlar karşısında âşığın durumu ise nettir: Sevgilinin bulunduğu yerden, mahallesinden (“kûyundan”) yara almadan (“zahmsiz”) dönmek mümkün olmamıştır. “Yara”, burada sadece fiziksel bir acıyı değil, daha çok ruhta açılan derin izleri, kırgınlıkları ve ıstırapları ifade eder.
Hikmetli ve Düşündürücü Bir Bakış
Aşk, doğası gereği bir imtihanlar silsilesidir. Nâbi’nin tasvir ettiği sevgili, âşığını sürekli bir sınava tabi tutar. Bu sınavlar, âşığın sadakatini, sabrını ve sevgisinin derinliğini ölçmek içindir. Sevgilinin tegâfülü, âşığın varlığının ne denli farkında olduğunu; sitemi, ne kadar fedakârlık yapabileceğini; gazabı, öfke anında bile sevgiye tutunup tutunamayacağını; itâbı ise en ağır sözler karşısında bile bağlılığının sarsılıp sarsılmayacağını test eder.
Bu beyit, tasavvufi bir perspektiften okunduğunda daha derin bir anlam kazanır. “Sevgili”, Cenâb-ı Hak; “âşık”, O’na ulaşmaya çalışan kul (salik); “sevgilinin mahallesi” (kûy) ise hakikat yoludur. Bu yolda ilerleyen derviş, çeşitli çileler ve imtihanlarla karşılaşır. Bazen Allah’ın tecellilerini hissetmekte zorlanır (tegâfül), bazen başına gelen musibetlerle sınanır (sitem), bazen nefsini terbiye etmekte zorlanır (gazab ve itâb). Ancak bu yola baş koyan bilir ki, manevi olgunluğa erişmek, hamlıktan kurtulup pişmek, bu yaraları almadan mümkün değildir. Çekilen her çile, ruhta bir pencere açar ve âşığı sevgiliye bir adım daha yaklaştırır. Yara, bir zayıflık değil, hakikat yolunda ilerlediğinin bir nişanı, bir madalyası haline gelir.
Tarihte Mecnun’un Leyla için çöllere düşmesi, Kerem’in Aslı için yanması, Ferhat’ın Şirin için dağları delmesi… Bütün bu hikayeler, aşkın yarasız olmayacağının edebi isbatıdır. Seven, sevilenden gelen her şeyi, lütfu da kahrı da bir kabul etmek durumundadır. Çünkü bilir ki, sitem de, gazap da sevgidendir ve âşığı olgunlaştıran bir ateştir.
Özet
Nâbi, bu beytinde, aşk yolunun çileli ve meşakkatli doğasını anlatır. Sevgilinin kayıtsızlık, sitem, öfke ve azarlama gibi çeşitli tavırları karşısında âşığın mutlaka yara alacağını ifade eder. Bu “yaralar”, aslında âşığın sadakatini ve sevgisini ispatlayan, onu manevi olarak olgunlaştıran ve sevgiliye yakınlaştıran kıymetli nişanlardır. Beyit, aşkın ancak fedakârlık ve sabırla tecrübe edilebilecek yüce bir hal olduğunu öğretir.
3. Makale: Kutsal Mekânlarda Edeb Zırhını Kuşanmak
İktibas
Sakın terk-i edebden kûy-ı mahbûb-ı Hudâ’dır bu
Nazargâh-ı ilâhîdir makām-ı Mustafâ’dır bu
Nâbi
Modern Türkçe ile:
Sakın edebi elden bırakma, zira burası Allah’ın sevgilisi olan Hz. Peygamber’in semtidir. Burası Hakk’ın nazarına mazhar olmuş Muhammed Mustafa’nın makamıdır.
İzah ve Açıklama
Nâbi’nin, Medine-i Münevvere’ye yaklaştığı sırada söylediği rivayet edilen bu meşhur naat beyti, edebe dair en derinlikli uyarılardan birini ihtiva eder. İlk mısrada şair, “edebi terk etmekten sakın” diyerek kesin bir ikazda bulunur. Sebebini ise şöyle açıklar: Çünkü burası, “Allah’ın sevgilisinin” (mahbûb-ı Hudâ) yani Hz. Muhammed’in (sav) “mahallesidir” (kûy). İkinci mısra, bu mekânın kutsiyetini daha da pekiştirir: Burası sıradan bir yer değil, “Allah’ın nazar ettiği, baktığı yer” (nazargâh-ı ilâhî) ve “seçilmiş Muhammed’in makamı”dır (makām-ı Mustafâ). Beyit, mekânın değerinin, o mekânda bulunan veya o mekânla anılan zattan geldiğini ve bu değere uygun bir davranış biçimi olan “edebin” mutlak bir gereklilik olduğunu vurgular.
Hikmetli ve Düşündürücü Bir Bakış
Edeb, İslam medeniyetinin ve irfan geleneğinin temel taşıdır. Sadece belirli davranış kalıplarından ibaret değil, aynı zamanda bir varlık şuurudur; haddini bilmek, her şeye hak ettiği değeri vermek ve hürmet göstermektir. Nâbi’nin beyti, bu şuurun en yüksek seviyede gösterilmesi gereken yeri, Hz. Peygamber’in manevi huzurunu işaret eder.
Rivayete göre Nâbi, hac kafilesiyle Medine’ye yaklaşırken, bir devlet paşasının ayaklarını kıbleye doğru uzatarak yattığını görür ve bu durumdan duyduğu rahatsızlıkla bu beyti irticalen söyler. Bu olay, beytin sadece bir şiir değil, aynı zamanda yaşanmış bir anın içten yankısı olduğunu gösterir. Edeb, sadece fiziki davranışlarda değil, kalpte ve zihinde de başlar. Bir mekânın kutsiyeti, oranın taşından toprağından değil, manevi ikliminden ve temsil ettiği değerden gelir. Hz. Peygamber’in makamı, Allah’ın rahmet nazarıyla baktığı bir yer olduğu için orada bulunan her zerrenin hürmete layık olduğuna inanılır.
Bu beyit, bize daha genel bir ilkeyi hatırlatır: Değerli olanın huzurunda edebli olmak. Bu, bir camide, bir ilim meclisinde, bir âlimin veya bir büyüğün yanında, hatta anne-babanın karşısında takınılması gereken bir tavırdır. Edebini terk eden, aslında kendi değerini yitirir. Çünkü edeb, insanın kendisini ve muhatabını doğru bir yere konumlandırmasını sağlayan manevi bir ölçüdür. Nâbi’nin uyarısı, sadece Ravza-i Mutahhara’ya gidenlere değil, hayatın her anında ve her mekanında ilahi bir nazargâh altında olduğunu idrak etmesi gereken tüm insanlara yapılmış evrensel bir çağrıdır. Hürmet etmeyen, hürmet görmez; edebi olmayanın ilmi ve makamı da kalıcı bir değer taşımaz.
Özet
Nâbi bu beyitinde, Hz. Peygamber’in manevi huzurunda edebi asla elden bırakmamak gerektiğini vurgular. Çünkü bu mekân, Allah’ın sevgilisinin makamı ve ilahi rahmetin tecelli ettiği bir nazargâhtır. Beyit, özelde Medine’ye gösterilmesi gereken hürmeti anlatırken, genelde ise bütün kutsal mekânlara, değerli şahsiyetlere ve ilahi değerlere karşı takınılması gereken edeb tavrının önemini anlatan ölümsüz bir ilkedir.
4. Makale: Mutlak Teslimiyet ve Aşkın Zahmetsiz Fedakârlığı
İktibas
Urmasın el hançer-i bürrâna zahmet olmasın
Cânı teslîm eyleriz cânâna zahmet olmasın
Neylî
Modern Türkçe ile:
Sevgili, keskin hançerine elini uzatıp kendisini yormasın. Biz sevdiğimize canımızı kendimiz teslim ederiz, ona zahmet olmasın.
İzah ve Açıklama
Divan şiirinin zarif şairlerinden Neylî, bu beyitinde aşkın en üst mertebelerinden birini, “mutlak teslimiyeti” dile getirir. Beytin ilk mısrası, sevgiliye yönelik bir ridadır: Sevgili, “keskin hançerine” (hançer-i bürrân) elini vurmasın, bu iş için yorulmasın, ona “zahmet olmasın.” İkinci mısra, bu ricanın ardındaki derin teslimiyeti açıklar: Âşık, canını “sevgiliye” (cânâna) bizzat kendisi teslim etmeye zaten hazırdır. Öyle ki, sevgilinin kendisini öldürmek için en ufak bir çaba sarf etmesine bile gönlü razı değildir. Bu, sevgilinin iradesine kayıtsız şartsız boyun eğmenin ve onun rahatını kendi varlığından üstün tutmanın en şiirsel ifadesidir.
Hikmetli ve Düşündürücü Bir Bakış
Bu beyit, fedakârlık kavramını alışılmışın ötesine taşıyan bir incelik ve derinlik barındırır. Aşk, genellikle âşığın sevgili uğruna çektiği çilelerle, katlandığı zorluklarla anlatılır. Ancak Neylî, bu zorlukları dahi sevgiliye yük etmeme arzusunu dile getirir. Âşığın tek derdi, canını vermek değil, bu eylem sırasında sevgiliye en ufak bir “zahmet” vermemektir. Bu, “ben”liğin tamamen ortadan kalktığı, âşığın iradesinin sevgilinin iradesinde eridiği bir fena halidir.
Tarihteki büyük aşk hikayeleri ve tasavvuftaki “fena fi’l-aşk” (aşkta yok olma) mertebesi bu beytin arkasındaki ruhu anlamamıza yardımcı olur. Hallâc-ı Mansûr’un “Ene’l-Hak” derken kastettiği, kendi benliğinin ilahi varlıkta yok oluşuydu. O, canını cellada değil, hakikate teslim etmişti. Benzer şekilde, Neylî’nin âşığı da sevgilinin arzusunu kendi varlığının önüne koyar. Sevgilinin bir işareti, hançerini çekmesine gerek kalmadan canın teslim edilmesi için yeterlidir.
Bu beyit, insan ilişkilerinde de derin bir ibret taşır. Gerçek sevgi, sevdiğinin yükünü almak, onun omuzlarındaki ağırlığı hafifletmektir. Onu yormamak, incitmemek, ona zahmet vermemek için çaba göstermektir. Neylî’nin bu dizesi, sevgiyi bir talep etme aracı değil, mutlak bir adanmışlık ve sunuş olarak tanımlar. Bu, “Senin için ölürüm” demenin çok ötesinde, “Sen beni öldürmek için yorulma, ben zaten hazırım” diyen bir ruhun inceliğidir. Bu, aşkın en saf, en karşılıksız ve en fedakâr halidir. Sevgiliye sunulabilecek en büyük hediye, ona zahmet vermeden teslim edilen bir candır.
Özet
Neylî, bu beytiyle aşkta mutlak teslimiyet ve fedakârlığın zirvesini ifade eder. Âşık, canını vermeye o denli hazırdır ki, sevgilinin bu iş için keskin hançerine elini uzatıp yorulmasına bile razı değildir. Kendi canını, sevgiliye hiçbir zahmet vermeden bizzat teslim etmeyi arzular. Bu, benliğin aşk içinde tamamen eridiği ve sevginin karşılıksız adanmışlığının en zarif ve derinlikli anlatımıdır.
Bu ilahi sevgiyle kıyaslanmaktadır.
5. Makale: Kâinatla Hemhâl Olmak ve Bulutlara Sırrını Açmak
İktibas
Karlı dağların başında salkım salkım olan bulut
Saçın çözüp benim için yaşın yaşın ağlar mısın
Yunus Emre
Modern Türkçe ile:
Ey karlı dağların başında salkım salkım olan bulut! Yoksa benim için saçını çözüp gizli gizli, için için ağlıyor musun?
İzah ve Açıklama
Büyük Türk mutasavvıfı ve halk şairi Yunus Emre, bu eşsiz beytinde doğa ile insan ruhu arasındaki derin ve gizemli bağı işler. Şair, heybetli ve yalnız “karlı dağların başındaki” buluta seslenir. Bulutun “salkım salkım” olması, onun yoğunluğunu, doluluğunu ve her an yağmaya hazır halini tasvir eder. İkinci mısra, bu doğa tasvirini şairin iç dünyasına bağlar. Yunus, buluta “Benim için saçını çözüp gizli gizli, için için ağlar mısın?” diye sorar. “Saçın çözüp ağlamak”, eski Türk kültüründe büyük bir yası, derin bir kederi ifade eden bir imgedir. Şair, bulutun yağmur olup yağmasını, kendi derdine ortak olup onun için gözyaşı dökmesi olarak hayal eder.
Hikmetli ve Düşündürücü Bir Bakış
Yunus Emre’nin şiirinde kâinat, Allah’ın tecellileriyle dolu canlı bir varlıktır. Dağlar, taşlar, kuşlar ve bulutlar, anlayan bir gönül için sırdaş ve yoldaştır. Bu beyit, modern insanın doğaya yabancılaşmasının tam zıddı bir bakış açısını yansıtır. Yunus, karlı dağların başındaki o yalnız bulutta kendi yalnızlığını, kendi kederini ve kendi içindeki fırtınaları görür. O, buluta sadece bir su buharı yığını olarak bakmaz; ona bir şahsiyet, bir duygu ve bir ruh atfeder.
Bu, “vahdet-i vücut” (varlığın birliği) inancının şiire yansımasıdır. Bu inanca göre, tüm varlıklar aynı kaynaktan geldiği için aralarında gizli bir bağ vardır. İnsanın derdi, dağın da derdidir; insanın gözyaşı, bulutun yağmurudur. Yunus, kendi derdini o kadar büyük ve evrensel görür ki, tabiatın en görkemli unsurlarından birinin bile bu derde ortak olmasını bekler. Bu, bir çaresizlikten ziyade, derin bir empatidir; kâinatla bir olma, onunla aynı dili konuşma arzusudur.
Tarih boyunca şairler, âşıklar ve arifler, dertlerini dağlara, rüzgârlara, yıldızlara anlatmışlardır. Bu, insanın kendi içindeki sıkışmışlığı aşma ve derdini paylaşarak hafifletme çabasının en saf halidir. Yunus’un buluta seslenişi, aynı zamanda bir duadır. Kendi acısına şahitlik edecek, onun için gözyaşı dökecek bir dost arayışıdır. Ve bu dostu, insanların gelip geçici ve vefasız dünyasında değil, dağların başındaki saf, yüce ve sessiz bulutta bulur. Bu beyit, bize, etrafımızdaki dünyaya baktığımızda sadece maddeyi değil, manayı da görmemiz gerektiğini, kâinatın sessizliğinde kendi ruhumuzun sesini duyabileceğimizi öğretir.
Özet
Yunus Emre bu beytinde, kendi derin kederini ve yalnızlığını, karlı dağların başındaki bir bulutun şahsında somutlaştırır. Buluta, kendi derdine ortak olup onun için yas tutarak ağlaması ricasında bulunur. Bu dizeler, insanın doğayla kurduğu derin empatik bağı, kâinattaki her şeyin birbiriyle gizli bir dille konuştuğunu ve varlığın birliği fikrini yansıtan, Yunus’un arı ve duru üslubunun en güzel örneklerinden biridir.
İktibas: “Hem bil ki: Her yeni gün, sana hem herkese, bir yeni âlemin kapısıdır. Eğer namaz kılmazsan, senin o günkü âlemin zulümatlı ve perişan bir halde gider, senin aleyhinde âlem-i misalde şehadet eder. Zira herkesin, her günde, şu âlemden bir mahsus âlemi var. Hem o âlemin keyfiyeti, o adamın kalbine ve ameline tâbi’dir.” – Sözler – 273
Bu hikmetli söz, her geçen günün hayatımızdaki kıymetine ve bu kıymeti anlamlandırmanın yollarına dair derin bir bakış açısı sunmaktadır. Her yeni gün, yalnız takvimde değişen bir rakamdan ibaret değildir; bilakis, yeni bir başlangıç, yeni bir âlem ve yeni bir imtihan sahasıdır. Bediüzzaman Hazretleri’nin bu beyanı, bizi bu hakikate davet ederken, amellerimizin ve manevi hayatımızın bu yeni âlemi nasıl şekillendirdiğini de açıklıyor.
Her gün, aslında hususi bir âlem-i misalî kendimiz icin hazırlarız. Bu âlemin nurlu, aydınlık ve mamur olması, kalbimizin ve amellerimizin hâline bağlıdır. Güneşin doğuşuyla birlikte açılan bu kapı, ya salih amellerle nurlanır, yahut gaflet ve günahlarla zulmetli bir hâl alır. Bu durumun en mühim mihenk taşı ise, beka ve hayatın direği olan namazdır. Namaz, yalnız bir kulluk borcu değil, aynı zamanda o günkü âlemimizin anahtarı ve feyz kaynağıdır. Namaz kılınmadığı takdirde, bu yeni günün âlemi karanlık ve perişan bir hâlde geçip, ahirette sahibinin aleyhine şahitlik edecektir. Bu, her birimizin yaşadığı her anın, bir cihan şümul hayatiyet taşıdığının en açık isbatıdır.
Bu, bireyin manevi hayatı ile dış âleminin zahiri durumu arasındaki sıkı bağlantıyı da tasvir eder. Kalpteki iman, ibadet ve takva ne kadar sağlam olursa, o kişinin zahiri âlemi de o nispette düzen ve huzur bulur. Güneşin doğuşu ile yeniden başlayan hayat, müminin kalbinde doğan manevi bir güneşle aydınlanır ve bütün hayatına bu nuru yayar. Namaz, bu manevi güneşin bir yansımasıdır.
Kâinatı Kadîr-i Rahîm’e Bırak
İktibas: “Manen sevdiğin ve alâkadar olduğun ve perişaniyetinden müteessir olduğun ve ıslah edemediğin şu kâinat, bir Kadîr-i Rahîm’in mülküdür. Mülkü sahibine teslim et, ona bırak… Cefasını değil, safasını çek.” – Asa-yı Musa – 228
Bu makalede bahsedilen fikir, insanın fani ve aciz tabiatına karşı, kâinatın sonsuz ve kudretli bir sahibi olduğu hakikatini vurgular. İnsan, kendi sınırlı gücüyle kâinatın bütün bozukluklarını düzeltmeye ve her şeye müdahale etmeye kalkıştığında büyük bir yorgunluk ve hayal kırıklığı yaşar. Bediüzzaman Hazretleri, bu zihnî yükten kurtulmanın yolunu gösteriyor: kâinatı, hakiki sahibi olan Kadîr-i Rahîm’e teslim etmek.
Hayatın zıt ve aykırı durumları, tabiatın zorlukları ve beşeriyetin perişan hâlleri karşısında aciz kalan insan, ancak bu teslimiyetle iç huzura erişebilir. Kâinatın zorluklarını omuzlarına yüklenmek yerine, her şeyin mutlak bir kudret ve rahmet ile idare edildiğine inanmak, insanın safa bulmasını sağlar. Bu teslimiyet, bir miskinlik veya pasiflik değil, aksine, sorumluluklarını idrak ettikten sonra acziyetini bilerek Allah’a tevekkül etme faziletidir.
Bu beyit, aynı zamanda, “Pürsevdâ bir kalbin kut ve kuvveti, herşeye kadîr bir Rahîm-i Kerîm’in kapısını niyaz ile çalmakla elde edilebilir” cümlesiyle bütünleşir. Kalbin manevi kuvveti ve huzuru, ancak Yaratıcı’ya yönelişle ve O’nun sonsuz kudretine sığınmakla mümkün olur. Bu, dua ve ibadetin, kalbi besleyen ve onu tabiatın zorluklarına karşı koruyan bir kalkan olduğunu gösterir. Teslimiyet, aynı zamanda bir ibadettir; kendi irademizi ve gücümüzü sonsuz bir irade ve kudretle birleştirme çabasıdır.
İyilerle Beraberlik ve Düşündürücü Hikmetler
İktibas: “İyilerle berabersen köpek de olsan cennete gidersin. Kötülerle berabersen Peygamber oğlu da olsan cehenneme gidersin.” –
Bu söz, manevi hayatımızda dostluk ve beraberliğin ne denli mühim olduğunu çarpıcı bir şekilde tasvir eder. Nuh Aleyhisselam’ın tufandan kurtulamayan oğlu ve Ashab-ı Kehf’in Cennet’le müjdelenen köpeği, iki farklı misal olarak bu hikmeti destekler.
İlk misalde, peygamberin oğlu bile olsa, doğru yoldan ayrılıp kötü bir bağlantı kurmak ve hakikate sırtını dönmek, kişiyi helake götürür. Soyun ve aile bağlarının, kişisel tercihlerden ve amelden üstün olmadığını bu hadise isbat eder. İkinci misalde ise, hayvan dahi olsa, salihlerle beraber olmak, onlara tabi olmak, o kutlu beraberliğin bereketiyle Cennete mazhar olunur. Ashab-ı Kehf’in köpeği, bu beraberliğin ne kadar değerli olduğunun bir nişanesidir.
Bu söz, aynı zamanda, insanın hayatındaki en mühim etkenlerden birinin çevre ve bağlantı olduğunu nazara verir. Kişinin şahsi faziletleri ne kadar yüksek olursa olsun, kötü bir çevrenin etkisi altında kalması, o faziletleri zedeleyebilir ve yanlış yollara sürükleyebilir. Bunun aksine, salih insanlarla beraber olmak, onların manevi havasından istifade etmek, kişiyi doğru yolda tutar ve onu daha iyi bir insan olmaya teşvik eder. Bu, kişisel ahlak ve tercihlerimizin yanı sıra, kiminle yürüdüğümüzün de ahiretteki konumumuzu belirleyebileceği hakikatini kuvvetle vurgular.
Ecel ve Kabir, Cennet ve Cehennem
İktibas: “Demek, ecel ve kabir insanı beklediği gibi Cennet ve Cehennem de insanı bekliyor ve gözetliyor.” – [Risale-i Nur Külliyatı’ndan]
Bu ibretli söz, hayatın fani yönüne ve ahiretin baki hakikatlerine dair derin bir bakış sunar. Her canlının mutlak sonu olan ecel ve kabir, bizim kaçınılmaz misafirlerimizdir. Ancak bu söz, bizi bu düşüncenin ötesine taşıyarak, ahiret hayatının da bizleri beklediğini, adeta bizi gözlemlediğini anlatır.
Bu tasvir, yalnız bir son değil, aynı zamanda bir karşılıklar âlemi olduğunu vurgular. Hayatımızdaki her fiilin, her düşüncenin ve her amelin, ahirette bir neticesi olacaktır. Cennet, iman ve salih amel sahiplerini beklerken, Cehennem de inkâr ve isyan içinde olanları beklemektedir. Bu, hayatın yalnızca bu fani dünyadan ibaret olmadığı, bilakis, asıl hayata hazırlık olduğu düşüncesini güçlendirir.
Ecel ve kabrin, hayatın nihayeti gibi görünmesi, aslında bir kapıdır. Bu kapıdan geçtikten sonra Cennetin ve Cehennemin bizi beklediği bilgisi, hayatımızı daha anlamlı kılmak, daha dikkatli yaşamak ve daha faziletli ameller işlemek için bir teşviktir. Bu, insanın her anının bir imtihan olduğu ve bu imtihanın neticesinin sonsuz bir hayatı belirleyeceği gerçeğini hatırlatır. Dolayısıyla, ecel ve kabir korkutucu birer son değil, aksine, bizi ahiretteki ebedî saadete ulaştıran birer eşik olmalıdır.
Ümid-i Kavî ve Âlem-i İslâm’ın Teceddüdü
İktibas: “Ümidim kavîdir ki: Çok masumların kalblerinden hararet-i hüzün ile tebahhur eden Ây! Vây! ve Âh! lar, rahmetli bir bulut teşkil edecektir. Ve Âlem-i İslâm’daki yeni yeni İslâm devletlerinin teşekkülleriyle o rahmetli bulut teşekküle başlamıştır.” – Tarihçe-i Hayat – 77
Bu söz, zor zamanlarda dahi ümidin asla kaybolmaması gerektiğini anlatan kuvvetli bir beyittir. İslam âleminin yaşadığı zorluklar, perişanlıklar ve zulümler karşısında, masum ve mazlumların kalbinden yükselen hüzün ve kederin, boşa gitmeyeceği hikmetini ihtiva eder. Onların kederleri, Allah katında bir rahmet bulutu hâline gelecektir. Bu, Allah’ın masumların dualarını ve kederlerini görmezden gelmediğinin bir isbatıdır.
Bu beyit, tarihî ve güncel bir bağlantıyı da ihtiva eder. Bediüzzaman Hazretleri, bu rahmet bulutunun, İslam dünyasında teşekkül etmeye başlayan yeni devletlerle birlikte görünür hâle geldiğini ifade eder. Bu, ümidin yalnızca bir his değil, aynı zamanda tarihî bir gerçekliğe dönüşebileceğinin bir tasviridir. Bu yeni devletlerin kuruluşu, İslam dünyasının yeniden dirilişi ve manevi bir uyanışın habercisi olabilir.
Bu, bir nevi ilahi bir adalet ve rahmet tecellisidir. Zulüm ve hüzün ne kadar büyük olursa olsun, Allah’ın rahmetinin daha büyük olduğu hakikati, bu beyitte manevi bir teselli ve güç olarak sunulur. Mazlumların ahı, zalimin saltanatını yıkacak ve Allah’ın izniyle bir kurtuluş ve yenilenme bulutu olarak tecelli edecektir. Bu söz, her ne kadar zorlu bir dönemde yaşasak da, ilahi adaletin ve rahmetin bir gün tecelli edeceğine dair sağlam bir ümidi kalbimize yerleştirir.
Makalenin Özeti
Bu makalede ele alınan beş ana fikir, İslam düşüncesi ve hikmetinin temel taşlarını oluşturmaktadır. İlk olarak, her yeni günün, insanın kalbi ve amelleriyle şekillenen özel bir âlem olduğu ve bu âlemin namazla nurlanacağı beyan edilmiştir. İkinci olarak, kâinatın derdini omuzlamaya çalışan insanın, ancak her şeyin sahibi olan Kadîr-i Rahîm’e teslimiyetle huzur bulacağı ifade edilmiştir. Üçüncü olarak, kişinin çevresinin ve beraberliğinin manevi hayatı üzerindeki büyük etkisi, peygamberin oğlu ve Ashab-ı Kehf’in köpeği misalleriyle açıklanmıştır. Dördüncü olarak, ecel ve kabirin, hayatın sonu değil, ahiretteki ebedî hayatın başlangıcı olduğu ve Cennet ile Cehennemin bizi beklediği vurgulanmıştır. Son olarak ise, İslam dünyasının yaşadığı zulüm ve kederin, ilahi rahmetle birleşerek yeni bir dirilişin habercisi olacağına dair sağlam bir ümit aşılanmıştır. Bu düşünceler, bireysel ve sosyal hayatın her anında, manevi bir uyanış ve bilinçli bir yaşam sürmenin yollarını gösterir.
SAHADA KAZANANI MASADA KAYBETTİRMEK: YENİ BİR TUZAK MI?
Tarih, sahada kazananların masada kaybettirildiği ibret levhalarıyla doludur.
Zaferin teri kurumadan, şehitlerin kanı toprağa karışmadan, masalarda kurulan tuzaklarla nice zaferler ziyan edilmiştir.
Bugün de benzeri bir oyun, Gazze’nin kan ve gözyaşıyla yoğrulmuş topraklarında sahneleniyor.
Sahada Direnen, Masada Tuzaklanan Bir İrade
Hamas, sadece bir direniş değil; ümmetin onurunu, izzetini, “iman varsa imkân da vardır” hakikatini temsil ediyor.
Bombaların, açlığın, zulmün içinde secdesini terk etmeyen, sabrını yitirmeyen bir milletin adıdır Gazze.
Fakat şimdi, o sahadaki izzetli direnişin önüne bir masa konulmak isteniyor.
Masada ise; kurt postuna bürünmüş çakallar, elinde neşter tutan kasap doktorlar, vicdan yerine menfaatle hareket eden devletler var.
Bir yanda Netanyahu gibi eli kanlı bir zalim; öte yanda mazlumun sesini kısmaya çalışan, “barış” perdesi ardında yeni zulümleri meşrulaştıran sahte arabulucular.
Mısır’da toplanacak masa, zahirde “barış masası”, hakikatte ise “oyun masası” olma tehlikesini de içinde barındırıyor.
Çünkü bu masada, koyunun kaderini kurt, tilki, domuz ve çakal birlikte konuşuyor.
Ve her biri, koyunun etinden bir parça koparmanın hesabında.
Kanı 7 Okyanus Bile Temizleyemez
Zulmün üstünü diplomasiyle örtmeye çalışanlar şunu bilmelidir:
Gazze’de dökülen kan, yedi okyanusa karışsa dahi temizlenmez.
Zira o kan, mazlumların feryadının, yetimlerin gözyaşının, bir ümmetin izzet mücadelesinin sembolüdür.
Hiçbir masa, hiçbir imza, hiçbir anlaşma o kanın hesabını silemez.
Çünkü Allah, mazlumun duasını arşa yükselten, zalimin hesabını unutmayan Adl ve Kahhâr olandır.
Tarih Tekerrür Ediyor: Masalar Hep Tuzaktı
O Halde Dikkat!
Osmanlı’nın yıkılışına giden süreçteki Sevr masası, Filistin topraklarının bölüşüldüğü Balfour masası, Irak’ın işgalini meşrulaştıran Bush-Blair masası…
Her birinde masa, hakikati örtmek, zulmü hukuk kılıfına sokmak, direnişi suç gibi göstermek için kurulmuştu.
