image_pdfimage_print

YERYÜZÜNÜN YÜRÜYEN YILDIZLARI: SAHABE MESLEĞİ VE SIRRI

image_pdfimage_print

YERYÜZÜNÜN YÜRÜYEN YILDIZLARI: SAHABE MESLEĞİ VE SIRRI

Sahabeler, İslam binasının temel taşlarıdır. Onlar, sadece Peygamberimizi (a.s.m.) görenler değil, O’nun davasını omuzlayan, O’nun boyasıyla boyanan ve bir “inkılab-ı azim” (büyük devrim) gerçekleştiren kahramanlardır. Risale-i Nur, Sahabelerin ulaştığı makama “Velayet-i Kübra” (En Büyük Velilik) ve “Veraset-i Nübüvvet” (Peygamberlik Varisliği) namını verir.

1. Sohbet-i Nebeviye Sırrı: İksir-i Azam

Akıllara en çok takılan soru şudur: “Nasıl oluyor da sonradan gelen ve aylarca riyazet (nefis terbiyesi) yapan büyük bir evliya (Mesela Abdülkadir Geylani Hazretleri), Peygamberimizi bir defa gören bir bedevi Sahabeye yetişemiyor?”
Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri, bu sırrı “Sohbet-i Nebeviye” (Peygamberle yapılan sohbet ve arkadaşlık) kavramıyla açıklar. Peygamberlik güneşinden doğrudan, perdesiz ve vasıtasız feyz almak başkadır; o nuru kitaplardan veya perdeler arkasından (rüya ve ilhamla) almak başkadır.
Metinde geçen şu muazzam temsil, meseleyi zihinlere nakşeder:
> “Sohbet-i Nebeviye öyle bir iksirdir ki, bir dakikada ona mazhar bir zat, senelerle seyr-i sülûka (manevi yolculuğa) mukabil, hakikat-i nura mazhar olur… Bir sultanın hizmetkârı, o padişahın nazarında, bir şah-ı şahane (kral) ile o padişahın namına konuşur ve o mertebeye çıkar.” (Sözler, Yirmi Yedinci Söz).
>
Sahabeler, Peygamber Efendimiz’in (a.s.m.) “Nübüvvet” boyasıyla bir anda boyanmışlardır. Kömürün bir anda elmasa dönüşmesi gibi, cahiliye devrinin vahşi insanları, bir nazar-ı nebevi ile medeni dünyanın muallimleri olmuşlardır. Bu “anlık” yükseliş, bir daha tekrarı mümkün olmayan bir “Veraset-i Nübüvvet” sırrıdır.

2. İnkılabın Dehşeti ve Kıymeti

Sahabelerin faziletini artıran bir diğer unsur, bulundukları zamanın ve şartların dehşetidir. Onlar, bütün dünyanın İslam’a düşman olduğu, küfrün en koyu ve vahşi olduğu bir zamanda iman etmişlerdir.
O zor şartlarda kılınan bir namaz, verilen bir sadaka veya nöbet tutulan bir saat; barış ve huzur zamanındaki binlerce amele bedeldir. Çünkü o an, İslam’ın varlık-yokluk mücadelesidir.
Üstad Hazretleri, onların amellerindeki bu yüksek kıymeti şöyle izah eder:
> “nübüvvetin velayete nisbeti, güneşin ayn-ı zatıyla, âyinelerde görülen güneşin misali gibidir. İşte daire-i nübüvvet, daire-i velayetten ne kadar yüksek ise daire-i nübüvvetin hademeleri ve o güneşin yıldızları olan sahabeler dahi daire-i velayetteki sulehaya o derece tefevvuku olmak lâzım geliyor. Hattâ velayet-i kübra olan veraset-i nübüvvet ve sıddıkıyet ki sahabelerin velayetidir, bir veli kazansa yine saff-ı evvel olan sahabelerin makamına yetişmez.”Sözler.27.söz.
>
Sonradan gelenler, onların açtığı “Cadde-i Kübra”da (Büyük Cadde) rahatça yürümektedirler. Yolu açanla, yolda yürüyen bir olmaz.

