image_pdfimage_print

LAHİKALAR: NUR MESLEĞİNİN ANAYASASI VE MÜSBET HAREKET

image_pdfimage_print

LAHİKALAR: NUR MESLEĞİNİN ANAYASASI VE MÜSBET HAREKET

Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri, sürgün edildiği beldelerde (Barla, Kastamonu, Emirdağ) talebeleriyle sürekli mektuplaşmıştır. Bu mektuplar, sadece hal-hatır sormak için değil; hizmetin rotasını çizmek, talebelerin şevkini artırmak, onları siyasetten ve şiddetten uzak tutup “İhlas” ve “Sadakat” çizgisinde birleştirmek için yazılmıştır.

1. Şahs-ı Manevi ve Tesanüd (Dayanışma) Sırrı

Lahikaların en temel vurgusu; ferdiyetçiliğin terkedilip, “Şahs-ı Manevi” (Tüzel Kişilik/Kollektif Ruh) havuzunda erimektir. Bu asırda küfür ve dalalet “şahs-ı manevi” (örgütlü, komite halinde) olarak hücum ettiği için, buna karşı tek başına mukavemet edilemez.
Üstad Hazretleri, Nur talebelerini bir fabrikanın çarklarına benzetir. Çarklar birbirine rekabet etmez, birbirinin önüne geçmeye çalışmaz; bilakis birbirine yardım eder, birbirinin hareketini tamamlar. Buna “Tesanüd” (Dayanışma) denir.
Şualar’da bu ruh şöyle tasvir edilir:
> “Sakın, sakın birbirinizin kusuruna bakmayın. Hiddet yerinde hürmet ediniz, itiraz yerinde yardım ediniz.”
“Aziz kardeşlerim! Evvel âhir tavsiyemiz: Tesanüdünüzü muhafaza; enaniyet, benlik, rekabetten tahaffuz ve itidal-i dem ve ihtiyattır.”,
“Bu zamanda hizmet-i imaniyede hazz-ı nefsini bırakıp ve mahviyet ile tesanüd ve ittihadı muhafaza eden bir hâlis kardeşimiz, bir veliden ziyade mevki alıyor.”,
“Ve asıl hüner, kardeşini fena gördüğü vakit onu terk etmek değil belki daha ziyade uhuvvetini kuvvetleştirip ıslahına çalışmak, ehl-i sadakatin şe’nidir.”,
“Sakın sakın münakaşa etmeyiniz, casus kulaklar istifade ederler. Haklı olsa haksız olsa bu halimizde münakaşa eden haksızdır. Bir dirhem hakkı varsa münakaşa ile bin dirhem bizlere zararı dokunabilir. ”
>
2. İştirak-i A’mal-i Uhreviye (Ahiret Amellerinde Ortaklık)

Lahikaların getirdiği en büyük müjdelerden biri “Amellerde Ortaklık” düsturudur. Şirketteki ortaklar nasıl kârı paylaşırsa, ihlasla hizmet eden Nur talebeleri de birbirlerinin sevabına ortaktır.
Bir talebe Kur’an okuduğunda veya bir risale yazdığında, o sevap bölünmeden, “Hisseli Tapu” gibi bütün hakiki kardeşlerin amel defterine geçer. Bu sır sayesinde, bir Nur talebesi günde binlerce hatim okumuş, binlerce kişiye iman dersi vermiş gibi bir manevi kazanç elde edebilir. Tek şart; “İhlas” ve “Sadakat” dairesinde kalmaktır.

3. Müsbet Hareket: Asayişin Manevi Bekçileri

Bediüzzaman Hazretleri’nin, bilhassa Emirdağ Lahikasında ve vefatından önceki son dersinde üzerinde ısrarla durduğu konu **”Müsbet Hareket”**tir.
Bu prensip; ne olursa olsun sokağa dökülmemeyi, fiziksel çatışmaya girmemeyi, devlete ve asayişe zarar vermemeyi, hakkını ararken dahi sadece “yapıcı” ve “tamir edici” olmayı emreder. Çünkü “dahilde” (ülke içinde) kılıç kullanılmaz. Dahildeki mücadele ancak “manevi” ve “ilmi” olur.
Üstad Hazretleri, talebelerine şu kesin talimatı verir:
> “Bizim vazifemiz müsbet harekettir. Menfî hareket değildir. Rıza-yı İlahîye göre sırf hizmet-i imaniyeyi yapmaktır, vazife-i İlahiyeye karışmamaktır. Bizler asayişi muhafazayı netice veren müsbet iman hizmeti içinde, her sıkıntıya karşı sabırla, şükürle mükellefiz.” (Emirdağ Lahikası-II,).
>
Bu düstur sayesindedir ki; milyonlarca talebesi olmasına ve çok ağır zulümler görmesine rağmen, Nur talebeleri hiçbir zaman teröre veya anarşiye bulaşmamış, daima “asayişin manevi bekçisi” olmuşlardır.

4. Siyasetten İstiğna (Uzak Durma)

Lahikaların belirlediği en önemli strateji, iman hizmetinin siyasete alet edilmemesidir. İman o kadar yüksek bir hakikattir ki, hiçbir siyasi görüşün şemsiyesi altına giremez ve inhisarına (tekeline) alınamaz.
Eğer Nur talebeleri bir siyasi tarafa meyletse; o siyasi görüşe muhalif olanlar, “Bunlar siyaset yapıyor” diyerek iman hakikatlerine de küsebilir veya düşman olabilir. Halbuki iman dersine her kesimden insanın (muhalifin de, iktidarın da) ihtiyacı vardır.
Bediüzzaman, “Eûzü billahi mine’ş-şeytani ve’s-siyase” (Şeytandan ve siyasetten Allah’a sığınırım) diyerek, hizmetin tarafsızlığını ve saffetini korumuştur.

Netice: Kablo Hattı ve Nur Postacıları

Lahikalar, Nur fabrikasının elektrik kabloları gibidir. Enerjiyi (şevki), talimatları (düsturları) ve haberleri (müjdeleri) taşır. Lahika okumayan bir Nur talebesi, hadiseleri yorumlamakta zorlanır, istikametini kaybedebilir veya şevki kırılabilir.
Hülasa; Lahikalar, bir “mürşid” gibi talebeyi eğitir, onu “Ben” demekten kurtarıp “Biz” demeye alıştırır ve “Sadece Allah rızası için” hizmet eden bir dava adamına dönüştürür.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
15/11/2025

Loading

No ResponsesKasım 16th, 2025

SİKKE-İ TASDİK-İ GAYBÎ: HİZMETİN MANEVİ BERATI VE İŞARETLER

image_pdfimage_print

SİKKE-İ TASDİK-İ GAYBÎ: HİZMETİN MANEVİ BERATI VE İŞARETLER

Zahirde bakıldığında Risale-i Nur, bir âlimin yazdığı tefsir kitabıdır. Ancak Sikke-i Tasdik-i Gaybî penceresinden bakıldığında; bu eserlerin yüzyıllar öncesinden Hz. Ali (r.a.) ve Abdülkadir Geylani (k.s.) gibi manevi kutuplar tarafından müjdelendiği, Kur’an ayetlerinin “Cifir” ve “Ebced” ilmiyle bu asra ve bu eserlere işaret ettiği görülür. Bu, hizmetin “hak” olduğunun manevi imzasıdır.

1. Kur’an’ın İşari Manaları ve Ebced Hesabı
Kur’an-ı Kerim’in bir zahiri (açık) manası olduğu gibi, her asra bakan işari (gizli/sembolik) tabakaları da vardır. Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri, bu eserde, Kur’an’daki bazı ayetlerin (Mesela Nur Ayeti’nin), Ebced ve Cifir ilmi (harflere rakamsal değer vererek tarih düşürme yöntemi) ile tahlil edildiğinde, Risale-i Nur’un telif tarihlerine ve ismine tam tevafuk ettiğini (denk geldiğini) gösterir.
Bu, ayetin tek manası bu demek değildir; ayetin külli manasının bu asırdaki en parlak bir ferdi Risale-i Nur’dur demektir.
Örneğin; Nur Suresi’ndeki “Nur üstüne nur” (Nurun alâ nûr) ibaresi, ebced hesabıyla Risale-i Nur’un en parlak devrine ve ismine işaret eder. Bu durum, talebelere “Yolunuz Kur’an yoludur, korkmayın” mesajını verir.

2. Hz. Ali ve Geylani’nin Müjdeleri (Keramet-i Evliya)

Risale-i Nur’un manevi dayanaklarından en mühimi, Hz. Ali’nin (r.a.) “Celcelutiye” kasidesi ve Gavs-ı Azam Abdülkadir Geylani’nin (k.s.) **”Kaside-i Gaybiye”**sidir.
* Hz. Ali (r.a.): Kasidesinde “Sırr-ı Bedi”den ve ahir zamanda gelecek olan karanlıkları dağıtacak bir nurdan bahseder. Bediüzzaman, bu ibarelerin Risale-i Nur’un temel kavramlarına (İsm-i Hakem ve Adl gibi) ve hizmet metoduna işaret ettiğini izah eder.
* Abdülkadir Geylani (k.s.): Yüzyıllar öncesinden, “Molla Said” isminde bir müridinin geleceğini, ona “Korumam altındasın” diyerek manevi destek vereceğini şiirlerinde belirtir.
Bu işaretler, Nur talebeleri için bir “İnayet Belgesi”dir. Zindanda, idam tehdidi altındaki bir talebe, “Arkamda Hz. Ali var, Gavs-ı Geylani var” diyerek sarsılmaz bir kuvvete kavuşur.

3. Tevafuk Mucizesi: Gözle Görülen İkram

Sikke-i Tasdik-i Gaybî’nin en somut delili **”Tevafuk”**tur. Bediüzzaman Hazretleri, Kur’an-ı Kerim’i ve Risale-i Nur’u yazdırırken, “Allah” lafızlarının (ve bazen Rab, Kur’an, Resul kelimelerinin) sayfa içinde hayret verici bir şekilde alt alta, yüz yüze veya sırt sırta geldiğini fark eder.
Bu düzenleme insan iradesiyle yapılmamıştır. Kâtipler farkında olmadan yazmışlar, fakat neticede muazzam bir görsel simetri ortaya çıkmıştır. Üstad Hazretleri buna “Tevafuklu Kur’an” ve “Tevafuklu Risale” der.
Bu tevafuk, “Tesadüf yok, her şeyde bir kasıt ve irade var” demektir. Mürekkep zerreleri bile bu hizmetin hakkaniyetine imza atmaktadır.

4. Amaç: Keramet Göstermek Değil, İmanı Kuvvetlendirmek

Bediüzzaman Hazretleri, keramet göstermeyi (keramet-furuşluğu) seven birisi değildir. Hatta kerameti “gizlenmesi gereken bir sır” olarak görür. Fakat bu eserleri yazmasındaki gaye şudur:
Zayıf imanlı insanların şüphelerini gidermek ve ağır şartlar altında ezilen talebelerinin “Sadakat” ve **”Metanet”**ini (dayanma gücünü) artırmaktır.
Metinde geçen şu ifade, kitabın yazılış gayesini şöyle özetler:
> Bu risale, Risale-i Nur şakirdlerinin (talebelerinin) imanlarını kuvvetlendirmek ve yeislerini (ümitsizliklerini) izale etmek ve şevklerini artırmak için yazılmıştır. Yoksa biz, kendimize bir makam ve şeref kazandırmak için değil.
>
Netice: Hizmet “Makbul”dür
Sikke-i Tasdik-i Gaybî, şu hakikati haykırır: Bu hizmet, şahsi bir teşebbüs değil, **”İstihdam-ı İlahi”**dir (Allah’ın görevlendirmesidir). Sahibi ve koruyucusu Allah’tır.
Kur’an-ı Kerim’in şu ayeti, bu manevi korumayı remzen ifade eder:
> “Allah, nurunu tamamlayacaktır; kâfirler istemese de…” (Saf Suresi, 61/8).
>
Nur hizmeti, engellemelere rağmen büyüyorsa, arkasındaki bu “Gaybî Tasdik” sayesindedir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
15/11/2025

 

 

Loading

No ResponsesKasım 16th, 2025

TARİHÇE-İ HAYAT: ESKİ SAİD’DEN YENİ SAİD’E MANEVİ İNKILAB

image_pdfimage_print

TARİHÇE-İ HAYAT: ESKİ SAİD’DEN YENİ SAİD’E MANEVİ İNKILAB

Bediüzzaman Said Nursi’nin (1877-1960) hayatı, asrın en büyük manevi buhranları ve sosyal çalkantıları içinde cereyan etmiştir. Kendisi, hayatını siyasetle iç içe, aksiyon dolu bir “Eski Said” dönemi ve siyasetten tamamen çekilip sadece iman hizmetine adadığı bir “Yeni Said” dönemi olarak ikiye ayırır.