Bugün de benzer bir masa hazırlanıyor.
Ve bu masanın ayakları, İngiliz aklıyla, Amerikan menfaatiyle, İsrail korkusuyla, Arap zilletiyle yoğrulmuş durumda.
Blair planı yeniden sahada…
Yani aynı eski plan: Mazlumu sustur, zalimi meşrulaştır, direnişi “terör” diye damgala, sonra “barış” de!
Ama artık eskisi gibi değil.
Ümmet uyanıyor, dünya uyanıyor, vicdanlar diriliyor.
Gazze, sadece bir şehir değil; insanlığın vicdanıdır.
O vicdan ölmedikçe, hiçbir masa zulmü temize çıkaramayacak.
Herkeste bir tedirginlik var.
Dünya adeta ateş üzerinde.
Acaba bir ihanet çıkarmı, olur mu?
Gazze: Komadaki Ümmetin Kalbi
Gazze bugün, ümmetin kalbidir.
Evet, şu an o kalp komada, nefesi zayıf; ama hâlâ atıyor.
Ve başında toplanan doktorlar farklı:
Kimi gerçekten şifa istiyor, kimi ise “öldürmeden süründürme” derdinde.
Ama ümmetin duaları, direnenlerin sabrı, mazlumların gözyaşı o kalbe yeniden hayat verecek.
Çünkü “Allah, zalimlerin tuzaklarını kendi başlarına çevirendir.”
Türkiye’nin Umut Işığı ve Duâ Ordusu
Bugün Türkiye, bu tablo içinde hâlâ ümmetin vicdanı olma vasfını taşımaktadır.
Evet, yeterli değil; ama samimiyet ve gayret niyeti var.
Gazze’ye uzatılan el, sadece yardım değil; ümmetin yeniden ayağa kalkma işaretidir.
Dua orduları, her gece secdede Gazze için gözyaşı döküyor.
Rüzgârın yönünü değiştirecek olan da bu samimi dualardır.
Son Söz: Masalar Değil, Secdeler Belirler
Unutmayalım:
Zafer, masada değil, secdede kazanılır.
Tarih boyunca sahada kazananları masada kaybettirenler oldu;
ama Allah’ın hükmüyle zafer, sonunda yine hakka verildi.
Firavun denizde, Nemrut sinekte, Karun malında boğuldu.
Zalimler tarih oldu; mazlumlar destan yazdı.
Bugün de öyle olacak.
İnşallah.
Çünkü Gazze sadece bir toprak değil; bir imtihan, bir izzet, bir direniş sembolüdür.
Masanın değil, secdenin kazandırdığı bir dava bu.
Dualarımız Gazze ve Gazzelilerle.
Allah mazlumun yanında, zalimin karşısındadır.
Ve unutmayalım:
“Zalimler nasıl bir inkılâba uğrayacaklarını yakında bilecekler.” (Şuarâ, 227)
MASADA KURULAN OYUNLAR: DARBEYLE GELENLERİN DARBEYİ DOĞURAN YÜZÜ
Tarih, yalnız zaferlerin değil, ihanete uğramış ümitlerin de şahididir.
Zira hak ve bâtılın mücadelesi, bazen meydanlarda silahla, bazen de masalarda kalemle yürütülür.
Ancak kalem her zaman adalet için değil; kimi zaman zulmü temize çıkarmak, katili kahraman göstermek için oynatılır.
Mısır’ın darbe ile devrilen meşru Cumhurbaşkanı Muhammed Mursî’nin hikâyesi de işte bu acı hakikatin bir yansımasıdır.
Mısırın Umudu ve İsrail’in Korkusu İdi: Mursî
Mursî, özellikle Mısır’ın gönlünde bir umut filizi idi. Halkın reyleriyle başa geldi; adaleti, hürriyeti, İslâm’ın izzetini temsil ediyordu.
Ancak ne yazık ki, onun en yakınındaki eller, birer birer ihanetin tuzağına düşmüş, “dost” görünen düşmanlar tarafından kullanılmıştı.
O eli öpülen, o üniformaya sarılan asker; bir gece ansızın tankıyla halkının üzerine yürüdü.
Sisi adıyla tarihe geçen o darbeci, Mısır’ın semalarına bir karanlık perde çekti.
Ve o günden sonra Mısır, yalnız zindanlarla değil, zilletle de çevrildi.
Mursi olsaydı muhtemelen İsrail Gazze’de bu soykırımı yapamaz ve kolay başarıp sürdüremezdi.
Darbelerin Arkasındaki El
Darbeler, tesadüf değildir.
Her darbenin arkasında menfaatini ümmetin kanında gören bir el, bir masa, bir plan vardır.
Bu el, kimi zaman “demokrasi” perdesiyle, kimi zaman “barış” bahanesiyle çıkar ortaya.
Fakat maksadı hep aynıdır:
İslâm coğrafyasının izzetini kırmak, İsrail’in güvenliğini sağlamak, ümmeti kendi içinden vurmak.
Tarihe bakınız:
Hangi darbede mazlumlar kazanmış, hangi masada hakikat yer bulmuştur?
Ne yazık ki yüz yıldır masalar, hep aynı odakların, aynı karanlık aklın kontrolündedir.
Kimi zaman Washington’da, kimi zaman Tel Aviv’de kurulur o masa;
ama uygulaması Kahire’de, Şam’da, Bağdat’ta, Tahran’da, İstanbul’da yapılır.
Sisi’nin Kirli Masası
13 Ekim 2025’te Mısır’da toplanan “ateşkes” masası da aynı aklın ürünüdür.
İki yıl süren Gazze işgalinde yüz binlerce masumun kanına giren,
çocukları, kadınları, camileri, hastaneleri hedef alan Netanyahu,
o masaya “barış” elçisi olarak çağrıldı!
Ve ne acıdır ki bu daveti yapan, kendi halkını darbeyle susturan Sisi idi.
Bu masa, kanı durdurmak için değil, kanı unutturmak içindi.
Bu toplantı, barış için değil, zulmü aklamak için kurulmuştu.
Tarih, böyle kirli bir tiyatroya az şahit olmuştur.
Bir Direniş Sesi: Türkiye
Ne var ki, karanlık sahnelerde bazen bir ses yükselir;
O ses, mazlumların yüreğine umut, zalimlerin kalbine korku salan bir sestir.
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın uçağı havada iken gelen bu habere verdiği tepki, işte o sesti.
“Böyle bir oyunun parçası olmayız.” diyerek yaptığı ani dönüş,
yalnız diplomatik bir hamle değil, bir izzet manifestosu idi.
Zira bazen bir duruş, bin ordudan daha tesirli olur.
İbret: Masalarda Kaybedilen Zaferler
Bugün ümmetin en büyük kaybı, savaş meydanında değil, müzakere masasında yaşanıyor.
Zira masada dost görünen düşmanlar, düşman gibi davranan dostlardan daha tehlikelidir.
Kur’ân, “Ey iman edenler! Yahudi ve Hristiyanları dost edinmeyin; onlar birbirlerinin dostudurlar…” (Mâide, 51)
buyurarak bu hakikati asırlar öncesinden bildirmiştir.
İşte Sisi ve benzerleri, ümmetin bağrına saplanmış bir hançerdir.
Kendi koltuğunu korumak için ümmetin izzetini satan,
İsrail’in güvenliği için Mısır’ın vakarını ayaklar altına alan birer figürandır.
Son Söz: Masaları Değil, Kalpleri Temizleyin
Barış, zalimle aynı masaya oturmakla gelmez.
Barış, adaletle, hakikatle ve tevbe ile gelir.
Kirli sicilleri, kanlı elleri masalar değil, ancak mahkeme-i kübrâ temizleyebilir.
Mursî zindanda öldü ama hür gitti.
Sisi sarayda yaşıyor ama mahkûm.
Zira zulüm ile abad olan, adaletle berbat olur.
Ve unutmayalım:
“Oyunlar hep masada kuruluyor, ama kader masası her şeyin üstündedir.”
Allah’ın hükmü gelince, ne Sisi kalır, ne Netanyahu, ne de onları koruyan güçler.
Zira Allah, zalimleri mühletle imtihan eder;
ama asla ihmal etmez.
1.: Nâbi ve İlim Okyanusu
İktibas
علم بر لجهٔ بى ساحلدر
آنده عالم کچينن جاهلدر
Fe’ilâtün Fe’ilâtün Fe’ilün
İlm bir lücce-i bî-sâhildir
Anda âlim geçinen câhildir
Nâbî
İlim, sahili olmayan bir deniz gibidir. Orada âlim geçinen, ancak cahildir.
İzah ve Açıklama
Büyük divan şairi Nâbî, bu veciz beytinde ilmin sonsuzluğunu ve bu sonsuzluk karşısında insanın acziyetini dile getirir. Beytin ilk mısrasında ilim, “lücce-i bî-sâhil” yani “sahilsiz bir engin deniz” olarak tasvir edilir. Bu metafor, ilmin sınırlarının olmadığını, insan ömrünün bu denizin tamamını kuşatmaya asla yetmeyeceğini vurgular. İkinci mısra ise bu tespitten ahlaki bir sonuç çıkarır: Mademki ilim sonsuz bir okyanustur, o halde bu okyanusta “Ben âlimim,” diye ortaya çıkan, her şeyi bildiğini iddia eden kişi, aslında kendi cehaletini ilan etmektedir. Gerçek âlim, bildiklerinin, bilmediklerinin yanında bir damla dahi olmadığını idrak eden kişidir. Bu beyit, bilginin kendisinden daha çok, bilgiye karşı takınılması gereken tevazu ve had bilme erdemini yüceltir.
Makale: Sahilsiz Denizde Haddini Bilmek
İnsanlık tarihi, birikimli bir anlama ve keşfetme serüvenidir. Mağara duvarlarına çizilen ilk resimlerden, evrenin derinliklerini araştıran uzay teleskoplarına kadar uzanan bu macera, adına “ilim” dediğimiz o sahilsiz denizde yolculuk yapma arzusundan başka bir şey değildir. Nâbî’nin asırlar öncesinden fısıldadığı gibi, bu denizin bir kıyısı, bir sonu yoktur. Her keşif, yeni bilinmezlerin kapısını aralar; her cevap, zihinlerde onlarca yeni soru doğurur. İlim, fethedilecek bir kale değil, içinde kaybolunacak bir deryadır.
Tarih, bu deryada kendini kaptan sananların trajedileriyle doludur. Orta Çağ’da dünyanın evrenin merkezi olduğunu iddia eden ve bu “bilgiyi” sarsılmaz bir yanlış inanç haline getirenler, aslında cehaletlerinin karanlık adasında hüküm sürüyorlardı. Galileo, okyanusta küçük bir ada daha keşfettiğinde, onu aforoz edenler, kendi sığ sularının dışına çıkmaktan korkanlardı. Sokrates’in “Bildiğim tek şey, hiçbir şey bilmediğimdir,” sözü, Nâbî’nin beytiyle aynı hikmet pınarından beslenir. Gerçek bilgelik, bilginin büyüklüğü karşısında kendi küçüklüğünü kabul etmekle başlar. Bir insanın zihninde biriken malumat, okyanustan bir avuç sudan ibarettir. Avucundaki suya bakıp okyanusu anladığını zannetmek, en büyük yanılgıdır.
Bu durum, sadece bilim tarihi için değil, manevi ve irfani gelenekler için de geçerlidir. Tasavvufta dervişin yolculuğu, bir “seyr-ü sülûk” yani “gidiş ve intisap etme” sürecidir. Bu yolun yolcusu, her menzilde ne kadar az bildiğini, ne kadar eksik olduğunu fark eder. Mevlânâ’nın pergel metaforunda olduğu gibi, bir ayağı sabit (inanç ve teslimiyet) dururken, diğer ayağıyla yetmiş iki milleti gezen arif, aslında kendi hiçliğinin etrafında dönmektedir. “Biliyorum” demek, bu yolculuğu bitirir; “Anlamaya çalışıyorum” demek ise yolculuğun kendisidir.
Günümüzün bilgi çağında bu beyit daha da anlamlı hale gelmiştir. İnternet sayesinde parmaklarımızın ucundaki sınırsız malumat, bize sahte bir “bilme” hissi veriyor. Her konuda fikir sahibi olan, her tartışmada son sözü söyleme iddiası taşıyan “âlim geçinen cahiller”, sosyal medyanın sığ sularında yüzmektedir. Oysa ilim, bir diplomayla, ezberlenmiş birkaç formülle veya okunmuş yüz kitapla ölçülemez. İlim, bir ahlaktır, bir duruştur. O duruşun adı tevazudur, hayrettir ve bitmeyen bir merak duygusudur. İlim denizinin kıyısında oynayan bir çocuk olduğumuzu kabul ettiğimizde, o denizin sonsuzluğu bize korku değil, ilham vermeye başlar.
Özet
Nâbî’nin “İlm bir lücce-i bî-sâhildir / Anda âlim geçinen câhildir” beyti, ilmin sonsuz bir okyanus olduğunu ve bu okyanusta “bilgin” olduğunu iddia etmenin en büyük cehalet olduğunu ifade eder. Makale, bu fikirden yola çıkarak tarih boyunca bilginin kibirle birleştiğinde nasıl yanlış inançlara yol açtığını, gerçek bilgeliğin ise Sokrates’ten Mevlânâ’ya kadar pek çok düşünürün vurguladığı gibi haddini ve acziyetini bilmekle başladığını anlatmaktadır. Günümüz bilgi çağında, malumat yığınlarının oluşturduğu sahte bilme hissine karşı, ilmin bir ahlak ve tevazu meselesi olduğu vurgulanarak, gerçek ilmin bitmeyen bir merak ve hayret duygusuyla mümkün olacağı sonucuna varılmaktadır.
2. : Hz. Mevlânâ ve Nefs Hicabı
İktibas
کر صيد خدا شوی، ز غم رسته شوی
کر در صفت خويش روی، بسته شوی
می دان که وجود تو، حجاب ره تست
با خود منشين، که هر زمان خسته شوی
Mef’ûlü Mefâ’îlün Mefâ’îlü Fe’ûl
Ger seyd-i Hodâ şevî, zi-gam reste şevî
Ger der-sıfet-i hîş revî, beste şevî
Mî-dân ki vucûd-ı to, hicâb-ı reh-i tost
Bâ-hod me-nişîn, ki her zemân heste şevî1
Hz. Mevlânâ2
Allah’a av olursan, gamdan, tasadan azade olursun. Fakat nefsin isteklerine uyarsan, bağlanır kalırsın. Şunu iyi bil ki yoluna engel olan maddi varlığındır. Kendinle kalma, nefsini yen; yoksa her zaman yaralanırsın.
İzah ve Açıklama
Hz. Mevlânâ, bu rubaisinde tasavvufun temel meselelerinden biri olan “nefs” ve “vuslat” (kavuşma) konusunu işler. İlk mısra, “Allah’a av olmak” tabiriyle ilahi iradeye tam bir teslimiyeti ifade eder. Av, avcının iradesine tabidir. İnsan, kendi iradesini Hakk’ın iradesinde eritebilirse, gam ve tasadan kurtulur, özgürleşir. İkinci mısra bunun zıddını söyler: Eğer kendi “sıfatlarına”, yani nefsanî arzularına, benliğine uyarsan, o zaman “beste” yani bağlanmış, esir olursun. Üçüncü mısra, bu esaretin sebebini açıklar: Senin maddi varlığın, benliğin, Allah’a giden yoldaki en büyük perdedir (“hicâb”). Son mısra ise bir öğütle biter: “Kendinle oturma,” yani nefsinle, benliğinle baş başa kalma. Çünkü bu hal, sürekli bir “heste” yani yaralanma, zayıflama halidir. Kısacası rubai, kurtuluşun benliği terk edip Hakk’a teslim olmaktan, esaretin ise nefse uymaktan geçtiğini anlatır.
Makale: Varlığın En Büyük Perdedir
İnsanoğlu, dünyaya gözlerini açtığı andan itibaren bir “ben” duygusuyla var olur. Bu benlik, hayatta kalmanın, kendini korumanın ve dünyayla ilişki kurmanın temel aracıdır. Ancak bu araç, zamanla bir amaca, hatta bir puta dönüşebilir. Hz. Mevlânâ’nın “Şunu iyi bil ki yoluna engel olan maddi varlığındır” deyişi, tam da bu trajik dönüşüme işaret eder. İnsanın hakikate, huzura, Yaratıcı’ya ulaşmasının önündeki en büyük engel, dışarıdaki düşmanlar veya zorluklar değil, bizzat kendi varlığı, yani şişirilmiş egosu, bitmek bilmeyen arzuları ve “ben” zindanının kalın duvarlarıdır.
Tarih boyunca bütün manevi öğretiler, bu zindandan kurtulmanın yollarını aramıştır. Budist felsefede “Nirvana”ya ulaşmak, arzulardan ve benlik yanılmasından kurtulmakla mümkündür. Hristiyan mistisizminde “kendini inkâr etmek”, Tanrı’nın iradesine tabi olmanın ilk adımıdır. Tasavvufta ise bu mesele “nefsi tezkiye etmek” (temizlemek) ve “fenafillah” (Allah’ta yok olmak) mertebesine ulaşmak olarak formüle edilir. Mevlânâ’nın “Allah’a av ol” daveti, bu yok oluşa yapılan bir çağrıdır. Bu, bir zayıflık veya kimliksizleşme değil, aksine damlanın okyanusa karışarak sonsuzlaşmasıdır. İnsan, kendi küçük ve sınırlı iradesinden vazgeçtiği an, kendisinden daha büyük bir iradenin parçası olur ve asıl özgürlüğe kavuşur. Gam ve tasa, bu küçük “ben”in beklentileri ve korkularından doğar. “Ben” ortadan kalkınca, gam da yok olur.
“Kendinle kalma, yoksa her zaman yaralanırsın” uyarısı, modern psikolojinin de altını çizdiği bir gerçeği yansıtır. Sürekli kendi düşünceleriyle, kaygılarıyla, hırslarıyla baş başa kalan insan, bir ruminasyon (zihinsel geviş getirme) sarmalına girer. Ego, sürekli kendini haklı çıkarmak, kendini korumak ve kendini yüceltmek için savaşır. Bu bitmeyen iç savaş, insanı yorgun, yaralı ve “heste” bırakır. Kendinden çıkmanın yolu ise hizmet etmek, sevmek, sanata yönelmek, tefekkür etmek gibi eylemlerle “ben”i aşmaktır. Bir başkasının derdiyle dertlenmek, bir sanat eseri karşısında hayranlık duymak veya bir çiçeğin açılışını tefekkür etmek, insanı kendi küçük dünyasının dışına taşıran ve o büyük perdenin aralanmasını sağlayan anlardır.
Nefse uymak, sürekli rüzgâra karşı kürek çekmek gibidir; insanı yorar ve olduğu yere bağlar. Teslimiyet ise yelkenleri ilahi rüzgârla doldurup akışa güvenmektir. Bu, pasif bir bekleyiş değil, aksine en bilgece eylemdir. Varlığımız bir hediye olduğu kadar, bir imtihan ve bir perdedir. O perdeyi aralamanın yolu, “ben” demeyi bırakıp, daha büyük bir bütünün parçası olduğumuzu idrak etmekten geçer.
Özet
Hz. Mevlânâ’nın rubaisi, insanın en büyük engelinin kendi nefsi ve benliği olduğunu anlatır. Makale, bu ana fikri merkeze alarak, “ben” duygusunun nasıl bir zindana dönüşebileceğini ve tarih boyunca manevi geleneklerin bu zindandan kurtulmak için “benliği aşma”yı öğütlediğini inceler. “Allah’a av olmak” metaforu, ilahi iradeye teslim olarak gerçek özgürlüğe kavuşmayı simgelerken, “kendinle kalmak” ise egonun bitmeyen savaşları yüzünden sürekli yaralanmayı ifade eder. Modern psikolojinin de benzer sonuçlara vardığı belirtilerek, kurtuluşun “ben” merkezli bir hayattan çıkıp sevgi, hizmet ve tefekkür yoluyla varlık perdesini aralamakta olduğu vurgulanır.
3. : İzzet Molla ve Dünyanın Elemi
İktibas
بلبل آغلار کل جکرخون لاله پر داغ محن
ذوقنى بيلمم بو دار محنتك کیمدر سورن
Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilün
Bülbül ağlar gül ciğer-hûn lâle pür-dâğ-ı mihen
Zevkini bilmem bu dâr-ı mihnetin kimdir süren
Keçecizâde İzzet Molla
Bülbül ağlıyor, gül kan kusuyor, lâleninse çektiği sıkıntılardan dolayı bağrı yanık. Sıkıntılar yurdu olan bu dünyanın zevkini acaba kim sürüyor?
İzah ve Açıklama
Divan edebiyatının estetik ve melankolik dünyasını yansıtan bu beyitte şair Keçecizâde İzzet Molla, dünyanın geçiciliği ve özündeki kederi işler. Beyit, divan şiirinin klasik mazmunları (kalıplaşmış imgeler) üzerine kuruludur. “Bülbül”, âşığı simgeler ve sevgilisi olan “gül”e kavuşamadığı için sürekli ağlar. “Gül”, hem güzelliği hem de dikenleriyle sevgilinin lütuf ve kahrını temsil eder; burada “ciğer-hûn” yani “ciğeri kan içinde” olarak tasvir edilerek onun da acı çektiği ima edilir. “Lâle” ise ortasındaki siyahlık nedeniyle bağrı yanık, dertli bir âşığa benzetilir (“pür-dâğ-ı mihen” – mihnetlerle dolu, dağlanmış). Şair, doğadaki bu en güzel varlıkların bile acı içinde olduğunu gözlemledikten sonra, retorik bir soru sorar: Eğer bülbül, gül ve lale bile mutlu değilse, “dâr-ı mihnet” yani “sıkıntı ve eziyet yurdu” olan bu dünyanın zevkini süren kim olabilir? Beyit, dünyanın aldatıcı zevklerine karşı bir uyarı ve varoluş bir hüzün barındırır.
Makale: Mihnet Yurdunda Bir Anlık Zevk
Edebiyat, insanın dünyaya dair en kadim sorusunu sormanın en estetik yoludur: “Neden buradayız ve bu acı neden?” Keçecizâde İzzet Molla, bu evrensel soruyu bülbülün feryadına, gülün kanayan bağrına ve lalenin yanık kalbine yükleyerek sorar. Baktığı her yerde, güzelliğin en saf tezahürlerinde bile bir keder, bir eksiklik, bir “mihnet” görür. Bu bakış, pesimist bir karamsarlıktan ziyade, derin bir farkındalığın ürünüdür. Bu dünya, tabiatı gereği bir “karar yurdu” değil, bir “imtihan yurdu”dur. Her zevkin içinde bir ayrılık tohumu, her vuslatın ardında bir firak endişesi gizlidir.
Bu “dâr-ı mihnet” algısı, pek çok felsefi ve dini geleneğin ortak paydasıdır. Budizm’in ilk temel ilkesi, “Hayat, ızdıraptır (Dukkha)” der. Bu, hayatın tamamen acıdan ibaret olduğu anlamına gelmez; daha çok, geçiciliğe ve beklentilere dayalı her türlü dünyevi deneyimin özünde bir tatminsizlik ve kırılganlık barındırdığını ifade eder. İnsan, fani olanı ebedi kılmaya çalıştığında, kaçınılmaz olarak hüsrana uğrar. Şairin sorusu da tam bu noktada anlam kazanır: Dünyanın zevkini sürmeye çalışanlar, aslında geçici bir gölgeyi yakalamaya çalışanlardır. Zevk sandıkları şey, acının bir anlık yokluğundan veya bir sonraki acının habercisinden başka bir şey değildir.
Divan şiiri, bu trajik farkındalığı estetik bir zevke dönüştürme sanatıdır. Acıdan şikâyet ederken bile bunu en güzel kelimelerle, en ahenkli vezinlerle yapar. Bülbülün ağlayışı, bir isyan değil, bir yakarıştır. Lalenin bağrındaki siyahlık, bir kusur değil, derin bir sevdanın nişanıdır. Bu, acıyı kutsallaştırmak değil, onu anlamlandırma çabasıdır. Şairler, bu mihnet yurdunda kalıcı bir mutluluk aramanın beyhudeliğini anladıkları için, mutluluğu fani olanın ötesinde, manevi bir boyutta aramışlardır. Dünyanın zevkinden değil, İlahi Cemâl’i fark edebilmektedir. İşte o zaman acı, vuslata giden yolun bir parçası haline gelir. Diken, gülün değerini artırır.
İzzet Molla’nın sorusu bugün de geçerlidir. Modern insan, teknoloji ve refahla bu “mihnet”i ortadan kaldırabileceğini sandı. Ancak depresyon, anksiyete ve varoluş boşluk, modern dünyanın en yaygın hastalıkları haline geldi. Çünkü dünyanın tabiatı değişmedi. Hâlâ bülbüller ağlıyor, güller soluyor ve insanlar sevdiklerini kaybediyor. Belki de soruyu değiştirmek gerekir: “Bu dünyanın zevkini kim sürüyor?” yerine, “Bu mihnet yurdunda gerçek zevk ve huzur nasıl bulunur?” Belki de cevap, şairin işaret ettiği gibi, dünyanın kendisinde değil, ona yüklediğimiz anlamda ve bakış açımızda saklıdır.
Özet
Keçecizâde İzzet Molla’nın beyti, bülbül, gül ve lale gibi güzellik simgelerinin bile acı çektiği bu dünyanın, bir “mihnet yurdu” olduğunu ve kalıcı bir zevk sunamayacağını ifade eder. Makale, bu temanın sadece divan şiirine özgü olmadığını, Budizm gibi pek çok felsefi sistemde de “hayatın ızdırap olduğu” fikriyle paralellik gösterdiğini anlatır. Dünyevi zevklerin geçiciliği ve aldatıcılığı vurgulanırken, divan şairlerinin acıyı estetik bir dille anlamlandırma ve mutluluğu fani olanın ötesinde, manevi bir boyutta arama çabasına dikkat çekilir. Modern insanın teknolojiye rağmen yaşadığı varoluş boşluğun, bu kadim gerçeği göz ardı etmesinden kaynaklandığı belirtilerek, gerçek huzurun dünyaya bakış açısını değiştirmekte yattığı sonucuna varılır.
4. : Selimî (?) ve Feleğin Cilvesi
İktibas
مردم ديدمه بيلمم نه فسون ایتدی فلك
كريهمى قيلدى فزون اشکمى خون ایتدی فلك
شیرلر پنجهٔ قهرمده اولوركن لرزان
بنى بر كوزلرى آهويه زبون ایتدی فلك
Fe’ilâtün Fe’ilâtün Fe’ilâtün Fe’ilün
Merdüm-i dîdeme bilmem ne füsûn etdi felek
Giryemi kıldı füzûn eşkimi hûn etdi felek
Şîrler pençe-i kahrımda olurken lerzân
Beni bir gözleri âhûya zebûn etdi felek
Selimî (?)
Felek, gözbebeğime nasıl bir büyü etti bilmiyorum. O füsûnun etkisiyle gözyaşlarım öylesine çok arttı ki artık kan şeklinde akmaya başladı. Benim kahreden pençemin gücünün korkusundan arslanlar bile titrerken; felek, beni bir ceylân gözlü güzele düşkün, esir etti.
İzah ve Açıklama
Bu beyitlerde şair, kaderin ve aşkın karşı konulmaz gücü karşısındaki çaresizliğini dile getirir. İlk mısrada şair, “felek” yani kader veya talih, gözbebeğine anlaşılmaz bir “füsûn” (büyü) yapmıştır. Bu büyü sonucunda, ikinci mısrada belirtildiği gibi, ağlaması artmış ve gözyaşları kana dönmüştür. Bu, çektiği acının derinliğini gösteren bir mübalağa sanatıdır. Üçüncü mısrada şair, aşk tuzağına düşmeden önceki gücünü ve heybetini anlatır: “Kahreden pençesinin” korkusundan aslanlar bile titremektedir. Bu mısra, sonraki mısranın etkisini artırmak için bir tezat (tezat) sanatı oluşturur. Son mısrada ise bu güçlü ve kudretli adamın, “felek” tarafından “gözleri âhûya” yani ceylan gözlü bir güzele “zebûn” yani esir, düşkün ve aciz bırakıldığı anlatılır. Beyitler, feleğin (kaderin) en güçlü insanları bile aşk yoluyla nasıl dize getirebildiğini dramatik bir şekilde ortaya koyar.
Makale: Aslanları Titreten Pençeyi Esir Eden Ceylan Gözler
İnsan, aklıyla doğayı anladığını, iradesiyle dünyaya hükmettiğini düşünür. Gücünü, statüsünü ve başarılarını bir zırh gibi kuşanır, yenilmez olduğuna inanır. Divan şairi Selimî, bu insani kibrin ne kadar kırılgan olduğunu, kaderin ve aşkın bir cilvesiyle nasıl tuzla buz olabildiğini haykırır. “Benim kahreden pençemden aslanlar titrerken,” der şair. Bu, sadece fiziksel bir güç değil, aynı zamanda bir irade, bir otorite, bir ego beyanıdır. O, kendi dünyasının hükümdarıdır. Ancak bu hükümdarlığın sınırları vardır ve bu sınırları “felek” çizer.