3. Sahabeler Arasındaki Muharebeler: İçtihat Farkı

Sahabe bahsinin en hassas noktası, Hz. Ali (r.a.) ile Hz. Muaviye (r.a.) veya Hz. Aişe (r.anha) arasında yaşanan Sıffin ve Cemel hadiseleridir. Bazı gafil insanlar, bu hadiseleri “saltanat kavgası” zannederler. Risale-i Nur, bu meseleyi “Adalet-i Mahza” (Tam Adalet) ve “Adalet-i İzafiye” (Göreceli Adalet) kavramlarıyla harikulade bir şekilde çözer.
* Hz. Ali’nin (r.a.) Mesleği (Adalet-i Mahza): “Bir masumun hakkı, bütün insanlar için dahi olsa feda edilemez.” (İsmi-i Hakem tecellisi).
* Diğerlerinin Mesleği (Adalet-i İzafiye): “Milletin selameti için, cüzi bir zarar (ferdin hakkı) feda edilebilir.” (Zaruret hali).
Bu bir iktidar kavgası değil, hakkın tatbikatı konusundaki “içtihat” (yorum) farkıdır. Her iki taraf da İslam’ın faydasını düşünmüştür.
Bediüzzaman Hazretleri, Müslümanları bu konuda taraf tutup sahabeleri eleştirmekten şiddetle sakındırır ve şöyle der:
> O muharebeler, içtihat muharebesidir. İçtihat eden, hakkı bulsa iki sevap, bulmazsa bir sevap alır… Her iki taraf da ehl-i cennettir. (Mektubat).
>
Netice: En Hayırlı Ümmet
Kur’an-ı Kerim, Tevbe Suresi’nde Sahabelerin Allah katındaki makamını şöyle tescil eder:
> “İslâm’ı ilk önce kabul eden muhâcirler ve ensar ile, iyilikle onlara uyanlar var ya, Allah onlardan razı olmuş; onlar da O’ndan razı olmuşlardır…” (Tevbe Suresi, 9/100 )
>
Hülasa; Sahabe mesleği, “Acz, Fakr, Şefkat ve Tefekkür” tarikidir. Onlar, nübüvvet güneşinin etrafındaki birinci halkadır. Onlara yetişilmez, ancak onların izinden gidilebilir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
14/11/2025

 

 

Loading

No ResponsesKasım 15th, 2025

MUCİZAT-I AHMEDİYE: NÜBÜVVETİN PARLAYAN BURHANLARI

image_pdfimage_print

MUCİZAT-I AHMEDİYE: NÜBÜVVETİN PARLAYAN BURHANLARI

Kâinat kitabını okuyan bir insan için, en mühim sual şudur: “Bu muazzam nizamın sahibi kimdir ve bizden ne istiyor?” İşte bu suale cevap veren, kâinatın manasını ders veren ve Yaratıcının maksatlarını bildiren “Burhan-ı Natık” (Konuşan Delil), Hz. Muhammed’dir (a.s.m.). O’nun davasının doğruluğuna en büyük şahit ise, bizzat kâinatın Yaratıcısı’nın, O’nun elinde yarattığı mucizelerdir.

1. Mucize: Yaratıcının “Doğru Söyledin” Tasdiki

Bir padişahın elçisi, elindeki fermanla gelir. İnsanlar o elçinin doğruluğundan şüphe ederse, padişah o elçinin isteğiyle harikulade bir iş yapar (mesela sarayın ışıklarını bir işaretle yakıp söndürür). Bu hal, “Elçim doğru söylüyor” demektir.
Aynen öyle de; Peygamber Efendimiz (a.s.m.) davasını ilan ettiğinde, Cenab-ı Hak kâinatın adetlerini (kanunlarını) O’nun hatırı için değiştirerek risaletini fiilen tasdik etmiştir.
Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri, On Dokuzuncu Mektupta bu hakikati şöyle ifade eder:
> “Mu’cize, Hâlık-ı Kâinat tarafından onun davasına bir tasdiktir; ‘Sadakte’ (Doğru söyledin) hükmündedir.” (Mektubat, On Dokuzuncu Mektup).
>
2. Mucizelerin Çeşitleri ve Hikmeti