1. Eski Said Dönemi (Doğum – 1. Dünya Savaşı Sonu)
Bu dönem, Said Nursi’nin keskin zekâsını, ilmi derinliğini ve siyasi cesaretini en üst düzeyde kullandığı dönemdir.
* Temel Karakteristiği: Siyasetle yakından alâkadardır; meşrutiyetin ilanını (1908) “Adalet, Şeriat ve Meşveret” ekseninde destekler. Osmanlı’nın parçalanmasını önlemek için çaba sarf eder.
* Faaliyetleri: Doğu’da fen ve din ilimlerinin birleştiği bir üniversite (Medresetü’z-Zehra) kurma idealiyle uğraşır. İstanbul’daki siyasi platformlarda konuşmalar yapar (Münazarat, Hutbe-i Şamiye bu dönemin ürünüdür).
* Amacı: İslam milletlerini “cehalet, zaruret ve ihtilaf” gibi üç büyük düşmandan kurtarmak ve İttihad-ı İslam (İslam Birliği) idealini gerçekleştirmektir.
* İlim Yönü: Mantık, kelam, tefsir, felsefe gibi ilimleri külli bir yaklaşımla ele alır. Eserlerinde daha çok “akla hitap” ön plandadır.

2. Dönüşüm Noktası: Birinci Dünya Savaşı ve İnziva

Eski Said’in bu aksiyon dolu dönemi, Birinci Dünya Savaşı’nın felaketleri, esaret hayatı (Rusya) ve bilhassa İstiklal Harbi sonrası siyasi ve sosyal değişimlerin şiddetiyle sona erer. Bediüzzaman, yaşadığı derin manevi sarsıntı ve tefekkür neticesinde, siyasetin “imanı kurtarma” davası için bir engel olduğunu fark eder.
Bu büyük dönüşüm anı, Tarihçe-i Hayat’ta, Eski Said’in nefsine hitaben yazdığı mektuplarda ve siyaseti terk etme kararında net bir şekilde tasvir edilir. Siyasetteki ihtilaflar, dindarlığın esasını bile zedelemeye başlamıştır.

3. Yeni Said Dönemi (1923 Sonrası – Vefat)
Bu dönem, “Ene ve Zerre” risalesinde işlediği gibi, kendi nefsindeki benliği (enaniyet) terk edip, sadece Allah’ın rızasına odaklandığı, inziva (yalnızlık) ve tefekkür ile geçen dönemdir. Risale-i Nur Külliyatı’nın büyük bir kısmı bu dönemde, zor şartlar altında (sürgünler, hapishaneler) telif edilmiştir.
* Temel Karakteristiği: Siyasetten tamamen yüz çevirmiştir. “Siyaset-i İslamiye” yerine “Hakaik-i İslamiye”yi (İslam’ın hakikatlerini) esas almıştır.
* Maksadı: Bütün çabasını “İman kurtarma” davasına hasretmiştir. “Bizim vazifemiz sadece imandır” der.
* Metodu: Eserleri, “Akıldan kalbe, kalpten ruha” hitap eden, temsillerle (hikayelerle) dolu, hem akli isbatları hem de kalbi huzuru birleştiren bir üslup kullanır.
* İmtihanları: Hayatının son 30-40 yılı, sürekli bir sürgün ve hapishane hayatıdır (Eskişehir, Denizli, Afyon). Tarihçe-i Hayat, bu imtihanların, eserlerin İhlas ve Sabır ile nasıl yazıldığının bir isbatı olduğunu ortaya koyar.
> Eski Said, yeni Said’e inkılab etmiştir. En büyük farkı: Eski Said, siyasi hayat-ı içtimaiyede (toplumsal hayatta) ‘imanı kurtarma’ davasını sürdürmüştü. Yeni Said ise, siyaseti tamamen bırakmış, yalnız kendi nefsinin imanını kurtarmaya çalışırken, Kur’an’ın bir hizmetkârı olarak, külliyatı yazmaya memur olmuştur.
>
4. Tarihçe-i Hayat’ın Muhtevası: Bir Dava Belgesi
Tarihçe-i Hayat adlı eser, sadece biyografik bir eser değil; aynı zamanda Risale-i Nurun mucizevî telif şartlarını, müellifin zorlu hayatını ve o hayatın, eserlerin doğruluğuna nasıl isbat olduğunu gösteren bir “Dava Belgesi”dir. Bu eser; Risale-i Nur’un, herhangi bir dünyevi menfaat veya siyasi hesap için değil, tamamen İlahi bir sevkle ve zorunlulukla yazıldığını tasvir eder.
Netice: İman Kurtarılınca Her Şey Kurtulur
Eski Said, “Dışarıdan içe doğru” düzeltmeye çalıştı. Yeni Said ise, “İçten dışa doğru” bir ıslahatı esas aldı. Çünkü o anladı ki: Kalp sağlam olursa, toplum da düzelir.
Kur’an-ı Kerim, müminlere zorluklara karşı sabrı ve sebatı emreder:
> “Ey iman edenler! Sabredin. (Düşman karşısında) sebat gösterin. (Sınır) nöbeti tutun. Allah’a karşı gelmekten sakının ki kurtuluşa eresiniz.” (Âl-i İmrân Suresi, 3/200).
>
Hülasa; Tarihçe-i Hayat, insana davasının değişmezliğini, ancak o davaya ulaşma yolunun değişebileceğini ders verir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
15/11/2025

Loading

No ResponsesKasım 16th, 2025

KÜÇÜK SÖZLER: HAKİKATİN ALFABESİ VE TEMSİLÎ HİKAYELER

image_pdfimage_print

KÜÇÜK SÖZLER: HAKİKATİN ALFABESİ VE TEMSİLÎ HİKAYELER

Risale-i Nur’un eğitim metodu, “akla yaklaştırmak” üzerine kuruludur. Küçük Sözler, soyut olan iman hakikatlerini, somut örneklerle (askerlik, bilet, yolculuk gibi) zihinlere nakşeder. Bu risalelerin özü şudur: İman ve ibadet, insan için bir “yük” değil, bilakis dünyada dahi peşin bir “saadet” ve “emniyet”tir.

1. Birinci Söz: Bismillah’ın Sırrı (Çöl Yolculuğu)

Her hayrın başı olan “Bismillah”ın sırrını anlatan bu risalede, hayat bir çöl yolculuğuna benzetilir.
* Temsil: Bir bedevi, vahşi bir çölde (Sahra-yı Kebir) seyahat edecektir. Çölde haydutlar, canavarlar ve ihtiyaçlar vardır. Eğer bu adam bir kabile reisinin ismini alırsa (himayesine girerse), hiçbir şeyden korkmaz; eşkıyaya o ismi verir, kurtulur. Eğer almazsa, her şeyden titrer ve dilenci gibi olur.
* Hakikat: İnsan da bu dünya çölünde aciz ve fakir bir yolcudur. Düşmanları (hastalık, musibet, ölüm) çok, ihtiyaçları sınırsızdır. “Bismillah” demek; Kâinatın Malik’i olan Allah’ın ismini alıp, O’nun askeri olmaktır.
Bediüzzaman Hazretleri bu sırrı şöyle özetler:
> “İşte, ey mağrur nefsim! Sen o seyyahsın. Şu dünya ise bir çöldür. Aczin ve fakrın hadsizdir… Madem öyledir; şu sahranın Mâlik-i Ebedî’sinin ismini al. Ta bütün kâinatın dilenciliğinden ve her hadisatın karşısında titremeden kurtulasın.” (Sözler, Birinci Söz, s. 6).
>
2. Üçüncü Söz: İbadet Büyük Bir Ticarettir (İki Asker)
İbadeti ağır bir yük zanneden nefse karşı, Üçüncü Söz muazzam bir “askerlik” temsili getirir.
* Temsil: İki asker vardır. Biri talimli ve itaatkardır; padişahın verdiği teçhizatı taşır, iaşesi devletten gelir, keyfine bakar. Diğeri itaatsizdir; “Ben kimsenin emrini dinlemem” der, kendi yemeğini ve silahını kendi taşımak zorunda kalır, altında ezilir.
* Hakikat: İbadet eden (namaz kılan) insan, Allah’ın memurudur. Yediği rızık, taşıdığı hayat yükü Allah’a aittir. O sadece “Kulluk” vazifesini yapar, hayatın ağır yükünü Kadir-i Mutlak’a bırakır (Tevekkül). Namazsız adam ise, hayatın bütün yükünü kendi zayıf omuzlarında taşır, manevi bir azap çeker.
> “İbadet, ne büyük bir ticaret ve saadet; fısk ve sefahet, ne büyük bir hasaret ve helâket olduğunu anlamak istersen şu temsilî hikâyeciğe bak, dinle:”Sözler.3.söz”
>
3. Dördüncü Söz: Namazın Kıymeti (24 Altın)
“Zamanım yok, işim çok” diyerek namazı terk edenlere verilen en meşhur ve en ikna edici cevap buradadır.
* Temsil: Bir padişah, iki hizmetkarına 24’er altın verir ve der ki: “Önünüzde uzun bir yol var. Bu parayla bilet alın ve ihtiyaçlarınızı görün. Ayrıca bir miktarını da kârlı bir piyangoya yatırın.” Hizmetkarlardan biri, 23 altınını dünya eğlencelerine harcar, kalan 1 altını da o ebedi bilete vermeyip zayi ederse, ne kadar akılsızlık etmiş olur!
* Hakikat: Allah bize günde 24 saat ömür sermayesi vermiştir. Bizden istediği, sadece 1 saati (beş vakit namazın toplamı) ile ahiret biletini almamızdır. 23 saati dünyaya harcayıp, o 1 saati ebedi saadete harcamayan insan, ne kadar zarar ettiğini ahirette anlayacaktır.
> “Halbuki namazda ruhun ve kalbin ve aklın büyük bir rahatı vardır. Hem cisme de o kadar ağır bir iş değildir.” (Sözler, Dördüncü Söz, s. 21).
>
4. Sekizinci Söz: İman ve Küfrün Dünyaya Bakışı (İki Kardeş)
İman sadece ahirette mi işe yarar? Hayır. Risale-i Nur, imanın bu dünyayı da cennete çevirdiğini, küfrün ise bu dünyayı cehenneme çevirdiğini “Kuyu” ve “Bahçe” temsiliyle anlatır.
* Temsil: İki kardeş bir kuyuya düşer. Biri (inançsız olan), duvarda akrepler ve yılanlar görür, yukarıda bir arslan bekler, her şey ona düşmandır. Dehşet içinde kıvranır. Diğeri (mümin olan) ise, o duvardaki nakışların güzel olduğunu, arslanın bir terbiyecisi olduğunu düşünür ve o kuyu ona güzel bir bahçeye açılan bir kapı gibi görünür.
* Hakikat: İmanlı insan; ölümü bir terhis, musibetleri bir imtihan, hayvanları Allah’ın memuru olarak görür ve dünyada dahi huzur bulur. İmansız (veya gafletli) insan ise; ölümü yokluk, musibetleri tesadüf, hayvanları canavar olarak görür ve ruhu dünyada iken cehennem azabı çeker.
> “Demek iman, bir manevi Tûbâ-i Cennet çekirdeğini taşıyor. Küfür ise manevi bir Zakkum-u Cehennem tohumunu saklıyor.” (Sözler, Sekizinci Söz, s. 34).
>
Netice: İman, Emniyettir
Küçük Sözler’in tamamında verilen ortak ders şudur:
* İman: İntisabtır (Bağlanmaktır). İnsan Allah’a bağlanınca kâinatın sultanının misafiri olur.
* İbadet: O intisabın gereğidir ve emniyettir.
* Sefahat ve Küfür: Sahipsizliktir, yalnızlıktır ve korkudur.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
15/11/2025

 

 

Loading

No ResponsesKasım 16th, 2025

GENÇLİK REHBERİ: FANİ GENÇLİĞİ EBEDİLEŞTİRME TİCARETİ

image_pdfimage_print

GENÇLİK REHBERİ: FANİ GENÇLİĞİ EBEDİLEŞTİRME TİCARETİ

Gençlik, insana verilmiş en kıymetli emanetlerden biridir. Güç, kuvvet, heyecan ve akıl bu dönemde zirvededir. Ancak bu zirve kalıcı değildir. Risale-i Nur, gençlere haykırır: “Gençliğiniz hiç şüphe yok ki gidecek!” Bu gidişi durdurmak mümkün değildir, fakat o gidişin yönünü “yokluk”tan “ebediyete” çevirmek mümkündür.