“Felek,” divan şiirinde sıkça kullanılan, modern insanın “kader,” “talih” veya “hayatın sillesi” dediği o soyut gücün kişileştirilmiş halidir. Felek, bazen zalim, bazen keyfi davranan, insanın planlarını altüst eden bir güçtür. Şairin gözüne yaptığı “füsûn” (büyü), bu gücün akıl ve mantıkla anlaşılamayacağını ima eder. Aşk, feleğin en etkili büyüsüdür. Mantığın bütün kalelerini bir anda yıkar, iradenin bütün zincirlerini bir anda kırar. Aslanları titreten o kudretli adam, şimdi bir “ceylan gözlü” güzelin esiridir. “Âhû” (ceylan), divan şiirinde masumiyetin, zarafetin ve ürkekliğin simgesidir. En vahşi gücün, en zarif güzellik karşısındaki mutlak yenilgisidir bu. Güç, güzelliğe boyun eğer.
Bu beyitler, sadece bir aşk acısını değil, aynı zamanda bir dönüşüm hikâyesini anlatır. Aşk, şairin kibrini kırmış, onu acziyetle tanıştırmıştır. Gözyaşlarının kana dönmesi, sadece bir acı ifadesi değil, aynı zamanda bir arınma sürecidir. O kanlı yaşlar, eski “ben”in ölümünü ve yeni, daha hassas, daha insani bir “ben”in doğumunu simgeler. Artık o, gücüyle değil, acısıyla vardır. Bu, tasavvufi bir okumayla, kibrin kırılıp kulun kendi hiçliğini idrak etme sürecine de benzetilebilir. O ceylan gözler, aslında ilahi güzelliğin dünyadaki bir yansımasıdır ve âşığın kahrı, aslında o mutlak güzelliğe ulaşma arzusunun bir ateşidir.
Tarihte ve efsanelerde bu durumun sayısız örneği vardır. Orduları dize getiren komutanlar, bir güzelin bakışıyla esir olmuş; ülkeler yöneten hükümdarlar, bir aşk uğruna tahtını terk etmiştir. Bu hikâyeler, bize gücün ve iktidarın ne kadar geçici, aşkın ve güzelliğin ise ne kadar ezici bir kudrete sahip olduğunu hatırlatır. Selimî’nin beyti, insanın en güçlü anında bile aslında ne kadar zayıf, en kontrol sahibi göründüğü anda bile kaderin ve tutkularının bir oyuncağı olabileceğini edebi bir dille yüzümüze vurur. En büyük kahramanlık, aslanları yenmek değil, bir ceylan gözlüye esir olduğunda o esareti onurla taşıyabilmektir.
Özet
Selimî’ye atfedilen beyitler, “felek” (kader) ve aşkın, en güçlü insanı bile nasıl aciz bırakabildiğini anlatır. Makale, bu temayı işleyerek, insanın güç ve iradesine olan kibrinin ne kadar kırılgan olduğunu vurgular. “Aslanları titreten pençe” imgesi, insanın dünyevi gücünü ve egosunu temsil ederken, “ceylan gözlü güzel” ise bu gücü bir anda yıkan aşkın ve güzelliğin karşı konulmaz kudretini simgeler. Aşk, feleğin akılla anlaşılamayan bir büyüsü olarak tasvir edilir. Bu durumun, sadece bir acı değil, aynı zamanda kibrin kırılarak insanın kendi acziyetini tanıdığı bir dönüşüm süreci olduğu belirtilir. Tarihten ve efsanelerden örneklerle, gücün güzellik karşısındaki kaçınılmaz yenilgisi anlatılarak, en büyük kahramanlığın bu yenilgiyi kabul etmek olduğu sonucuna varılır.
1. Şeyh Gâlib’in Beyti: İnsanın Değeri ve Özündeki İlahi Sır
Bu beyit, Divan edebiyatının son büyük ustası Şeyh Gâlib’e aittir ve insanın kendi hakikatini unutarak kederlere boğulmasını sorgularken, ona kim olduğunu hatırlatan derin bir düşünce sunar.
İktibas
Osmanlıca Metin:
ای دل ای دل نیه بو رتبهده پرغمسین سن
کرچه ویرانه ایسهك کنج مُطَلسَمسین سن
سجده فرمای ملك ذاتِ مُكرّمسین سن
بیلدیکك کی دکل جملهدن اقدمسین سن
روحسن نَفخهء جبرئیل ایله توأمسین سن
سِرّ حقسین مَثَل عیسی مریمسین سن
خواجه باق ذاتڭه کم زبدهء عالمسین سن
مردم دیدهء اکوان اولان آدمسین سن
Latin Harfleriyle Metin:
Ey dil ey dil niye bu rütbede pür-gamsın sen
Gerçi vîrâne isen genc-i mutalsamsın sen
Secde-fermâ-yı melek zât-ı mükerremsin sen
Bildiğin gibi değil cümleden akdemsin sen
Rûhsun nefhâ-i Cibrîl ile tev’emsin sen
Sırr-ı Hak’sın mesel-i Îsî-i Meryemsin sen
Hoşça bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen
Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen
Şeyh Gâlib
Günümüz Türkçesiyle Açıklama:
Ey gönül, ey gönül! Neden bu kadar gamla dolusun?
Her ne kadar yıkık, kırık dökük bir hâlde olsan da sen tılsımlı bir hazinesin.
Meleklerin kendisine secde etmeleri emredilen, kadri yüceltilmiş bir varlıksın.
Bildiğin gibi değil, yaratılmış bütün varlıklardan daha olgun, daha ilerisin.
Cebrail’in Hz. Meryem’e üflediği ruhun ikizi olan bir ruh taşıyorsun.
Sen Allah’ın bir sırrısın. Hz. Meryem’in oğlu Hz. İsa gibisin.
Kendine hoşça bir bak, sen alemin özüsün.
Yaratılmış olan varlıkların gözbebeği olan insansın.
Geniş Kapsamlı İzah ve Makale
İnsanın Kırılganlığındaki Kutsal Hazine
Şeyh Gâlib, bu muhteşem sekiz mısralık eserinde, modern psikolojinin ve varoluş düşüncenin yüzyıllar sonra ele alacağı temel bir insanlık durumuna parmak basar: insanın kendi değerini unutarak, dış görünüşünün viraneliğine aldanıp keder içinde kaybolması. Şair, doğrudan “gönül”e seslenerek aslında her bir okurun, her bir insanın kalbine hitap eder. Bu hitap, bir sitem değil, şefkatli bir hatırlatmadır.
İlk mısra, “Ey dil ey dil niye bu rütbede pür-gamsın sen,” yani “Ey gönül, neden bu kadar kederlisin?” sorusuyla başlar. Bu, insanın iç dünyasındaki o bitmeyen melankolinin, anlamsızlık hissinin ve kederin evrensel bir sorgulamasıdır. Şair, bu durumu reddetmez, kabul eder. Evet, gönül viranedir, dünya hayatının sarsıntılarıyla, kayıplarla, hayal kırıklıklarıyla yıkık dökük bir hale gelmiştir. “Gerçi vîrâne isen…” diyerek bu gerçeği teslim eder. Ancak hemen ardından, bu viraneliğin ardındaki sırrı ifşa eder: “…genc-i mutalsamsın sen.” Sen, bu yıkıntıların altında saklı, tılsımlı, eşsiz bir hazinesin. Dışarıdan bakıldığında görünen enkaz, aslında içindeki defineyi koruyan bir kabuktur.
Şair, bu hazinenin ne olduğunu mısralar ilerledikçe katman katman açar. İnsanın değeri, onun yaratılışındaki ilahi özden gelir. O, meleklerin secde etmekle emrolunduğu “zât-ı mükerrem,” yani şerefli ve yüce bir varlıktır. Bu, Kur’an-ı Kerim’deki Hz. Âdem’in yaratılış kıssasına doğrudan bir göndermedir (telmih). İnsan, basit bir varlık değildir; o, meleklerden üstün kılınmış, ilahi bir onura sahip olandır.
Gâlib, daha da derine inerek insanın ruhani boyutunu Cebrail’in Hz. Meryem’e üflediği ruha (nefha) benzetir. Bu, insanın içinde taşıdığı ruhun, doğrudan ilahi bir nefes olduğunu ve bu ruhun onu Hz. İsa gibi mucizevi kıldığını anlatır. Hz. İsa, babasız dünyaya gelerek biyolojik kanunların ötesinde bir varoluş sergilemiştir; insan da kendi içindeki bu ilahi sır ile maddi dünyanın sınırlamalarını aşabilecek bir potansiyele sahiptir.
Sonuç olarak Şeyh Gâlib, insanın kendine “hoşça bakmasını” öğütler. Bu bakış, aynadaki fiziki yansımaya değil, varlığın derinliklerine, öze yapılan bir yolculuktur. Bu yolculuğun sonunda insan, kendisinin “zübde-i âlem” (âlemin özü, esansı) ve “merdüm-i dîde-i ekvân” (varlıkların gözbebeği) olduğunu idrak eder. Kâinat dev bir göze benzetilirse, insan o gözün tam ortasındaki, her şeyi anlamlı kılan bebektir.
Bu beyit, bireye, içinde bulunduğu durum ne kadar kötü olursa olsun, özündeki değeri ve potansiyeli hatırlaması için yapılmış en güçlü çağrılardan biridir. O, sadece bir şiir değil, aynı zamanda bir terapi, bir manevi yol haritasıdır.
Özet
Şeyh Gâlib bu şiirinde, insanın dış olarak ne kadar viran ve kederli görünürse görünsün, özünde ilahi bir sır ve tılsımlı bir hazine taşıdığını vurgular. Meleklerin secde ettiği şerefli bir varlık, âlemin özü ve kâinatın gözbebeği olduğunu hatırlatarak, insana kendini hor görmemesi ve içindeki yüce potansiyeli keşfetmesi için ilham verir. Bu, insanın kırılganlığı ile kutsallığı arasındaki muhteşem dengeyi anlatan ölümsüz bir eserdir.
2. Hâzık’ın Beyti: Yüksek Himmet ve Dünyevi Makamların Aldatıcılığı
Bu beyit, şair Hâzık’a aittir ve karakterin yüceliği ile dünyevi makamlar arasındaki çoğu zaman ters orantılı ilişkiyi keskin bir dille ifade eder.
İktibas
Osmanlıca Metin:
تنزّل ایلمز عالی همم چرکاب دنیایه
آنڭچون ذروهء جاهه چیقان اکثرادانیدر
Latin Harfleriyle Metin:
Tenezzül eylemez âlî-himem çirk-âb-ı dünyâya
Anınçün zirve-i câha çıkan ekser edânîdir
Hâzık
Günümüz Türkçesiyle Açıklama:
Himmeti yüksek olan yüce gönüllü insanlar dünyanın çirkinliklerine tenezzül etmez.
Ondan dolayı yüksek makamlara çıkanlar genellikle bayağı, sıradan insanlardır.
Geniş Kapsamlı İzah ve Makale
Erdemin Sessizliği ve Mevkinin Gürültüsü
Hâzık’ın bu beyti, toplumların ve medeniyetlerin kadim bir paradoksunu iki mısra gibi kısa bir alanda ustalıkla özetler: Gerçek liyakat ve erdem sahipleri neden genellikle gözden uzak ve mütevazı bir hayat sürerken, en yüksek mevkiler ehil olmayanların eline geçer? Bu beyit, sadece bir tespit değil, aynı zamanda bir ahlak ve toplum eleştirisidir.
İlk mısra, “Tenezzül eylemez âlî-himem çirk-âb-ı dünyâya,” bir ilkeyi ortaya koyar. “Âlî-himem,” himmeti, gayesi, idealleri yüce olan kişi demektir. Bu insanlar, karakter sahibi, onurlu, bilge ve erdemli şahsiyetlerdir. Onlar için gaye, para, şöhret veya makam değil, daha ulvi değerlerdir: adalet, hakikat, ilim, irfan. Şair, dünyayı ve onun getirdiği makam kavgalarını, entrikaları, yalanları “çirk-âb” yani “kirli, pis su” olarak tasvir eder. Yüce ruhlar, bu kirli suya girmeyi, bu çamurla kendilerini lekelemeyi onurlarına yediremezler, yani “tenezzül etmezler.” Onlar için ilkesizlik yaparak bir mevki kazanmaktansa, ilkeleriyle birlikte köşede kalmak daha evladır.
İkinci mısra, bu ilkenin doğal bir sonucu olarak ortaya çıkan acı gerçeği yüzümüze vurur: “Anınçün zirve-i câha çıkan ekser edânîdir.” Yani, “İşte bu yüzden, makam ve mevki zirvesine çıkanların çoğu ‘edânî’ yani alçak, bayağı, sıradan kimselerdir.” Yüce ruhlar o kirli suya girmekten imtina edince, meydan kimlere kalır? O suda yüzmekten, o çamura bulanmaktan çekinmeyen, hatta bundan zevk alan, makam için her türlü ilkesizliği göze alabilen kişilere. Onlar, yükselmek için başkalarının omuzlarına basmaktan, yalan söylemekten, dalkavukluk yapmaktan imtina etmezler. Bu yüzden, bir toplumda en tepedeki insanların niteliğine bakarak o toplumun ahlaki seviyesi hakkında bir fikir edinmek mümkündür.
Bu beyit, tarih boyunca pek çok bilge ve filozofun dile getirdiği bir hakikati yansıtır. Platon’un “Devlet” adlı eserinde ideal yöneticilerin yönetime isteksiz olan bilgeler olması gerektiğini söylemesi de aynı kapıya çıkar. Çünkü gücü arzulayanlar, genellikle onu kötüye kullanma potansiyeli en yüksek olanlardır. Hâzık, bu felsefi derinliği, divan şiirinin estetiği içinde veciz bir şekilde sunar.
Beyit, günümüz dünyası için de son derece geçerli ve ibretlik bir mesaj taşır. Siyasette, iş dünyasında veya sosyal hayatta, liyakatin değil, sadakatin veya kurnazlığın prim yaptığı her yerde, “zirve-i câh” yani makamların zirvesi, “edânî”ler tarafından işgal edilmeye mahkumdur. Bu durum, toplumun genel kalitesini düşürür ve adaletsizliği artırır. Hâzık’ın bu sözü, bize mevkilerin parlaklığına aldanmamamız, asıl değeri ve erdemi, gözden uzak kalmayı tercih eden “âlî-himem” şahsiyetlerde aramamız gerektiğini hatırlatan bir bilgelik feneridir.
Özet
Hâzık bu beytinde, yüce ideallere sahip onurlu insanların, dünyanın kirli ve entrikalarla dolu makam kavgalarına tenezzül etmeyeceğini belirtir. Bunun doğal bir sonucu olarak da en yüksek mevkilere ulaşanların genellikle bu tür çirkinliklerden çekinmeyen, karakteri zayıf ve bayağı kimseler olduğunu ifade eder. Beyit, gerçek değerin makamda değil, şahsiyette olduğu ve liyakatin genellikle mütevazı bir sessizlik içinde bulunduğu gerçeğini vurgulayan güçlü bir toplum eleştirisidir.
Bu beyit, şair Fennî’ye aittir ve dış dünyanın, özellikle de çıkarcı insanların eleştirileri ve değiştirme çabaları karşısında, insanın iç huzurunu ve gücünü Allah’ın her şeyi bilen adaletine sığınarak nasıl koruyabileceğini anlatır.
İktibas
Osmanlıca Metin:
مداهنلر بنی تغییره خواهشگرسه ایتسونلر
خلوص بالمی هر حالی الله بیلمز می
Latin Harfleriyle Metin:
Müdâhinler beni tağyîre hâhişgerse etsinler
Hulûs-ı bâlimi her hâlimi Allâh bilmez mi
Fennî
Günümüz Türkçesiyle Açıklama:
Dünyevi bir menfaat için dalkavukluk yapan insanlar eğer beni değiştirmeyi arzuluyorlarsa bir zararı yok. Benim kalbimin hâlisliğini, temizliğini Allah bilmiyor mu?
Geniş Kapsamlı İzah ve Makale
Kalbin Sığınağı: Allah’ın Şahitliği
Fennî’nin bu beyti, samimiyetin ve iç bütünlüğün, dış baskılar ve riyakârlıklar karşısındaki sarsılmaz duruşunu anlatan bir iman manifestosudur. Şair, etrafını saran ve onu kendi çıkarlarına göre şekillendirmek isteyen bir güruha karşı dimdik durur ve gücünü maddi bir otoriteden değil, manevi bir teslimiyetten alır.
İlk mısra, “Müdâhinler beni tağyîre hâhişgerse etsinler,” durumu net bir şekilde ortaya koyar. “Müdâhinler,” yüze gülen, dalkavukluk yapan, kendi menfaatleri için başkalarının düşüncelerini ve davranışlarını değiştirmeye çalışan ikiyüzlü kimselerdir. Bu insanlar, şairi “tağyîr” etmek, yani onu değiştirmek, kendi kalıplarına sokmak, özünden koparmak istemektedirler. Şairin bu duruma tepkisi ise tam bir özgüven ve aldırmazlık ihtiva eder: “etsinler.” Bu kelime, basit bir “yapsınlar” demek değildir; içinde “ne yaparlarsa yapsınlar, çabaları boşunadır” anlamını barındıran bir meydan okumadır.
Bu meydan okumanın kaynağı nedir? Şair, gücünü nereden almaktadır? Cevap, ikinci mısrada gizlidir ve bu beyti ölümsüz kılan da bu cevaptır: “Hulûs-ı bâlimi her hâlimi Allâh bilmez mi?” Bu bir soru değil, en güçlü teyit ifadesidir. “Hulûs-ı bâl,” kalbin, zihnin, niyetin en saf, en arı, en samimi halidir. Şair diyor ki: “Bu dalkavuklar benim dışımı değiştirmeye çalışabilir, hakkımda yanlış dedikodular yayabilir, beni olmadığım biri gibi göstermeye çabalayabilirler. Ama benim kalbimin içini, niyetimin saflığını, ‘hulûs’umu bilen birisi var: Allah.”
Bu mısra, insanın en büyük mahkemesinin kendi vicdanı ve Allah’ın bilgisi olduğu gerçeğini hatırlatır. İnsanların hakkınızda ne düşündüğü, sizi nasıl yargıladığı geçici ve çoğu zaman yanıltıcıdır. Onlar sadece dış görünüşe, sözlere ve eylemlere bakarak hüküm verirler. Oysa asıl olan, kalplerin derinliğinde yatan niyettir. Ve o niyeti, o “hulûs”u bilen tek merci, her şeyi kuşatan ilahi bilgidir.
Bu beyit, özellikle dürüstlüğü ve samimiyeti yüzünden dışlanan, yanlış anlaşılan veya değiştirilmeye zorlanan her insan için bir teselli ve güç kaynağıdır. Sosyal baskının, mahalle baskısının veya popülizmin dayatmaları karşısında “kendin olarak kalabilme” erdemini yüceltir. Şair, “Onlar istediklerini yapsınlar, benim kalbimin temizliğini ve her halimi bilen Allah bana yeter” diyerek, en büyük onayı ve huzuru başkalarının takdirinde değil, Allah’ın şahitliğinde bulur. Bu, kişiyi dünyevi kaygılardan özgürleştiren ve ona sarsılmaz bir iç kale inşa eden derin bir tevekkül halidir.
Özet
Fennî, bu beytinde, çıkarcı ve ikiyüzlü insanların kendisini değiştirme çabalarına karşı kayıtsız kaldığını, çünkü asıl değerin ve gerçeğin Allah tarafından bilindiğine inandığını ifade eder. İnsanların dış yargılarına ve baskılarına karşı, kalbinin saflığını ve niyetinin temizliğini bilen Allah’ın şahitliğini bir kalkan olarak kullanır. Bu, dünyevi eleştiriler karşısında manevi bir sığınak bularak iç bütünlüğü korumanın hikmetli bir ifadesidir.
4. Me’âlî’nin Beyti: Kederin Gücü ve Tevekkülün Dayanağı
Divan şairlerinden Me’âlî’ye ait bu beyit, gönüle seslenerek, çektiği acıların ve döktüğü gözyaşlarının birer dayanak olabileceği fikrini, derin bir tevekkül ve teslimiyet içinde işler.
İktibas
Osmanlıca Metin:
اشك و واهه كوكل اینانیرسیڭ
یله اویوب صویه طیانیرسیڭ
Latin Harfleriyle Metin:
Eşk ü vâha gönül inanırsın
Yele uyup suya dayanırsın
Me’âlî
Günümüz Türkçesiyle Açıklama:
Ey gönlüm! Gözümden akan yaşlara ve ağzımdan çıkan âhlara inanıyorsun. Sen yele uyup, suya dayanıyorsun.
Geniş Kapsamlı İzah ve Makale
Gözyaşı ve Ah İle Ayakta Kalmak
Me’âlî’nin bu beyti, ilk bakışta bir çaresizlik ifadesi gibi görünse de, derinliğine inildiğinde acıyı bir güç kaynağına dönüştüren sofistike bir tevekkül anlayışını barındırır. Şair, yine Divan şiirinin merkezindeki “gönül”e seslenir ve onun içinde bulunduğu durumu tasvir eder.
İlk mısra, “Eşk ü vâha gönül inanırsın,” gönlün sığındığı iki temel unsuru belirtir: “eşk” (gözyaşı) ve “vâh” (ah, feryat). Gönül, çektiği ıstıraplar karşısında gözyaşına ve ah etmeye “inanır.” Bu inanmak, sadece bu eylemleri gerçekleştirmek değil, aynı zamanda onlardan bir medet ummak, acısını bu yollarla dışa vurarak bir nevi teselli bulmaktır. Gözyaşı dökmek ve ah çekmek, kederin en somut, en fiziksel tezahürleridir. Gönül, bu somut eylemlere tutunarak acısını yaşar ve anlamlandırır.
İkinci mısra, bu durumu muhteşem bir metaforla açıklar: “Yele uyup suya dayanırsın.” Bu mısra iki şekilde yorumlanabilir ve her iki yorum da beytin anlamını zenginleştirir:
• Görünürdeki Anlam (Çaresizlik): “Ah” (vâh), ağızdan çıkan bir nefestir ve “yel”e, yani rüzgâra benzer. “Gözyaşı” (eşk) ise “su”dur. Bu yoruma göre şair, gönlüne şöyle seslenmektedir: “Ey gönül! Sen, rüzgâr gibi geçici ve boş olan ahlara uyuyor, su gibi akıp giden ve bir dayanak olamayacak gözyaşlarına güveniyorsun.” Bu, bir çaresizlik ve boşluğa tutunma halidir. Dayanılan şeyler, doğaları gereği istikrarsız ve güvenilmezdir.
• Derin Anlam (Tevekkül ve Güç): Bu yorum, beytin hikmetli yönünü ortaya çıkarır. “Ah” rüzgârdır, “gözyaşı” sudur. Rüzgâr ve su, doğanın en güçlü ve şekil verici unsurlarındandır. Rüzgâr dağları aşındırır, su en sert kayaları deler. Bu açıdan bakıldığında şair, gönlüne şunu söylüyor olabilir: “Ey gönül! Sen zayıf gibi görünen ahını ve gözyaşını birer güç kaynağına dönüştürüyorsun. Rüzgârın gücüne uyum sağlıyor, suyun sabrına ve akışkan gücüne dayanıyorsun.” Bu, acının kendisini bir direniş aracına çevirmektir. Gönül, ah ederek içindeki zehri dışarı atar, gözyaşı dökerek arınır ve bu doğal akışa teslim olarak ayakta kalır. Tıpkı Hz. Eyyûb’un (Peygamber Eyüp) sabırla her türlü derde dayanması gibi, âşığın gönlü de kendi kederinin unsurlarına dayanarak sabreder.
Bu ikinci yorum, beytin edebi ve manevi değerini yükseltir. Me’âlî, bize acıdan kaçmak yerine, onu olduğu gibi kabul edip, onun doğal ön planları olan gözyaşı ve ah ile birlikte akmayı öğretir. Bu, bir nevi pasif direniştir. Gönül, savaşarak değil, uyum sağlayarak ve akışa teslim olarak en büyük fırtınalara bile dayanır. Bu, doğanın bilgeliğini insanın iç dünyasına taşıyan, son derece düşündürücü ve ibretlik bir bakış açısıdır.
Özet
Me’âlî bu beytinde, acı çeken gönlün, teselliyi gözyaşlarında (“eşk”) ve ah etmelerde (“vâh”) bulduğunu ifade eder. Bu durumu, “yele uyup suya dayanmak” olarak tasvirler. Bu ifade, bir yandan rüzgâr ve su gibi dayanıksız şeylere güvenmenin çaresizliğini anlatırken, daha derin bir anlamda ise rüzgârın ve suyun doğal gücüne teslim olarak acıya dayanma ve onunla birlikte akma bilgeliğini simgeler. Beyit, acının kaçınılacak bir şey değil, doğru yaşandığında bir dayanıklılık ve arınma vesilesi olabileceğini düşündürür.
1. Beyit: Zâtî’den Aşk, Rakip ve Değersizlik Üzerine Bir Feryat
İktibas
Osmanlıca Metin:
رقيبﻪ صدر كوسترﻙ ددڭ اول فتنهيه اولو
بنم بر ايت قدر وه وه قاپڭده اعتبارم يوق
Aruz Vezni:
Mefâ’îlün Mefâ’îlün Mefâ’îlün Mefâ’îlün
Latin Harfleriyle Transkripsiyon:
Rakîbe sadr gösterdin dedin ol fitneye ulu
Benim bir it kadar veh veh kapında i’tibârım yok
Şair:
Zâtî
Açıklama:
O fitneci rakibe şerefli bir insan diyerek baş köşeyi gösterdin. (O fitneci rakibe baş köşeyi gösterdin ve ona ulumasını söyledin.) Vah vah! Ne yazık ki senin kapında benim bir it kadar bile değerim yok.
İzah ve Makale
Divan şiiri, beşerî aşktan ilahi aşka uzanan yolda insan ruhunun en çalkantılı, en hassas ve en derin hislerine tercüman olmuş bir edebiyat geleneğidir. Bu geleneğin en temel sacayaklarından biri “âşık-maşuk-rakip” (seven-sevilen-rakip) üçgenidir. Zâtî’nin bu feryat dolu beyti, bu üçgenin en acı verici köşesinde duran âşığın, sevdiği tarafından hiçe sayılmasının ve rakibinin baş tacı edilmesinin trajedisini dile getirir.
Aşk Arenasında Değerler Çatışması
Beytin ilk mısrası, âşığın gözünden yaşanan acı bir sahneyi tasvir eder: “Rakîbe sadr gösterdin dedin ol fitneye ulu”. Sevgili, âşığın can düşmanı olan rakibe “sadr”, yani en şerefli yeri, baş köşeyi göstermiştir. Bu, sadece fiziki bir yer gösterme eylemi değildir; bu, rakibe değer, önem ve üstünlük atfetmektir. Sevgili, bununla da kalmaz, o rakibe “ulu” diye hitap eder. Âşığın gözünde bir “fitne”, yani bir ara bozucu, bir kargaşa unsuru olan rakip, sevgilinin nazarında “ulu” yani yüce bir varlığa dönüşmüştür. Bu durum, âşığın değer yargılarının ve dünyasının altüst olması demektir. Kendi sadakatini, sevgisini ve fedakârlığını hiçe sayan sevgilinin, bir “fitneciyi” yüceltmesi, âşığın kalbine saplanmış bir hançerdir. Bu, sadece bir tercih değil, aynı zamanda bir ihanettir.
Vefanın Değersizliği ve “İt” Metaforu
İkinci mısra, bu trajedinin âşığın iç dünyasındaki yansımasını ve ulaştığı son noktayı gösterir: “Benim bir it kadar veh veh kapında i’tibârım yok”. Divan şiirinde “it” (köpek) metaforu, genellikle sadakatin ve kapıdan ayrılmamanın sembolü olarak kullanılır. Köpek, ne kadar hor görülse de sahibinin kapısını bekler, ona sadakatle bağlıdır. Âşık da kendini bu sadık bekleyici olarak görür. Ancak bu beyitte durum daha da vahimdir. Âşık, bu en sadık varlık olan köpek kadar bile itibarının kalmadığını “veh veh” (vah vah, eyvahlar olsun) nidalarıyla haykırır. Sevgilinin kapısı, âşık için bir Kâbe kutsallığındadır; o kapıdan ayrılmamak en büyük erdemdir. Fakat şimdi o kapıda, bir köpeğe gösterilen asgari değer bile ona gösterilmemektedir. Sadakati, vefası ve bitmek bilmeyen sevgisi, “fitneci” bir rakibin yüceltilmesi karşısında tamamen anlamsızlaşmış ve görünmez kılınmıştır.
Tarihi ve Edebi Derinlik
Zâtî, 16. yüzyılın en önemli şairlerinden biridir ve Bâkî gibi sultan şairlere hocalık yapmıştır. Onun şiiri, samimi, lirik ve halk söyleyişlerine yakın bir üslup barındırır. Bu beyit, Zâtî’nin bu samimi üslubunun ve insan psikolojisini anlama konusundaki ustalığının bir isbatıdır. Aşk acısını, kıskançlığı ve değersizlik hissini bu kadar yalın ve aynı zamanda bu kadar güçlü imgelerle anlatmak büyük bir sanatkârlıktır. Bu feryat, sadece bir aşk hikâyesi değil, aynı zamanda liyakatin ve sadakatin göz ardı edildiği, değersiz olanın baş tacı edildiği her türlü sosyal ve insani duruma dair ibretlik bir tenkittir. İnsan, hak ettiğine inandığı değeri göremediğinde ve kendi yerini bir başkasının, özellikle de hak etmediğini düşündüğü birinin aldığını gördüğünde, Zâtî’nin yüzlerce yıl önce döktüğü bu mısralardaki acıyı derinden hisseder.