Risale-i Nur, mucizeleri sınıflandırırken onların sadece birer “olağanüstü hal” olmadığını, her birinin bir ihtiyaca binaen ve bir hikmetle yaratıldığını anlatır. Efendimiz’in (a.s.m.) elinde zuhur eden binlerce mucizeden en meşhurları şunlardır:
* Semavi Mucizeler (Şakk-ı Kamer): Müşriklerin isteği üzerine, Efendimiz’in (a.s.m.) parmağının işaretiyle ayın ikiye bölünmesi hadisesidir. Bu, O’nun (a.s.m.) sadece yeryüzünün değil, gökyüzünün de sultanı ile irtibatlı olduğunun isbatıdır.
* Bereket Mucizeleri: Ordunun susuz kaldığı bir zamanda, Efendimiz’in (a.s.m.) parmaklarından çeşme gibi suyun akması ve yüzlerce askerin ondan içip kanmasıdır. Üstad Hazretleri, bu mucizeyi “Asa-yı Musa’dan (a.s.) daha harika” olarak niteler; çünkü taştan su çıkması (Hz. Musa’nın asasıyla) tabiat kanunlarına daha yakındır (toprak altından su çıkabilir), fakat et ve kemikten suyun fışkırması âdetullaha tamamen zıttır ve doğrudan kudret-i İlahiyedir.
* Ağaçların ve Taşların Konuşması: Peygamberimizin (a.s.m.) davasını tasdik etmek için ağaçların yerinden sökülüp yanına gelmesi veya avucundaki taşların zikir etmesi gibi hadiselerdir.
Bu rivayetler, “tevatür” (yalan üzere birleşmeleri imkânsız olan büyük toplulukların nakli) derecesinde sağlam senetlerle günümüze kadar gelmiştir.

3. En Büyük ve Daimi Mucize: Kur’an-ı Hakîm

Peygamber Efendimiz’in (a.s.m.) diğer mucizeleri, o zamana ve o mekâna mahsustur; biz onları göremedik, ancak nakil yoluyla işittik. Fakat öyle bir mucizesi vardır ki, kıyamete kadar her asırda tazedir, her an gözümüzün önündedir: Kur’an-ı Kerim.
Kur’an; hem lafzıyla, hem manasıyla, hem de gaybî haberleriyle (gelecekten verdiği haberlerle) mucizedir. Okuma yazma bilmeyen (Ümmi) bir Zât’ın (a.s.m.) lisanıyla, geçmiş ve gelecek ilimlerini, şeriat kanunlarını ve kâinat hakikatlerini eksiksiz beyan etmesi, beşer takatinin fevkindedir.
Risale-i Nur’da, Kur’an’ın mucizeliği Yirmi Beşinci Sözde (Mucizat-ı Kur’aniye Risalesi) detaylıca anlatılır, ancak temeli On Dokuzuncu Mektupta atılır. Kur’an, akılları hayrette bırakan belagatiyle meydan okumuş, kimse onun bir suresinin benzerini getirememiştir.

4. Sünnet-i Seniyye: Mutluluğun Reçetesi

Mucizat-ı Ahmediye’nin neticesi şudur: Madem bu Zât (a.s.m.) Hak’tır, sözleri hakikattir ve kâinat Yaratıcısının elçisidir; öyleyse O’nun yolu (Sünnet-i Seniyye), insanlık için tek kurtuluş yoludur. O’nun fiilleri, İlahi bir terbiyenin süzgecinden geçmiştir.
Üstad Bediüzzaman, On Birinci Lem’a (Mirkatü’s-Sünne) ile bu konuyu bağlarken şu muazzam tespiti yapar:
> “Sünnet-i Seniyye, saadet-i dâreynin (iki cihan saadetinin) temel taşıdır ve kemalâtın madenidir ve menbaıdır.” (Lem’alar, On Birinci Lem’a)
>
O’na benzemek, Allah’a sevgili olmanın en kısa yoludur.

Netice: Âlemlere Rahmet

Kur’an-ı Kerim, Efendimiz’in (a.s.m.) risaletinin cihan şümul mahiyetini Enbiya Suresi’nde şöyle ilan eder:
> “(Resûlüm!) Biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik.” (Enbiyâ Suresi, 21/107)
>
Netice itibarıyla; Mucizat-ı Ahmediye Risalesi, peygamberliği sadece bir “iddia” olmaktan çıkarıp, binlerce delille isbat edilmiş bir “dava” haline getirir. O’nu (a.s.m.) tanımayan, kâinatın manasını anlayamaz.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
14/11/2025

Loading

No ResponsesKasım 15th, 2025

MEYVE RİSALESİ VE DÖRDÜNCÜ MESELE: HAYATIN EN BÜYÜK DAVASI

image_pdfimage_print

MEYVE RİSALESİ VE DÖRDÜNCÜ MESELE: HAYATIN EN BÜYÜK DAVASI

İnsan, yapısı gereği meraklıdır. Ancak bu merak duygusu, doğru yönetilmezse insanı kendi aslî vazifesinden uzaklaştırıp, hiç alakası olmayan meselelerde boğulmasına sebep olur. Dördüncü Mesele, tam da bu “odak kayması” sorununu tedavi eder. O dönemde herkes radyoların başında “Almanlar ne yaptı, İngilizler ne etti?” diye savaş haberlerini merak ederken, Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri talebelerine “Ömür sermayesi pek azdır, lüzumlu işler pek çoktur” diyerek, nazarları “asıl savaşa”, yani insanın kendi ruhundaki imtihana çevirmiştir.