1. Kesin Olan Gidiş: İffetle mi, Sefahatle mi?
Gençlik Rehberi’nin en temel düsturu, gençliğin geçici olduğu gerçeğidir. Yazdan sonra kışın, gündüzden sonra gecenin gelmesi ne kadar kesinse, gençlikten sonra ihtiyarlığın ve ölümün gelmesi de o kadar kesindir.
Bediüzzaman Hazretleri, gençlere önlerinde iki yol olduğunu gösterir:
* Sefahat (Gayrimeşru) Yolu: Gençliğini hevesatına, haram eğlencelere ve günahlara harcamak.
* İstikamet (Doğru) Yolu: Gençliğini iffetle, hayırla ve ibadetle geçirmek.
Üstad Hazretleri, bu tercihin neticesini şu meşhur paragrafla özetler:
> “Sizdeki gençlik katiyen gidecek. Eğer siz daire-i meşruada kalmazsanız, o gençlik zayi olup başınıza hem dünyada, hem kabirde, hem ahirette kendi lezzetinden çok ziyade belalar ve elemler getirecek. Eğer terbiye-i İslamiye ile o gençlik nimetine karşı bir şükür olarak iffet ve namusluluk ve taatte (ibadette) sarf etseniz, o gençlik manen bâkî kalacak ve ebedî bir gençliği kazanmasına sebep olacak.” (Sözler, On Üçüncü Söz, s. 133).
>
2. Zehirli Bal: Haram Lezzetlerin İçindeki Acılar
Gençleri günaha iten en büyük sebep, “peşin lezzet” arzusudur. Şeytan, haramdaki anlık lezzeti gösterir, arkasındaki tokatı saklar. Risale-i Nur ise, haram lezzetlerin ahiretteki cezasından önce, daha dünyada iken “içinde saklı olan acıları” isbat eder.
Mesela, gayrimeşru bir muhabbet (aşk) yaşayan genç; kıskançlık acısı, ayrılık korkusu, karşılık görememe elemi gibi manevi azaplarla, o bir dakikalık lezzetin bedelini dünyada iken “batmanlarla” (ağır yüklerle) öder.
Üstad’ın şu tesbiti sosyolojik bir gerçektir:
> “Haram lezzetin içinde, bir dirhem lezzet varsa, bin dirhem zehirli bal hükmünde elem ve azap var.”
>
Hastaneler, hapishaneler ve kabristanlar; gençliğini suiistimal edenlerin hazin akıbetleriyle doludur.

3. Toplumsal Düzenin Sigortası: Cehennem Korkusu

Gençlik, hissiyatın (duyguların) akla galip geldiği, kanın deli aktığı bir dönemdir. Böyle bir dönemde polisiye tedbirler veya hapis korkusu, genci suçtan alıkoymakta yetersiz kalır. Çünkü genç, “Yakalanmam” der veya “Hapiste yatar çıkarım” der, hislerine mağlup olur.
Bediüzzaman Hazretleri, toplumsal barışın ve gençlerin ıslahının ancak “İman” ile mümkün olduğunu savunur. Her an kendisini gören bir “Murakıb”ın (Gözetleyici’nin) varlığını ve yaptığı zulmün cezasını “Cehennem hapsinde” çekeceğini bilen bir genç, gizli de olsa suç işleyemez.
Risale-i Nur’da bu pedagojik hakikat şöyle ifade edilir:
> “Risale-i Nur’un… ‘Gençlik Rehberi’nin, bu zamanda gençlerin kurtarılmasına ve ıslahlarına ne derece bir vesile olduğu, Eskişehir Hapsi’nde ve Denizli Hapsi’nde… fiilen görülmüş.” (Şualar).
>
Hapishanelerdeki azılı suçlu gençlerin, Risale-i Nur dersleriyle nasıl “tahtakurusu öldüremeyecek kadar” şefkatli ve terbiyeli hale geldikleri, yaşanmış tarihi bir vakıadır.

4. Ebedi Gençliğin Formülü

Gençlik Rehberi’nin nihai müjdesi şudur: Bu dünyada gençliğini Allah yolunda “çürüten” (feda eden), ahirette o gençliği ebedi olarak geri alacaktır.
Dünyadaki birkaç yıllık “yasak zevklerden” fedakârlık etmek, sonsuz cennet gençliğini kazandırır. Bu, akıllı bir tüccarın yapacağı en kârlı ticarettir.
> “Gençlik gidecek. Sefahette gitmiş ise hem dünyada hem âhirette, binler bela ve elemler netice verdiğini ve öyle gençler ekseriyetle sû-i istimal ile israfat ile gelen evhamlı hastalıkla hastahanelere ve taşkınlıklarıyla hapishanelere veya sefalethanelere ve manevî elemlerden gelen sıkıntılarla meyhanelere düşeceklerini anlamak isterseniz; hastahanelerden ve hapishanelerden ve kabristanlardan sorunuz. “Sözler. 13. Söz.”
>
Netice: Mağara Ashabı Gibi Olmak
Kur’an-ı Kerim, Kehf Suresi’nde, putperest bir toplum içinde imanlarını korumak için mağaraya sığınan gençleri (Ashab-ı Kehf) överek, kıyamete kadar gelecek bütün gençlere bir model sunar:
> “Biz sana onların haberlerini gerçek olarak anlatıyoruz: Şüphesiz onlar Rablerine inanmış birkaç genç yiğitti. Biz de onların hidayetlerini artırmıştık.” (Kehf Suresi, 18/13).
>
Hülasa; Gençlik Rehberi, gence der ki: “Sen bir hayvan gibi sadece yiyip içmek ve hevesini tatmin etmek için yaratılmadın. Sen, ebedi bir saadetin namzesisin. Gençliğini bir ‘fırsat’ bil ve onu ebedi bir elmasa dönüştür.”

Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
15/11/2025

 

 

Loading

No ResponsesKasım 16th, 2025

HASTALAR RİSALESİ: MUSİBET DEĞİL, HEDİYE-İ RABBANİYE

image_pdfimage_print

HASTALAR RİSALESİ: MUSİBET DEĞİL, HEDİYE-İ RABBANİYE

Modern tıp, hastalığı vücudun bir arızası ve yok edilmesi gereken bir düşman olarak görür. Elbette tedavi olmak gerekir; fakat Risale-i Nur, hastalığın “manevi boyutunu” ve “hikmetini” nazara verir. Eğer hastalık olmasaydı, insan sıhhatin verdiği gafletle Allah’ı unutacak, dünyayı ebedi zannedecek ve kalbini taştan daha katı bir hale getirecekti. Hastalık, bu gaflet perdesini yırtan en etkili uyarıcıdır.

1. İki Çeşit İbadet: Müsbet ve Menfi

Risale-i Nur’da yapılan en orijinal tespitlerden biri, ibadetin tanımıyla ilgilidir. Üstad Hazretleri ibadeti ikiye ayırır:
* Müsbet (Olumlu/Aktif) İbadet: Namaz kılmak, oruç tutmak gibi, insanın iradesiyle yaptığı fiili ibadetlerdir.
* Menfi (Olumsuz/Pasif) İbadet: Hastalıklar ve musibetler vasıtasıyla yapılan ibadettir. Burada insan “aczini” ve “zaafını” hisseder. Kendi gücüne değil, Rabbinin kudretine sığınır.
Bu ikinci kısım çok kıymetlidir; çünkü riya (gösteriş) girmesi mümkün değildir. Halistir.
Metinde geçen şu ifade, hastanın yatağını bir ibadethaneye çevirir:
> “sendeki hastalık, kıymettar hayatı sâfileştirmek, kuvvetleştirmek, terakki ettirmek ve vücudundaki sair cihazat-ı insaniyeyi o hastalıklı uzvun etrafına muavenettarane müteveccih etmek ve Sâni-i Hakîmin ayrı ayrı isimlerinin nakışlarını göstermek gibi çok vazifeler için, o hastalık senin vücuduna misafir olarak gönderilmiştir. İnşaallah çabuk vazifesini bitirir, gider. Ve âfiyete der ki: “Sen gel, benim yerimde daimî kal, vazifeni gör. Bu hane senindir, âfiyetle kal.”.” (Lem’alar, Yirmi Beşinci Lem’a).
>
2. Ömür Sermayesini Bereketlendirmek

İnsan, “Zaman çok çabuk geçiyor” diye şikayet eder. Mutlu ve sağlıklı günler, şimşek gibi gelip geçer ve arkada bir hasret bırakır. Fakat hastalıkla geçen zaman, insana çok uzun gelir. Gaflet ehli için bu bir sıkıntıdır; fakat ahiret ticaretini düşünen mümin için bu bir kârdır.
Çünkü ömür sermayesi azdır, yapılması gereken işler çoktur. Hastalık, o kısa ömrü bereketlendirir, uzatır ve meyvedar bir ağaç haline getirir. Bir dakikalık hastalık acısı, bin dakikalık gaflet lezzetinden daha hayırlı neticeler verir.

3. Günahları Temizleyen “Sabun”

Üstad Bediüzzaman, hastalığı bir “Sabun”a benzetir. Nasıl ki sabun kiri temizler, hastalık da günah kirlerini yıkar ve temizler.
Hadis-i şerifte beyan edildiği üzere; “Mümin bir kulun ayağına batan dikenden, başına gelen her türlü sıkıntıya kadar her şey, günahlarına kefarettir.” Risale-i Nur, bu hadisi şöyle şerh eder:
> “Hastalık, sabun gibi günahların kirlerini yıkar, temizler. Hastalıklar, keffaretü’z-zünubdur (günahlara kefarettir). Hadis-i sahih ile sabittir ki; ‘Ermiş ağacı silkmekle nasıl meyveleri düşer, sıtmanın titremesinden günahlar öyle dökülür.'” (Lem’alar).
>
Bu hakikati bilen bir hasta, çektiği ağrıya değil, dökülen günahlarına bakar ve “Elhamdülillah” der.

4. Şefkat ve Hürmet Kaynağı

Hastalık, insan ilişkilerini de tamir eder. Sağlıklı ve güçlü bir insan, bazen çevresindekilere karşı kırıcı veya müstağni (ihtiyaçsız) davranabilir. Fakat hasta olduğunda, fıtratındaki acziyet ortaya çıkar. Bu durum, hem hastanın kalbini yumuşatır hem de çevresindekilerin (akraba ve dostların) şefkat damarlarını tahrik eder.
Hasta, bir evin en nazlı misafiri olur. Ona edilen hizmet, verilen bir bardak su bile sadaka hükmüne geçer. Bilhassa çocuklar veya ihtiyarlar hasta olduğunda, o haneye melekler gibi rahmet yağar.