Özet
Zâtî’nin bu beyti, aşk üçgenindeki âşığın çektiği derin ıstırabı konu alır. Sevgilinin, âşığın gözünde bir “fitneci” olan rakibe en değerli yeri verip onu yüceltmesi karşısında, âşık kendi sadakatinin ve varlığının ne kadar değersizleştirildiğini fark eder. Kendisini, sevgilinin kapısındaki en sadık varlık olan bir köpekten bile daha itibarsız gördüğünü acı bir feryatla dile getirir. Beyit, sadece bir aşk acısını değil, aynı zamanda vefanın ve liyakatin hiçe sayıldığı durumlarda insanın hissettiği evrensel hayal kırıklığını ve değersizlik duygusunu etkileyici bir dille anlatır.
2. Beyit: Süleyman Çelebi’den Zikir ve Teslimiyetin Hikmeti
İktibas
Osmanlıca Metin:
هر نفسده الله آدڭ دی مدام
الله آدیله اولور هر ایش تمام
Aruz Vezni:
Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilün
Latin Harfleriyle Transkripsiyon:
Her nefesde Allâh adın de müdâm
Allâh adıyla olur her iş tamâm
Şair:
Süleyman Çelebi
Açıklama:
Her nefes alışında sürekli Allah’ı zikret. Bütün işler Allah’ın adını anınca tamam olur.
İzah ve Makale
İnsan, hayat yolculuğunda sayısız işe başlar, hedefler koyar ve bu hedeflere ulaşmak için çabalar. Ancak bu çabanın ortasında unuttuğu en temel hakikat, kendi gücünün ve iradesinin sınırlı olduğudur. Mevlid-i Şerif’in yazarı olarak gönüllerde taht kuran Süleyman Çelebi, bu ölümsüz beytinde insana bu temel hakikati hatırlatır: gerçek kudretin kaynağına bağlanmadan hiçbir işin tamama ermeyeceği gerçeği.
“Her Nefesde Allâh Adın De Müdâm”: Zikrin Hayata Yayılması
Beytin ilk mısrası, bir tavsiye ve bir yaşam biçimi önerisidir. “Her nefesde Allâh adın de müdâm” yani “Sürekli olarak, her nefes alışverişinde Allah’ın adını an.” Bu, sadece dil ile yapılan bir tekrar eylemi değildir. “Nefes”, hayatın en temel birimidir; hayatın kendisidir. Dolayısıyla her nefeste Allah’ı anmak, hayatın her anını, her eylemini, her düşüncesini Allah bilinciyle yaşamaktır. Bu, tasavvuftaki “dâimî zikir” halidir. Zikir, sadece belli zamanlarda yapılan bir ibadet olmaktan çıkar, insanın varoluşunun ritmi haline gelir. Bu bilinç hali, insana acizliğini ve bir Yaratıcı’ya muhtaç olduğunu hatırlatır. Kibrini kırar, onu daha mütevazı ve daha bilinçli bir varlık yapar. Yaptığı her işe başlarken, o işin sadece kendi çabasıyla değil, ilahi bir izin ve yardımla mümkün olacağını idrak eder.
“Allâh Adıyla Olur Her İş Tamâm”: Tevekkül ve Sonucun Kaynağı
İkinci mısra, bu hayat biçiminin getireceği sonucu, bir ilahi kanunu dile getirir: “Allâh adıyla olur her iş tamâm”. Yani, “Her iş, ancak Allah’ın adıyla, O’nun izni ve yardımıyla tamama erer, kemale ulaşır.” Bu, halk arasında “Besmelenin sırrı” olarak bilinen hikmetin şiirsel bir ifadesidir. Bir işe “Bismillah” diyerek başlamak, “Ben bu işe kendi gücümle değil, Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla, O’ndan yardım dileyerek başlıyorum” demektir. Bu, eylemin başlangıcına bir bereket ve bir niyet mührü vurmaktır. Süleyman Çelebi, bu mısra ile sonucun da ancak bu başlangıçla mümkün olacağını vurgular. İnsan elinden gelen tüm çabayı gösterir, sebeplere yapışır; ancak işin neticesini, tamamlanmasını ve hayırla sonuçlanmasını Allah’tan bekler. Bu, teslimiyetin ve tevekkülün en saf halidir. İnsan, kendi çabasının okyanusta bir damla olduğunu, asıl sonucu yaratacak olanın ilahi kudret olduğunu anladığında, başarısızlık korkusundan ve başarı kibrinden kurtulur.
Tarihi ve Kültürel Miras
Süleyman Çelebi’nin bu beyti, kendisinin en meşhur eseri olan Vesîletü’n-Necât (Kurtuluş Vesilesi) yani Mevlid’in de ruhunu özetler. Eser, baştan sona Allah’a hamd, Peygamber’e salât ve selam ile örülmüştür ve her bölümü bir tevhid ve teslimiyet bilinciyle yazılmıştır. Bu beyit, yüzyıllardır Anadolu insanının dilinde bir dua, bir düstur olmuştur. Bir işe başlarken, bir zorlukla karşılaşıldığında veya bir iş başarıyla tamamlandığında bu beyit hatırlanır. O, sadece bir şiir parçası değil, aynı zamanda bir milletin kolektif bilincine işlemiş bir inanç manifestosudur. Bize, modern dünyanın unutturmaya çalıştığı bir gerçeği fısıldar: Teknolojimiz ne kadar ilerlerse ilerlesin, planlarımız ne kadar kusursuz olursa olsun, her işin tamamlanması, her nefesin alınıp verilmesi O’nun iznine tabidir.
Özet
Süleyman Çelebi’nin bu hikmet dolu beyti, insana hayatının her anını Allah bilinciyle (“zikir”) yaşamasını ve her işine O’nun adıyla başlamasını öğütler. İlk mısra, “her nefeste zikir” ile hayatı anlamlandırmayı, ikinci mısra ise “Allah’ın adıyla her işin tamamlanacağı” gerçeğiyle tevekkül ve teslimiyeti anlatır. Beyit, insanın kendi acizliğini kabul edip gerçek kudret sahibi olan Allah’a yöneldiğinde, işlerinin bereketli ve kâmil bir sonuca ulaşacağı evrensel ilkesini vurgular. Bu, hem bir hayat düşüncesi hem de bir inanç düsturudur.
3. Beyit: Osman Hulûsi-i Darendevî’den Aşkın Dönüştürücü Doğası
İktibas
Osmanlıca Metin:
سنك سوداڭه يانمق غيری سودادن اوصانمقـدر
سنی سودم دمك حالڭه رنككه بويايانمقـدر
Aruz Vezni:
Mefâ’îlün Mefâ’îlün Mefâ’îlün Mefâ’îlün
Latin Harfleriyle Transkripsiyon:
Senin sevdâna yanmak gayrı sevdâdan usanmaktır
Seni sevdim demek hâline rengine boyanmaktır
Şair:
Osman Hulûsi-i Darendevî
Açıklama:
Ey sevgili! Senin sevdana yanmak, sana sevdalanmak diğer bütün sevgilerden vazgeçmekle olur. Bir insanın seni sevdim diyebilmesi için her hâli ve her tavrıyla senin rengine boyanması, senin gibi olması gerekir.
İzah ve Makale
Aşk, tarihin her döneminde şairlere, düşünürlere ve sanatkârlara ilham vermiş en kadim ve en güçlü duygudur. Ancak aşk, sadece bir his veya bir beyandan ibaret midir? 20. yüzyılın önemli mutasavvıf şairlerinden Osman Hulûsi-i Darendevî, bu derinlikli beytinde aşkın ne olmadığını ve gerçekte ne olduğunu, onun dönüştürücü ve başkalaştırıcı tabiatını ortaya koyarak açıklar.
“Senin Sevdâna Yanmak Gayrı Sevdâdan Usanmaktır”: Aşkın Tekliği ve Dışlayıcılığı
Beytin ilk mısrası, gerçek aşkın en temel şartını ortaya koyar: teklik ve münhasırlık. “Senin sevdâna yanmak”, sadece bir sevgiye tutulmak değil, o sevginin ateşinde varlığını eritmektir. Bu “yanma” eylemi, beraberinde bir “usanmayı” yani diğer her şeyden yüz çevirmeyi, bıkmayı getirir. Kalp, bir saray gibidir ve o saraya sadece bir sultan sığabilir. Bir kalpte aynı anda iki hakiki sevda barınamaz. İlahi aşk açısından bu, Allah aşkına tutulan bir kalbin, masivadan, yani Allah dışındaki her türlü dünyevi hevesten, sevgiden ve bağlılıktan kopması demektir. Beşerî aşkta ise bu, sevilene tam bir sadakatle bağlanıp, gözünü ve gönlünü ondan başkasına kapatmaktır. Dolayısıyla sevmek, bir tercih değil, bir vazgeçiştir. Bir şeyi “her şey” yapabilmek için, diğer “her şeyden” vazgeçmek gerekir. Hulûsi Efendi, aşkın bu dışlayıcı ve merkezileştirici yapısını “usanmak” kelimesiyle güçlü bir şekilde ifade eder. Diğer sevdalar artık çekiciliğini yitirmiş, tatsız ve anlamsız hale gelmiştir.
“Seni Sevdim Demek Hâline Rengine Boyanmaktır”: Aşkın İspatı ve Dönüşüm
İkinci mısra, aşkın sadece bir iddia veya sözden ibaret olamayacağını, onun fiili bir ispat gerektirdiğini vurgular. “Seni sevdim demek”, kuru bir cümleden çok daha fazlasıdır; o, sevenin sevgilinin “hâline” ve “rengine boyanmasıdır”. Bu, tasavvuftaki “sıbgatullah” (Allah’ın boyasıyla boyanmak) kavramının bir yansımasıdır. Sevmek, sevilene benzemeye çalışmaktır. Onun ahlakıyla ahlaklanmak, onun sevdiğini sevmek, onun sevmediğinden uzak durmaktır. Sevgilinin hali ne ise o hale bürünmek, onun rengi ne ise o renge girmektir. Bu, âşığın kendi benliğinden, egolarından, eski alışkanlıklarından soyunup, sevgilinin varlığında yeniden doğmasıdır. Bu bir taklit değil, aşkın ateşiyle pişen ruhun doğal bir dönüşümüdür. Tıpkı bir demirin ateşe girip, ateşin rengini ve özelliğini alarak kor haline gelmesi gibi, âşık da maşukun manevi iklimine girerek onun sıfatlarıyla bezenir. İşte o zaman “Seni sevdim” sözü, hakikat kazanır. Aksi takdirde, bu söz, içi boş bir iddiadan öteye geçemez.
İbretlik ve Düşündürücü Yönü
Osman Hulûsi Efendi’nin bu beyti, günümüzün yüzeysel ve tüketim odaklı ilişkiler anlayışına derin bir tenkit sunar. Aşkın bir fedakârlık, bir adanmışlık ve bir dönüşüm süreci olduğunu hatırlatır. Bize şu soruları sordurur: Sevdiğimizi söylerken, gerçekten diğer her şeyden vazgeçebiliyor muyuz? Sevdiğimiz uğruna değişmeye, dönüşmeye, onun ahlakıyla güzelleşmeye ne kadar hazırız? Yoksa “aşk” dediğimiz şey, sadece kendi benliğimizi ve arzularımızı tatmin etme aracı mıdır? Bu beyit, aşkın en yüce formunun, sevenin kendi benliğini sevilenin potasında eriterek “biz” olabilme sanatı olduğunu düşündüren hikmetli bir rehberdir.
Özet
Osman Hulûsi-i Darendevî’nin beyti, gerçek aşkın iki temel özelliğini tanımlar. Birincisi, hakiki bir sevgiye bağlanmanın, diğer bütün sevgilerden ve bağlılıklardan vazgeçmeyi gerektirmesidir. İkincisi ise, “seni seviyorum” demenin ispatının, sadece sözle değil, sevenin kendisini tamamen değiştirerek sevilenin haliyle hallenmesi, onun rengine bürünmesi, yani ona benzemesiyle mümkün olduğudur. Beyit, aşkın bir iddia değil, köklü bir dönüşüm ve tam bir adanmışlık hali olduğunu veciz bir şekilde ortaya koyar.
4. Beyit: Fuzûlî’den Aşkın Özü ve Bencillik Üzerine Bir Tahlil
İktibas
Osmanlıca Metin:
جانى كيم جانانى ايچون سوسه جانانين سور
جانى ايچون كيمكه جانانين سور جانين سور
Aruz Vezni:
Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilün
Latin Harfleriyle Transkripsiyon:
Cânı kim cânânı içün sevse cânânın sever
Cânı içün kim ki cânânın sever cânın sever
Şair:
Fuzûlî
Açıklama:
Eğer bir kimse kendi canını cananı için severse aslında cananını seviyor demektir. Kendi canı için cananını seven kişi ise hakikatte sadece kendini seviyor demektir.
İzah ve Makale
Aşk ve ıstırap şairi olarak bilinen büyük usta Fuzûlî, şiirlerinde insan ruhunun en karmaşık ve en derinlikli analizlerini yapar. Onun bu beyti, basit bir kelime oyunu gibi görünse de aslında aşkın yapisina, samimiyetine ve bencillikle olan hassas çizgisine dair yapılmış en keskin hikmetli tahlillerden biridir. Fuzûlî, “sevmek” eyleminin ardındaki niyeti sorgulayarak gerçek aşk ile sahte aşkı birbirinden ayırır.
Gerçek Aşk: Cânı Cânân İçin Sevmek
Beytin ilk mısrası, fedakârlığın ve gerçek sevginin tanımını yapar: “Cânı kim cânânı içün sevse cânânın sever”. Yani, “Kim ki kendi canını (varlığını, hayatını) sevgilisi (cânân) uğruna, ona hizmet etmek, onun yanında olmak için severse, işte o kişi gerçekten sevgilisini seviyordur.” Bu bakış açısı, ilk başta zıt gibi görünebilir. Ancak Fuzûlî burada, “kendini sevme” eylemine yüklenen niyete dikkat çeker. Âşık, kendi canını neden sever? Eğer bu sevginin sebebi, o canın sevgiliye feda edilecek, onun yolunda harcanacak bir sermaye olması ise, bu sevgi, bencillikten arınmış, tamamen sevgiliye yönelmiş bir sevgidir. Âşık, sağlıklı olmak ister; çünkü sevgilisine daha iyi hizmet etmek ister. Hayatta kalmak ister; çünkü sevgilisinin cemalini bir an daha fazla görmek ister. Bu durumda kendi varlığı, amaç değil, sevgiliye ulaşmada bir araçtır. Bu, sevginin en diğerkâm, en başka halidir. Merkezde “ben” değil, “o” vardır.
Bencil Aşk: Cânânı Cân İçin Sevmek
İkinci mısra, madalyonun diğer yüzünü, yani bencilliğin ve sahte sevginin tanımını yapar: “Cânı içün kim ki cânânın sever cânın sever”. Yani, “Kim ki sevgilisini kendi canı (nefsi, çıkarları, mutluluğu) için severse, o kişi aslında sevgilisini değil, kendi canını seviyordur.” Bu, sevginin bir araç haline getirildiği en yaygın ve en tehlikeli durumdur. Kişi, sevgiliyi sever çünkü sevgili ona kendini iyi hissettirir, yalnızlığını giderir, statü kazandırır veya ona haz verir. Sevgili, âşığın kendi benliğini tatmin etmek için kullandığı bir nesneye dönüşür. Sevginin merkezinde sevgilinin varlığı ve mutluluğu değil, âşığın kendi tatmini vardır. Sevgili, bu tatmini sağlamadığı anda, o “aşk” da kolayca buharlaşabilir. Fuzûlî, bu ince ama derin ayrımı ortaya koyarak, sayısız ilişkinin ve “aşk” diye nitelenen duygunun aslında gizli bir narsisizm ve bencillik olduğunu yüzümüze çarpar.
Fuzûlî’nin Edebi Dehası
Bu beyitteki deha, sadece felsefi derinliğinde değil, aynı zamanda “cân” ve “cânân” kelimelerinin ustaca, bir satranç ustası gibi yer değiştirilerek kullanılmasında yatar. Aynı kelimelerle, sadece yerlerini ve aradaki “içün” edatının yönünü değiştirerek, birbirine tamamen zıt iki anlam dünyası kurar. Bu, onun dile ne kadar hâkim olduğunun ve en karmaşık fikirleri en veciz şekilde nasıl ifade edebildiğinin bir isbatıdır. Bu beyit, okuyucuyu durup düşünmeye sevk eder: Benim sevgimin arkasındaki niyet ne? Seviyor muyum, yoksa sevilmenin getirdiği hisleri mi seviyorum? Karşımdakini bir amaç olarak mı görüyorum, yoksa kendi mutluluğum için bir araç olarak mı? Fuzûlî’nin asırlar önce sorduğu bu sorular, bugün de geçerliliğini ve yakıcılığını korumaktadır.
Özet
Fuzûlî’nin bu deha ürünü beyti, gerçek aşk ile bencil sevgi arasındaki temel farkı ortaya koyar. Gerçek aşk, kişinin kendi varlığını (“cân”), sevgilisine (“cânân”) hizmet etmek ve onun uğruna feda etmek için sevmesidir; bu durumda merkezde sevgili vardır. Bencil sevgi ise, kişinin sevgiliyi kendi nefsinin tatmini, mutluluğu ve çıkarları (“cânı”) için sevmesidir; bu durumda sevgi bir araç, kişi ise aslında kendisinin âşığıdır. Beyit, sevginin ardındaki niyeti sorgulatarak, okuyucuyu derin bir öz eleştiriye davet eder.
5. Beyit: Nâbî’den Haddini Bilmenin Erdemi ve Güvenliği
İktibas
Osmanlıca Metin:
فدای تيغ اولور حدّن تجاوز ايلين مولر
جفای تيغدن آسودهدر مژگان و ابرولر
Aruz Vezni:
Mefâ’îlün Mefâ’îlün Mefâ’îlün Mefâ’îlün
Latin Harfleriyle Transkripsiyon:
Fedâ-yı tîğ olur haddin tecâvüz eyleyen mûlar
Cefâ-yı tîğdan âsûdedir müjgân u ebrûlar
Şair:
Nâbî
Açıklama:
Gereğinden fazla uzayan, haddini aşan kıllar kesilmeye lâyık bir hâle gelirler. Kirpikler ve kaşlar hadlerini bildikleri ve uzamadıkları için kılıçtan, yani kesilmekten kurtulurlar.
İzah ve Makale
• yüzyılın büyük “hikemî” yani hikmet ve öğüt şairi Nâbî, şiiri sadece estetik bir zevk aracı olarak görmemiş, onu aynı zamanda toplumu ve bireyi eğiten, onlara yol gösteren bir vasıta olarak kullanmıştır. Nâbî’nin bu beyti, onun bu didaktik üslubunun en güzel örneklerinden biridir. Gündelik hayattan, insan vücudundan aldığı basit bir gözlemle, haddini bilmenin evrensel erdemi ve bilgeliği üzerine derin bir ders verir.
“Fedâ-yı Tîğ Olur Haddin Tecâvüz Eyleyen Mûlar”: Haddini Aşmanın Sonu
Beytin ilk mısrası, bir tespiti ve bir kanunu ortaya koyar. “Mûlar”, yani saçlar ve sakallar gibi uzayan kıllar, “haddin tecâvüz eylediğinde”, yani belirlenmiş sınırı aştığında, uzaması gereken ölçüyü geçtiğinde, “fedâ-yı tîğ olur”; yani kılıcın (veya makasın, bıçağın) kurbanı olur, kesilirler. Burada “tîğ” (kılıç), sadece bir kesme aleti değil, aynı zamanda düzeni sağlayan, sınırı aşanı cezalandıran bir otoriteyi, bir ilahi veya toplumsal kanunu simgeler. Nâbî, bu basit bakış üzerinden şu mesajı verir: Hayatta her varlık ve her insan için belirlenmiş bir sınır, bir ölçü, bir makam vardır. Bu sınırı aşan, haddini bilmeyen, kibre kapılıp boyundan büyük işlere kalkışan veya ait olmadığı bir konuma göz diken herkes, eninde sonunda düzenin “kılıcı” tarafından cezalandırılır, haddi bildirilir ve bulunduğu yerden indirilir. Bu, hem fiziksel hem de sosyal bir kanundur. Aşırılık, her zaman tehlikeyi ve yıkımı beraberinde getirir.
“Cefâ-yı Tîğdan Âsûdedir Müjgân u Ebrûlar”: Sınırını Bilmenin Huzuru
İkinci mısra, bu kanunun istisnasını ve kurtuluşun reçetesini sunar. “Müjgân u ebrûlar”, yani kirpikler ve kaşlar, “cefâ-yı tîğdan âsûdedir”; yani kılıcın eziyetinden, kesilme derdinden uzaktır, güvendedir, huzur içindedir. Neden? Çünkü onlar hadlerini bilirler. Belli bir uzunluğa erişince dururlar, daha fazla uzayarak ait oldukları yerin (gözün) düzenini bozmazlar. Onların bu “kendi sınırını bilme” durumu, onlara bir dokunulmazlık ve bir güvenlik sağlar. Nâbî, bu zarif metaforla şu hikmeti dile getirir: Gerçek huzur ve güvenlik, ihtirasta ve sınırı aşmakta değil, kendi yerini, haddini ve kapasitesini bilmekte ve buna rıza göstermektedir. Kendi fıtratına uygun yaşayan, tevazu sahibi olan, başkasının hakkına ve makamına göz dikmeyen kişi, hayatın ve toplumun sarsıcı “kılıçlarından”, yani çatışmalardan, hayal kırıklıklarından ve cezalardan kendini korumuş olur. Bu, bir pasiflik veya miskinlik çağrısı değil, bir öz-bilinç ve bilgelik davetidir.
Nâbî Ekolü ve İbretlik Ders
Bu beyit, Nâbî’nin temsil ettiği hikemî şiir anlayışının özünü yansıtır. Aşkın ıstırapları veya tabiatın güzellikleri yerine, insana ve topluma dair pratik, ahlaki ve felsefi dersler verir. Beyit, her çağın insanına hitap eden evrensel bir ibret barındırır. Kariyer hırsıyla her yolu mübah gören bir yöneticiden, kapasitesini aşan projelere girişen bir girişimciye; sosyal medyada haddini aşan yorumlar yapan bir bireyden, komşusunun sınırını ihlal eden bir devlete kadar herkes için bu beyitte bir ders vardır. Haddini bilmek, bir küçüklük veya zayıflık değil, aksine en büyük erdem ve en sağlam güvenlik kalkanıdır. Huzur, aşırılıkta değil, dengede ve ölçüde gizlidir.
Özet
Nâbî, bu didaktik beytinde, insan vücudundan aldığı bir metaforla evrensel bir ahlak dersi verir. Gereğinden fazla uzayarak haddini aşan saç ve sakal gibi kılların kesilerek cezalandırıldığını; buna karşılık, kendi doğal sınırlarını bilip daha fazla uzamayan kaş ve kirpiklerin ise bu kesilme eziyetinden güvende ve huzur içinde olduğunu belirtir. Bu yolla şair, hayatta kendi sınırlarını bilen, tevazu gösteren ve aşırılıktan kaçınan bireylerin huzur ve güvenlik içinde olacağını, haddini aşıp kibre kapılanların ise eninde sonunda bunun cezasını çekeceğini hikmetli bir dille anlatır.
İlâhî Kudretin Tezahürleri ve İnsan Hayatındaki Yansımaları
Bediüzzaman Said Nursî’ye ait olan vecizeler, hayatın muhtelif veçhelerini ve bu veçhelerin temelinde yatan ilahî hakikatleri derinlemesine idrak etmemize vesile olmaktadır. Her bir vecize, ayrı bir ilahî sıfatın veya kâinattaki bir kanunun izahını sunarak, bizleri tefekkür deryasına sevk etmektedir. Bu metinde, bu derin hakikatleri Kur’ân-ı Kerîm ayetlerinin de ışığında geniş bir şekilde ele alacağız.
Allah’ın Ehad ve Samed Oluşu ve Kâinata Hükmetmesi
İhlâs Sûresi’nin ilk iki ayeti olan “قُلْ هُوَ اللّٰهُ اَحَدٌۚ ﴿١﴾ اَللّٰهُ الصَّمَدُۚ ﴿٢﴾” (De ki: O, Allah birdir. Allah Samed’dir.) mealindeki ayetlerin yanı sıra, Risale-i Nur Külliyatı’ndan bir İktibas yer almaktadır. Bu İktibas, Cenâb-ı Hakk’ın Ehad ve Samed isimlerinin kâinattaki tecellisine işaret etmektedir.
> “Hâlık-ı âlem birdir; Ehad’dir, Samed’dir. Hem, herşeyin Hâlık’ı odur. Ehadiyet-i zâtiyesiyle beraber doğrudan doğruya herşeyin dizgini onun elinde; herşeyin anahtarı kabzasında, herşeyin nâsiyesini tutuyor; bir iş bir işe mani olmuyor. Bütün eşyada, bütün ahvaliyle bir anda tasarruf edebilir.” (Sözler, 32. Söz)
>
Bu vecize, Allah’ın bir ve tek (Ehad) olduğunu, tüm ihtiyaçların mercii (Samed) olduğunu ve tüm varlık âleminin doğrudan doğruya O’nun tasarrufunda bulunduğunu vurgular. Her bir varlığın dizgininin O’nun elinde olması, hiçbir şeyin O’nun ilim, irade ve kudreti dışında hareket edemeyeceği hakikatini ortaya koymaktadır. Bu hakikat, Kur’ân’ın birçok yerinde ifade edilmektedir. Misâl olarak, En’âm Sûresi’nin 102 . ayetinde şöyle buyrulmaktadır:
> “İşte O, Rabbiniz Allah’tır. O’ndan başka ilâh yoktur. O, her şeyin yaratıcısıdır. Öyleyse O’na kulluk edin. O, her şeye vekil ve her şeyin koruyucusudur.”
>
Bu ayet, her şeyin yaratıcısı olan Allah’ın aynı zamanda vekil ve koruyucu olduğunu, yani her şeyin idaresini bizzat elinde tuttuğunu teyit eder. Bu muhteşem intizam ve kudret tecellisi, akıl sahipleri için büyük bir tefekkür vesilesidir.
Fırak ve Aşk-ı Bekâ
Lem’alar Külliyatı’ndan iktibas edilen “Bütün fıraklardan gelen feryadlar, aşk-ı bekadan gelen ağlamaların tercümanlarıdır.” (Lem’alar, 3. Lem’a) vecizesi, insan ruhunun derinliklerine nüfuz eden bir hakikati dile getirmektedir. Fırak (ayrılık), bu dünyada yaşanan her türlü ayrılığı, sevdiklerimizden, vatanımızdan ve sahip olduğumuz her şeyden ayrılışı ihtiva eder. Bu ayrılıkların insanda meydana getirdiği hüzün ve keder, aslında ruhun ebedîlik özleminin bir yansımasıdır.
İnsan fıtrî olarak bâkî kalmak ve sevdikleriyle birlikte olmak ister. Fânî olan bu dünyada yaşadığı her ayrılık, bu derin özlemi ve aşk-ı bekâyı (ebedîlik aşkını) açığa çıkarır. Bu duygu, sadece dünyevî bir üzüntüden ibaret değildir; bilakis, insanı asıl vatanına, yani ebedî olan Cennet’e ve Cenâb-ı Hakk’a kavuşma arzusuna sevk eder. Bu hakikat, A’lâ Sûresi’nin 16 ve 17. ayetlerinde şöyle ifade edilmektedir:
> “Fakat siz dünya hayatını tercih ediyorsunuz. Oysa âhiret daha hayırlı ve daha kalıcıdır.”
>
Bu ayetler, fânî olan dünya hayatına yönelmenin aksine, bâkî olan ahiret yurduna yönelmenin daha hayırlı olduğunu beyan ederek, insanın fıtrî olarak sahip olduğu bekâ arzusunun asıl karşılığının ahiret yurdunda olduğunu hatırlatır.
Zâlimlerin Akıbeti ve Mazlumların Müdafaası
Diğer farklı İktibaslarda, adaletin tecellîsine ve zâlimin cezasız kalmayacağına dair ilahî bir güvenceyi ele almaktadır.
> “Yarın bir istikbalde kahhar bir el size cezanızı tamamen vermekle, masumların intikamını alacaktır.” (Barla, 207)
> “Masum ve mazlumların muhafızı Cenâb-ı Hak’tır.” (Tarihçe-i Hayat, 542)
> “Mazlumun âhı, tâ arşa kadar gider.” (Şualar, 290)
> “Zalim izzetinde, mazlum zilletinde kalıp, buradan göçüp gidiyorlar. Demek bir mahkeme-i kübraya bırakılıyor, te’hir ediliyor. Yoksa, bakılmıyor değil.” (Sözler, 65)
> “Zâlimler için yaşasın Cehennem” (Şualar, 449)
>
Bu vecizeler, dünyada zâlimlerin yaptığı zulümlerin karşılıksız kalmayacağını ve mazlumların dertlerinin Cenâb-ı Hak tarafından bizzat müdafaa edildiğini ifade eder. Zâlimin bu dünyada ceza görmemesi, ilahî adaletin tecelli etmediği anlamına gelmez; bilakis, bu büyük bir Mahkeme-i Kübrâya (en büyük mahkemeye), yani ahirete ertelenmektedir.
Kur’ân-ı Kerîm, zâlimlerin akıbetine dair pek çok ayet ihtiva eder. Meselâ, İbrâhîm Sûresi’nin 42. ayetinde mealen şöyle buyrulmaktadır:
> “Sakın, Allah’ı, zâlimlerin yaptıklarından habersiz sanma! Ancak, onların cezalarını, gözlerin korkudan donup kalacağı bir güne erteliyor.”