1. Daireler Teorisi: Kalp Dairesi mi, Dünya Dairesi mi?

Üstad Hazretleri, insanın meşguliyet alanlarını iç içe geçmiş dairelere benzetir. En içte kalp ve mide dairesi, sonra hane, sonra mahalle, şehir, memleket ve en dışta dünya dairesi vardır.
Burada çok mühim bir ters orantı kanunu işler:
* En küçük dairede (Kalp/Şahsi Hayat): Vazife en büyüktür, yetki ve tesir en fazladır. İnsan buradaki ihmalinden doğrudan sorumludur.
* En büyük dairede (Dünya Siyaseti/Afakî Hadiseler): Vazife en küçüktür (veya yoktur), yetki ve tesir en azdır.
Ancak ne gariptir ki; insan, şeytanın da telkiniyle, en büyük vazifesi olan “kalp ve ahiret dairesini” bırakıp, merak saikasıyla elinin yetişmediği “dünya dairesi” ile meşgul olur.
Risale-i Nur’da (Şualar mecmuası) bu tehlike şöyle tasvir edilir:
> “Evet, bu zamanda merakla radyo vasıtasıyla ciddi alâkadarâne küre-i arzdaki boğuşmalara merak edip bakanlar, dikkat edenler, maddî ve manevî pek çok zararları vardır. Ya aklını dağıtır, mânevî bir divane olur; ya kalbini dağıtır, manevî bir dinsiz olur; ya fikrini dağıtır, mânevî bir ecnebî olur.”
>
2. İnsanın Başındaki En Büyük Dava
Haberlerdeki savaşlar, krizler, siyasi çalkantılar ne kadar büyük görünürse görünsün; her bir insanın (ve bilhassa Müslümanın) başında, bunlardan trilyonlarca kat daha büyük bir “Dava” açılmıştır. Bu, “İman ve Küfür” davasıdır; neticesi ise ya ebedi cennet ya da ebedi cehennemdir.
Bu dava öyle büyüktür ki, dünya hakimiyeti bile onun yanında bir hiç kalır. Üstad Bediüzzaman, bu mukayeseyi şu çarpıcı ifadelerle yapar:
> “Herkesin ve bilhassa Müslümanların başına öyle bir hadise ve öyle bir dava açılmış ki: Her adam, eğer Alman ve İngiliz kadar kuvveti ve serveti olsa ve aklı da olsa, o tek davayı kazanmak için bilâ-tereddüt sarf edecek.” (Şualar, RNK Neşriyat, s. 220).
>
Düşünün ki; bir insan idamla yargılanıyor. O insana “Dünyanın en zengin adamı oldun” denilse, o idam sehpasının gölgesinde bu haberin bir kıymeti olur mu? Elbette olmaz. İnsan, ölümle “ebedi idam” tehlikesi altındayken, dünya siyasetini takip etmekle bu davayı kazanamaz.