5. Asıl Hastalık Nedir?

Risale-i Nur’un bu bahiste vurduğu en can alıcı nokta şudur: Maddi hastalık, ebedi hayatı tehdit etmez, bilakis kazandırır. Fakat asıl korkulması gereken hastalık, kalbi ve ruhu öldüren “İmansızlık” ve “Sefahat” (Günah) hastalığıdır.
Üstad Hazretleri, hastalara şöyle seslenir:
> “Dikkat et, sana oh elhamdülillah şükür dediren, senin başından geçmiş elemler, musibetlerin düşünmesi, bir manevî lezzeti deşiyor ki senin kalbin şükreder. Çünkü elemin zevali, lezzettir. O elemler, o musibetler zevaliyle, ruhta bir lezzet irsiyet bırakmış ki düşünmekle deşilse ruhtan bir lezzet akıyor, şükürler takattur ediyor.”
>
Netice: Hastalık Bir Misafirdir
Bediüzzaman, hastalara “Senin başındaki şimdilik bu muvakkat hastalığın neticesi ve içyüzündeki sevabı düşün “Bu da geçer yahu!” de, şekva yerinde şükret.”,
“Ey lüzumsuz merak eden hasta! Sen, hastalığın ağırlığından merak ediyorsun. O merakın, senin hastalığını ağırlaştırır. Hastalığın hafifleşmesini istersen merak etmemeye çalış. Yani hastalığın faydalarını, sevabını ve çabuk geçeceğini düşün, merakı kaldır, hastalığın kökünü kes.
……Hem merakın kendisi de bir hastalıktır. Onun ilacı, hastalığın hikmetini bilmektir. Madem hikmetini, faydasını bildin; o merhemi meraka sür, kurtul. “Âh!” yerine “Oh!” de “Vâ-esefâ!” yerine ‌اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ عَلٰى كُلِّ حَالٍ söyle.”

Merak etme, sabret. Senin hastalığın sana bir emanettir, bir misafirdir. Vazifesini bitirince gidecektir.
Kur’an-ı Kerim, Hz. Eyyüb’ün (a.s.) kıssasıyla, hastalığın sabırla nasıl büyük bir mükâfata dönüştüğünü Enbiya Suresi’nde gösterir. Mümin için şifa da hoştur, hastalık da hoştur; çünkü ikisi de Rabbinden gelir. Biri “Cemal” (Güzellik), diğeri “Celal” (Azamet) tecellisidir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
15/11/2025

Loading

No ResponsesKasım 16th, 2025

İHTİYARLAR RİSALESİ: ÖMRÜN SONBAHARINDA MANEVİ BAHAR

image_pdfimage_print

İHTİYARLAR RİSALESİ: ÖMRÜN SONBAHARINDA MANEVİ BAHAR

İnsan fıtraten bekayı (sonsuzluğu) sever. Bu yüzden saçına düşen her beyaz tel, yüzünde beliren her çizgi, ona faniliği ihtar eder ve onu üzer. Gaflet ehli için ihtiyarlık; ölüme yaklaşmak, sevdiklerinden ayrılmak ve yalnızlaşmak demektir. Ancak Risale-i Nur, bu karanlık tabloyu paramparça eder ve ihtiyarlara der ki: “Üzülmeyin! İhtiyarlık bir yük değil, bir sermayedir.”

1. Gençliğin Gaflet Uykusundan Uyanış

Gençlik, çoğu zaman hislerin galeyanıyla ve bedenin kuvvetiyle insanı sarhoş eder, “gaflet” uykusuna daldırır. İnsan hiç ölmeyecekmiş gibi dünyaya dalar. Fakat ihtiyarlık sabahı gelince, o gaflet uykusu dağılır.
Bediüzzaman Hazretleri, gençliğin o tatlı görünen ama sonu acı olan sarhoşluğunu ve ihtiyarlığın getirdiği “ayıklama” halini şöyle mukayese eder:
“”Gençlik damarı, akıldan ziyade hissiyatı dinler. His ve heves ise kördür, akıbeti görmez. Bir dirhem hazır lezzeti, ileride bir batman lezzete tercih eder. Bir dakika intikam lezzeti ile katleder, seksen bin saat hapis elemlerini çeker.” (Sözler, On Üçüncü Söz, İkinci Makamın Haşiyesi)
“Hem iman, nazar-ı gafletle arkamda, hiçlikte, yokluk karanlığında yuvarlanan dünyanın vaziyetini sırr-ı Kur’an ile gösterdi ki o zahirî zulümatta yuvarlanan dünya ise vazifesi bitmiş, manasını ifade etmiş, neticelerini kendine bedel vücudda bırakmış bir kısım mektubat-ı Samedaniye ve sahaif-i nukuş-u Sübhaniye olduğunu gösterdi. Dünyanın mahiyeti ne olduğunu biilmelyakîn bildirdi.”26. Lem’a.
>
İhtiyarlık, insanın yüzünü fani dünyadan Baki olan Allah’a çevirmesi için en kuvvetli bir “Nezir” (Uyarıcı) ve bir “Mürşid”dir. Gençlikte işlenen hataların affettirilmesi için bir fırsat mevsimidir.

2. Yalnızlık Hüznüne Karşı “İman” Tesellisi
İhtiyarlar Risalesi’nin kalbi, “Rica” (Ümit/Teselli) adı verilen bölümlerde atar. Üstad Hazretleri, kendi yaşadığı yalnızlık ve gurbet hissini anlatırken, imanın o karanlığı nasıl bir anda nura çevirdiğini gösterir.
Mesela, dostların ve sevdiklerinin çoğunun vefat edip kabre gittiğini düşündüğü bir anda ruhunu derin bir hüzün kaplar. Kendini “yapayalnız” hisseder. Tam o sırada “İman” imdada yetişir ve der ki:
“Hem iman, ileride gözünü açıp bana bakan kabri ve kabrin arkasında ebede giden caddeyi, nur-u Kur’an ile gösterdi ki o kabir, kuyu kapısı değil belki âlem-i nurun kapısıdır. Ve o yol ise hiçliğe ve ademistana değil belki vücuda, nuristana ve saadet-i ebediyeye giden yol olduğunu tam kanaat verecek bir derecede gösterdiğinden dertlerime hem derman hem merhem oldu.”
Bu hakikat üzerine dilinden şu cümleler dökülür:
> ““Eğer bütün mevcudat (varlıklar) seni bırakıp fena (fânîlik) yolunda ademe (yokluğa) giderse, eğer zîhayatlar (canlılar) senden müfarakat edip (ayrılıp) ölüm yolunda koşarsa, eğer insanlar seni terkedip mezaristana girerse, … merak etme! De ki: Cenab-ı Hak bana kâfidir. Madem o var, herşey var. Ve o halde, o gidenler ademe gitmediler. Onun başka memleketine gidiyorlar.”.” (Lem’alar.).
>
3. Kuran: İhtiyarların En Büyük Nuru

Gençlikte gözler dış dünyaya, manzaralara ve eğlencelere bakar. İhtiyarlıkta ise gözler zayıflar, dış dünya perdelenir. İşte tam bu noktada Kur’an-ı Kerim, ihtiyarın en büyük dostu, sohbet arkadaşı ve nuru olur.
Kur’an’ın tesellisi, ihtiyarlara “Senin vazifen bitti, artık ücret alma zamanın yaklaştı. Zahmet bitti, rahmet başlıyor” müjdesini verir.
Bediüzzaman Hazretleri, Kur’an’ın kendisine nasıl hitap ettiğini şu latif ifadelerle anlatır:
> “Birden Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın âyetleri imdadıma yetiştiler. O kederli, hüzünlü, karanlıklı vaziyeti; nurani, neşeli, sürurlu bir hale çevirdiler. Dilim ‘Elhamdülillah’ dedi.”
>
4. İhtiyarlık Bir İnayet-i İlahiyedir

Modern toplumun aksine, İslam medeniyeti ihtiyarı bir “yük” değil, evin “bereket direği” olarak görür. Risale-i Nur, Peygamber Efendimiz’in (a.s.m.) “Beli bükülmüş ihtiyarlarınız olmasaydı, belalar üzerinize sel gibi dökülecekti” hadisini şerh ederek, ihtiyarların dualarının ne kadar makbul olduğunu anlatır.
Bir evde bulunan ihtiyar anne veya baba, o hanenin rızık bereketine ve musibetlerden korunmasına en büyük sebeptir. Onlara hizmet etmek, nafile ibadetten daha sevaptır.

Netice: Kabre Gülerek Girmek
İhtiyarlar Risalesi’nin nihai dersi şudur: Ölüm, idam değil, tebdil-i mekândır (yer değiştirmedir). Kabir, karanlık bir kuyu değil, nurani bir alemin kapısıdır. İhtiyarlık, bu kapıya yaklaşmanın alametidir.
Bu risaleyi okuyan bir ihtiyar, “Keşke genç olsaydım” demez; “Elhamdülillah ki kemal yaşındayım ve Rabbime kavuşmaya hazırlanıyorum” der.
Meselenin özetidir:
> Hakiki bir mümin için ihtiyarlık; gençlikten çok daha kıymettardır. Çünkü gençlikte hevesat hükmeder, ihtiyarlıkta ise akıl ve kalp hükmeder.
>

Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
15/11/2025

 

 

Loading

No ResponsesKasım 15th, 2025

CENNET RİSALESİ: EBEDİ SAADET YURDU VE CİSMANİ LEZZETLER

image_pdfimage_print

CENNET RİSALESİ: EBEDİ SAADET YURDU VE CİSMANİ LEZZETLER

Kur’an-ı Kerim’in ayetleri, cenneti tasvir ederken sadece ruhani bir huzurdan bahsetmez; yeme, içme, evlenme, manzaraları seyretme gibi “cismani” lezzetleri de detaylarıyla anlatır. Risale-i Nur, bazı felsefecilerin “Sadece ruh lezzet alacak, beden çürüyecek” fikrini çürütür ve insanın hem ruhuyla hem de cesediyle cennete gideceğini isbat eder.

1. Neden Cismani Haşir? (Bedensel Diriliş)

Risale-i Nur’da işlenen en temel mesele şudur: İnsan, sadece ruhtan ibaret bir varlık değildir. Ruhu, bedeni, duyguları ve latifeleriyle bir bütündür. Dünyada Allah’a itaat eden, ibadet eden ve sıkıntı çeken sadece ruh değildir; beden de ruhun arkadaşı olarak bu yüke ortak olmuştur.
Adalet-i İlahiye ve Hikmet-i Rabbaniye gerektirir ki; mükâfat ve ücret zamanında beden, ruhtan ayrılmasın. Beden nasıl dünyada kulluğa arkadaşlık ettiyse, cennette de lezzete ve saadete arkadaşlık etmelidir.
Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri, bu hakikati Allah’ın isimleri üzerinden şöyle izah eder:
“Evet, cennet bütün lezaiz-i maneviyeye medar olduğu gibi bütün lezaiz-i cismaniyeye de medardır.
……nasıl toprak; suya, havaya, ziyaya nisbeten kesafetli, karanlıklıdır. Fakat masnuat-ı İlahiyenin bütün envaına menşe ve medar olduğundan bütün anâsır-ı sairenin manen fevkine çıktığı gibi; hem kesafetli olan nefs-i insaniye; sırr-ı câmiiyet itibarıyla, tezekki etmek şartıyla bütün letaif-i insaniyenin fevkine çıktığı gibi; öyle de cismaniyet, en câmi’ en muhit en zengin bir âyine-i tecelliyat-ı esma-i İlahiyedir. Bütün hazain-i rahmetin müddeharatını tartacak ve mizana çekecek âletler, cismaniyettedir. “Sözler.28. Söz.
>
Allah “Rezzak”tır (Rızık veren). Rezzak ismi, rızka muhtaç bir mideyi ve bedeni ister. Eğer cennette beden olmazsa, yeme içme olmazsa, Rezzak ismi kime tecelli edecektir? Demek ki isimlerin tam tecellisi için cisim şarttır.