>
Bu ayet, Allah’ın zâlimlerin yaptıklarından gafil olmadığını, ancak cezalarını belirli bir vakte ertelediğini açıkça beyan eder. Bu durum, Müminler için büyük bir teselli, zâlimler için ise kaçınılmaz bir tehdit ve uyarıdır.
Bela ve Musibetlerin Hikmeti
Bir Hadîs-i şerîf ve Risale-i Nur’dan bir İktibas yer almaktadır ki:
> “Hadîs-i sahihte vardır ki: ‘اشد الناس بلاء الانبیاء ثم الاولیاء فالامثل فالامثل’ yani: ‘En ziyade musibet ve meşakkate giriftar olanlar, insanların en iyisi, en kâmilleridirler.’ ” (Lem’alar, 213)
>
Bu hadîs, en büyük musibetlerin peygamberlere, sonra evliyaya ve sonra derecelerine göre diğer insanlara geldiğini belirtir. Bu durum, belaların bir ceza değil, bilakis bir imtihan, bir ibadet ve bir terakki vesilesi olduğunu gösterir. Bu hakikat ise:
> “Başta Hazret-i Eyyüb Aleyhisselâm, enbiyalar sonra evliyalar ve sonra ehl-i salahat çektikleri hastalıklara birer ibadet-i hâlisa, birer hediye-i Rahmâniye nazarıyla bakmışlar; sabır içinde şükretmişler. Hâlık-ı Rahîm’in rahmetinden gelen bir ameliyat-ı cerrahiye nev’inden görmüşler.” (Lem’alar, 213)
>
Bu vecize, Allah’ın rahmetinden gelen musibetlerin, bir nevi “ameliyat-ı cerrahiye” (cerrahî operasyon) gibi olduğunu ve ruhu olgunlaştırdığını izah eder. Allah’ın el-Hakîm ve er-Rahîm isimlerinin bir tecellisidir. Bu hakikate işaret eden birçok ayet mevcuttur. Bakara Sûresi’nin 155. ayetin mealinde şöyle buyrulmaktadır:
> “Andolsun ki sizi biraz korku ve açlıkla, biraz da mallardan, canlardan ve mahsullerden eksiltme ile imtihan edeceğiz. Sabredenleri müjdele.”
>
Bu ayet, musibetlerin birer imtihan vesilesi olduğunu ve bu imtihanlara sabredenlere Allah tarafından büyük mükâfatlar verileceğini beyan eder.
Cennet ve İlâhî Vaad
Allah’ın vaadinin muhakkak yerine geleceği müjdesini verir:
> “Elbette ve elbette o Kadîr-i Zülcelâl, o Hakîm-i Zülkemal, o Rahîm-i Zülcemal va’dini yerine getirecek; saadet-i ebediye kapısını açacak, Âdem babanızın vatan-ı aslisi olan Cennet’e sizleri ey ehl-i iman idhal edecektir.” (Asa-yı Musa, 231)
>
Bu vecize, Allah’ın Kadîr (her şeye gücü yeten), Hakîm (her şeyi hikmetle yapan) ve Rahîm (sonsuz merhamet sahibi) isimlerinin tecellîsi olarak, O’nun ebedî saadet vaadinin muhakkak tahakkuk edeceğini ifade eder. Cennet, insanlığın atası olan Âdem’in asıl vatanı olarak tarif edilir ve Allah’ın bu vatanı, iman sahiplerine yeniden açacağı müjdelenir.
Kur’ân-ı Kerîm, Allah’ın vaadine ve Müminler için hazırlanan Cennet’e dair pek çok ayet ihtiva eder. Ra’d Sûresi’nin 20. ayet mealinde şöyle buyrulmaktadır:
> “Onlar, Allah’a verdikleri sözü yerine getiren ve antlaşmayı bozmayanlardır.”
>
Bu ayet, Allah’a verdikleri sözü yerine getiren Müminlerin, Allah’ın da onlara olan vaadini yerine getireceğini ima eder.
Yûnus Sûresi’nin 10. ayetinde ise Cennet ehlinin şükrü şöyle ifade edilir:
> “Onların orada duaları, ‘Sübhâneke, Allâhümme’ (Allah’ım! Seni her türlü noksanlıktan tenzih ederiz), aralarındaki selâmlaşmaları, ‘Selâm’ (esenlik size) ve dualarının sonu da ‘Elhamdülillâhi Rabbi’l-âlemîn’ (Hamd, âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur) şeklindedir.”
>
Makale Özeti
Bu makale, iktibas edilen Risale-i Nur vecizeleri ve ilgili Kur’ân-ı Kerîm ayetleri ekseninde hayatın derin hakikatlerini incelemektedir.
İlk olarak, Allah’ın Ehad ve Samed isimlerinin kâinattaki tecellîsi ve her şeyin O’nun mutlak kudretinde olduğu izah edilmektedir.
İkinci olarak, dünyevî ayrılıkların (fırak) insan ruhundaki ebedîlik aşkını (aşk-ı bekâ) nasıl ortaya çıkardığı ve bu aşkın asıl maksadının ahiret yurdu olduğu vurgulanmaktadır.
Üçüncü olarak, zâlimlerin bu dünyada cezalandırılmamasının, ilahî adaletin tecelli etmediği anlamına gelmediği, bilakis bunun ahiretteki en büyük mahkemeye ertelendiği anlatılmaktadır.
Dördüncü olarak, musibetlerin birer imtihan ve ruhani terakki vesilesi olduğu ve sabredenler için büyük müjdeler ihtiva ettiği açıklanmaktadır.
Son olarak, Allah’ın Kadîr, Hakîm ve Rahîm isimlerinin gereği olarak, iman edenler için ebedî saadet vaadinin muhakkak tahakkuk edeceği ve Cennet’in Müminlerin asıl yurdu olduğu ifade edilmektedir. Bu vecizeler, fânî dünya hayatının ötesinde, bâkî hakikatlere işaret ederek, insanı derin bir tefekküre davet etmektedir.
Bu makale, Bediüzzaman Said Nursî’nin farklı eserlerinden alınan ve derin manalar taşıyan vecizeler etrafında şekillenmiştir. Her bir vecize, insanlık durumunun, kâinatın işleyişinin ve Allah ile kul arasındaki ilişkinin farklı bir yönünü aydınlatmaktadır. Bu yazıda, her bir vecizenin özünü Kur’ân-ı Kerîm ayetleriyle destekleyerek geniş bir şekilde ele alacağız.
Gurur-u İlmî ve İnkârın Psikolojisi
Şualar’dan bir vecize, ilahî hakikatleri idrak edemeyen akılların içine düştüğü durumu anlatmaktadır:
“Azamet ve kibriya ve nihayetsizlik noktasında, ya gaflete veya mâsiyete veya maddiyata dalmak sebebiyle darlaşan akıllar, azametli meseleleri ihata edemediklerinden, bir gurur-u ilmî ile inkâra saparlar ve nefyederler.” (Şuâlar)
Bu ifade, Allah’ın azametini ve sonsuzluğunu kavramakta zorlanan akılların, bu yetersizliklerini kabul etmek yerine, gurur-u ilmî (bilimsel gurur) ile inkâra yöneldiğini belirtir. Gaflet, günah ve maddeye aşırı düşkünlük, aklı daraltan ve ilahî gerçeklikleri görmesini engelleyen perdelerdir.
Bu durum, Kur’ân-ı Kerîm’de birçok yerde ele alınır. Mesela, Furkan Sûresi’nin 43. ayeti, kendi hevasını ilah edinenlerden bahseder:
“Kendi heva ve hevesini ilah edinen kimseyi görmedin mi? Şimdi ona sen mi vekil olacaksın (onu hidayete erdireceksin)?”
Bu ayet, nefsinin isteklerini rehber edinenlerin, hakikati göremeyeceğini ve bu körlüğün de bir nevi inkâr sebebi olduğunu anlatmaktadır. Zira Allah’ın azametine karşı acziyetini kabul etmeyen bir akıl, küçüklüğü ve sınırlılığı nedeniyle O’nun sıfatlarını inkâr etmeye meyillidir.
Lâ Havle Velâ Kuvvete İllâ Billâh’ın Sırrı ve İnsanın Gelişimi
”Lâ havle velâ kuvvete illâ billâh” (Güç ve kuvvet ancak Allah’a aittir) hakikatinin derin anlamına değinir:
“’Lâ havle velâ kuvvete illâ billâh’ cümlesi mukaddesesi, insanın zerre vaziyetinden, insan-ı mü’min suretine gelinceye kadar camidiyet, nebatîyet, hayvanîyet, insaniyet gibi geçirdiği etvar ve ahvaline nâzırdır. Şu menzillerde insanın letaifi pek çok elem ve emellere maruzdur. Maahâzâ havl ve kuvvetin müteallikleri zikredilmeyerek mutlak bırakılmıştır.” (Mesnevî-i Nuriye, 141)
Bu vecize, insanın “zerre” halinden (cansız madde) başlayıp bitkisel, hayvani ve nihayet insani aşamalardan geçerek kâmil bir mümin haline gelene kadar yaşadığı her safhada, asıl güç ve kuvvetin yalnızca Allah’a ait olduğunu hatırlatır. İnsan, bu karmaşık ve sancılı yolculukta nice acılar ve beklentilerle karşılaşır. Ancak tüm bu merhalelerde başarıya ulaşması, kendi gücüne değil, Allah’ın kudretine dayanır. Bu durum, Kur’ân-ı Kerîm’de insanın yaratılışından ve Allah’a olan bağımlılığından bahseden ayetlerle örtüşür. Mesela, Hac Sûresi’nin 5. ayetinde şöyle buyrulur:
“Ey insanlar! Eğer öldükten sonra tekrar dirilme konusunda herhangi bir şüphedeyseniz, şunu bilin ki, biz sizi topraktan, sonra nutfeden, sonra alâkadan (aşılanmış yumurtadan), sonra belli belirsiz et parçasından yarattık ki size (kudretimizi) açıkça gösterelim. Ve dilediğimizi belli bir süreye kadar rahimlerde bekletiriz. Sonra sizi bir bebek olarak dışarı çıkarırız. Sonra da (ergenlik çağınıza ulaşırsınız ki) olgunluk çağınıza erişesiniz. Kiminiz vefat ettirilir; kiminiz de daha ileri yaşlara kadar yaşatılır ki, bilirken hiçbir şey bilmez hale gelsin.”
Bu ayet, insanın yaratılış sürecini detaylandırarak, her bir safhasının ilahî bir planın ve kudretin eseri olduğunu vurgular. İnsan, kendi kendine hiçbir aşamadan geçemez; her an Allah’ın gücüne ve kuvvetine muhtaçtır.
İmanın Mahiyeti ve İslamiyet’in Mirası
İslam ümmetinin içinde bulunduğu zor durumlara rağmen, imanın ve İslam’ın parlak geleceğine dair bir müjde yer almaktadır:
“İmanın mahiyetindeki hârikulâde şehamet, izzet-i İslâmiyenin tabiatındaki âlempesend şecaat, uhuvvet-i İslâmiyenin intibahıyla her vakit mu’cizeleri gösterebilir.”
“Bir gün olur elbette doğar şems-i hakikat / Hiç böyle müebbed mi kalır zulmet-i âlem.” (Âsâr-ı Bediiye, 155)
Bu vecizeler, imanın özündeki şehametin (metanet ve yiğitliğin), İslam’ın izzetindeki evrensel cesaretin ve İslam kardeşliğinin yeniden uyanışının, her an mucizeler gösterebilecek bir potansiyel taşıdığını belirtir. İkinci kısım ise, dünyanın karanlık ve zulmet içinde kalmayacağını, hakikatin güneşinin bir gün mutlaka doğacağını müjdeler. Bu inanç, Kur’ân-ı Kerîm’de müminlere verilen vaatlerle kuvvetlenir. Mesela, Nur Sûresi’nin 55. ayetinde şöyle buyrulur:
“Allah, iman eden ve salih ameller işleyenlerin, kendilerinden öncekileri egemen kıldığı gibi, onları da yeryüzünde egemen kılacağını vaat etti.”
Bu ayet, müminlere güç ve iktidar vaat ederek, geçici zorluklara rağmen İslam’ın ve müminlerin zaferinin kaçınılmaz olduğunu gösterir.
İnsan ve Kâinatın Hâcetlerine “Lebbeyk!” Diyen Zât-ı Zülcelâl
İnsanı ve kâinatı yaratanın, onlara karşı olan sonsuz şefkatini ve ilgisini dile getirir:
“Ey insan! Aklını başına al. Hiç mümkün müdür ki: Bütün enva-ı mahlukatı sana müteveccihen muavenet ellerini uzattıran ve senin hâcetlerine “Lebbeyk!” dedirten Zat-ı Zülcelâl seni bilmesin, tanımasın, görmesin! Madem seni biliyor, rahmetiyle bildiğini bildiriyor. Sen de onu bil, hürmetle bildiğini bildir.” (Lem’alar)
Bu vecize, tüm varlıkların insana hizmet etmesini sağlayan ve insanın ihtiyaçlarına anında karşılık veren o muazzam gücün, insanın kendisinden gafil olmasının aklen imkânsız olduğunu vurgular. Her bir varlığın, bir manevi dil ile insanın ihtiyaçlarına “Lebbeyk!” (Buyur!) demesi, Allah’ın sonsuz rahmet ve kudretinin bir delilidir. Allah, bu ikramıyla kendini insana tanıttığını gösterir. İnsanın görevi ise, bu lütfa karşı O’nu tanımak ve bildiği bu hakikati saygıyla dile getirmektir. Bu, Fâtiha Sûresi’nin ilk ayetlerinde ifade edilen hakikatle örtüşür:
“Elhamdülillâhi Rabbilâlemîn. Errahmânirrahim.” (Hamd, âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur. O, Rahmân’dır, Rahîm’dir.)
Bu ayetler, Allah’ın tüm âlemlerin Rabbi ve sonsuz merhamet sahibi olduğunu ifade ederek, O’nun kâinatı ve insanı yarattığını ve idare ettiğini beyan eder.
Rahimden Gelen Rızık ve Sonsuz Rızık Kaynağı
İnsanın dünyaya gelişinden itibaren Allah’ın sonsuz rızıklandırma sıfatına işaret eder:
“Ey insan! Rahm-ı maderde iken, Tıfl iken, İhtiyar ve iktidardan mahrum bir vaziyette iken, Seni pek leziz rızıklar ile besleyen Allah, Sen hayatta kaldıkça O rızkı verecektir.” (Bediüzzaman Said Nursî)
Bu vecize, insanın anne karnında aciz bir bebekken bile en leziz rızıklarla beslendiğini hatırlatır. Bu durum, Allah’ın Rezzak isminin bir tecellisidir. Eğer insan, en zayıf ve aciz anında bile O’nun tarafından beslenmişse, hayatı boyunca da bu rızıklandırmanın devam edeceğine güvenmesi gerekir. Bu, Kur’ân’ın birçok yerinde zikredilen bir hakikattir. Mesela, Hûd Sûresi’nin 6. ayetinde şöyle buyrulur:
“Yeryüzünde hareket eden hiçbir canlı yoktur ki, rızkı Allah’a ait olmasın.”
Bu ayet, tüm canlıların rızkının Allah tarafından garanti edildiğini ve bu durumun Allah’ın sonsuz merhamet ve cömertliğinin bir nişanesi olduğunu açıkça ifade eder.
Makale Özeti
Bu makale, Bediüzzaman Said Nursî’nin vecizeleri üzerinden insan, iman ve kâinat arasındaki derin bağı ele almaktadır. İlk olarak, gaflet ve gurur-u ilmînin, insanı ilahî hakikatleri inkâra sürükleyen manevi hastalıklar olduğu izah edilmiştir. İkinci olarak, “Lâ havle velâ kuvvete illâ billâh” cümlesinin, insanın gelişim sürecinin her aşamasında Allah’ın gücüne olan mutlak ihtiyacını vurguladığı belirtilmiştir. Üçüncü olarak, İslam’ın ve müminlerin içinde bulunduğu zorluklara rağmen, imanın ve İslam kardeşliğinin nihai zaferi getireceği ve hakikatin güneşinin mutlaka doğacağı müjdesi verilmiştir. Dördüncü olarak, tüm varlıkların insana hizmet etmesinin, Allah’ın insanı tanıdığının ve ona değer verdiğinin bir delili olduğu ve insanın da bu lütfa karşı O’nu tanıyarak karşılık vermesi gerektiği açıklanmıştır. Son olarak, insanın anne karnından itibaren rızıklandırılmasının, Allah’ın sonsuz rızıklandırma sıfatının bir delili olduğu ve bu güvenle hayatına devam etmesi gerektiği vurgulanmıştır. Bu vecizeler, bizlere, fani dünya hayatını ilahî bir perspektifle değerlendirmeyi ve Allah ile olan bağımızı kuvvetlendirmeyi telkin etmektedir.
Hayatın Hakikatine Yolculuk: Gafletten İmana
Bu makale, Bediüzzaman Said Nursî’nin eserlerinden seçilmiş vecizelerin ışığında, insanın hayat yolculuğunu, bu yolculukta karşılaştığı zorlukları ve onlara yüklenen manaları derinlemesine ele almaktadır. Her bir vecize, Kur’ân-ı Kerîm ayetleriyle desteklenerek, fânî dünyanın geçici zevklerinden ebedî hakikatlere uzanan bir tefekkür seyahati sunmaktadır.
Gafletin Aldatıcı Zevki ve Musibetlerin Uyandırıcı Rolü
Mesnevî-i Nuriye’den iktibas edilen bir vecize, insanın gaflete düşerek hayatın fânî zevklerine aldanmasının tehlikesine işaret eder:
“Gaflet serinliğinde şek içinde zevk ettiğin lezzeti lezzet sanma! O zehirli baldır.” (Risale-i Nur, Mesnevi-i Nuriye)
Bu söz, gafletin getirdiği rahatlık ve şüphe dolu lezzetlerin, aslında zehirli birer bal gibi olduğunu ifade etmektedir. Gaflet, insanın yaratılış gayesinden uzaklaşarak, dünya hayatının geçici hazlarına dalmasıdır. Bu durum, insanı asıl hedeften saptırır ve ahireti unutturur. Bu hakikate, Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle işaret edilmektedir:
”Onlar, dünya hayatını sevip onu âhiret hayatına tercih ederler.” (İbrâhîm, 14/3)
Bu ayet, gaflet içindeki insanın durumunu özetler. Ancak Cenâb-ı Hak, rahmetiyle insanı gaflet uykusundan uyandırmak için çeşitli vesileler yaratır. İşte bu noktada, ikinci vecize musibetlerin fonksiyonunu izah eder:
”Musibetler, dergah-ı ilâhîye sevk etmek için birer kader kamçısıdır.” (Barla Lâhikası, 285)
Bu vecize, musibetlerin birer ceza değil, bilakis insanın Allah’a yönelmesi için birer uyarıcı olduğunu anlatır. Tıpkı bir kamçının atı şahlandırması gibi, musibetler de insanı gafletten kurtararak, Allah’ın dergâhına sevk eder. Bu durum, Bakara Sûresi’nin 155. ayetinde müjdelenmektedir:
”Andolsun ki sizi biraz korku ve açlıkla, biraz da mallardan, canlardan ve mahsullerden eksiltme ile imtihan edeceğiz. Sabredenleri müjdele.” ( Bakara, 2/155)
Bu ayet, musibetlerin bir imtihan olduğunu ve onlara sabrederek Allah’a yönelenlerin müjdeleneceğini ifade etmektedir. Bu, musibetlerin ardında yatan ilahî hikmeti ve rahmeti gösterir.
İmanın Mahiyeti ve Olumsuzluğun Olumlu Yönü
Üçüncü olarak, imanın ne kadar köklü ve muhkem bir gerçeklik olduğunu ortaya koymaktadır:
”İman ise ilimdir, vücûdîdir, isbattır, hükümdür. Her bir menfî meselesi dahi bir müsbet hakikatin unvanı ve perdesidir.” (Şuâlar)
Bu vecize, imanı sadece bir inanç olarak değil, aynı zamanda kesin bir ilim, varlığı açıkça ispatlanmış bir gerçeklik ve mutlak bir hüküm olarak tarif etmektedir. Dahası, menfî (olumsuz) görünen her şeyin bile aslında müsbet (olumlu) bir hakikati gizlediğini, yani olumsuzlukların birer perde olduğunu belirtir. Mesela, bir hastalığın getirdiği elem, bir manevi arınma ve terakki neticesine götürebilir. Bu durum, Allah’ın her şeyi zıddıyla yarattığı ve her şeyde bir hikmetin olduğu inancıyla uyumludur. Enfâl Sûresi’nin 24. ayeti bu durumu şu şekilde ifade etmektedir:
”Ey iman edenler! Sizi, size hayat verecek şeye davet ettiğinde, Allah ve Resûlüne icabet edin.” (Enfâl, 8/24)
Bu ayet, ilahî çağrının, yani imanın, manevi hayatın kaynağı olduğunu vurgular. İman, insanın en derin hakikatlerini anlamasına ve hayatına bir anlam katmasına vesile olur.
Ölümün Hakikati ve Ebedî Buluşma
Dördüncü olarak, ölümün fani dünya için bir fırak (ayrılık) değil, bilakis ebedî âlem için bir visal (kavuşma) olduğu hakikati vurgulanır:
”Senin küçüklüğünden bu yaşına kadar, sevdiklerinden yüzde doksandokuzu sana dehşet veren kabristana göçmüşler. Bu dünyada kalan bir iki dostun var, onlar da oraya gidecekler. Dünyada vefatın fırak değil, visaldir; o ahbablara kavuşmaktır. Onlar, yani o ervah-ı bâkiye, eskimiş yuvalarını toprak altında bırakıp bir kısmı yıldızlarda, bir kısmı âlem-i berzah tabakatında geziyorlar diye ihtar edildi.” (Tarihçe-i Hayat, 123)
Bu vecize, ölümün bir yok oluş değil, ruhların fani bedenlerinden ayrılarak ebedî hayata intikal etmesi olduğunu ifade etmektedir. Sevdiklerimizle olan ayrılığın geçici, onlarla ebedî âlemde buluşmanın ise kesin olduğunu müjdeler. Bu inanç, Müminlere hem teselli hem de hayatın asıl gayesinin fani dünya olmadığını idrak etme fırsatı verir. Âl-i İmrân Sûresi’nin 185. ayeti bu hakikati açıkça dile getirir:
”Her canlı ölümü tadacaktır. Ve ancak kıyamet günü yaptıklarınızın karşılığı size tastamam verilecektir. Kim ateşten uzaklaştırılıp cennete sokulursa, artık o kurtulmuştur. Dünya hayatı, aldatıcı bir menfaatten başka bir şey değildir.” (Âl-i İmrân, 3/185)
Bu ayet, ölümün kaçınılmaz bir son olduğunu ve asıl hayatın ahirette başladığını beyan ederek, dünya hayatının geçiciliğini ve aldatıcılığını vurgular.
Allah’ın İlim ve Kudretinin Sonsuzluğu
Son vecizede, Allah’ın ilminin sonsuzluğuna ve her şeyi kuşattığına dair bir izah sunar:
”Hiçbir şey ondan gizlenmesi kabil değildir. Perdesiz, güneşe karşı zemin yüzündeki eşya, güneşi görmemesi kabil olmadığı gibi; o Alîm-i Zülcelâl’in nur-u ilmine karşı eşyanın gizlenmesi, bin derece daha gayr-i kabildir, muhaldir. Çünkü huzur var. Yani her şey daire-i nazarındadır ve mukabildir ve daire-i şuhudundadır ve her şeye nüfuzu var.” (Mektubat)
Bu vecize, Allah’ın Alîm-i Zülcelâl (mutlak ilim ve kudret sahibi) isminin tecellisini anlatmaktadır. Güneşin ışığı altında hiçbir şeyin gizlenemediği gibi, Allah’ın sonsuz ilminin nuru karşısında da hiçbir şeyin gizlenmesi mümkün değildir. Zira her şey, Allah’ın huzurunda, O’nun nazarında ve şuhudundadır. Bu, En’âm Sûresi’nin 59. ayetinde daha da net bir şekilde ifade edilir:
”Gaybın anahtarları O’nun katındadır, O’ndan başkası onları bilemez. Karada ve denizde ne varsa hepsini O bilir. O’nun ilmi dışında bir yaprak bile düşmez. Yerin karanlıklarındaki tek bir tane bile, yaş ve kuru hiçbir şey yoktur ki apaçık bir Kitap’ta olmasın.” (TDV Meali, En’âm, 6/59)
Bu ayet, Allah’ın ilminin her şeyi kuşattığını ve hiçbir şeyin O’ndan gizlenemeyeceğini gösterir. Bu hakikat, Müminler için bir teselli kaynağı olurken, günahkârlar için bir uyarıdır.
Makale Özeti
Bu makale, Bediüzzaman Said Nursî’nin vecizelerinden yola çıkarak, hayatın temel hakikatlerini ele almıştır. Makale, insanın gafletin aldatıcı zevklerine kapılmasının bir zehir olduğunu ve bu durumdan musibetlerin birer “kader kamçısı” gibi uyarıcı rol oynayarak insanı Allah’a yönelttiğini izah etmiştir. İmanın sadece bir inanç değil, aynı zamanda ilim ve hüküm olduğunu ve olumsuz görünen her şeyin ardında olumlu bir hakikat gizlediğini belirtmiştir. Ayrıca, ölümün fani bir ayrılık değil, ebedî hayata bir kavuşma olduğunu ve sevdiklerimizle yeniden buluşma vesilesi olduğunu vurgulamıştır. Son olarak, Allah’ın ilminin her şeyi kuşattığını ve hiçbir şeyin O’ndan gizlenemeyeceğini, bu durumun da bir Mümin için güven, bir gaflet ehli için ise bir uyarı vesilesi olduğunu açıklamıştır. Bu hakikatler, hayatın geçiciliğini anlamamıza ve ebedî saadete yönelmemize rehberlik etmektedir.
POLİSİNİ KORUYAMAYAN DEVLET, GÜVENİNİ DE KORUYAMAZ
Toplumun güvenliği, önce güvenliği sağlanan bir polisten başlar…
“İçişleri Bakanlığı ve Emniyet Genel Müdürlüğü, polisini gerçekten koruyor mu?”
Bu soru artık sadece bir eleştiri değil, bir vicdan alarmı hâline geldi.
Her gün suçlularla burun buruna gelen, toplumun huzuru için canını ortaya koyan polis, kendi güvenliğinden endişe eder hale geldiyse; orada bir şeyler çoktan ters gitmiştir.
Bir Müdürün Şehadeti, Bir Sistemin Zafiyeti
İzmir Balçova’da 16 yaşındaki bir saldırgan, polis merkezine pompalı tüfekle ateş açtı.
1. Sınıf Emniyet Müdürü, Polis Başmüfettişi Muhsin Aydemir ve Polis Memuru Hasan Akın şehit düştü.
O anın görüntüleri yürekleri dağladı.
Ama daha acı olan soru şu:
“İkinci polis neden tetiği çekemedi?”
Çünkü belki de, “ya açığa alınır, yargılanırsam” korkusu tetiğin önüne geçti.
Katil düşünmeden sıktı; polis düşünerek gecikti.
İşte o bir saniyelik gecikme, bir devletin kendi güvenlik gücünü nasıl koruyamadığını gösterdi.
Korkunun Gölgesinde Görev Yapmak
Polis, her gün suçun kalbinde, karanlığın içinde, vicdanın sınırında görev yapıyor.
Her çağrıda ölümle burun buruna, her olayda stresle boğuşuyor.
Ama bir de “hukuki yalnızlık” korkusu taşıyor.
“Ya yanlış anlaşılırsa?”
“Ya görevden alınırsa?”
“Ya suçluya müdahale ederken ben suçlu sayılırsam?”
Bu korkular, tetiğin önüne geçmiş durumda.
Oysa polis korkarak değil, korunarak görev yapmalı.
-Biz öğretmenler bazen bir densiz ve kişiliksiz bir öğrenciden dolayı aylarca stres ve sıkıntı yaşıyoruz.
Oysa polis her gün onlarca suç dosyası olan, her türlü suça bulaşmış ipini koparmış insanlarla karşılaşıyor.
Kim bilir bu stres ve sıkıntı ile hem kendi, hem aile ve çevresi neler yaşıyor.
Allah yardımcıları olsun.
Her 4 Günde Bir: Sessiz Bir Çığlık
Rakamlar buz gibi ama yürek yakıcı:
2024 yılında 67 polis intihar etti.
2025’in ilk aylarında sayı 51’e ulaştı.
Yani her 4 günde bir polis intihar ediyor.
Her 4 günde bir ev sessizleşiyor.
Bir çocuk yetim kalıyor.
Bir eş, sabah gidenin akşam dönmediğini öğreniyor.
Ve ardından hep aynı cümle geliyor:
“Elim olayla ilgili iki müfettiş görevlendirilmiştir…”
Bu kadar mı?
Bir hayat gitmiş bir hayat!
O hayatla beraber nice hayatlar.
Ne yazık ki artık müfettiş değil, merhamet, anlayış ve destek gerekiyor.
Zira bu durum sadece maddi kayıptan ibaret değil. Onunla beraber hem de daha büyük ebedi hayatını tehlikeye atacak olan manevi bir kayıptır
Toplumun Güvencesi, Polisinin Güvencesidir
Bir toplumun güvenliği, güvenliği sağlayanların güvencesine bağlıdır.