3. Davanın Avukatı ve Vesikası: Namaz
Peki, bu dehşetli davayı kazanmanın yolu nedir? Bu davanın en büyük “avukatı” iman, en sağlam “vesikası” (belgesi) ise Namaz’dır.
Namaz kılan bir insan, o büyük davasına sahip çıkmış demektir. Günde sadece bir saatini (24 saatin 23’ünü dünyaya ayırıp) namaza veren kişi, ahiret davası için en büyük yatırımı yapmış olur. Namaz, insanı o lüzumsuz “malayani” (boş) işlerin bataklığından çeker alır, “Huzur-u İlahi”ye çıkarır ve ona der ki:
“Senin Rabbin Rahim’dir, Kerim’dir. Dünya işleri O’nun idaresindedir. Sen vazifeni yap, O’nun vazifesine karışma.”
Bediüzzaman Hazretleri, namazın bu kurtarıcı rolünü şöyle ifade eder:
> Bu davayı kazandıracak olanlar da; namazını kılan, günah-ı kebairi (büyük günahları) işlemeyen müminlerdir.
>
Netice: Hakiki Haber Ahiretten Gelendir
İnsan elbette dünyadan tamamen kopamaz. Ancak ölçü şudur: Eğer dünya meşguliyeti, namaza ve iman hizmetine engel oluyorsa, o meşguliyet zararlıdır. Eğer namazını kılıyor ve vazifesini yapıyorsa, arta kalan zamanda “ibret” nazarıyla dünyaya bakmasında beis yoktur.
Kur’an-ı Kerim, Ankebut Suresi’nde dünya hayatının geçiciliğini ve asıl yurdun ahiret olduğunu şöyle ihtar eder:
> “Bu dünya hayatı, eğlence ve oyundan başka bir şey değildir. Ahiret yurduna gelince, işte asıl hayat odur. Keşke bilselerdi!” (Ankebût Suresi, 29/64 – TDV Meali).
>
Özetle; Dördüncü Mesele bize modern çağın hastalığı olan “gündem bağımlılığına” karşı şu reçeteyi sunar:
* Merakını israf etme.
* Önce kendi kalbini ve evini düzelt.
* Namaz ile ebedi davanı garantiye al.
* Dünya, ahiret davasının yanında bir “oyuncak” hükmündedir.

Hazırlayan: Meh

Loading

No ResponsesKasım 15th, 2025

ESMA-İ HÜSNA: KÂİNAT YÜZÜNDEKİ İLAHİ İMZALAR

image_pdfimage_print

ESMA-İ HÜSNA: KÂİNAT YÜZÜNDEKİ İLAHİ İMZALAR

Bir resim, ressamını kabiliyetiyle tanıttırır. Kâinat da binbir çeşit sanatıyla, Sâni-i Zülcelal’in binbir ismini tanıttırır. Biz tabiat perdesini kaldırdığımızda, arkada işleyen bu “Esma” (İsimler) çarklarını görürüz.
Otuzuncu Lem’a’da tafsilatıyla anlatılan bu isimlerden, kâinatın işleyişini en net tasvir eden üç mühim tecelliyi (Kuddüs, Adl/Hakem ve Kayyum) inceleyelim:

1. İsm-i Kuddüs: Kâinat Fabrikasının Temizliği

Kâinata baktığımızda, hayret verici bir temizlik faaliyeti görürüz. Ormanlarda her gün milyonlarca hayvan ölür, bitkiler çürür; fakat yüzeryüzünde kirlilik ve bulaşıklık görülmez. Bir şehirde çöpler bir hafta toplanmasa yaşanmaz hale gelirken, kâinat milyarlarca yıldır tertemizdir.
Bu temizliği sağlayan; kör tabiat değil, Cenab-ı Hakk’ın “Kuddüs” (Mutlak Temiz ve Temizleyici) ismidir.
Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri, bu hakikati şu harika tespitlerle nazara verir:
> “Bu kâinat ve bu küre-i arz, daim işler bir büyük fabrika ve her vakit dolar boşalır bir han, bir misafirhanedir. Halbuki böyle işlek fabrikalar, hanlar ve misafirhaneler; muzahrefatla, enkazlarla, süprüntülerle çok kirleniyorlar, bulaşık oluyorlar ve ufunetli maddeler her tarafında teraküm ediyorlar. Eğer pek çok dikkatle bakılmazsa ve tanzif edilmezse ve süpürülüp temizlenmezse içinde durulmaz, insan onda boğulur. Halbuki bu fabrika-i kâinat ve misafirhane-i arz o derece pâk, temiz ve naziftir ve o kadar kirsiz ve bulaşıksızdır ve ufunetsizdir ki bir lüzumsuz şey ve bir menfaatsiz madde ve tesadüfî bir kir bulunmaz. Zâhirî bulunsa da çabuk bir istihale makinesine atılır, temizlenir. Demek bu fabrikaya bakan zat, çok iyi bakıyor. “Lemalar.30. Lem’a.
>
Et yiyen hayvanlar (kartallar, karıncalar, kurtlar) birer sıhhiye memuru, rüzgârlar süpürgeci, yağmurlar yıkayıcı ve güneş bir mikrop öldürücü olarak bu ismin tecellisine hizmet ederler.