2. Numuneler ve Asıllar: Dünya ve Cennet Mukayesesi

Üstad Hazretleri, dünyadaki nimetlerin, cennetteki asıllarının sadece birer “numunesi” (örneği) olduğunu söyler. Bir dükkâncı, vitrinine kumaşların küçük parçalarını koyar (numune). Müşteri o parçaya bakar, aslını ister.
Dünyadaki lezzetli meyveler, güzel manzaralar, şefkatli hisler; cennetteki asıllarının birer “tadımlık” numunesidir. Dünya, bir “numuneler dükkânı”dır. İnsan bu numunelerin tadına bakmalı, fakat onlara takılıp kalmamalı, asıl kaynağı olan cenneti istemelidir.
Metinde geçen şu ifade, müminin dünyaya bakışını değiştirir:
> “Madem şu kâinatın Sâni’i, şu kâinatla bütün hazain-i rahmetini tanıttırmak ve bütün tecelliyat-ı esmasını bildirmek ve bütün enva-ı ihsanatını tattırmak istediğini; kâinatın gidişatından ve insanın câmiiyetinden –On Birinci Söz’de ispat edildiği gibi– kat’î anlaşılıyor.

Elbette şu seyl-i kâinatın bir havz-ı ekberi ve bu kâinat tezgâhının işlediği mahsulatın bir meşher-i a’zamı ve şu mezraa-i dünyanın bir mahzen-i ebedîsi olan dâr-ı saadet, şu kâinata bir derece benzeyecektir. Hem cismanî hem ruhanî bütün esasatını muhafaza edecektir.

Ve o Sâni’-i Hakîm ve o Âdil-i Rahîm; elbette cismanî âletlerin vezaifine ücret olarak ve hidematına mükâfat olarak ve ibadat-ı mahsusalarına sevap olarak, onlara lâyık lezaizi verecektir. Yoksa hikmet ve adalet ve rahmetine zıt bir halet olur ki hiçbir cihetle onun cemal-i rahmetine ve kemal-i adaletine uygun değildir, kabil-i tevfik olamaz.”(Sözler, 28. Söz)
>
Dünya lezzetleri geçicidir ve elemlerle (acıyla) karışıktır. Cennet lezzetleri ise bakidir ve saftır.

3. Aile Hayatının Ebediyeti ve Huriler
Cennet Risalesi’nin en dikkat çekici bölümlerinden biri, aile hayatının ahiretteki durumudur. “Dünyadaki eşimizle cennette beraber olacak mıyız?” sualine Risale-i Nur “Evet” der, hem de çok daha güzel bir surette.
Mümin bir erkek ile mümin bir kadın, dünyada birbirlerine Allah rızası için muhabbet etmişlerse, bu muhabbet ebedi bir arkadaşlığa dönüşür. Kadın, dünyadaki kusurlarından arınmış, güzellikte “Huri”leri dahi geçecek bir surette, kocasının ebedi refikası (hayat arkadaşı) olur.
Üstad Hazretleri, dünyadaki eşlerin birbirine bakışını “ebediyet” penceresinden değerlendirir:
> Kişinin refikasıyla ebedi alemde beraber olacağı ve yaşlılık ve çirkinliğin olmayışı inancı, ailedeki kıskançlıkları, geçimsizlikleri ve yaşlanma korkularını ortadan kaldırır, yuvayı cennet nümunesine çevirir.

4. Cennet Nerededir?
“Cennet ve Cehennem şu anda nerededir?” sualine verilen cevap, modern astrofiziğin “görünen evren ve ötesi” kavramlarıyla örtüşen derin bir tespittir.
Bediüzzaman’a göre; Cennet ve Cehennem, şu görünen gökyüzünün ve yıldızların ötesinde, “Arş-ı A’zam” dairesindedir. Ancak, nasıl ki bir ağacın meyvesi ağacın en ucundadır ama özü ve programı çekirdektedir; cennet ve cehennemin de kökleri ve tohumları bu âlemdedir, fakat meyveleri ebedi âlemdedir.

Netice: En Büyük Lezzet “Rüyetullah”
Cennetin bütün köşkleri, nehirleri, hurileri ve ziyafetleri bir yana; Risale-i Nur, cennetteki en büyük lezzetin “Rüyet-i Cemalullah” (Allah’ın cemalini görmek) olduğunu vurgular.
Peygamber Efendimiz’in (a.s.m.) hadis-i şerifine istinaden; cennet ehli Allah’ı gördüğü vakit, cennetin diğer bütün lezzetlerini unutacak kadar büyük bir haz alacaktır. Çünkü bütün güzelliklerin kaynağı O’dur. O’nu bir an görmek, bin sene cennet hayatına bedeldir.
Kur’an-ı Kerim, bu zirve anı Kıyamet Suresi’nde şöyle müjdeler:
> “O gün birtakım yüzler aydınlanacak, Rablerine bakacaklardır.” (Kıyâmet Suresi, 75/22-23)
>
Hülasa; Cennet Risalesi, ölümü korkunç bir kuyu olmaktan çıkarıp, “dostlara kavuşma kapısı” ve “ebedi saadet sarayına davetiye” şekline dönüştürür.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
14/11/2025

Loading

No ResponsesKasım 15th, 2025

MİRAC RİSALESİ: KÂİNATIN HAKİKATİNE YOLCULUK VE NAMAZIN SIRRI

image_pdfimage_print

MİRAC RİSALESİ: KÂİNATIN HAKİKATİNE YOLCULUK VE NAMAZIN SIRRI

Mirac; Peygamber Efendimiz’in (a.s.m.) Mescid-i Haram’dan Mescid-i Aksa’ya, oradan semavat tabakalarına ve nihayetinde “Sidretü’l-Münteha”ya (yaratılmışlığın son sınırı) geçerek, zamansız ve mekânsız bir surette Cenab-ı Hak ile görüşmesi hadisesidir. Risale-i Nur, bu hadiseyi sadece tarihî bir olay olarak değil, insanın yaratılış gayesinin zirvesi ve namazın hakikati olarak ele alır.

1. Miracın İki Yüzü: Velayet ve Risalet

Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri, Mirac’ı bir “gidiş-geliş” hareketi olarak tarif eder ve manasını ikiye ayırır:
* Gidiş (Velayet-i Ahmediye): Efendimiz’in (a.s.m.) bir kul olarak, yeryüzünden başlayıp bütün mahlukat tabakalarını, melekler alemini ve cenneti geçerek Rabbine yükselmesidir. Bu, “Halktan Hakk’a” gidiştir ve O’nun velayetinin (dostluğunun) zirvesidir.
* Geliş (Risalet-i Ahmediye): Cenab-ı Hak ile görüştükten sonra, gördüğü hakikatleri, aldığı emirleri ve ebedi saadet müjdesini insanlara getirmek için geri dönmesidir. Bu, “Hakk’tan Halka” geliştir ve peygamberliğidir.
Üstad Hazretleri, bu durumu bir padişahın huzuruna çıkan bir memur temsiliyle şöyle anlatır:
> “Miracın bâtını (iç yüzü) velayettir; halktan Hakk’a gitmektir… Zahiri (dış yüzü) risalettir; Hakk’tan halka gelmektir.” (Sözler, Otuz Birinci Söz,s. 563).
>
2. Cisimle Yükseliş Mümkün mü? (Akli İzah)

Maddiyun fikrine sahip olanlar veya aklı gözüne inmiş olanlar; “Bir insan bedeni, o kısa zamanda milyarlarca senelik mesafeyi nasıl kateder?” diye şüpheye düşerler.
Risale-i Nur, bu şüpheyi kâinattaki hız kanunlarıyla çürütür. Gözümüz, bir anda en uzak yıldıza ulaşabiliyor. Hayalimiz, bir saniyede dünyadan güneşe gidip gelebiliyor. Ruhumuz, rüyada zaman mefhumunu aşıyor. Işık, saniyede 300.000 km yol alıyor.
Madem kâinatta latif (hafif/ince) cisimler bu kadar hızlı hareket edebiliyor; elbette “Latifü’l-Habîr” olan Allah, en sevdiği kulunun kesif (ağır) cesedini, ruh hafifliğine çıkarıp şimşek gibi semavatta gezdirebilir.
Üstad Hazretleri bu kudreti şöyle nazara verir:
> “Şu kâinatın Sâni-i Hakîm’i… elbette o âlemlerin, o memleketlerin Sultanı, o memleketlerde gezecek ve o âlemlere medar (sebep) olacak bir makinede, bir cesedi, ruh ile beraber gezdirebilir.” (Sözler, s. 574).
>
3. Kab-ı Kavseyn: Vuslatın Zirvesi

Mirac’ın en yüksek noktası, “Kab-ı Kavseyn” (İki yay aralığı kadar yakınlık) makamıdır. Peygamber Efendimiz (a.s.m.), burada zaman ve mekân kaydından sıyrılarak, Cenab-ı Hakk’ın cemalini zamansız bir surette müşahede etmiştir.
Burası kelimelerin bittiği yerdir. O (a.s.m.), kâinat ağacının en son ve en mükemmel meyvesi olarak, bütün mahlukat namına Rabbine “Tahiyyat” (Selamlar ve övgüler) sunmuştur. Bizim namazda oturduğumuzda okuduğumuz “Ettehiyyatü” duası, işte o mukaddes görüşmenin bir özetidir, bir diyaloğudur.

4. Miracın Meyveleri: Bize Ne Getirdi?

Peygamberimiz (a.s.m.) o yüce makamda kalmayıp, insanlığın imdadına geri dönmüştür. Dönerken de yanında çok kıymetli “hediyeler” getirmiştir. Risale-i Nur, bu hediyeleri “Meyve” olarak isimlendirir ve en mühimlerini şöyle sıralar:
* İman Hakikatlerinin Gözle Görülmesi: “İman ettiğiniz melekleri, cenneti, ahireti ben gözümle gördüm, varlar!” müjdesini getirmiştir. Bu, müminler için şüpheleri yok eden en büyük tesellidir.
* Namaz (Müminin Miracı): Beş vakit namaz, Mirac’ın en büyük hediyesidir. İnsan, namaz vasıtasıyla, bedenen dünyada olsa da ruhen Rabbisinin huzuruna çıkar. Namaz, Mirac’ın bir simülasyonu, bir modelidir.
* Ebedi Saadet Müjdesi: İnsanın yok olup gitmeyeceğini, Allah’ın rızasına erenlerin cennete gireceğini bizzat cenneti görerek müjdelemiştir.
* Allah’ın Cemalini Görme Vaadi: Müminlerin de ahirette Allah’ı görebileceği (Rüyetullah) müjdesini getirmiştir.

Netice: Gözün Şaşmadığı Makam

Kur’an-ı Kerim, Necm Suresi’nde bu muazzam seyahati şöyle tasdik eder:
> “Göz (gördüğünden) şaşmadı ve (onu) aşmadı. Andolsun ki, o, Rabbinin âyetlerinden en büyüğünü gördü.” (Necm Suresi, 53/17-18)
>
Hülasa; Mirac Risalesi, insanın önüne açılan gök kapılarını gösterir. O kapıdan girmek isteyen, Mirac’ın hediyesi olan “Namaz”a sarılmalıdır. Çünkü namaz, kulu Allah’a yaklaştıran en kısa ve en nurani yoldur.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
14/11/2025

 

 

Loading

No ResponsesKasım 15th, 2025

HÜVE NÜKTESİ: BİR ZERRENİN BİNLERCE DİLİ VE GÖREVİ

image_pdfimage_print

HÜVE NÜKTESİ: BİR ZERRENİN BİNLERCE DİLİ VE GÖREVİ

Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri, İstanbul’da Yuşa Tepesi’nde, rüzgârın estiği bir ortamda; elindeki Kur’an’dan okuduğu ayetlerde geçen “Hüve” (O, Allah) zamirine ve havanın hareketine dikkat eder. O tefekkür anında, gözle görülmeyen hava zerrelerinin aslında ne kadar muazzam birer “memur” olduğunu keşfeder.