Kendini koruyamayan bir teşkilat, toplumu nasıl korusun?
Bir polis, suçluyla mücadelede devletin arkasında hissedemiyorsa, toplumu korurken nasıl cesur olsun?
Devlet, sadece vatandaşı değil, onu koruyanı da korumalıdır.
Polis, suçlu ile aynı kefeye konulmamalı; görevini yaparken “acaba” dememelidir.
Polis güven ve güvence altına alınmalı.
Süratle çözümler üretilmeli.
Kalkanı Yorgun Olana Kalkan Olmak
Polis için koruma sadece çelik yelekle olmaz.
Ona psikolojik destek, hukuki güvence, adil bir sistem ve insanca mesai gerekir.
Yorgun bir polis, güvensiz bir toplum doğurur.
Polis de insandır.
Hata yapabilir, duygulanabilir, yorulabilir.
Ama asıl hata, onu yalnız bırakmaktır.
Son Söz: Güvenin Temeli, Adalettir
Her intihar bir sessiz çığlıktır.
Her şehit haberi bir sistem uyarısıdır.
Her korku, bir güvenlik zafiyetine dönüşür.
Eğer bir devlet, polisini koruyamıyorsa;
O devlet, güvenini de koruyamaz.
Çünkü güven, yalnızca vatandaşın değil,
onu koruyan polisin de hakkıdır.
🕊️ Yazarın Notu
Allah, bu milletin güvenliği için gecesini gündüzüne katan, soğukta, sıcakta, tehlikenin ortasında nöbet tutan tüm emniyet mensuplarımıza sabır, feraset ve koruma ihsan eylesin.
Her şehidin ardından sessizce ağlayan bir anne, bir eş, bir çocuk kalıyor…
Rabbim onları sabırla sarsın, kalanlarına güç ve izzet versin.
Unutmayalım:
Polisini korumak, bir milletin vicdanını korumaktır.
1. Bağdatlı Rûhî ve Hakiki Sarhoşluk
İktibas
Arap Harfleriyle Aslı:
صانماقك بزی كيم شيرۀ انگور ايله مستز
بز اهل خراباتدن مست الستز
Okunuşu:
Mef’ûlü Mefâ’îlü Mefâ’îlü Fe’ûlün
Sanman bizi kim şîre-i engûr ile mestiz
Biz ehl-i harâbâtdanız mest-i elestiz
Şair: Bağdatlı Rûhî
Günümüz Türkçesiyle Anlamı:
Siz sakın bizi üzüm suyu olan şarapla sarhoş olmuş zannetmeyin. Biz manevi aşkın tadıldığı, ilâhî aşkla sarhoş olunan tekke müntesipleriyiz. Ruhlarımızın yaratıldığı ve “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” sorusuna muhatap olduğumuz andan beri sarhoşuz.
İzah ve Tahlil
Bağdatlı Rûhî, bu meşhur beytinde, tasavvuf edebiyatının en temel metaforlarından ikisini bir araya getirir: “şarap” (mest) ve “meyhane” (harâbât). İlk bakışta dünyevi zevkleri hatırlatan bu kelimeler, beytin ikinci mısrasıyla bambaşka bir boyuta taşınır. Şair, kendisinin ve yoldaşlarının sarhoşluğunun üzüm suyundan (şîre-i engûr) kaynaklanan geçici ve maddevi bir sarhoşluk olmadığını beyan eder. Onlar, “ehl-i harâbât”tır; yani bu dünyanın geçici nizamını ve kurallarını kalplerinde yıkmış, gerçeğin peşine düşmüş arifler zümresindendir. Onların sarhoşluğu ise “mest-i elest”tir. Bu, ruhların ezelde, Allah’ın “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” (Elestu bi-Rabbikum?) sorusuna “Evet, Rabbimizsin!” (Belâ!) diye cevap verdikleri o anın, o ilahi ikrarın ve muhabbetin sarhoşluğudur. Dolayısıyla bu sarhoşluk, dünyaya gelmeden önce başlayan, ebediyete uzanan köklü ve hakiki bir aşkın ifadesidir.
Makale: Elest Bezmi’nin Sarhoşları
İnsanlık tarihi, görünenin ardındaki manayı arayanların hikayesidir. Kimi zaman bir düşünürün tefekküründe, kimi zaman bir sanatçının ilhamında, kimi zaman da bir arifin vecd halinde tezahür eden bu arayış, dilin sınırlarını zorlayan sembollerle ifade edilmiştir. Tasavvuf geleneği, bu sembolik dilin en zengin ve en derin olduğu alanlardan biridir. Bağdatlı Rûhî’nin “Biz ehl-i harâbâtdanız mest-i elestiz” mısrası, bu semboller evreninin kapısını aralayan bir anahtar gibidir.
Beytin ilk mesajı, bir yanılgıyı düzeltmektir: “Bizi gördüğünüz gibi sanmayın.” Dışarıdan bakıldığında toplumun alışılagelmiş kalıplarının dışında, belki de aykırı görünen bu “harâbât ehli”, aslında bambaşka bir alemin sakinleridir. Onların mekanı olan “harâbât” (harabeler, meyhane), zahiri anlamıyla bir günah mekanı değil, aksine benliğin, kibrin, riyanın ve dünyaya ait bütün sahte yapıların yıkıldığı (harap edildiği) bir gönül tekkesidir. Orada içilen şarap, aklı baştan alan üzüm suyu değil, ruhu besleyen, kişiyi Rabbine yaklaştıran “aşk-ı ilahi”dir. Bu şarapla sarhoş olanlar, dünyanın geçici zevklerinden ve sahte kimliklerinden soyunarak özgürleşirler.
Bu sarhoşluğun kaynağı ise dünyevi değil, ezeli bir hadiseye dayanır: Elest Bezmi. Kur’an-ı Kerim’de işaret edilen bu meclis, ruhların bedene bürünmeden önce Allah’ın huzurunda toplandığı ve O’nun Rabliğini ikrar ettiği o kutsal andır. İşte o an, ruhun Yaratıcısı ile ilk ve en doğrudan ahitleşmesidir. O ilahi hitabın hazzı, o tanışıklığın nuru, ruhların hafızasına silinmez bir mühür gibi kazınmıştır. Rûhî’ye göre gerçek arifler, dünyada yaşarken bile o ezeldeki meclisin sarhoşluğunu, o ahdin sıcaklığını ruhlarında hissedenlerdir. Onların neşesi, sevgisi, coşkusu ve hatta bazen toplum tarafından anlaşılamayan halleri, bu ezeli hatıranın bir yansımasıdır.
Bu beyit, aynı zamanda bir meydan okumadır. Dünyanın sığ ölçüleriyle, maddeci bakış açısıyla maneviyat ehlini yargılayanlara karşı bir duruştur. “Sizin sarhoşluk dediğiniz şey, bizim ayıklığımızın yanında bir hiçtir. Sizin ayıklık dediğiniz gaflet uykusu ise bizim ilahi aşk sarhoşluğumuzun yanında bir zindandır” der gibidir. Tarih boyunca nice Hak aşığı, bu “mest-i elest” haliyle yaşamış, eserler vermiş ve insanlığa yol göstermiştir. Onlar, üzümün şırasıyla değil, ilahi tecellilerin şarabıyla kendinden geçmiş, varlıklarını o sonsuz okyanusta bir damla gibi hissetmişlerdir. Bu hal, bir kaçış değil, bilakis en büyük hakikate uyanıştır.
Özet: Bağdatlı Rûhî’nin beyti, zahiri görünüşe aldanmamak gerektiğini vurgular. Gerçek maneviyat ehlinin sarhoşluğunun, dünyevi zevklerden kaynaklanmadığını, aksine ruhların ezelde Allah’a verdikleri sözün ve o andaki ilahi aşkın ebedi bir yankısı olduğunu ifade eder. “Harâbât” benliğin yıkıldığı gönül, “şarap” ilahi aşk, “sarhoşluk” ise o aşktaki vecd halidir.
2. Hüznî ve Nevres’in Dilinden Aşkın Istırabı
İktibas
Arap Harfleriyle Aslı:
مشكل هزارۀ ايواه دوشمك جدا گلندن
مجنون اولان بيراقماز ليلاسنی ديلندن
حزنی وصال خبرن بكلر جانان الندن
كوچمش مراده ايرمك نورس وفا يولندن
ای كاش كوی ياره برباشقه راه اولایدی
Okunuşu:
Mef’ûlü Fâ’ilâtün Mef’ûlü Fâ’ilâtün
Müşkil hezâra eyvâh düşmek cüdâ gülünden
Mecnûn olan bırakmaz Leylâ’sını dilinden
Hüznî visâl haberin bekler cânân ilinden
Güçmüş murâda ermek Nevres vefâ yolundan
Ey kâş kûy-i yâre bir başka râh olaydı
Şair: Hüznî – Nevres
Günümüz Türkçesiyle Anlamı:
Eyvah! Bülbüle sevdiği gülünden ayrı düşmek çok zor geliyor. Mecnun derecesinde sevenler Leylâ’sını dilinden düşürmez. Hüznî, sevgilinin ilinden kavuşma haberi bekliyor. Ey Nevres! Vefa yoluyla sevgiliye kavuşmak, murada ermek çok güçmüş. Keşke, sevgilinin mahallesine ulaşmak için bir başka yol olsaydı.
İzah ve Tahlil
Bu beşlik, divan edebiyatının temel mazmunları olan aşk, ayrılık (cüda), vefa ve vuslat (kavuşma) temalarını işler. Şairler (Hüznî ve Nevres), aşkın getirdiği ıstırabı ve çaresizliği farklı örneklerle dile getirir. İlk dize, bülbülün gülden ayrı düşmesinin ne kadar zor olduğunu (“müşkil hezâra”) ifade ederek başlar. Bu, âşığın maşuktan ayrı kalmasının evrensel acısını simgeler. Üçüncü ve dördüncü dizelerde şairler kendi hallerini bu örneklere bağlarlar: Nevres bu “vefa yolu”nun ne kadar zorlu ve meşakkatli olduğunu itiraf eder.
Makale: Vefa Yolu ve Ayrılığın Edebi Mirası
Aşk, insan ruhunun en kadim ve en güçlü duygusudur. Varlığında dünyayı cennete çeviren bu duygu, yokluğunda ve ayrılığında ise en derin ıstırapların kaynağı olur. Edebiyat, bu ıstırabın, bu hasretin ve bu bekleyişin en dokunaklı anıtlarını inşa etmiştir. Hüznî ve Nevres’in ortaklaşa kaleme aldığı bu şiir, ayrılık acısının farklı yüzlerini ve bu acıyla sınanan âşığın sadakatini dile getiren hüzünlü bir manifestodur.
Şiir, tabiatın en bilinen âşığı bülbül ile başlar. Bülbülün feryadı, gülüne olan hasretindendir. Onun şakıması bir neşe değil, bir ayrılık şarkısıdır. Bülbül, sevdiğinden uzakta olmanın bedelini ebedi bir feryatla öder.
3. Ebû Saîd Ebu’l-Hayr ve Umutsuzluk Dergahının Olmayışı
İktibas
Farsça Aslı:
باز آ باز آ هر آنچه هستی باز آ
گر کافر و گبر و بتپرستی باز آ
این درگه ما درگه نومیدی نیست
صد بار اگر توبه شکستی باز آ
Okunuşu:
Mef’ûlü Mefâ’îlü Mefâ’îlü Fe’ûl
Bâz â bâz â her ânçi hestî bâz â
Ger kâfer u gebr u botperestî bâz â
În dergeh-i mâ dergeh-i novmîdî nîst
Sed-bâr eger tovbe şikestî bâz â
Şair: Ebû Saîd Ebu’l-Hayr (Sıklıkla Mevlana’ya atfedilir)
Günümüz Türkçesiyle Anlamı:
Yine gel, yine gel, ne olursan ol, yine gel. Kafir, ateşe tapan, putperest olsan da yine gel. Bizim bu dergâhımız ümitsizlik dergâhı değildir. Yüz kere tövbeni bozmuş olsan da yine gel.
İzah ve Tahlil
Bu dörtlük, İslam tasavvufunun ve genel olarak ilahi rahmet anlayışının en kucaklayıcı ve en meşhur ifadelerinden biridir. Şair, kimliğine, inancına, geçmişine veya günahlarına bakmaksızın herkese koşulsuz bir davet sunar. “Ne olursan ol, yine gel” çağrısı, ilahi merhametin sınır tanımadığının altını çizer. “Kafir, gebr (ateşe tapan), putperest” gibi en uç ve dışlanmış görünen kimlikler bile bu davetin dışarısında değildir. Beytin kilit noktası ikinci mısradır: “Bu dergâh, umutsuzluk dergâhı değildir.” Bu ifade, insanın en büyük günahının Allah’ın rahmetinden ümit kesmek (ye’s) olduğu inancını yansıtır. Son mısra ise bu umudu perçinler: “Yüz kere tövbeni bozmuş olsan da yine gel.” Bu, tövbenin bir defalık bir eylem değil, bir süreç olduğunu; insanın hata yapmaya meyilli olduğunu ancak rahmet kapısının her zaman açık olduğunu anlatır. Bu rubai, yargılayan değil, kucaklayan; dışlayan değil, çağıran bir maneviyat anlayışının manifestosudur.
Makale: Rahmet Kapısı ve Kırık Tövbekarın Sığınağı
İnsanoğlu, hata ile malul, nisyan ile yoğrulmuş bir varlıktır. Hayat yolculuğunda düşer, kalkar, yeminler eder ve yeminlerini bozar. Her düşüş, ruhta bir yara, vicdanda bir sızı bırakır. Bu yaraların en tehlikelisi ise zamanla ümitsizliğe dönüşenidir. Kişi, kendisini o kadar kirlenmiş, o kadar layık olmayan bir konumda görür ki, bir daha temizlenemeyeceğine, affedilemeyeceğine inanır. İşte bu ümitsizlik zindanı, ruhun en karanlık hücresidir. Ebû Saîd Ebu’l-Hayr’a atfedilen bu ölümsüz dörtlük, tam da o zindanın duvarlarını yıkan bir nida, o karanlığa sızan bir umut ışığıdır.
“Yine gel, yine gel, ne olursan ol, yine gel.” Bu tekrar, sıradan bir davet değil, ilahi rahmetin ısrarlı ve şefkatli çağrısıdır. Bu çağrı, insanın kimliğine, etiketine, inanç sistemine bakmaz. Toplumun “öteki” olarak kodladığı, “kafir”, “ateşperest”, “putperest” diye yaftaladığı herkesi kapsar. Çünkü bu dergâhın kapısında kimlik kontrolü yapılmaz; orada yalnızca pişmanlık ve samimiyet aranır. Bu, ilahi bakışın, beşeri yargıların ne kadar üstünde olduğunu gösteren muazzam bir perspektiftir. İnsanların birbirini inançları veya günahları yüzünden kolayca dışladığı bir dünyada, bu dergâh herkese “hoş geldin” der.
Şiirin kalbi, “Bizim bu dergâhımız ümitsizlik dergâhı değildir” mısrasında atar. Bu, tasavvufun temel felsefesini özetler. Allah’ın rahmeti, O’nun gazabını geçmiştir. Dolayısıyla, en büyük günah, bir hata işlemek değil, o hatadan sonra Allah’ın affediciliğinden şüphe duymaktır. Ümitsizlik, Yaratıcı ile kul arasına çekilen en kalın perdedir. Bu dergâh, o perdeyi yırtıp atmak için vardır.
“Yüz kere tövbeni bozmuş olsan da yine gel.” Bu son dize, insan psikolojisini en derinden anlayan ifadedir. Tövbe etmek bir irade, tövbeyi bozmak ise bir zaafiyet anıdır. İnsan, bu ikisi arasında salınır durur. Pek çok kişi, defalarca tövbesini bozduktan sonra yüzünü kapıya dönmekten utanır, artık kabul edilmeyeceğini düşünür. Bu mısra, o utangaç ve çekingen ruha seslenir: “Senin zaafiyetin, benim rahmetimden büyük değildir. Senin yüz defa bozman, benim yüz birinci defa kabul etmeme engel değildir. Yeter ki sen, samimiyetle yeniden gel.”
Tarih boyunca bu anlayış, Mevlevihaneleri, tekkeleri ve dergâhları sadece birer ibadet mekanı değil, aynı zamanda toplumdan dışlanmışların, günahkarların, arayış içindekilerin sığındığı birer şifa ve rehabilitasyon merkezi yapmıştır. Bu dörtlük, bir şiir olmanın ötesinde, zaman ve mekan aşan bir merhamet manifestosu, kırık kalplerin ve yorgun ruhların sığınabileceği ebedi bir limanın davetiyesidir.
Özet: Bu dörtlük, ilahi rahmetin sınırsızlığını ve kapsayıcılığını vurgular. Kim olursa olsun, geçmişi ne kadar karanlık olursa olsun ve ne kadar çok hata yapmış olursa olsun, herkesin tövbe ve umut kapısına davetli olduğunu anlatır. Asıl meselenin günah işlemek değil, Allah’ın affından ümit kesmek olduğunu belirterek, “ümitsizlik dergâhı” olmadığının altını çizer ve defalarca tövbesini bozanları bile tekrar tekrar gelmeye teşvik eder.
4. Yahyâ Kemâl Beyatlı ve Hazan Bahçelerinin Hüznü
İktibas
Osmanlı Harfleriyle Aslı:
قلبم يينه اوزگون سنی آڭدم دريندن
كچديم يينه دون اسكی خزان باغچه لرندن
Okunuşu:
Mef’ûlü Mefâ’îlü Mefâ’îlü Fe’ûlün
Kalbim yine üzgün seni andım da derinden
Geçtim yine dün eski hazân bahçelerinden
Şair: Yahyâ Kemâl Beyatlı
Günümüz Türkçesiyle Anlamı:
Kalbim yine üzgün. Derinden seni andım. Dün yine eski hazan bahçelerinden geçtim.
İzah ve Tahlil
Yahyâ Kemâl’in bu beyti, modern Türk şiirinin klasik aruz vezniyle yazılmış en lirik ve dokunaklı örneklerinden biridir. Beyit, üç temel unsur üzerine kuruludur: hüzünlü bir kalp, derinden anılan bir “sen” (sevgili) ve bu anımsamayı tetikleyen mekan, yani “eski hazan bahçeleri”. Şair, anlık bir duyguyu değil, tekrarlanan, süreğen bir hüznü (“yine üzgün”) ifade eder. Bu hüzün, sevgilinin “derinden” anılmasıyla tetiklenir. Bu anma eylemi soyut bir düşünce değil, somut bir eylemle, yani “eski hazan bahçelerinden geçmekle” birleşir. “Hazan,” yani sonbahar, edebiyatta hüzün, ayrılık, fânilik ve geçmişin sembolüdür. “Eski” kelimesi ise bu bahçelerin sadece mevsimsel bir sonbaharı değil, aynı zamanda yaşanmışlıkların, hatıraların biriktiği, artık geride kalmış bir zamanı temsil ettiğini gösterir. Dolayısıyla şair, maziye yaptığı bir yolculukla bugünkü hüznünü birleştirerek, zaman, mekan ve duygu arasında kopmaz bir bağ kurar.
Makale: Hafızanın Mekanları ve Sonbaharın Melankolisi
Hafıza, sadece zihinde depolanan soyut bilgiler yığını değildir; o, mekanlarla, kokularla, mevsimlerle ve duygularla örülmüş canlı bir arazidir. Bazen bir şarkı, bazen bir koku, bazen de bir mekan, bizi o arazinin en ücra köşelerine, en unutulmuş patikalarına götürür. Yahyâ Kemâl Beyatlı’nın o meşhur beyti, hafızanın mekanla olan bu derin ve melankolik ilişkisini iki mısraya sığdıran bir şaheserdir. “Geçtim yine dün eski hazân bahçelerinden,” mısrası, sadece bir yerden bir yere gitmeyi değil, aynı zamanda zamanda bir yolculuğu, kalbin derinliklerine doğru bir inişi anlatır.
Beytin ilk mısrası, bir duygu durum tespitiyle başlar: “Kalbim yine üzgün.” Bu “yine” kelimesi, hüznün gelip geçici bir misafir değil, kalbin gediklisi olduğunu ima eder. Bu hüzün, bir sebep-sonuç ilişkisiyle ortaya çıkar: “seni andım da derinden.” Anmak, sıradan bir hatırlama eylemi değildir; “derinden” yapıldığında, geçmişin tüm canlılığıyla, tüm ağırlığıyla bugüne taşınmasıdır. O “sen”, bir sevgili, kayıp bir dost, belki de yitirilmiş bir gençlik veya bir medeniyettir. Yahyâ Kemâl şiirinde bu “sen” genellikle İstanbul’a, Osmanlı’nın kaybolan estetiğine ve ruhuna da işaret eder.
Bu derin hatırlamayı tetikleyen şey ise mekandır: “eski hazân bahçeleri.” Bahçe, normalde hayatın, canlılığın ve baharın sembolüdür. Ancak “hazan” yani sonbahar mevsimiyle birleştiğinde, bu anlam tersine döner. Hazan bahçesi, dökülen yaprakları, solan renkleri, yaklaşan kışın habercisi olan serin rüzgarlarıyla bir fânilik, bitiş ve hüzün coğrafyasıdır. Ağaçlar, yapraklarını dökerken sanki hatıralarını da toprağa serer. Şairin bu bahçelerden geçmesi, kendi mazi enkazının, kendi gönül harabesinin içinden geçmesi gibidir. O bahçeler “eski”dir, çünkü hem hatıralar eskidir hem de o bahçelerin ait olduğu dünya artık yoktur.
Bu beyit bize, hüznün ve melankolinin de estetik bir değeri olabileceğini gösterir. Yahyâ Kemâl, acıdan şikayet etmek yerine onu bir ilham kaynağına dönüştürür. O, hazan bahçelerinde gezinerek sadece geçmişi anmaz, aynı zamanda o geçmişin hüznüyle kendi şairane kimliğini besler. Bu, kayıplarla yaşamayı öğrenmenin, onları bir yük olarak değil, ruhu derinleştiren bir zenginlik olarak görmenin edebi bir ifadesidir. Şairin adımları, dökülen yaprakların çıkardığı hışırtıyla birleşir ve her adımda kalp, derinden andığı “sen”e dair bir anıyı daha gün yüzüne çıkarır. Bu, zamanın, mekanın ve hafızanın iç içe geçtiği, hüzünle kutsanmış bir ayindir.
Özet: Yahyâ Kemâl’in beyti, hüzün, hafıza ve mekan arasındaki güçlü bağı anlatır. Süreğen bir kalp üzüntüsü, sevilen bir varlığın derinden anılmasıyla tetiklenir. Bu hatırlama eylemi ise somut olarak, geçmişin ve sonbaharın melankolisini taşıyan “eski hazan bahçelerinden” geçmekle gerçekleşir. Beyit, hüznün sadece bir duygu olmadığını, aynı zamanda geçmişe yapılan estetik ve derin bir yolculuk olduğunu ifade eder.
5. Ziyâ Paşa ve Halîm İnsanın Gazabı
İktibas
Osmanlı Harfleriyle Aslı:
اللّٰهه صیغین شخص حليمك غضبندن
زيرا يوموشاق خويلو آتك چيفته سی پكدر
Okunuşu:
Mef’ûlü Mefâ’îlü Mefâ’îlü Fe’ûlün
Allâh’a sığın şahs-ı halîmin gazabından
Zîrâ yumuşak huylu atın çiftesi pekdir
Şair: Ziyâ Paşa
Günümüz Türkçesiyle Anlamı:
Yumuşak huylu, sakin tabiatlı bir insanın öfkesinden Allah’a sığın. Zira yumuşak huylu atın çiftesi pekdir, serttir.
İzah ve Tahlil
Tanzimat döneminin önemli devlet adamı ve şairi Ziyâ Paşa, bu beytinde hikmetli bir hayat dersi verir. Beyit, bir uyarı ve bu uyarının gerekçesinden oluşur. Uyarı, “şahs-ı halîm”in, yani yumuşak huylu, sabırlı, sakin ve ağırbaşlı bir kimsenin gazabından (öfkesinden) Allah’a sığınmak gerektiğidir. Bu, ilk bakışta bir tezat gibi durur. Neden en tehlikeli öfke, en sakin insandan gelsin? Cevap ikinci mısradaki muhteşem teşbihte (benzetmede) gizlidir: “Zîrâ yumuşak huylu atın çiftesi pekdir.” Her zaman huysuzluk yapan, sürekli çifte atan bir atın tepkileri tahmin edilebilirdir ve genellikle daha az zararlıdır. Ancak uysallığıyla bilinen, sakin bir at eğer çifte atıyorsa, bu onun gerçekten çok ciddi bir şekilde rahatsız edildiğini, sabrının son sınırına gelindiğini gösterir. Bu tepki, ani, beklenmedik ve bu yüzden çok daha sert ve tehlikeli olur. Aynı şekilde, sabırlı bir insan kolay kolay öfkelenmez. Öfkelendiği zaman ise bu, bardağı taşıran son damlanın düştüğü, bütün tolerans sınırlarının aşıldığı anlamına gelir. Bu yüzden onun öfkesi, gelip geçici bir parlama değil, birikmiş bir tepkinin patlamasıdır ve sonuçları ağır olabilir.
Makale: Sabrın Sınırı ve Yumuşak Huylu Atın Çiftesi
Toplumsal ilişkiler, görünmez sabır iplikleriyle örülmüş bir ağa benzer. Her birey, bu ağ içinde belli bir tahammül ve hoşgörü payıyla hareket eder. Kimi insanlar fevri, tepkisel ve sabırsızken; kimileri de “halîm” sıfatıyla anılır. Onlar, yumuşak huylu, anlayışlı ve sakin tabiatlarıyla çevrelerine güven ve huzur verirler. Ancak Ziyâ Paşa’nın Terkib-i Bend’inden alınan bu hikmet dolu beyit, bize bu sakinliğin aldatıcı olabileceğini ve en çok sakınılması gereken öfkenin, tam da bu sabır abidelerinden gelebileceğini hatırlatır.
“Allâh’a sığın şahs-ı halîmin gazabından.” Bu mısra, bir uyarıdan çok, bir feryat gibidir. Kolay kolay öfkelenmeyen, her şeyi alttan alan, affedici ve olgun bir insanı öfkelendirecek noktaya getirmek, büyük bir maharetsizlik ve hadsizliktir. Çünkü o noktaya gelene kadar o insan, sayısız uyarıda bulunmuş, sayısız yanlışı sineye çekmiş, karşısındakine defalarca kendini düzeltme fırsatı vermiştir. Onun öfkesi, bir anda parlayan saman alevi gibi değildir; aylar, hatta yıllar boyunca sessizce birikmiş bir volkanın patlaması gibidir. Bu patlama, arkasında derin bir hayal kırıklığı, bitmiş bir güven ve geri dönülmez bir kopuş bırakır.
Ziyâ Paşa’nın kullandığı benzetme, bu durumu kusursuz bir şekilde özetler: “Zîrâ yumuşak huylu atın çiftesi pekdir.” Hayvan davranışlarını gözlemleyenler bilir ki, en tehlikeli hayvanlar, genellikle en sakin ve tahmin edilemez olanlardır. Huysuz bir at, sürekli tepinerek niyetini belli eder ve ondan korunmak kolaydır. Ama uysal bir at, sabrının sonuna geldiğinde, tüm gücüyle, hiç beklenmedik bir anda ve ölümcül bir isabetle çiftesini savurur. İşte halîm insanın gazabı da böyledir. O, öfkelendiğinde bağırmaz, çağırmaz, kontrolünü kaybetmez. Tam aksine, genellikle buz gibi bir sessizliğe bürünür, kararını verir ve uygular. Onun çiftesi, bağırıp çağırmak değil, o ilişkiyi, o dostluğu veya o bağı zihninde ve kalbinde kesin bir kararla bitirmesidir. Bu, en “pek” yani en sert ve geri dönüşü olmayan tepkidir.
Bu beyit, hem bireysel hem de toplumsal düzeyde ibretlik bir derstir. İnsan ilişkilerinde, karşımızdakinin sabrını ve iyi niyetini bir zafiyet olarak görmememiz gerektiğini öğretir. Bir insanın sessizliği, olan biteni anlamadığı veya kabul ettiği anlamına gelmez. O sessizlik, genellikle durumu gözlemlediği, ölçüp biçtiği ve sabrettiği bir süreçtir. O sabır taşı çatladığında ise ortaya çıkan enerji, her şeyi yıkıp geçebilir. Tarihte de nice sakin ve mazlum görünen milletin, zulüm ve baskı karşısında sabrı taştığında nasıl büyük devrimlere ve isyanlara imza attığı görülmüştür. Ziyâ Paşa’nın bu beyti, bize nezaketin, sabrın ve yumuşak huyluluğun bir zayıflık değil, aksine en tehlikeli gücü içinde barındıran bir erdem olduğunu asırlar öncesinden fısıldamaktadır.
Özet: Ziyâ Paşa, bu beytinde sakin ve sabırlı insanların öfkesinin, fevri insanlarınkinden çok daha tehlikeli ve yıkıcı olduğu uyarısında bulunur. Bunu, “yumuşak huylu atın çiftesinin sert olması” benzetmesiyle açıklar. Kolay kolay öfkelenmeyen birinin öfkelenmesi, tüm sabır ve tolerans sınırlarının aşıldığı anlamına gelir ve bu tepki, birikmiş, kesin ve geri dönülmez olur. Dolayısıyla, insanların iyi niyetini ve sabrını suistimal etmemek gerektiği dersini verir.