2. İsm-i Adl ve Hakem: Hassas Mizan ve Hikmet
Önceki incelememizde (Tabiat Risalesi) tesadüfün imkânsızlığını görmüştük. İşte o imkânsızlığı, “Adl” (Mutlak Adalet ve Ölçü Sahibi) ve “Hakem” (Hükmeden ve Hikmet Sahibi) isimleri doldurur.
Her şeye layık olduğu vücudu vermek, her organı en uygun yere yerleştirmek (gözü ayağa değil yüze koymak gibi), atomlardan galaksilere kadar hassas bir dengeyi korumak; bu iki ismin tecellisidir.
Risale-i Nur’da bu “Mizan-ı Umumi” (Genel Denge) şöyle tasvir edilir:
> “Ve bilhassa o hadsiz milletlerin hadsiz efradından bir tek ferdin azası, cihazatı, duyguları o derece hassas bir mizanla birbiriyle münasebettar ve muvazenettedir ki o tenasüp, o muvazene, bedahet derecesinde bir Sâni’-i Adl ve Hakîm’i gösteriyor. “Lemalar. 30.Lem’a.
>
Eğer bu hassas ölçü bir saniye bozulsa; yıldızlar çarpışacak, atomlar dağılacak ve hayat son bulacaktır. Demek ki kâinat kendi kendine dönmüyor, bir “Adl-i Hakîm”in elinde tutuluyor.

3. İsm-i Hayy ve Kayyum: Varlığın Ayakta Durması

Belki de insanı en çok hayrete düşüren tecelli “Kayyum” ismidir. Kayyum; “Kendi kendine ayakta duran ve her şeyi ayakta tutan” demektir.
Maddi sebepler (yerçekimi kanunu, merkezkaç kuvveti vs.) sadece birer isimdir, birer perdedir. Gök cisimlerini direksiz durduran, her an varlıkta tutan, onları dağılmaktan koruyan hakiki kuvvet, İsm-i Kayyum’un tecellisidir.
Üstad Hazretleri, Kayyum isminin azametini şu dehşetli tablo ile anlatır:
> “Bu kâinatın Hâlık-ı Zülcelal’i Kayyum’dur. Yani bizatihî kaimdir, daimdir, bâkidir. Bütün eşya onunla kaimdir, devam eder ve vücudda kalır, beka bulur. Eğer kâinattan bir dakikacık olsun o nisbet-i kayyumiyet kesilse kâinat mahvolur.” (Lem’alar)
>
Bu hakikat bize şunu ders verir: Biz her an Allah’ın “Kayyum” ismine muhtacız. Varlığımız bizim elimizde değil, O’nun kudret elindedir.

Netice: Kâinat, Esma’nın Aynasıdır
Şu ana kadar yaptığımız tefekkür silsilesiyle şu noktaya vardık:
* Tabiat: Bir matbaadır, basan değildir.
* Sebepler: Bir perdedir, yapan değildir.
* Esma-i Hüsna: Kâinatın işleyişindeki hakiki faillerdir (Kuddüs temizler, Rezzak besler, Şafi iyileştirir).
Kur’an-ı Kerim, Araf Suresi’nde bu isimlerle dua etmemizi emreder:
> “En güzel isimler Allah’ındır. O’na o güzel isimleriyle dua edin…” (A’râf Suresi, 7/180)
>
Mahlukatı sevmek, bu isimlerin tecellisi olduğu için kıymetlidir. “Ne kadar güzeldir” yerine “Ne kadar güzel yapılmış” diyerek, eseri değil Sanatkârı sevmek, hakiki tevhiddir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
14/11/2025

Loading

No ResponsesKasım 15th, 2025

TABİAT RİSALESİ: KÖR TESADÜFTEN İLAHİ SANATA

image_pdfimage_print

TABİAT RİSALESİ: KÖR TESADÜFTEN İLAHİ SANATA

İnsan, gaflet veya yanlış inanç sebebiyle, gözünün önünde cereyan eden harika sanatları ve muntazam işleyişi; şuursuz, kör ve sağır olan sebeplere veya “Tabiat” (Doğa) denilen meçhul bir kavrama verir. Tabiat Risalesi, bu yanlış inancı üç temel “muhal” (imkânsız yol) üzerinden analiz eder ve her birinin aklen imkânsız olduğunu isbat eder.
Bu üç yanlış yol şunlardır:
* Esbab-ı Mûcibe: “Sebepler yaptı” (Mesela: Çiçeği su, toprak ve güneş yaptı).
* Teşekküle Binefsihi: “Kendi kendine oldu” (Tesadüfen birleşti).
* İktiza-yı Tabiat: “Tabiat gereği oldu” (Doğa kanunları yaptı).