1. Bir Avuç Havada Saklı Mucize

İnsan ağzından çıkan bir tek kelime, anında havada dağılır ve etraftaki binlerce insanın kulağına aynı anda, hiç bozulmadan, karışmadan ulaşır. Bu şu demektir: Ağızdan çıkan o tek kelime, havada milyonlarca nüsha (kopya) haline gelip çoğalmaktadır.
Daha da hayret verici olanı; aynı hava boşluğunda telefon sinyalleri, radyo dalgaları, ışıklar, sesler, farklı diller, gök gürültüsü ve kuş sesleri beraberce dolaşır. Fakat o küçücük hava zerreleri, bu binlerce farklı sinyali birbirine karıştırmadan, şaşırmadan ve en hassas şekilde hedefine ulaştırır.
Risale-i Nur’da bu manzara şöyle tasvir edilir:
> “emir ve iradenin bir arşı olan havanın, rüzgârın her bir parçası ve bir nefes ve tırnak kadar olan ‎ هُوَ‎ lafzındaki havada; küçücük mikyasta, bütün dünyada mevcud telefonların, telgrafların, radyoların ve hadsiz ve muhtelif konuşmaların merkezleri, santralları, âhize ve nâkileleri bulunsun ve o hadsiz işleri beraber ve bir anda yapabilsin. Veyahut o ‎ هُوَ‎ deki havanın belki unsur-u havanın her bir parçasının her bir zerresi, bütün telefoncular ve ayrı ayrı umum telgrafçılar ve radyo ile konuşanlar kadar manevî şahsiyetleri ve kabiliyetleri bulunsun ve onların umum dillerini bilsin ve aynı zamanda başka zerrelere de bildirsin, neşretsin. Çünkü bilfiil o vaziyet kısmen görünüyor ve havanın bütün eczasında o kabiliyet var.” (Sözler, On Üçüncü Söz, s. 143).
>
2. Ya Memur Olacak Ya da İlah! (İki Şık)

Bu noktada akıl, zorunlu olarak iki ihtimalden biriyle karşı karşıya kalır:
* Birinci İhtimal (Tevhid Yolu): Bu hava zerreleri, başıboş değildir. Onlar, her şeye gücü yeten, ilmi her şeyi kuşatan bir Zât-ı Zülcelal’in (Allah’ın) emriyle ve izniyle hareket eden birer askerdir, birer memurdur. Tek bir merkezden emir aldıkları için, bu kadar karışık işleri şaşırmadan yaparlar.
* İkinci İhtimal (Küfür ve Tesadüf Yolu): Eğer bu zerreler Allah’ın memuru değilse; o zaman her bir hava zerresinin, dünyadaki bütün dilleri bilmesi, bütün sesleri tanıması, fizik ve kimya ilimlerine vakıf olması, diğer zerrelerle iletişim kurabilecek bir “beyne” ve “kudrete” sahip olması gerekir.
Yani, ya “Bir İlah” kabul edilecektir; ya da “Hava zerreleri adedince ilahlar” kabul edilecektir. İkinci şık, aklın kabul edemeyeceği bir hurafedir.
Üstad Hazretleri bu mantığı şöyle bağlar:
> “Demek serseri tesadüf ve kör kuvvet ve sağır tabiat ve karışık, gayesiz esbab (sebepler); bu sahifeye karışamazlar. O kalem-i kudsînin işine müdahale edemezler.” (Sözler, s. 145).
>
3. Havanın Görevi: İletişim ve Hayat
Hüve Nüktesi bize gösterir ki, hava (atmosfer) sadece nefes alıp vermeye yarayan bir gaz kütlesi değildir. Hava;
* Seslerin Nakil Vasıtasıdır: İlahi kelamın ve insanların iletişiminin taşıyıcısıdır.
* Elektrik ve Işığın İletkenidir: Kâinattaki enerjinin transfer hattıdır.
* Hayatın Kaynağıdır: Bitkilerin aşılanması ve solunumun merkezidir.
Hava, Allah’ın “İrâde” ve “Kelam” sıfatlarının tecelli ettiği bir “Arş” gibidir. Toprak nasıl ki tohumların büyümesi için bir tarladır; hava da seslerin ve kelimelerin sümbüllenmesi (çoğalması) için manevi bir tarladır.

4. Bir Tohum Gibi: “Hüve” Kelimesi

Nüktede verilen en güzel örnek, “Hüve” kelimesidir. İnsan “Hüve” dediğinde, ağzından çıkan hava dalgası, bir tohum gibi havaya atılır. O tohumdan, hava zerreleri adedince “Hüve” kelimeleri açılır ve etrafa yayılır. Bu, Allah’ın kudretinin “Kün fe yekûn” (Ol der ve olur) sırrına ne kadar yakın olduğunu gösterir. Bir anda, zahmetsizce, binlerce kopya yaratılır.

Netice: Hava “Hüve” Diyor

Hüve Nüktesi’nin verdiği ders şudur: Gözle görülmeyen, elle tutulmayan, şeffaf bir madde olan hava bile; üzerindeki bu muazzam intizam ve hikmetle “Hüve” (O Allah var ve birdir) diye haykırmaktadır. Maddiyunların (materyalistlerin) “tesadüf” dediği şey, aslında İlahi kudretin en hassas terazisidir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
14/11/2025

Loading

No ResponsesKasım 15th, 2025

MUHAKEMAT: KUR’AN’I ANLAMA METODOLOJİSİ VE AKIL-BİLİM DENGESİ

image_pdfimage_print

MUHAKEMAT: KUR’AN’I ANLAMA METODOLOJİSİ VE AKIL-BİLİM DENGESİ

İslam dünyasının gerileme sebeplerinden biri de, dindeki bazı mecazî (sembolik) ifadelerin, cahil dostlar tarafından zahiri (görünen) manasına hamledilip, fen ilimlerine zıt düşecek şekilde yorumlanmasıdır. Muhakemat, bu zihniyet karmaşasına son veren, tefsir ilminin anayasası hükmünde bir eserdir. Üstad Hazretleri bu eserde üç temel “Unsur” (Bölüm) üzerinde durur: Hakikat (Bilim-Din ilişkisi), Balâgat (Edebiyat ve Anlatım Sanatı) ve Akide (İnanç Esasları).

1. Akıl ve Nakil Çatışırsa Ne Yapılır?

Muhakemat’ın en meşhur ve en temel düsturu şudur: Akıl (İlim/Mantık) ile Nakil (Ayet/Hadis rivayeti) zahiren çatışır gibi görünürse, ne yapılacaktır?
Bediüzzaman Hazretleri, bu konuda evrensel (cihan şümul) bir kural koyar:
> “Akıl ve nakil tearuz ettikleri (çatıştıkları) vakitte, akıl asıl itibar ve nakil tevil olunur (yorumlanır). Fakat o akıl, akıl olsa gerektir.” (Muhakemat, Birinci Makale, s. 12).
>
Yani; kesinleşmiş bilimsel bir gerçek (mesela dünyanın yuvarlaklığı), bir hadisin zahiri manasına zıt düşüyorsa (mesela dünyanın düz gibi tasvir edildiği bir rivayet); bilim reddedilmez, o hadis “mecaz” kabul edilerek yorumlanır. Ancak buradaki “akıl”, heves değil, isbat edilmiş ilmi hakikatler olmalıdır.

2. İsrailiyat ve Hurafelerin Temizlenmesi

İslam literatürüne zamanla, Yahudi ve Hıristiyan kültüründen gelen bazı efsaneler (İsrailiyat) karışmış ve bunlar sanki “dinin malı” gibi anlaşılmıştır. Bu durum, dini akla aykırı göstermiş ve inançsızlığa zemin hazırlamıştır.
Üstad Hazretleri, meşhur “Dünya, öküz ve balık üzerindedir” rivayetini Muhakematta harika bir surette tahlil eder ve bunun üç manası olduğunu söyler:
* Teşbih (Benzetme): Nasıl ki devlet, kılıç ve kalem üzerinde durur (asker ve memur sayesinde); dünya da tarım (öküz) ve denizcilik (balık) sayesinde şenlenir ve insanlık hayatı devam eder. Peygamberimiz (a.s.m.) bu iktisadi hakikati mecazlı anlatmıştır.
* Burçlar: Güneşin gökyüzündeki yörüngesinde “Sevr” (Boğa) ve “Hut” (Balık) burçları vardır. Hadis, bu astronomik konuma işaret etmiştir.
* Melekler: Dünyayı taşıyan meleklerin (Hamele-i Arş) isimleri veya suretleri “Öküz” ve “Balık” şeklindedir.
Görüldüğü üzere; akıl ve ilimle çelişen bir durum yoktur, sadece “mecazı hakikat zannetmekten” kaynaklanan bir anlama problemi vardır.

3. Müteşabih Ayetler ve Ülfet Hastalığı

Kur’an-ı Kerim, yüksek hakikatleri avamın (halkın) anlayabileceği seviyeye indirmek için “Müteşabih” (benzetmeli) ifadeler kullanır. Mesela Allah’ın kudretinden bahsederken “Allah’ın eli” tabirini kullanır. Bundan maksat cismani bir el değil, “Kudret”tir.
Muhakematta işlenen bir diğer mühim hastalık **”Ülfet”**tir (Alışkanlık). İnsanlar, güneşi her gün gördükleri için, onun ne kadar büyük bir mucize olduğunu unuturlar.
* Alışkanlık: Harikayı, adi (sıradan) gösterir.
* Muhakemat’ın Amacı: Ülfet perdesini yırtıp, kâinattaki her olaya hayretle ve tefekkürle bakmayı sağlamaktır.

4. Belâgat: Sözün Makama Uygun Düşmesi

Eserin ikinci makalesi olan “Unsuru’l-Belâgat”, Kur’an’ın edebi mucizeliğini anlatır. Belâgat, sadece süslü söz söylemek değil, “Mukteza-yı hale mutabık” (durumun gereğine uygun) söz söylemektir.
Bediüzzaman’a göre Kur’an’ın üslubu; bazen bir bedeviye, bazen bir filozofa, bazen bir çocuğa aynı anda hitap edebilecek kadar derinliklidir. Bir ayet, binlerce zekâ tabakasına ayrı ayrı ders verir.

Netice: İfrat ve Tefritten Kurtulmak

Muhakemat, düşünce dünyamızda “Sırat-ı Müstakim”i (Orta Yolu) çizer:
* İfrat (Aşırılık): Her şeyi akılla çözmeye çalışıp vahyi inkâr eden felsefeciler.
* Tefrit (Gerilik): Aklı hiç kullanmayıp, her duyduğu efsaneye inanan mutaassıp hocalar.
* Vasat (Orta Yol): Aklı, vahyin emrine verip; kâinat kitabını fen ilimleriyle, Kur’an kitabını din ilimleriyle okuyan “Muhakkik” (Araştırmacı) Müslümanlar.
Bu eser, “Eğer doğru İslamiyet’i ve İslamiyet’e layık doğruluğu göstersek…” davasının ilmi altyapısıdır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
14/11/2025

Loading

No ResponsesKasım 15th, 2025

MÜNAZARAT: HÜRRİYET, MEŞRUTİYET VE İÇTİMAİ REÇETELER

image_pdfimage_print

MÜNAZARAT: HÜRRİYET, MEŞRUTİYET VE İÇTİMAİ REÇETELER

Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri, Meşrutiyet’in ilanından sonra (1910-1911 yıllarında) Doğu Anadolu’daki aşiretleri dolaşarak, onların “Meşrutiyet (Demokrasi/Anayasal Sistem) gâvurluk mudur?”, “Hürriyet dinden çıkmak mıdır?” şeklindeki şüphelerine, Kur’anî ve akli cevaplar vermiştir. Bu diyaloglar, İslam’ın demokrasi ve özgürlük kavramlarına bakışını netleştirir.

1. Hürriyetin İmanla İlişkisi: “Allah’a Kul Olan, Başkasına Kul Olmaz”

O dönemde halk, “Hürriyet” denilince “her istediğini yapmak, sefahate dalmak” gibi yanlış bir manayı anlıyordu. Bediüzzaman Hazretleri ise hürriyeti, imanın bir hassası (özelliği) olarak tarif ederek, insanlık tarihinin en veciz hürriyet tanımını yapmıştır.
Üstad’a göre hakiki hürriyet; ne kendine ne de başkasına zarar vermemektir. Hürriyetin kaynağı ise imandır.
Risale-i Nur’da bu hakikat şöyle formüle edilir:
> “Hürriyetin şen’i odur ki, ne nefsine, ne gayrıya zararı dokunmasın.” Bediüzzaman.