1. Analiz: Aşkın Mekansızlığı (Hasan Sezâyî)
İktibas
Beyit:
Bülbül-i gülzâr-ı aşkım âşiyân olmaz bana
Mürg-i lâhûtum anınçün bir mekân olmaz bana
Şair: Hasan Sezâyî
Açıklama: Aşk gülbahçesinin bülbülüyüm. Bir barınağım, yuvam yoktur. Cenab-ı Hakk’ın zatına mahsus, ilk ve en yüce âlem olan lahutun kuşuyum, ondan dolayı benim için bir mekân yoktur.
İzah ve Açıklama
Bu beyit, tasavvuf edebiyatının en temel ve derinlikli konularından birini işler: İlahi aşkın, maddi âlemin sınırlarını aşan, mekândan ve zamandan münezzeh doğası.
• “Bülbül-i gülzâr-ı aşkım”: Şair, kendini bir “aşk gülbahçesinin bülbülü” olarak tanımlar. Klasik şiirde bülbül, güle olan ölümsüz aşkıyla bilinir. Gül, genellikle ilahi güzelliği (Cemâl-i Mutlak) temsil eder. Bülbül ise o güzelliğe vurgun olan âşıktır. Dolayısıyla şair, “Benim vatanım, yuvam, herhangi bir coğrafya değil, bizatihi aşkın kendisidir” demektedir. Onun için var olmak, aşk ile var olmaktır.
• “Âşiyân olmaz bana”: “Bana bir yuva olmaz.” Aşk gibi soyut ve sonsuz bir kavramın içinde yaşayan bir varlık için, ağaç dalından bir yuva gibi somut ve sınırlı bir mesken düşünülemez. Bu, âşığın dünyaya ve onun geçici barınaklarına olan yabancılığını ve bağlılıksızlığını ifade eder.
• “Mürg-i lâhûtum”: “Ben lâhût (ilahi âlem) kuşuyum.” Tasavvufta kâinat, “Lâhût” (İlahi Zat Âlemi), “Ceberût” (Melekler Âlemi), “Melekût” (Ruhlar Âlemi) ve “Nâsût” (Maddi/Fiziki Âlem) gibi katmanlara ayrılır. Lâhût, en yüce, en öte, sadece Allah’ın Zatı’na mahsus olan âlemdir. Şair, ruhunun bu en yüce âleme ait olduğunu, dolayısıyla kendisinin bu dünyaya ait geçici bir varlık olmadığını söyler. O, bedenen yeryüzünde olsa da ruhen ait olduğu yer, ilahi âlemdir.
• “Anınçün bir mekân olmaz bana”: “İşte bu yüzden bana bir mekân olmaz.” Mademki ruhum en yüce âleme, yani mekânsızlık âlemine aittir, o halde bu sınırlı ve sonlu dünyada beni içine alacak, bana “ev” olacak bir yer yoktur. Bu, hem bir övünç hem de bir gurbet hissini aynı anda barındırır. Âşık için asıl vatan, Allah’ın katıdır; dünya ise geçici bir sürgün yeridir.
Makale: LÂ-MEKÂN KUŞUNUN EZGİSİ
İnsan, yapısı gereği bir yere ait olmak, bir mekâna sığınmak ister. Evimiz, vatanımız, mahallemiz… Bunlar, fiziksel varlığımızı koruyan, bize kimlik ve güvenlik hissi veren sınırlardır. Ancak tarih boyunca öyle ruhlar var olmuştur ki, onlar için bu sınırlar birer sığınak değil, birer kafes hükmündeydi. Onlar, Hasan Sezâyî’nin dilinden konuşarak, “Mürg-i lâhûtum anınçün bir mekân olmaz bana” demişlerdir. Onlar, ruhlarının kökünü bu toprakta değil, “Lâhût Âlemi”nde, yani ilahi ve mutlak olanın katında bulan mekânsız yolculardır.
Bu beytin ilk mısrası, bu yolculuğun yakıtını tanımlar: Aşk. Âşık, kendini “aşk gülbahçesinin bülbülü” olarak görür. Onun için hayat, bir gül bahçesidir ve bu bahçedeki yegâne meşgalesi, güle, yani Mutlak Güzelliğe olan aşkını terennüm etmektir. Bülbülün yuvası, gülü görebildiği her yerdir. Bu sebeple, dallardan yapılmış bir yuvaya (âşiyân) ihtiyaç duymaz. Onun aidiyeti bir mekâna değil, bir duyguya, bir hâle, yani aşkın kendisine doğrudur. Aşk, onun hem vatanı hem de kimliğidir. Dünyevi bağlar, mal, mülk, makam gibi sığınaklar, bu bülbül için anlamsızdır, çünkü onun kanat çırptığı gökyüzü çok daha engindir.
İkinci mısra ise bu enginliği daha da derinleştirir. Şair, kendini “lâhût kuşu” olarak niteler. Bu, basit bir kuş metaforunun ötesinde, varoluş bir beyandır. İnsanın ruhu, ilahi bir nefestir (“Nefahtü fîhi min rûhî”). Aslı, bu çamurdan ve kemikten ibaret olan bedenin çok ötesindedir. O, zamanın ve mekânın olmadığı bir âlemden bu dünyaya “inmiş”, bir süreliğine bu bedene misafir olmuştur. İşte bu hakikatin farkında olan kişi, yani “lâhût kuşu”, dünyayı bir gurbet, bir sürgün yeri olarak görür. Onun kalbi, sürekli olarak asli vatanına, yani “lâ-mekân”a (mekânsızlık yurduna) özlem duyar. Bu yüzden de bu dünyada hiçbir yer ona tam anlamıyla “yuva” olamaz. Ne saraylar ne de kulübeler, o ilahi asıllı ruhu tatmin edemez.
Bu mekânsızlık hali, bir kaybolmuşluk değil, aksine bir özgürleşmedir. Mekânın prangalarından kurtulan ruh, artık olayları ve olguları daha yüce bir perspektiften seyreder. Dünyanın geçici telaşları, kavgaları ve hırsları, onun için anlamını yitirir. Çünkü o bilir ki, bu dünya, ruhunun sonsuz yolculuğunda sadece bir duraktır. Asıl menzil, mekânların ötesindedir. Bu, Mevlana’nın “Bizim mezarımızı yeryüzünde aramayın, bizim mezarımız ariflerin gönüllerindedir” sözüyle aynı kapıya çıkar. Gerçek varoluş, et ve kemiğin kapladığı yerde değil, mana ve aşkın hüküm sürdüğü gönüllerde ve öte âlemlerdedir.
Sonuç olarak, Hasan Sezâyî’nin bu beyti, bizlere sadece lirik bir söyleyiş sunmaz; aynı zamanda bir varoluş manifestosu çizer. İnsanı, kendi içindeki ilahi özü hatırlamaya, bu dünyanın geçici mekânlarına aldanmayıp, ruhunun sonsuz ve mekânsız doğasına kulak vermeye davet eder. Bu daveti duyanlar, artık yeryüzünde birer “misafir” olduklarını anlar ve adımlarını ona göre atarlar.
Özet
Hasan Sezâyî, bu beyitte ilahi aşkın ve ruhun, fiziksel mekânların ötesindeki yüce doğasını anlatır. Kendisini “aşk gülbahçesinin bülbülü” ve “ilahi âlemin kuşu” olarak tanımlayan şair, bu özellikleri sebebiyle yeryüzünde hiçbir yuvanın ve mekânın kendisini sınırlayamayacağını ifade eder. Bu durum, dünyevi bağlardan kurtulmuş, asıl vatanı Allah’ın katı olan arif bir ruhun, mekânla sınırlı olmayan sonsuz ve özgür varoluşunu simgeler. Beyit, insanın asıl kimliğinin bedensel ve dünyevi değil, ruhani ve ilahi olduğunu vurgular.
2. Analizi: Aşkın Gamının Değeri (Keçecizâde İzzet Molla)
İktibas
Beyit:
Eyyâm-ı neşâtı feleğin bir yere gelse
Bir ân-ı gam-ı aşkı tebâh etmeğe değmez
Şair: Keçecizâde İzzet Molla
Açıklama: Bu dünyada neşeyle geçirdiğimiz bütün günler bir araya gelse, aşkın gamıyla geçen bir ânı bile harap etmeye, yıkmaya değmez.
İzah ve Açıklama
Bu beyit, divan edebiyatının temel düşüncelerinden birini, acının ve özellikle de “aşk acısının” yüceliğini çarpıcı bir karşılaştırmayla ortaya koyar.
• “Eyyâm-ı neşâtı feleğin bir yere gelse”: “Feleğin (talihin, dünyanın) bütün neşeli günleri bir araya toplansa.” Şair, hayal edilebilecek en büyük mutluluğu, en keyifli anları bir kefeye koyar. Bu, insanın ömrü boyunca yaşayabileceği tüm zevklerin, sevinçlerin ve dünyevi hazların toplamıdır.
• “Bir ân-ı gam-ı aşkı”: Diğer kefeye ise sadece “aşk gamının bir anını” koyar. Burada “gam-ı aşk”, basit bir üzüntü veya keder değildir. Sevgiliye (ilahi veya beşeri) duyulan özlemden, ayrılıktan veya O’na ulaşma arzusundan kaynaklanan derin, yakıcı ve aynı zamanda insanı olgunlaştıran, yücelten bir acıdır.
• “Tebâh etmeğe değmez”: “Harap etmeye, yok etmeye, feda etmeye değmez.” Şair, terazinin ikinci kefesinin çok daha ağır bastığını söyler. Dünyanın bütün neşesi ve mutluluğu, âşığın çektiği o kutsal acının tek bir anını bile feda etmeye değmez. Âşık, o acıyı dünyevi zevklere değişmez.
Bu beyit, aşkın getirdiği kederin, sıradan mutluluklardan çok daha değerli ve anlamlı olduğunu savunur. Çünkü o keder, ruhu besler, hamlıktan kurtarır, insanı daha derin bir varoluş idrake ulaştırır. Dünyevi neşe geçici ve yüzeyselken, aşkın gamı kalıcı, dönüştürücü ve hakikate yaklaştırıcıdır.
Makale: GAMDAN DAMITILAN SAADET
İnsan, yapısı gereği acıdan kaçar ve mutluluğu arar. Modern dünya, bu arayışı bir hayat amacı olarak önümüze koyar: daha fazla konfor, daha fazla neşe, daha az keder. Ancak Keçecizâde İzzet Molla, bu beytiyle bize adeta bir şok terapisi uygular ve bu denklemi tersine çevirir. Bize der ki: “Öyle bir gam vardır ki, dünyanın bütün neşesini toplasanız, onun bir anına bile denk düşmez.” Bu gam, “gam-ı aşk”tır; yani aşkın kederi.
Peki bir acı, nasıl olur da mutluluktan daha değerli olabilir? Bu sorunun cevabı, acının dönüştürücü gücünde saklıdır. “Feleğin neşeli günleri” olarak tabir edilen dünyevi zevkler, genellikle ruhun yüzeyinde kalır. Güzel bir yemek, keyifli bir tatil, bir başarı; hepsi geçicidir ve insanı daha derin bir anlam arayışına sevk etmekten uzaktır. Bunlar hayatın süsleridir, özü değil. Oysa aşkın gamı, bir ateş gibi doğrudan ruhun merkezine düşer. O, insanı yakar, hamlıklarını, bencilliklerini, kibrini eritir. Bu ateşin içinde pişen ruh, saflaşır, incelir ve daha önce farkında olmadığı bir derinliğe kavuşur.
Tasavvuf düşüncesinde “kahrın da hoş, lütfun da hoş” anlayışı tam olarak bu felsefeyi yansıtır. Sevgiliden (Allah’tan) gelen her şey, ister lütuf şeklinde bir tebessüm, ister kahır şeklinde bir ayrılık acısı olsun, âşık için kıymetlidir. Çünkü her ikisi de Sevgili’den bir haber, bir iz taşır. Hatta gam, âşığa Sevgili’yi daha yoğun bir şekilde hatırlattığı için neşeden daha makbul görülebilir. Neşe anında insan dünyaya dalıp gaflete düşebilirken, gam anında kalbi daha uyanık, duası daha içtendir. Fuzûlî’nin “Ya Rab belâ-yı aşk ile kıl âşinâ beni / Bir dem belâ-yı aşktan etme cüdâ beni” (Ya Rab, beni aşk belasıyla tanıştır, bir an bile beni aşk belasından ayırma) yakarışı da aynı sırra işaret eder.
Tarihteki büyük aşk hikayeleri de bu gerçeğin isbatıdır. Mecnun’u Leyla’nın çölünde diyar diyar gezdiren şey, vuslatın neşesi değil, ayrılığın gamıydı. Bu gam, onu öyle bir olgunluğa eriştirdi ki, sonunda Leyla’dan geçip Mevla’ya ulaştı. Onun acısı, onu beşeri bir sevdadan ilahi bir hakikate taşıyan bir kanat oldu. İşte İzzet Molla’nın “tebâh etmeye değmez” dediği o bir anlık gam, insanı böyle yücelten, ona sonsuzluğun kapılarını aralayan bir anahtardır.
Bu beyit, günümüz insanına da önemli bir mesaj verir. Acıdan ve kederden patolojik bir korkuyla kaçtığımız, her türlü üzüntüyü hemen “negatif” olarak etiketlediğimiz bir çağda, İzzet Molla bize bazı acıların ruhun vitamini olduğunu hatırlatır. Özellikle bir gaye, bir ideal, bir sevda uğruna çekilen çileler, insanı sıradanlıktan kurtarıp ona bir kimlik ve bir asalet kazandırır. Dünyanın bütün sahte ve geçici parıltıları, böyle anlamlı bir derdin yanında sönük kalmaya mahkûmdur.
Özet
Keçecizâde İzzet Molla, bu beytinde, aşk yolunda çekilen kederin, dünyadaki bütün neşeli anların toplamından daha değerli olduğunu vurgular. Ona göre, “aşkın gamı” denilen o derin ve yakıcı duygu, insan ruhunu olgunlaştıran, ona derinlik katan ve onu hakikate yaklaştıran kutsal bir tecrübedir. Bu sebeple, dünyanın bütün geçici zevkleri ve mutlulukları bir araya gelse bile, âşığın kalbindeki o kıymetli kederin bir anını feda etmeye değmez. Beyit, acının yüceltici ve dönüştürücü gücünü çarpıcı bir şekilde ortaya koyar.
3. Analizi: Sözde Kalan Cömertlik (Nâbî)
İktibas
Beyit:
Garîb himmeti var ağniyâ-yı devrânın
Lisân ile doyurur âb u nâna yer kalmaz
Şair: Nâbî
Açıklama: Devrimizdeki zengin insanların ihsanda bulunma, yardım etme anlayışı çok gariptir. Konuştukları şeylerle, kullandıkları cümlelerle karnınızı doyururlar, yemeğe suya yer kalmaz.
İzah ve Açıklama
Hikemî (didaktik, öğretici) şiirin üstadı Nâbî, bu beytinde keskin bir sosyal eleştiri yaparak, yaşadığı dönemin zenginlerinin riyakârlığını ve sahte cömertliğini hicveder.
• “Garîb himmeti var ağniyâ-yı devrânın”: “Zamanın zenginlerinin tuhaf bir cömertliği, yardımseverliği var.” “Garîb” (tuhaf, acayip) kelimesi, ilk mısradan itibaren ince bir alay ve iğneleme ifade eder. “Himmet” normalde yüce bir gayret, cömertlik, lütuf gibi pozitif anlamlar taşırken, Nâbî bu kelimeyi “garîb” sıfatıyla birleştirerek onu ironik bir kavrama dönüştürür.
• “Lisân ile doyurur”: “Dilleriyle doyururlar.” Eleştirinin kalbi bu ifadedir. Bu zenginler, gerçek anlamda ekmek veya su vererek değil, tatlı sözlerle, boş vaatlerle, nasihatlerle insanları doyurmaya çalışırlar. Yardım isteyen bir fakire, “Ah kardeşim, halini anlıyorum, Allah yardımcın olsun, sabret, inşallah işlerin düzelir” gibi sözlerle destek olurlar.
• “Âb u nâna yer kalmaz”: “Suya ve ekmeğe yer kalmaz.” Bu mısra, hicvin zirve noktasıdır. Onların sözleri o kadar boldur, o kadar çok konuşurlar ki, mideniz onların laflarıyla öyle bir dolar ki, artık gerçek yiyecek olan suya ve ekmeğe yer kalmaz. Bu, hem “laf salatası yaparak asıl ihtiyacı unuttururlar” hem de “o kadar çok konuşurlar ki, insan onların sözünden doyup gerçek yemek yiyecek hali kalmaz” gibi anlamlara gelen, son derece sanatlı ve güçlü bir eleştiridir. Somut bir ihtiyacın (yemek), soyut bir eylemle (konuşma) nasıl karşılanmaya çalışıldığını ve bunun ne kadar anlamsız olduğunu gösterir.
Makale: SÖZ İLE DOYURANLARIN GÖLGESİNDE
Cömertlik, insanlık tarihinin en kadim erdemlerinden biridir. Muhtaç bir ele uzanmak, aç bir karnı doyurmak, sadece bir yardım eylemi değil, aynı zamanda toplumsal dokuyu sağlamlaştıran ve insani sıcaklığı yayan bir ahlak göstergesidir. Ancak her erdem gibi, cömertliğin de sahtesi, bir gölgesi vardır. Büyük şair Nâbî, yaklaşık üç yüz yıl öncesinden bugüne seslenerek, bu sahteliğin portresini iki mısraya sığdırır: Zamanın zenginlerinin öyle “tuhaf” bir cömertliği vardır ki, onlar mideleri değil, kulakları doyurur; öyle çok konuşurlar ki, artık gerçek ekmeğe ve suya yer bırakmazlar.
Nâbî’nin “ağniyâ-yı devrân” (devrin zenginleri) olarak tanımladığı bu zümre, aslında her devirde var olan bir karakter tipidir. Onlar, eylemin maliyetinden ve sorumluluğundan kaçıp, sözün ucuzluğuna ve rahatlığına sığınanlardır. Bir yoksul kapılarına geldiğinde, keselerini değil, ağızlarını açarlar. Tavsiyeler, teselliler, iyi dilekler havada uçuşur. “Sabret”, “şükret”, “Allah büyüktür” gibi manevi değeri yüksek kelimeleri, kendi sorumluluklarını örtbas etmek için birer kalkan olarak kullanırlar. Dilleriyle o kadar görkemli bir yardımseverlik tablosu çizerler ki, dinleyen kişi bir anlığına karnının doyduğunu zanneder. Ancak sözcüklerin oluşturduğu bu tokluk hissi aldatıcıdır; mide boş, ihtiyaç ise baki kalmıştır.
Bu “lisan ile doyurma” sanatı, sadece bireysel ilişkilerde değil, toplumsal ve siyasi hayatta da kendini gösterir. Topluma büyük vaatlerde bulunan, her sorunu çözeceklerini iddia eden, tumturaklı cümlelerle kitleleri etkileyen ancak icraata gelince ortada görünmeyen yöneticiler, Nâbî’nin hicvettiği o zenginlerin modern versiyonlarıdır. Onlar da sorunları somut çözümlerle değil, soyut söylemlerle ortadan kaldırmaya çalışırlar. Adalet, refah, eşitlik gibi kavramları dillerinden düşürmezler, ancak bu sözler halkın sofrasındaki ekmeği büyütmez. Bu, eylemsizliğin ve samimiyetsizliğin en tehlikeli biçimidir; çünkü umudu istismar eder ve güveni yok eder.
Nâbî’nin eleştirisi, samimiyetin ve eylemin önemine yapılmış güçlü bir vurgudur. Gerçek cömertlik, kelimelerde değil, amellerdedir. Bir parça ekmeği paylaşmak, saatlerce nutuk çekmekten daha değerlidir. Bir yarayı sarmak, binlerce teselli cümlesinden daha etkilidir. Çünkü eylem, sorumluluk almaktır; söz ise çoğu zaman bu sorumluluktan kaçmaktır. İnsanın değeri, söylediklerinin toplamı değil, yaptıklarının neticesidir.
Bugün etrafımıza baktığımızda, Nâbî’nin “garîb himmetli” zenginlerini farklı kılıklarda görmeye devam ediyoruz. Sosyal medyada birkaç duyarlı kelime yazarak vicdanını rahatlatanlar, büyük projelerden bahsedip tek bir tuğla koymayanlar, hepsi aynı geleneğin mirasçılarıdır. Onlar, lisan ile doyurmaya devam ederken, dünya hâlâ gerçek “âb u nân”a, yani samimi ve somut eylemlere muhtaçtır. Nâbî’nin beyti, bu yüzden sadece bir edebi metin değil, her çağda geçerliliğini koruyan bir ahlak ve samimiyet dersidir.
Özet
Nâbî, bu beytinde, yaşadığı dönemin zenginlerinin yardım anlayışını ironik bir dille eleştirir. Onların cömertliğinin, gerçek anlamda maddi yardımda bulunmak yerine, boş sözler, vaatler ve nasihatlerle insanları avutmak olduğunu söyler. Bu zenginlerin o kadar çok konuştuklarını, laflarıyla insanı öyle bir “doyurduklarını” belirtir ki, sonunda gerçek yiyecek olan ekmeğe ve suya yer kalmaz. Beyit, eylem yerine sözü tercih eden riyakâr ve samimiyetsiz insanlara yönelik güçlü bir sosyal hiciv ve eleştiridir.
4. Analizi: Edebin Yüceliği (Lâedrî)
İktibas
Beyit:
Edeb hoşdur edeb hoşdur ilâhî
Edebsizlik hor eder pâdişâhı
Şair: Lâedrî (Anonim)
Açıklama: Ey benim Rabbim! Edeb hoştur, edeb hoştur. Edepsizlik padişahı bile hakir, değersiz bir duruma düşürür.
İzah ve Açıklama
Bu beyit, sahibi bilinmese de (Lâedrî), toplumun hafızasına kazınmış, edebin ne kadar temel ve vazgeçilmez bir erdem olduğunu en özlü şekilde anlatan bir başyapıttır.
• “Edeb hoşdur edeb hoşdur ilâhî”: “Allah’ım, edep ne güzeldir, ne hoştur!” Mısra, bir tespitin ötesinde, bir hayranlık nidası ve bir duadır. “Edeb hoşdur” tekrarı, bu erdemin güzelliğini ve önemini pekiştirir. “İlâhî” nidası ise bu gerçeğin kaynağının ilahi olduğunu, edebin Allah’ın sevdiği ve insana yakıştırdığı bir haslet olduğunu ifade eder. Buradaki “edep”, sadece görgü kuralları veya nezaket demek değildir. Çok daha geniş bir anlamda; Allah’a karşı hürmet, insanın kendi haddini bilmesi, yaratılmış her şeye karşı saygılı ve ölçülü davranması, nefsinin taşkınlıklarını kontrol etmesi gibi birçok manayı içinde barındırır.
• “Edebsizlik hor eder pâdişâhı”: “Edepsizlik, bir padişahı bile hor, hakir, aşağılık duruma düşürür.” Bu mısra, edebin gücünü ve edepsizliğin yıkıcılığını göstermek için mümkün olan en güçlü karşıtlığı kullanır: Padişah. Padişah, dünyevi güç, makam, zenginlik ve otoritenin zirvesindeki kişidir. Normal şartlarda kimsenin onu “hor görmeye” cüret edemeyeceği bir konumdadır. Ancak şair, edepsizliğin öyle bir zehir olduğunu söyler ki, bu zehir en güçlü hükümdarı bile insanların gözünde küçük düşürebilir, onun tüm itibarını ve saygınlığını yok edebilir. Makam ne kadar yüksek olursa olsun, edep olmayınca o makam sahibini yüceltmez, aksine onun düşüşünü daha trajik hale getirir.
Makale: SALTANATTAN ÜSTÜN OLAN ERDEM: EDEP
Taçlar, tahtlar, saraylar… İnsanlık tarihi, gücün ve saltanatın göz kamaştırıcı sembolleriyle doludur. Bir padişah, sahip olduğu otoriteyle tebaasının kaderini belirler, orduları yönetir, kanunlar koyar. Onun makamı, dünyevi mertebelerin zirvesi olarak kabul edilir. Ancak anonim bir bilgenin kaleminden damlayan şu iki mısra, bize bu denklemin eksik olduğunu haykırır: “Edebsizlik hor eder pâdişâhı.” Bu söz, bize öğretir ki, öyle bir erdem vardır ki, onun yokluğu en kudretli hükümdarı bile tahtından indirip itibarsızlık çukuruna atabilir. Bu erdemin adı “edep”tir.
“Edeb hoşdur” nidası, basit bir beğeni ifadesi değildir. Bu, varoluşun temel ahengine, ilahi düzene duyulan bir hayranlığın dile gelişidir. Zira edep, en temelde “haddini bilmek”tir. İnsanın Yaradan karşısındaki acizliğini, kâinat içindeki yerini ve diğer insanlara karşı sorumluluklarını bilmesidir. Bu bilgi, kişiyi ölçülü, saygılı ve bilge kılar. Edep, bilginin süsü, aklın mücevheri, gücün ise ahlaki frenidir. O, insanın ham ve vahşi doğasını yontarak onu “insan-ı kâmil” mertebesine yaklaştıran bir sanattır. Yunus Emre’nin “Girdim ilim meclisine, eyledim طلب / Dediler ilim geride, illâ edep illâ edep” demesi, bilginin bile edepten sonra geldiğini, edepsiz bir alimin cehaletten daha tehlikeli olduğunu anlatır.
Beytin ikinci mısrasındaki “padişah” imgesi, bu erdemin ne kadar vazgeçilmez olduğunu isbatlar. Güç, insanı yozlaştırmaya en müsait olan şeydir. Etrafı dalkavuklarla çevrili bir hükümdar, zamanla kendini hatadan münezzeh görmeye, kibre kapılmaya ve haddini aşmaya başlayabilir. İşte bu, “edepsizliğin” ta kendisidir. Firavun’un “Ben sizin en yüce rabbinizim” demesi, edepsizliğin varabileceği son noktadır. Tarih, gücünün sarhoşluğuyla haddini unutan, halkına zulmeden, bilge insanların nasihatlerine kulak tıkayan nice kralın, sultanın ve imparatorun trajik sonlarına şahitlik etmiştir. Onları yıkan şey ordularının zayıflığı veya hazinelerinin boşalması değil, onları halkının ve nihayetinde Hakk’ın gözünde “hor” ve “değersiz” kılan edepsizlikleri olmuştur.
Edep, sadece yöneticiler için değil, her insan için bir zırhtır. Fakiri zengin, cahili bilge, güçsüzü saygın gösterebilen sihirli bir elbisedir. Edepli bir yoksul, edepsiz bir zenginden katbekat daha asildir. Çünkü onun tavırlarındaki incelik, kalbindeki zenginliğin işaretidir. Edep, insanın sosyal hayattaki pasaportudur; ona her kapıyı açar ve her gönülde yer bulmasını sağlar.
Sonuç olarak, bu ölümsüz beyit bize makamların, unvanların ve servetlerin geçici olduğunu; ancak edebin kalıcı bir saltanat olduğunu hatırlatır. Taç ve taht, insanı sadece bir süreliğine yüceltebilir, ama edep, sahibini iki cihanda aziz kılar. Çünkü edepsizliğin yıktığını, dünyanın bütün orduları bir araya gelse yeniden inşa edemez.
Özet
“Lâedrî” imzalı bu beyit, edebin evrensel ve mutlak önemini vurgular. İlk mısrada edebin ne kadar hoş ve güzel bir erdem olduğu bir dua ve hayranlık ifadesiyle belirtilir. İkinci mısrada ise edebin gücü, karşıtı üzerinden isbatlanır: Edepsizlik, dünyevi gücün zirvesindeki bir padişahı bile insanların gözünde küçük, değersiz ve hor bir duruma düşürebilir. Beyit, ahlaki bir erdem olan edebin, her türlü maddi güç ve makamdan daha üstün olduğunu, saygınlığın asıl kaynağının edep olduğunu özlü bir şekilde anlatır.
1: Ziyâ Paşa ve Talihin Cilvesi
İktibas
Osmanlıca Metin:
بی بخت اولانڭ باغنه بر قطره سی دوشمز
باران yerine در و گهر ياغسه سمادن
Latin Harfleriyle:
Bî-baht olanın bağına bir katresi düşmez
Bârân yerine dürr ü güher yağsa semâdan
Günümüz Türkçesiyle Anlamı:
Gökten yağmur yerine inci ve mücevher bile yağsa, talihsiz bir insanın bahçesine bir damla düşmez.
İzah ve Açıklama
Tanzimat döneminin en önemli şair ve düşünürlerinden Ziyâ Paşa’ya ait bu beyit, “kader” ve “talihsizlik” kavramlarını son derece çarpıcı bir imgeyle dile getirir. Beyitte, talihsizliğin adeta bir kara bulut gibi insanın üzerine çöktüğünde, en olağanüstü ve cömert fırsatların bile o kişiye isabet etmeyeceği vurgulanır. Normalde gökten yağan yağmur, bereketin ve rahmetin sembolüdür. Ancak Paşa, bu sembolü aşarak, gökten çok daha değerli olan inci ve mücevherlerin yağdığı bir tablo çizer. Bu mübalağalı anlatıma rağmen, “bî-baht” olan, yani talihi olmayan kişinin bu ilahi cömertlikten zerre kadar pay alamayacağını söyler. Bu durum, talihsizliğin, kişinin çabasından ve çevresindeki imkanlardan bağımsız, aşılamaz bir engel olduğu şeklindeki bir bakış açısını yansıtır.