1. Eczahane-i Kübra Temsili: Sebeplerin Acziyeti
Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri, hayatın ve canlıların, kör sebeplerin işi olamayacağını akıllara yaklaştırmak için meşhur “Eczahane” misalini verir.
Düşünelim ki; yüzlerce kavanozun bulunduğu büyük bir eczahanede, hayat iksiri gibi harika ve hassas ölçülerle yapılmış bir macun görüyoruz. Bu macunun içinde her bir maddeden çok hassas miktarlarda (mesela birinden 1 gram, diğerinden 5 gram) alınmış.
Acaba bir fırtına çıksa, şişeleri devirse ve o maddeler dökülse; tesadüfen, tam da o hassas ölçüdeki hayat macunu kendi kendine oluşabilir mi? Elbette hayır. İşte canlılardaki hayat macunu, o eczanedeki macundan milyonlarca kat daha hassas bir ölçüyle yaratılmıştır.
Üstad Hazretleri bu hakikati şöyle ifade eder:
> “Acaba hiçbir cihette imkân ve ihtimal var mı ki o şişelerden alınan muhtelif miktarlar, şişelerin garib bir tesadüf veya fırtınalı bir havanın çarpmasıyla devrilmesinden, her birisinden alınan miktar kadar yalnız o miktar aksın, beraber gitsinler ve toplanıp o macunu teşkil etsinler? Acaba bundan daha hurafe, muhal, bâtıl bir şey var mı? Eşek muzaaf bir eşekliğe girse, sonra insan olsa “Bu fikri kabul etmem!” diye kaçacaktır.”Lem’alar, Yirmi Üçüncü Lem’a)
>
Şuursuz sebepler (su, hava, toprak), bu kadar hassas bir terkibi bilemez ve yapamaz.

2. Matbaa Temsili: Tabiat, Matbaa mı Matbaacı mı?
Tabiatperestlerin en büyük yanılgısı, “Kitap” ile “Kâtip”i, “Matbaa” ile “Matbaacı”yı birbirine karıştırmalarıdır. Risale-i Nur, tabiatın bir “fail” (işi yapan) değil, bir “mistar” (cetvel) ve bir “matbaa” (baskı makinesi) olduğunu isbat eder.
Bir kitabın basılması için matbaa makinesi lazımdır; ama o makine kendi kendine o kitabı yazamaz. Makineyi kuran, harfleri dizen ve çalıştıran şuur sahibi bir mühendis lazımdır. Tabiat denilen şey, Allah’ın “Adetullah” denilen kanunlar mecmuasıdır. Kanun ise, uygulanmak için bir kudrete muhtaçtır; kendi kendine iş göremez.
Metinde geçen şu tespit, tabiatın tanımını netleştirir:
> ““Tabiat, misalî bir matbaadır, tâbi’ değil; nakıştır, nakkaş değil; kabildir, fâil değil; mistardır, masdar değil; nizamdır, nâzım değil; kanundur, kudret değil; şeriat-ı iradiyedir, hakikat-i hariciye değil.”
Mektubat)
“tabiiyyunların, mevhum ve hakikatsiz tabiat dedikleri şey, olsa olsa ve hakikat-i hariciye sahibi ise ancak bir sanat olabilir, Sâni’ olamaz. Bir nakıştır, nakkaş olamaz. Ahkâmdır, hâkim olamaz. Bir şeriat-ı fıtriyedir, şâri’ olamaz. Mahluk bir perde-i izzettir, hâlık olamaz. Münfail bir fıtrattır, fâtır bir fâil olamaz. Kanundur, kudret değildir; kādir olamaz. Mistardır, masdar olamaz.”Lemalar.23. Lem’a)
>
Demek ki tabiat; İlahi kudretin icraatı için kurduğu bir sistemin adıdır, o sistemin yaratıcısı değildir.

3. Her Şeyde Bir İlah Olmalı (Zorluk Çıkmazı)

Eğer her şey, tek bir Hâlık’a (Yaratıcı’ya) verilmezse; o zaman bir sineğin vücudunu yaratmak için, kâinattaki bütün elementlerin, atomların ve sebeplerin bir araya gelip ittifak etmeleri, birbirlerini tanımaları ve anlaşmaları gerekir.
Bir orduyu bir kumandanın idare etmesi mi kolaydır (“Arş” emriyle hepsi yürür), yoksa askerlerin kendi kendine toplanıp disiplini sağlaması mı? Tevhid (Allah’ın birliği) yolu, bir kumandanın idaresi kadar kolaydır. Tabiat ve şirk yolu ise, binlerce kumandanın (sebeplerin) anlaşması kadar zor ve imkânsızdır.