“Rabıta-i iman ile Sultan-ı Kâinata hizmetkâr olan adam, başkasına tezellül ile tenezzül etmeye ve başkasının tahakküm ve istibdadı altına girmeye o adamın izzet ve şehamet-i imaniyesi bırakmadığı gibi; başkasının hürriyet ve hukukuna tecavüz etmeyi dahi, o adamın şefkat-i imaniyesi bırakmaz.
Evet, bir padişahın doğru bir hizmetkârı, bir çobanın tahakkümüne tezellül etmez. Bir bîçareye tahakküme dahi o hizmetkâr tenezzül etmez.
Demek iman ne kadar mükemmel olursa, o derece hürriyet parlar. İşte Asr-ı Saadet..”
>
Demek ki istibdat ve baskı, imanın zayıflığından; hürriyet ve adalet ise imanın kuvvetinden gelir.

2. Meşrutiyet ve Şeriat: “İsim ve Hakikat” Farkı

Aşiretler, İstanbul’daki bazı batılılaşma hareketlerini görerek Meşrutiyet’e (Anayasal sisteme) karşı çıkıyor, bunu şeriata aykırı görüyorlardı. Bediüzzaman ise onlara; isimlere değil, manaya bakmalarını öğütledi.
Eğer Meşrutiyet; “Meşveret” (Danışma) ve “Kanun hakimiyeti” ise, bu zaten İslam’ın emridir. Keyfi yönetim (İstibdat) ise İslam’a zıttır.
Metinde geçen şu diyalog çok çarpıcıdır:
> “Meşrutiyet ve kanun-u esasî, işittiğiniz mesele ise; hakikî adalet ve meşveret-i şer’iyeden ibarettir. Hüsn-ü telakki ediniz, muhafazasına çalışınız. Zira dünyevî saadetimiz Meşrutiyet’tedir.” (Münazarat, s. 23).
>
Bediüzzaman, istibdadı “zulmün temeli”, meşrutiyet-i meşruayı ise “Asya’nın bahtını açacak anahtar” olarak görür. Yöneticilerin keyfine göre değil, şeriatın adalet prensiplerine ve kanuna göre yönetilmesi gerektiğini savunur.

3. Üç Büyük Düşman ve Medresetü’z-Zehra Projesi

Münazarat’ın en can alıcı tespiti, geri kalmışlığımızın sebepleridir. Bediüzzaman, “Bizim düşmanımız nedir?” sualine karşı üç temel düşmanı sıralar:
* Cehalet (Bilgisizlik).
* Zaruret (Fakirlik).
* İhtilaf (Bölünmüşlük).
Bu düşmanlara karşı silahımız ise; Sanat (Teknoloji/Üretim), Marifet (Eğitim/İlim) ve İttifak (Birlik) olmalıdır.
Bediüzzaman, bu cehaleti yenmek için Doğu Anadolu’da hem din ilimlerinin hem de fen ilimlerinin beraber okutulacağı “Medresetü’z-Zehra” isminde bir üniversite kurulmasını teklif eder.
Eğitim sistemindeki şu muazzam tespiti, bugün dahi pedagojinin temelidir:
> “Vicdanın ziyası, ulûm-u diniyedir (din ilimleridir). Aklın nuru, fünun-u medeniyedir (fen ilimleridir). İkisinin imtizacıyla (birleşmesiyle) hakikat tecelli eder. O iki cenah ile talebenin himmeti pervaz eder (uçar). İftirak ettikleri (ayrıldıkları) vakit; birincisinde taassup, ikincisinde hile ve şüphe tevellüd eder.” (Münazarat, s. 127).
>
4. Kürt-Türk Kardeşliği ve Milliyet

Aşiretlerle yapılan konuşmalarda, etnik köken ve milliyetçilik konuları da gündeme gelir. Bediüzzaman, Kürtlerin Türklerle olan tarihi bağını ve İslam sancağı altındaki hizmetlerini nazara vererek, ayrılıkçı fikirlerin (o zamanki ecnebi kışkırtmalarının) ne kadar zararlı olduğunu anlatır.
Türkler, İslam’ın kahraman ordusu ve bayraktarıdır. Kürtler de o ordunun kuvvetli bir parçasıdır. “Cesaretli bir kavim (Kürtler) ile, akıllı ve hamiyetli bir kavmin (Türkler) ittifakından” büyük bir güç doğacağını müjdeler.
Netice: Adalet ve Meşveret
Münazarat Risalesi’nin özü; yönetimin şahıslara değil, “Şura”ya (Meclise) ve “Kanun”a dayanması gerektiğidir. İslam, istibdadı reddeder.
Kur’an-ı Kerim, Şura Suresi’nde yönetim biçimini şöyle belirler:
> “…Onların işleri, aralarında şura (danışma) iledir…” (Şûrâ Suresi, 42/38).
>
Hülasa; Münazarat, İslam’ın “adalet, meşveret ve kanun hakimiyeti” prensipleriyle gerçek hürriyetin İslam’da olduğunu isbat eden sosyolojik bir reçetedir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
14/11/2025

 

 

Loading

No ResponsesKasım 15th, 2025

HUTBE-İ ŞAMİYE: İSLAM ALEMİNİN KURTULUŞ REÇETESİ VE GELECEĞİ

image_pdfimage_print

HUTBE-İ ŞAMİYE: İSLAM ALEMİNİN KURTULUŞ REÇETESİ VE GELECEĞİ

Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri, bir tabib-i manevi (manevi doktor) hassasiyetiyle İslam dünyasının nabzını tutmuş ve bizi ortaçağ karanlığına düşüren hastalıkları “Teşhis” etmiş, ardından Kur’an eczahanesinden aldığı ilaçlarla “Tedavi” yöntemlerini sıralamıştır. Bu hutbe, İslam’ın istikbalde yeniden dünyaya hâkim olacağının “akli ve mantıki” isbatıdır.

1. Teşhis: Bizi Durduran Altı Dehşetli Hastalık

Bediüzzaman Hazretleri, İslam dünyasının gerilemesini ve Batı’nın (Avrupa’nın) maddi olarak ileri gitmesini tahlil ederken, içimizdeki altı temel hastalığı tespit eder. Bu hastalıklar bugün dahi güncelliğini korumaktadır:
* Yeis (Ümitsizlik): “Bizden adam olmaz, biz bittik” diyerek ümitsizliğin içimizde yükselmesi.
* Sıdkın Hayat-ı İçtimaiyede Ölmesi: Doğruluğun toplumsal hayattan çekilmesi, yalanın yaygınlaşması.
* Adavete Muhabbet: Düşmanlığı sevmek, sürekli kavga edecek sebep aramak.
* Ehl-i İmanın Bağlarını Bilmemek: Müminleri birbirine bağlayan manevi rabıtalardan habersiz olmak.
* Çeşit Çeşit İstibdat (Baskı): Yöneticilerin halka, babanın evlada, patronun işçiye uyguladığı baskı rejimi.
* Menfaat-i Şahsiye: Şahsi çıkarı, milletin menfaatinin önüne geçirmek.
Bu hastalıklar, İslam bünyesini zayıflatmış ve maddeten geri kalmamıza sebep olmuştur.

2. Tedavi: Birinci Kelime “Ümit” (El-Emel)
Hutbe-i Şamiye’nin en gür sedası “Ümit”tir. Üstad Hazretleri, “Yeis (ümitsizlik), her kemalin engelidir” ve “Milletlerin kanseridir” der. Kurtuluşun ilk şartı, İslam’ın parlayacağına dair sarsılmaz bir inanç taşımaktır.
Bediüzzaman, geleceğin İslam’ın olacağını şu sosyolojik kanunla isbat eder:
Eski zamanda insanlara “kuvvet” ve “hissiyat” hükmediyordu. Ancak gelecek asırlarda insanlara “akıl”, “ilim” ve “fen” hükmedecektir. Madem Kur’an’ın bütün hükümleri akla, mantığa ve ilme uygundur; öyleyse istikbalde aklını kullanan beşeriyet, akın akın Kur’an’a koşacaktır.
Metinde geçen şu müjde, ruhlara âb-ı hayat serper:
> “İstikbal, yalnız ve yalnız İslâmiyet’in olacak. Ve hâkim, hakaik-i Kur’aniye ve imaniye olacak… Evet, ümitvar olunuz; şu istikbal inkılabı içinde en yüksek gür sada, İslâm’ın sadası olacaktır!” (Hutbe-i Şamiye, s.23).
>
3. Tedavi: İkinci Kelime “Sıdk” (Doğruluk)
İslamiyet’in temeli “Sıdk”tır, yani doğruluktur. İman, doğruluğun zirvesi; küfür ise yalanın dibidir. Peygamber Efendimiz (a.s.m.), “Emin” sıfatıyla İslam’ı yaymıştır.
Üstad Hazretleri, yalanın toplumu nasıl zehirlediğini anlatır ve kurtuluş için “Sıdk”ın yeniden diriltilmesini şart koşar. Siyasette, ticarette ve komşulukta yalan söylemek, İslam’ın izzetine aykırıdır. Eğer Müslümanlar sıdkı ve dürüstlüğü hayatlarıyla gösterseler, sair dinlerin tabileri fevç fevç İslam’a gireceklerdir.
> “Eğer biz doğru İslâmiyet’i ve İslâmiyet’e layık doğruluğu ve istikameti göstersek, bundan sonra onlardan (başka dinlerden) fevç fevç dâhil olacaklardır.” (Hutbe-i Şamiye,s. 30).
>
4. Meşrutiyet ve Hürriyet: İstibdada Karşı İslam
Hutbe-i Şamiye’nin önemli bir boyutu da siyasi ve içtimaidir. Bediüzzaman, İslam’ın özünde “Meşveret” (Danışma) ve “Hürriyet-i Şer’iye” (Şeriata uygun özgürlük) olduğunu savunur.
Baskı ve istibdat (diktatörlük), kabiliyetleri söndürür. Halbuki İslam, hür bir zeminde, şura (meclis) ile yönetilen, hukukun üstünlüğüne dayalı bir sistemi emreder. Asya’nın bahtının açılması, bu “Şer’i Hürriyet”in tesisiyle mümkündür.
Netice: İttihad-ı İslam (İslam Birliği)
Hutbe-i Şamiye’nin nihai hedefi, teşhis edilen hastalıkların tedavi edilmesiyle **”İttihad-ı İslam”**ın (İslam Birliği’nin) kurulmasıdır. Bu birlik, siyasi bir sınır birliğinden ziyade; kalplerin, fikirlerin ve hedeflerin birliğidir.
Zaman cemaat zamanıdır. Tek başına hareket etme devri geçmiştir. Müslümanlar, fen ve sanat silahıyla donanmalı, cehalet, zaruret (fakirlik) ve ihtilaf düşmanlarına karşı omuz omuza vermelidir.
Kur’an-ı Kerim, bu zaferin şartını Saf Suresi’nde şöyle beyan eder:
> “Şüphesiz Allah, kendi yolunda, sanki birbirine kenetlenmiş kurşunla dökülmüş bir bina gibi saf bağlayarak savaşanları sever.” (Saff Suresi, 61/4).
>
Hülasa; Hutbe-i Şamiye, Müslümanın “Aşağılık Kompleksi”nden kurtulup, medeniyetin hakiki kurucusu olduğu şuuruna ermesi için yazılmış muazzam bir manifestodur.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
14/11/2025