Makale: Talihin Gölgesinde Bir Ömür
İnsanlık tarihi, bir yanıyla da talih ve talihsizlik üzerine yazılmış sonsuz bir destandır. Kimi insanlar, dokundukları her şeyi altına çeviren Midas’ın şansına sahipken, kimileri de Ziyâ Paşa’nın o meşhur beytindeki “bî-baht” kul gibi, gökten mücevher yağsa dahi payına bir damlanın düşmediği bir kaderi yaşar. Paşa’nın bu veciz ifadesi, sadece bir şikayet veya bir sitem değil, aynı zamanda insanın kontrolü dışındaki o muazzam güce, yani talihe dair derin bir tefekkürün ürünüdür.
Talih, antik çağlardan bu yana filozofların, yazarların ve sıradan insanların zihnini meşgul etmiştir. Ziyâ Paşa’nın beyti Divan Edebiyatı’ndaki en güçlü yansımalarından biridir. O, talihsizliği, evrenin en cömert anında bile kişiyi ıskalayan kör bir kuvvet olarak tanımlar.
Bu bakış açısı, özellikle zorluklarla dolu bir hayat süren insanlar için bir teselli veya bir meşrulaştırma aracı olabilir. Başarılamayan hedefler, ulaşılamayan arzular ve sürekli tekrar eden başarısızlıklar, kişinin kendi eksikliği veya hatası olarak değil, “alın yazısı” veya “kötü talih” olarak yorumlandığında, bireyin omuzlarındaki psikolojik yük bir nebze olsun hafifler. Ancak bu yaklaşım, aynı zamanda kişiyi pasifliğe ve atalete de sürükleyebilir. “Ne yapsam olmuyor, kaderim bu” düşüncesi, mücadele azmini kırarak kişiyi çaresizliğin kollarına terk edebilir.
Tarih sahnesi, bu iki ucun sayısız örneğiyle doludur. Yoksul bir ailede doğup imparatorluklar kuranlar, talihin sadece bir başlangıç noktası olduğunu, azim ve iradenin onu şekillendirebileceğini kanıtlamıştır. Diğer yandan, en parlak imkanlarla dünyaya gelip her şeyini kaybedenler ise talihin ne denli dönek olabileceğinin ibretlik vesikalarıdır. Belki de asıl hikmet, talihin varlığını inkar etmekte veya ona körü körüne teslim olmakta değil, onunla akıllıca bir mücadele vermekte yatar. İnsan, elinden gelen tüm çabayı gösterdikten, aklının ve iradesinin sınırlarını zorladıktan sonra sonucu sükûnetle kabullenme erdemini gösterebilmelidir.
Ziyâ Paşa, bu beytiyle aslında bize şunu fısıldar: Bazen şartlar o kadar aleyhimizedir ki, en büyük fırsatlar bile bize ulaşmadan buharlaşır. Bu, hayatın acı bir gerçeğidir. Ancak bu gerçeği bilmek, umutsuzluğa kapılmak için değil, beklentilerimizi doğru ayarlamak, sarsıldığımızda yeniden ayağa kalkabilmek ve mutluluğu sadece talihin getireceği mücevherlere bağlamamak için bir uyarıdır. Belki de en büyük talih, gökten yağan inciler değil, o yağmursuz bahçede bile yeşerecek bir umudu yürekte taşıyabilmektir.
Özet
Ziyâ Paşa’nın beyti, talihsiz bir insanın, en olağanüstü fırsatlardan bile mahrum kalacağını anlatır. Bu makale, “talih” ve “kader” kavramlarını tarihsel, hikmet ve psikolojik açılardan ele almaktadır. Talihin öngörülemez doğası, insanın bu kavrama yaklaşımındaki iki temel eğilim olan körü körüne teslimiyet (fatalizm) ve irade gücüyle mücadele etme arasındaki dengeyi inceler. Makale, insanın çabasının önemini vurgularken, kontrolü dışındaki durumları kabullenme erdemine ve mutluluğu dış koşullara bağlamamanın gerekliliğine dikkat çeker. En büyük zenginliğin, zorlu şartlara rağmen umudu koruyabilmek olduğu mesajıyla son bulur.
2.: Hz. Mevlânâ ve Vaktin Kıymeti
İktibas
Farsça Metin:
صبحدمست، صبا مشك فشان می گذرد
در یاب كه از كوی فلان می گذرد
برخیز، چه خفتی؟ كه جهان می گذرد
بویی بستان، كه كاروان می گذرد
Latin Harfleriyle:
Sobh-hest, sabâ moşk-feşân mî-gozered
Der-yâb ki ez-kûy-i fulân mî-gozered
Ber-hîz, çi hoftî? Ki cihân mî-gozered
Bûyî be-setân, ki kârevân mî-gozered
Günümüz Türkçesiyle Anlamı:
Sabah vakti, seher yeli miskler saçarak geçip gidiyor. Bu güzel kokuların sevgilinin mahallesinden geldiğini bil. Kalk! Ne uyuyorsun? Dünya hayatı geçip gidiyor. Bir güzel koku almaya bak, misk kervanı geçip gidiyor.
İzah ve Açıklama
Hz. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’ye atfedilen bu dörtlük, tasavvufi düşüncenin temel motiflerinden olan “gafletten uyanma” ve “vaktin kıymetini bilme” temalarını işler. Sabah vakti (sobh), seher yeli (sabâ) ve misk kokusu, ilahi âlemden gelen manevi işaretleri, rahmet ve feyiz anlarını temsil eder. Bu kokunun “sevgilinin mahallesinden” (kûy-i fulân) gelmesi, bu işaretlerin kaynağının Allah olduğunu belirtir. Şair, bu manevi atmosfere kayıtsız kalan, uyuyan (gaflet içindeki) insana seslenir: “Kalk! Ne uyuyorsun?” Çünkü sadece seher yeli değil, bütün bir “cihan” ve “kervan” misali ömür de hızla akıp gitmektedir. Dörtlük, insanı bu ilahi feyiz anlarını kaçırmamaya, geçip giden ömür kervanından manevi bir “koku” (nasip) almaya davet eden güçlü bir uyarıdır.
Makale: Geçip Giden Kervan: Ömrün ve Anın Değeri
Her sabah, dünya yeniden kurulur. Güneşin ilk ışıklarıyla birlikte seher yeli, geceye ait ataleti dağıtır ve varlığa taze bir nefes üfler. Hz. Mevlânâ, bu sıradan doğa olayını alır, onu ilahi bir mesajın taşıyıcısı haline getirir. Onun mısralarında seher yeli, sadece bir hava akımı değil, Sevgili’nin diyarından misk kokuları getiren bir postacı, bir müjdecidir. Bu koku, ruhlara bir çağrıdır: “Uyan!” Bu çağrı, sadece fiziksel bir uykudan değil, asıl tehlikeli olan manevi uykudan, yani gafletten uyanmaya bir davettir.
İnsanoğlunun en büyük yanılgılarından biri, zamanı sonsuz bir kaynak gibi görmesidir. Günlük telaşlar, dünyevi hevesler ve bitmeyen meşgaleler, bir sis perdesi gibi hakikatin üzerini örter. Bu sisin ardında, ömür kervanının durmaksızın yol aldığı gerçeği gözden kaçar. Mevlânâ, “cihan mi-gozered” (dünya geçiyor) ve “kârevân mi-gozered” (kervan geçiyor) diyerek bu akışın durdurulamazlığını vurgular. Kervan, menziline doğru ilerler; durup bekleyenleri, uykuya dalanları ardında bırakır. Hayat da böyledir. Her an, bir daha geri gelmeyecek şekilde geçmişin vadisinde kaybolur. Bu nedenle tasavvufta “ibnü’l-vakt” (anın oğlu) olmak esastır. Yani geçmişin kederine veya geleceğin endişesine takılıp kalmadan, içinde bulunulan anın hakkını vermek, o anın sunduğu manevi fırsatı değerlendirmek gerekir.
Mevlânâ’nın “bûyî be-setân” (bir koku al) tavsiyesi, bu düşüncenin özünü oluşturur. Mademki ömür kervanı hızla geçiyor ve Sevgili’nin diyarından gelen ilahi esintiler sadece anlık olarak hissedilebiliyor, o halde yapılması gereken, bu anları yakalamak ve onlardan manevi bir gıda, bir “koku” almaktır. Bu koku, bir anlık tefekkür, samimi bir dua, bir iyilik veya kalbi Allah’a yönelten herhangi bir eylem olabilir. Hayatın yoğun akışı içinde bu manevi kokuları biriktirebilenler, ömür kervanı menziline vardığında elleri boş kalmayacak olanlardır.
Modern insan, belki de tarih boyunca hiç olmadığı kadar “uyarana” maruz kalmasına rağmen, en derin gaflet uykusundadır. Bilgi bombardımanı, sürekli dikkatimizi çelen ekranlar ve hız kültürü, bizi “anın” derinliğini yaşamaktan alıkoyar. Sabahın seherinde misk kokuları saçan yeli fark edemez hale geliriz. Oysa hakiki uyanış, dış dünyadaki gürültüyü kısıp içimizdeki sese kulak vermekle başlar. Mevlânâ’nın asırlar öncesinden gelen bu çağrısı, bugün her zamankinden daha geçerlidir: Kalk! Gaflet uykusundan uyan. Bak, hayat kervanı geçiyor. Ebedi Sevgili’nin diyarından gelen bu manevi kokuyu içine çek ve ruhunu besle. Zira kervan geçtikten sonra geriye sadece pişmanlığın tozu kalır.
Özet
Hz. Mevlânâ’nın dörtlüğü, sabahın seher vaktini ilahi bir uyanış anı olarak tasvir ederek, insanı gafletten uyanmaya ve geçip giden ömrün kıymetini bilmeye davet eder. Bu makale, dörtlüğün ana temaları olan “gaflet”, “vaktin değeri” ve “anı yaşama” (ibnü’l-vakt) düşüncesini inceler. Ömrün durmaksızın ilerleyen bir kervana benzetildiği ve bu kervandan manevi bir nasip (koku) almanın önemini vurgular. Modern insanın dikkat dağınıklığı ve hız kültürünün neden olduğu manevi uykusuna dikkat çeken makale, Mevlânâ’nın çağrısının günümüzdeki geçerliliğini vurgulayarak, hakiki uyanışın içten bir farkındalıkla mümkün olacağını belirtir.
3.: Sâ’ib-i Tebrizî ve Herkesi Memnun Etme İmkansızlığı
İktibas
Farsça Metin:
این قدر کز تو بود چند دلی شاد بسست
زندگانی به مراد همه کس نتوان کرد
Latin Harfleriyle:
În kadar kez to boved çend dili şâd besest
Zindegânî be-murâd-ı heme kes netvân kerd
Günümüz Türkçesiyle Anlamı:
Bu dünyada senden sadece birkaç kişinin memnun olması kâfidir. Herkesin arzu ettiği hâl üzere yaşamak bir insan için mümkün değildir.
İzah ve Açıklama
İran şiirinin ve “Sebk-i Hindî” (Hint üslubu) akımının büyük ustası Sâ’ib-i Tebrizî’ye ait bu beyit, sosyal ilişkiler ve bireysel duruş üzerine bilgece bir öğüt ihtiva eder. Şair, insanın bu dünyadaki en temel açmazlarından birine parmak basar: Herkesi memnun etme çabası. Beytin ilk mısrası, beklentileri makul bir seviyeye çeker: “Senden birkaç gönül hoşnut olsa, bu yeterlidir.” Bu, sınırlı bir etki alanını ve seçici bir ilişki çevresini kabullenmenin erdemini vurgular. İkinci mısra ise bu öğüdün gerekçesini ortaya koyar: “Hayatı herkesin isteğine göre yaşamak mümkün değildir.” Çünkü her insanın beklentisi, arzusu ve değer yargısı farklıdır. Birini memnun eden bir davranış, bir diğerini rahatsız edebilir. Dolayısıyla, herkesin rızasını kazanmaya çalışmak, hem imkansız bir hedeftir hem de kişinin kendi kimliğinden ve ilkelerinden taviz vermesine yol açar.
Makale: Kendi Yolunu Çizme Sanatı: Herkesin Rızası Cehennemi
Toplumsal bir varlık olan insan, doğası gereği sevilme, onaylanma ve kabul görme ihtiyacı duyar. Bu arzu, bizi bir arada tutan harçtır; empatiyi, nezaketi ve uyumu besler. Ancak bu temel ihtiyaç, kontrolden çıktığında, bireyin kendi benliğini erittiği, özgünlüğünü kaybettiği ve “herkesin rızasını kazanma” adı verilen imkansız bir hedefin peşinde tükendiği bir tuzağa dönüşür. İşte bu tuzağın farkında olan bilge şair Sâ’ib-i Tebrizî, asırlar öncesinden bize sade ama derin bir formül sunar: “Hayatı herkesin isteğine göre yaşamak mümkün değildir; senden birkaç gönül hoşnut olsa, yeter.”
Bu beyit, modern psikolojinin “sınır koyma” ve “özgünlük” dediği kavramların edebi bir ifadesidir. Herkesi memnun etmeye çalışan kişi, aslında kimseyi tam olarak memnun edemez ve en önemlisi kendi benliğine yabancılaşır. Rüzgârda savrulan bir yaprak misali, başkalarının beklentilerine göre sürekli yön değiştirir. Kendi değerleri, ilkeleri ve arzuları bu süreçte buharlaşır. Oysa Sâ’ib, bize niceliğin değil, niteliğin önemli olduğunu hatırlatır. Etrafımızdaki kalabalığın alkışı yerine, değer verdiğimiz, bizi anlayan ve samimiyetimize inanan “birkaç hoşnut gönül” çok daha kıymetlidir. Bu, dostlukta, aile ilişkilerinde ve meslek hayatında derin ve anlamlı bağlar kurmanın temel şartıdır.
Tarih, bu ilkenin doğruluğunu kanıtlayan sayısız örnekle doludur. Büyük liderler, sanatçılar, bilim insanları ve düşünürler, genellikle çağdaşlarının önemli bir kısmının muhalefetiyle karşılaşmışlardır. Onlar, herkesin rızasını kazanmak yerine, kendi vizyonlarının ve doğrularının peşinden gitme cesaretini göstermişlerdir. Galileo, dünyanın döndüğünü söylediğinde “herkesi” karşısına almıştır. Hz. Muhammed, tebliğine başladığında en yakın çevresinin direnişiyle yüzleşmiştir. Bu örnekler, ilerlemenin ve hakikatin, çoğu zaman yerleşik kanaatları ve genel kabulü sorgulama cesaretinden doğduğunu gösterir. Eğer bu öncü ruhlar, “herkes ne der?” diye düşünselerdi, insanlık bugün bulunduğu yerde olamazdı.
Sâ’ib-i Tebrizî’nin öğüdü, bir bencillik veya topluma sırt çevirme çağrısı değildir. Aksine, sağlıklı bir birey ve toplum olmanın reçetesidir. Kendi değerlerine sadık, sınırlarını çizebilen ve otantik bir hayat süren insanlar, başkalarıyla daha sahici ve sağlam ilişkiler kurarlar. Başkalarının rızası için sürekli kendi benliğinden taviz veren birinin sunabileceği tek şey, yorgun bir tebessüm ve sahte bir uyumdur. Oysa kendi yolunda yürüyen bir insanın varlığı, etrafına da ilham ve güven verir.
Sonuç olarak, hayatı bir popülerlik yarışması olarak görmekten vazgeçmek gerekir. Enerjimizi, bizi seven ve anlayan o “birkaç hoşnut gönül” için harcamak, bizi sevmeyen veya anlamayan kalabalıkları ikna etmeye çalışmaktan çok daha anlamlı ve verimlidir. Bu, hem ruhsal bir özgürleşme hem de bilgece bir hayat sanatıdır.
Özet
Sâ’ib-i Tebrizî’nin beyti, herkesi memnun etmeye çalışmanın imkansızlığını ve anlamsızlığını vurgulayarak, insanın sadece birkaç kişinin rızasını ve sevgisini kazanmasının yeterli olacağını belirtir. Bu makale, bu temanın psikolojik ve sosyal boyutlarını ele almaktadır. Herkesi memnun etme çabasının kişiyi özgünlüğünden uzaklaştırıp benliğine yabancılaştırdığına dikkat çeker. Tarihten örneklerle, büyük değişimlerin ve ilerlemelerin genellikle genel kabulü sorgulayan bireyler tarafından gerçekleştirildiği vurgulanır. Makale, Sâ’ib’in öğüdünün bir bencillik çağrısı değil, aksine sağlıklı sınırlar koyarak hem bireysel bütünlüğü korumanın hem de başkalarıyla daha sahici ilişkiler kurmanın bir yolu olduğunu savunur.
4.: Fasîh ve Dünyadan El Çekiş
İktibas
Osmanlıca Metin:
برگ و بارندن بز ال چكدك بو فانی گلشنڭ
میوۀ مقصود استر اولسون استر اولماسون
Latin Harfleriyle:
Berg ü bârından biz el çekdik bu fânî gülşenin
Mîve-i maksûd ister olsun ister olmasın
Günümüz Türkçesiyle Anlamı:
Biz bu fani dünya gülbahçesinin yaprağından da meyvesinden de artık el çektik. Bundan sonra, arzumuzun meyvesi olan beklentilerimiz gerçekleşse de olur gerçekleşmese de.
İzah ve Açıklama
Divan şairi Fasîh’e (muhtemelen Fasîh Ahmed Dede) ait bu beyit, tasavvuftaki “terk” ve “istiğnâ” makamlarının şiirsel bir ifadesidir. Şair, dünyayı geçici bir gül bahçesine (fânî gülşen) benzetir. Bu bahçenin “berg ü bârı” yani yaprağı ve meyvesi, dünyanın sunduğu her türlü nimeti, zenginliği, makamı ve zevki temsil eder. Şair, bu geçici nimetlerin tamamından “el çektiğini” yani onlara karşı bir beklenti ve arzu içinde olmadığını söyler. Bu noktaya ulaşan bir insan için artık “mîve-i maksûd”un yani ulaşılmak istenen hedefin, arzulanan sonucun gerçekleşip gerçekleşmemesi önemini yitirir. Bu, tam bir iç özgürlük ve teslimiyet halidir. Kişi, mutluluğunu dünyevi sonuçlara bağlamaktan vazgeçmiş, huzuru beklentisizlikte bulmuştur.
Makale: Beklentisizliğin Huzuru: Fani Gülşenden El Çekmek
İnsan, yapısı gereği arzulayan bir varlıktır. Hayatımızı, ulaşmaya çalıştığımız hedeflerin, “maksûd” meyvelerinin peşinde koşarak geçiririz: daha iyi bir iş, daha büyük bir ev, daha fazla saygı, daha derin bir sevgi… Bu arzular, birer yakıt gibi bizi harekete geçirir, hayata bağlar. Ancak bu bitmeyen koşuşturmaca, aynı zamanda modern insanın en büyük ıstırap kaynaklarından biridir. Çünkü her beklenti, beraberinde bir hayal kırıklığı potansiyeli taşır. İşte tam bu noktada, Divan şairi Fasîh’in asırlar ötesinden uzattığı el, bize başka bir yolu, beklentisizlikten doğan huzurun yolunu gösterir.
Fasîh, dünyayı “fani bir gülşen” olarak niteler. Bu, dünyanın güzelliklerini ve nimetlerini inkar etmek değildir; aksine, onların geçiciliğini ve aldatıcılığını vurgulayan bilgece bir tespittir. Gül bahçesi güzeldir, yaprakları (berg) ve meyveleri (bâr) cezbedicidir. Ancak bu bahçe ebedi değildir. Yapraklar sararır, meyveler çürür, bahçe bir gün solar. İşte bu gerçeği idrak eden şair, bu bahçenin sunduklarına karşı bir “istiğnâ” yani bir gönül tokluğu ve vazgeçiş tavrı geliştirir. “Biz el çektik” derken kastettiği, dünyadan fiziksel olarak soyutlanmak, bir mağaraya çekilmek değil; dünyaya olan zihinsel ve duygusal bağımlılığı koparmaktır.
Bu el çekiş, bir yenilgi veya bir bezginlik hali değildir. Tam aksine, en yüksek mertebede bir içten güç ve özgürlük beyanıdır. Çünkü mutluluğunu ve iç huzurunu dış sonuçlara bağlayan kişi, kaderin rüzgârında savrulan bir yaprak gibidir. İstekleri gerçekleşince mutlu olur, gerçekleşmeyince yıkılır. Fasîh’in ulaştığı mertebede ise bu ikilik ortadan kalkar. “Mîve-i maksûd ister olsun ister olmasın.” Bu cümle, ruhun dış dünyaya karşı kazandığı zaferin ilanıdır. Kişi, elinden gelen çabayı gösterir, tohumunu eker, ancak meyvenin olup olmamasını artık bir varlık-yokluk meselesi yapmaz. Sonucu, ilahi takdire bırakmanın getirdiği o derin sükûnete ve teslimiyete erişmiştir.
Bu düşünce, sadece tasavvufta değil, Stoacılık gibi Batı bilgelik geleneklerinde de yankı bulur. Stoacılar da mutluluğun, kontrolümüz dışındaki şeylere (sonuçlar, başkalarının fikirleri, talih) kayıtsız kalıp, sadece kontrolümüz altındaki şeylere (kendi düşüncelerimiz, erdemlerimiz, eylemlerimiz) odaklanmakla mümkün olacağını öğretir. Fasîh’in beyti, bu evrensel bilgeliğin Divan şiirinin estetiği içinde damıtılmış halidir.
Günümüzün başarı odaklı ve tüketimi körükleyen dünyasında, “el çekmek” fikri radikal görünebilir. Oysa bu, pasif bir vazgeçiş değil, aktif bir seçiştir. Bu, hayatın sunduğu binlerce geçici meyvenin peşinde nefes nefese kalmak yerine, ruhun kendi iç bahçesinde solmayan çiçekler yetiştirmeyi seçmektir. Bu, mutluluğu “elde etmek”ten ziyade, “olmak”ta aramaktır. Ve bu yolda yürüyenler için, fani gülşenin meyvesi olsa da olur, olmasa da… Çünkü onlar, kalıcı huzurun tohumunu kendi içlerine ekmişlerdir.
Özet
Fasîh’in beyti, dünyanın geçici nimetlerinden ve hedeflerinden vazgeçerek ulaşılan iç özgürlüğü ve teslimiyeti anlatır. Makale, bu “el çekme” eylemini, bir yenilgi değil, ruhun dış koşullara bağımlılıktan kurtulup zafere ulaştığı bir bilgelik hali olarak yorumlar. Beyitteki “fani gülşen” metaforu üzerinden, dünyevi arzuların ve beklentilerin insanı nasıl bir ıstırap tekrarına soktuğu incelenir. Tasavvuftaki “istiğnâ” kavramının Stoacı felsefedeki paralellerine de değinilen makale, gerçek huzurun, sonuçlara odaklanmaktan vazgeçip iç sükûneti bulmakla mümkün olacağını savunur. Bu tavrın pasif bir vazgeçiş değil, bilinçli ve özgürleştirici bir tercih olduğu vurgulanır.
5.: Bâkî ve Hayatın Zıtlıkları
İktibas
Osmanlıca Metin:
گهی وصلتده عاشق گاه مهجور
بو دنیادر گهی ماتم گهی سور
Latin Harfleriyle:
Gehî vuslatda âşık gâh mehcûr
Bu dünyâdır gehî matem gehî sûr
Günümüz Türkçesiyle Anlamı:
Âşık bazen vuslattadır, bazen de ayrılıkta. Buna dünya derler. Bazen matem, yas; bazen de düğün, eğlence vardır.
İzah ve Açıklama
“Sultânü’ş-şuarâ” (Şairlerin Sultanı) olarak anılan Bâkî’nin bu beyti, onun dünya görüşünü ve şiir sanatındaki ustalığını yansıtan en özlü örneklerden biridir. Beyit, hayatın temelindeki zıtlıklar ve değişkenlik ilkesi üzerine kuruludur. İlk mısra, aşk temasını ele alır: Âşığın hali sabit değildir; bazen sevgilisine kavuşmanın mutluluğunu (vuslat) yaşar, bazen de ondan ayrı kalmanın acısını (hicran, mehcûr olma) çeker. İkinci mısra ise bu özel durumu (aşk hali) hayatın geneline yayar ve bir hüküm cümlesiyle noktalar: “Bu dünyâdır.” Yani dünyanın doğası budur, değişmez kuralı budur. Bu kural, zıtlıkların bir arada bulunuşudur: “gehî matem gehî sûr” (bazen yas, bazen düğün). Bâkî, bu beyitle hayatın inişli çıkışlı, sevinçli kederli yapısını büyük bir sükûnet ve kabullenişle dile getirir. Bu, ne isyan ne de aşırı coşku veren, bilgece ve dengeli bir bakış açısıdır.
Makale: Zıtlıkların Ahenginde Yaşamak: Bâkî’nin Dünya Tasavvuru
Hayat, yekpare bir düzlük değil, zıtlıkların birbiri içinde eridiği, birbirini var ettiği dinamik bir bütündür. Gece olmadan gündüzün, hüzün olmadan sevincin, ayrılık olmadan vuslatın anlamı ne kadar eksik kalırdı… İşte bu evrensel gerçeği, Divan şiirinin zirve ismi Bâkî, olgun bir bilgenin sükûnetiyle iki mısraya sığdırır: “Âşık bazen vuslattadır, bazen de ayrılıkta. / Buna dünya derler. Bazen matem, yas; bazen de düğün, eğlence vardır.”
Bu beyit, bir şikayet veya bir hayıflanma değil, bir durum tespitidir. Bâkî, dünyanın doğasını, onun temel işleyiş yasasını ortaya koyar. “Bu dünyâdır” ifadesi, basit bir cümleden öte, derin bir kabullenişin ve anlayışın mührüdür. Bu mühür, hayatın kaçınılmaz gelgitlerine karşı direnmenin anlamsızlığını, akışa teslim olmanın ise bilgeliğini fısıldar. Âşık için vuslat ne kadar gerçekse, hicran da o kadar gerçektir. Biri olmadan diğerinin lezzeti veya elemi tam olarak anlaşılamaz. Tıpkı bunun gibi, hayat denilen bu büyük sahnede de düğün (sûr) ve matem her zaman bir arada var olacaktır. Biri diğerinin habercisi, biri diğerinin tamamlayıcısıdır.
Bâkî’nin bu yaklaşımı, Kanuni Sultan Süleyman gibi bir cihan imparatorunun en yakın dostu ve sohbet arkadaşı olmuş, saltanatın ve zenginliğin zirvesini görmüş, ama aynı zamanda azledilmenin ve gözden düşmenin acısını da tatmış bir şairin hayat tecrübesinden damıtılmıştır. O, ihtişamın da (sûr), kaybın da (matem) ne demek olduğunu bizzat yaşamıştır. Bu nedenle onun sözleri, kitabi bir bilgiden değil, yaşanmışlığın getirdiği o eşsiz derinlikten beslenir. O, ne vuslat anında kendini kaybeden bir coşkunluğa ne de ayrılık anında her şeyin bittiğini düşünen bir yeise kapılır. İkisinin de aynı “dünya” denilen oyunun birer perdesi olduğunu bilir.
Bu dengeli bakış açısı, modern insanın en çok ihtiyaç duyduğu şeylerden biridir. Günümüz dünyası, bizi sürekli zirvelerde olmaya, daima mutlu, başarılı ve “kazanan” olmaya zorlar. Matem, hüzün, başarısızlık gibi hayatın doğal parçaları ise birer anomali, birer hastalık gibi görülüp derhal ortadan kaldırılması gereken “negatif” durumlar olarak etiketlenir. Oysa Bâkî bize, hayatın bu zıt kutuplarla bir bütün olduğunu hatırlatır. Matemi yaşamadan düğünün kıymetini bilmek, ayrılığın acısını çekmeden vuslatın tatlılığını hissetmek mümkün değildir. Asıl bilgelik, bu iki durum arasında salınırken dengeyi kaybetmemek, vuslattayken ayrılığın gelebileceğini unutmamak, matemdeyken de yeni bir düğünün umudunu yitirmemektir.
Sonuç olarak Bâkî’nin beyti, hayatı olduğu gibi kabul etme sanatının bir manifestosudur. Hayat, ne daimi bir cennet ne de ebedi bir cehennemdir. O, bazen bir düğün evi kadar şen, bazen bir matem çadırı kadar sessizdir. Bu iki hali de hayatın bir parçası olarak sükûnetle karşılayabilenler, “dünya” denilen bu handa konaklamanın sırrına ermiş olanlardır.
Özet
Şairlerin Sultanı Bâkî’ye ait bu beyit, hayatın zıtlıklar (vuslat-ayrılık, düğün-matem) üzerine kurulu değişken doğasını bilgece bir kabullenişle ifade eder. Makale, bu beytin basit bir durum tespitinden öte, derin bir hayat düşüncesi barındırdığını savunur. Bâkî’nin kendi hayat tecrübelerinden süzülerek gelen bu dengeli bakış açısının, ne aşırı coşkuya ne de umutsuzluğa kapılmadan, hayatın iniş ve çıkışlarını doğal kabul etmenin önemini vurguladığı belirtilir. Modern insanın sürekli mutluluk arayışının ve hüznü reddedişinin aksine, Bâkî’nin zıtlıkların hayatın doğal bir ahengi olduğu yönündeki düşüncesinin, günümüz için de geçerli bir bilgelik dersi sunduğu anlatılır. Gerçek olgunluğun, hayatın bu iki zıt kutbu arasında dengeyi koruyabilmek olduğu mesajıyla son bulur.