Loading

No ResponsesKasım 15th, 2025

UHUVVET RİSALESİ: İSLAM BİRLİĞİNİN HARCI VE KARDEŞLİK HUKUKU

image_pdfimage_print

UHUVVET RİSALESİ: İSLAM BİRLİĞİNİN HARCI VE KARDEŞLİK HUKUKU

Cenab-ı Hak, müminleri birbirine “Kardeş” (Hucurat, 49/10) olarak ilan etmiştir. Ancak nefis ve şeytan; kıskançlık, tarafgirlik ve menfi milliyetçilik (ırkçılık) damarlarını tahrik ederek bu kardeşliği bozmak ister. Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri, Uhuvvet Risalesinde bu manevi hastalığı üç ana başlık altında tedavi eder.
1. Birlik Bağları: Işık Zincirlerine Karşı Örümcek Ağları
İki Müslüman arasında ufak bir meseleden dolayı düşmanlık girmesi, akıl ve vicdan nazarında büyük bir zulümdür. Üstad Hazretleri, müminleri birbirine bağlayan manevi bağları sayarak, ayrılık sebeplerinin ne kadar çürük olduğunu şöyle isbat eder:
Müminler arasında;
* Hâlık’ları (Yaratıcıları) bir,
* Rezzak’ları bir,
* Peygamberleri bir,
* Dinleri bir,
* Kıbleleri bir,
* Vatanları bir…
Bir, bir, bir… bine kadar “bir”ler vardır. Bu kadar kuvvetli ve nurani birlik bağları, müminler arasında muhabbeti ve kardeşliği gerektirirken; incir çekirdeğini doldurmayan basit sebeplerle düşmanlık etmek, “dağlar kadar sağlam zincirleri görmezden gelip, örümcek ağı kadar zayıf sebeplere takılmak” demektir.
Risale-i Nur’da bu çelişki, zıt ve aykırı durum şöyle tasvir edilir:
> “Hâlık’ınız bir, Mâlik’iniz bir, Mâbud’unuz bir, Râzık’ınız bir… bir, bir, bir… bine kadar bir, bir. Bu kadar bir birler; vahdeti ve tevhidi, vifakı ve ittifakı, muhabbet ve uhuvveti iktiza ettikleri (gerektirdikleri) halde; … manasız, ehemmiyetsiz, hamiyet (cahilce taassup) namına sönük, geçici, günahlı sebeplere binaen mümin kardeşine adavet etmek; … ne derece bir divanelik olduğunu, zerre kadar şuurun varsa anlarsın.” (Mektubat, Yirmi İkinci Mektup,s. 264).
>
2. Gemi Temsili ve Hakiki Adalet

Bir insanın bir tek hatası yüzünden onun bütün iyiliklerini silmek ve ona düşman olmak, “Zulüm”dür. İnsanın mahiyeti, içi dolu bir gemi gibidir. O gemide masum insanlar (güzel sıfatlar, iman, namaz, güzel ahlak) ve belki bir tane de cani (hata, günah) bulunabilir.
Bir tek cani yüzünden o gemiyi batırmak, içindeki yüzlerce masumu boğmak nasıl büyük bir zulüm ise; bir mümin kardeşinin tek bir kötü sıfatı yüzünden, onun iman ve İslamiyet gibi Kâbe ve Uhud Dağı büyüklüğündeki masum sıfatlarını görmezden gelip ona düşmanlık etmek de öyle büyük bir zulümdür.
Üstad Bediüzzaman, bu konudaki adalet ölçüsünü şöyle koyar:
> “Eğer hasmını mağlub etmek istersen, fenalığına karşı iyilikle mukabele et. Çünki eğer fenalıkla mukabele edersen, husumet tezayüd eder. Zahiren mağlub bile olsa, kalben kin bağlar, adaveti idame eder. Eğer iyilikle mukabele etsen, nedamet eder; sana dost olur..” (Mektubat, s. 266).
>
3. Menfi Milliyet: İslam Birliğinin Zehri

Risale-i Nur, bilhassa Türk ve Kürt gibi asırlardır İslam bayrağı altında birleşmiş unsurların arasına sokulmak istenen “Irkçılık” (Menfi Milliyet) fitnesine karşı şiddetle uyarır.
Üstad’a göre milliyetçilik iki kısımdır:
* Menfi (Olumsuz) Milliyet: Başkasını yutmakla beslenen, ırkçılığa dayalı, bölücü ve düşmanlık üretici fikir. Bu, İslam kardeşliğini parça parça eder.
* Müsbet (Olumlu) Milliyet: İslamiyet’e hizmet eden, kendi milletini seven ama başkasına düşmanlık etmeyen, İslam kardeşliğini esas alan fikir.
Türklerin ve Kürtlerin tarihteki şerefi, İslamiyet’e hizmet etmelerinden gelir. Eğer bu unsurlar İslamiyet’ten koparılıp sadece ırk temelli bir yapıya sürüklenirse, hem tarihlerine ihanet etmiş olurlar hem de güçlerini kaybederler.
Metinde geçen şu ifadeler, bu tehlikeye parmak basar:
> “eski zamandan beri menfi milliyet ve unsuriyetperverliğe, Avrupa’nın bir nevi frenk illeti olduğundan, bir zehr-i katil nazarıyla bakmışım. Ve Avrupa, o frenk illetini İslâm içine atmış, tâ tefrika versin, parçalasın, yutmasına hazır olsun diye düşünür..” (Mektubat.)
>
Netice: İhtilaf, Düşmanın İşine Yarar
Kur’an-ı Kerim, Enfal Suresi’nde müminlerin birbirine düşmesinin, kuvvetlerini yok edeceğini şöyle ihtar eder:
> “Allah’a ve Resûlüne itaat edin ve birbirinizle çekişmeyin. Sonra gevşersiniz ve gücünüz, devletiniz elden gider. Sabırlı olun. Çünkü Allah sabredenlerle beraberdir.” (Enfâl Suresi, 8/46 – TDV Meali).
>
Netice itibarıyla; Uhuvvet Risalesi bize ders verir ki: En büyük düşmanımız dışarıdaki kâfirler değil, içimizdeki cehalet, ihtilaf ve ırkçılıktır. Kurtuluş, “İnnemel mü’minune ihvetün” (Müminler ancak kardeştir) ayetine sarılmaktadır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
14/11/2025

Loading

No ResponsesKasım 15th, 2025

KADER VE CÜZ-İ İRADE: İLAHİ PROGRAM VE İNSANIN HÜRRİYETİ

image_pdfimage_print

KADER VE CÜZ-İ İRADE: İLAHİ PROGRAM VE İNSANIN HÜRRİYETİ

İnsan, vicdanen hisseder ki; elinde bir tercih yetkisi (İrade) vardır. İyiyi veya kötüyü seçebilir. Fakat aynı zamanda aklıyla görür ki; kâinatta her şey muazzam bir plan ve program (Kader) dahilinde işlemektedir. İşte bu iki hakikat (İrade ve Kader), zahiri nazarda zıt ve aykırı gibi görünse de, hakikatte birbirini tamamlayan iki esastır.
Risale-i Nur, bu meseleyi Ehl-i Sünnet’in dengeli bakış açısıyla; ne insanı ilahlaştırıp her şeyi ona veren (Mutezile), ne de insanın elini kolunu bağlayıp onu sorumsuz kılan (Cebriye) fikrine düşmeden halleder.

1. Kader İlimdir, Zorlama Değildir

Kader konusundaki en büyük yanılma; kaderin insanı zorladığını zannetmektir. Halbuki Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri, kaderin bir “kudret” (zorla yaptırma) değil, bir “ilim” (önceden bilme) olduğunu isbat eder.
Kaide şudur: “İlim, malûma tâbidir.” Yani, bir şey nasıl olacaksa, ilim onu öyle bilir. İlim, o şeyi zorla öyle yapmaz.
Mesela; bir astronom, güneşin yarın saat kaçta tutulacağını hesaplasa ve yazsa; güneş, astronom yazdığı için tutulmaz. Güneş tutulacağı için astronom onu bilmiştir. Aynen öyle de; Cenab-ı Hak, ezelî ilmiyle bizim kendi irademizle neyi seçeceğimizi bilmiş ve kader defterine yazmıştır.
Risale-i Nur’da bu hakikat şöyle ifade edilir:
> “Kader, ilim nevindendir. İlim, malûma tâbidir. Yani, nasıl olacak, öyle taallûk ediyor. Yoksa malûm, ilme tâbi değil.” (Sözler, Yirmi Altıncı Söz).
>
Bu cümle, “Alın yazım böyleymiş, ne yapsam boş” bahanesini kökünden keser. Çünkü o yazı, senin hür iradenle yapacağın tercihin bir kaydıdır.

2. Günahın ve Sevabın Kaynağı: Halk ve Kesb

Burada ince bir nokta daha vardır: “Madem her şeyi yaratan Allah’tır, o halde kötülüğü yapan da O mudur?”
Risale-i Nur, bu suale “Halk” (Yaratmak) ve “Kesb” (Kazanmak/Talep Etmek) ayrımıyla cevap verir.
* İnsan: İster, talep eder, elini uzatır (Kesb).
* Allah: O talebe göre neticeyi yaratır (Halk).
Kötülüğü isteyen insanın nefsidir, o kötülüğü (imtihan sırrı gereği) yaratan ise Allah’tır. Fakat “Halk-ı şer şer değil, kesb-i şer şerdir.” Yani, kötülüğü yaratmak çirkin değildir (çünkü imtihan ve neticeleri vardır), ama o kötülüğü işlemek ve istemek çirkindir.
Üstad Hazretleri, insanın sorumluluğunu şöyle bir misalle anlatır: Bir adam, bir çocuğu omzuna alsa ve “Nereye istersen götüreceğim” dese. Çocuk tehlikeli bir dağa gitmek istese ve adam onu götürse, çocuk orada düşüp ayağını kırsa; “Beni sen getirdin” deyip adamı suçlayamaz. Çünkü isteyen çocuktur, götüren adamdır.
> “İnsan, seyyiatında (günahlarında) tamamen mesuldür. Çünkü seyyiatı isteyen odur… İyiliklerinde ise gururlanmaya hakkı yoktur. Çünkü onu isteyen ve yaratan Allah’tır, insan sadece mazhar olmuştur.”
>
3. Kader ve İradenin Kullanım Alanları

Risale-i Nur, kader inancının psikolojik ve sosyal hayattaki yerini harika bir denge ile belirler. Kader ve İrade, insanın “Haddini bilmesi” ve “Yeise (ümitsizliğe) düşmemesi” için iki sınırdır.
* Başarıda ve İyilikte: İnsan gururlanmamak için Kadere bakmalıdır. “Ben yaptım, ben kazandım” dememeli, “Allah verdi” demelidir.
* Hatada ve Günahta: İnsan sorumluluktan kaçmamak için İradeye bakmalıdır. “Kaderim böyleymiş” dememeli, “Ben ettim, ben suçluyum” diyerek tövbe etmelidir.
* Musibetlerde (Geçmişte): Üzülmemek ve isyan etmemek için Kadere bakmalıdır. “Takdir-i İlahi böyleymiş” diyerek sabretmelidir.
* Gelecek Planlarında: Tembellik etmemek için İradeye sarılmalıdır. Çalışmalı ve çabalamalıdır.
Metinde geçen şu cümle, bu dengeyi özetler:
> “Kader, nefsi gururdan kurtarmak içindir; cüz-i ihtiyari (irade), nefsi mesuliyetten kurtarmamak içindir.” (Sözler, s. 468).
>

Netice: Teklif ve Mesuliyet
Kur’an-ı Kerim, insanın gücünün yetmediği şeyden sorumlu olmadığını, ancak kazandığı her şeyin (iyi veya kötü) karşılığını göreceğini Bakara Suresi’nde şöyle ilan eder:
> “Allah, hiçbir kimseye gücünün yeteceğinden başka yük yüklemez. Kazandığı iyilik kendi lehine, işlediği kötülük de kendi aleyhinedir…” (Bakara Suresi, 2/286).
>
Hülasa; Kader, Allah’ın ilminin bir unvanıdır. Biz o ilmi bilemeyiz. Bize düşen; cüz-i irademizi hayırda kullanmak, şerden kaçınmak, başımıza gelen musibetlerde kadere teslim olup rahatlamak, işlediğimiz günahlarda ise nefsimizi suçlayıp istiğfar etmektir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
14/11/2025

Loading

No ResponsesKasım 15th, 2025