Netice: Tabiat, İlahi Bir Sanat Eseridir
Kur’an-ı Kerim, göklerin ve yerin yaratılışının tesadüf değil, apaçık bir “Hakk” olduğunu şöyle beyan eder:
> “Biz gökleri, yeri ve bunlar arasında bulunanları, oyun ve eğlence olsun diye yaratmadık. Biz onları ancak hak ve hikmetle yarattık. Fakat onların çoğu bilmezler.” (Duhân Suresi, 44/38-39)
>
Hülasa; Tabiat Risalesi, tabiatın “İlah” değil, “İlahi bir sanat” olduğunu; “Hâkim” (hükmeden) değil, “Mahkûm” (hükmedilen) olduğunu isbat ederek, insanı kör tesadüfün karanlığından kurtarır. Tabiat, Allah’ın şeriat-ı fıtriyesidir (yaratılış kanunlarıdır).

Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
13/11/2025

 

 

Loading

No ResponsesKasım 15th, 2025

ENE VE ZERRE: KÂİNATIN TILSIMLI İKİ ANAHTARI

image_pdfimage_print

ENE VE ZERRE: KÂİNATIN TILSIMLI İKİ ANAHTARI

Cenab-ı Hak, kâinat hazinesini iki mühim anahtarla insana açtırmıştır. Biri, insanın kendi nefsinde (dahilî) bulunan “Ene” (Benlik); diğeri ise kâinatın maddesinde (haricî) cevelan eden “Zerre” (Atom) hakikatidir. İnsan “Ene” ile kendini ve Rabbini tanır; “Zerre” ile de kâinatın faaliyetini ve yaratılışın hikmetini okur.

1. Ene: Hazine-i İlahiye’nin Anahtarı

“Ene” yani “Benlik” duygusu, insana verilmiş bir emanettir. Ancak bu emanet, insanın kendine malik olması için değil, Allah’ın sıfatlarını tanıması için verilmiş bir “vahid-i kıyasi”dir (kıyas birimi/ölçücük).
Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri, Otuzuncu Söz’ün girişinde “Ene”nin yaratılış gayesini şu harika misalle açıklar:
> “Ene, künuz-u mahfiye-i İlahiyenin (Allah’ın gizli hazinelerinin) anahtarı olduğu gibi, kâinat tılsım-ı muğlakının dahi anahtarı olarak bir muamma-i müşkilküşadır.” (Sözler, Otuzuncu Söz.)
>
İnsan; kendi cüz’i (sınırlı) ilmiyle, kudretiyle ve mülkiyetiyle; Allah’ın külli (sınırsız) ilmini, kudretini ve malikiyetini anlar. Der ki: “Ben şu evi yaptım, Allah ise kâinatı yaptı. Ben şu kadar biliyorum, O ise her şeyi biliyor.” Eğer “Ene” olmazsa, insan mutlak ve sınırsız olan İlahi sıfatları kavrayamazdı. Çünkü “mutlak, avlanmaz”; ancak bir sınır çizilirse anlaşılır. Ene, işte o vehmî sınırı çizen bir çizgidir.

2. İki Yol: Nübüvvet ve Felsefe (Hikmet ve Yanlış Düşünce)

“Ene”nin mahiyeti doğru anlaşılmazsa, insan enaniyet bataklığına düşer. Üstad Hazretleri, insanlık tarihini iki büyük akım üzerinden tahlil eder:
* Nübüvvet (Peygamberlik) Yolu: Bu yolda “Ene”, bir ayna ve bir hizmetkârdır. Kendinde bir varlık görmez, “Ben Hakk’ın kuluyum ve O’nun sıfatlarını yansıtan bir aynayım” der. Bu bakış açısı, insanı “A’lâ-yı İlliyyîn”e (En yüksek mertebeye) çıkarır.
* Felsefe (Maddeci Düşünce) Yolu: Bu yolda “Ene”, kendini unutur ve kendini asıl zanneder. “Ben varım, bu mülk benim” diyerek Firavunlaşır. Bu bakış, insanı “Esfel-i Safilîn”e (Aşağıların aşağısına) düşürür. Risale-i Nur, dinsiz felsefenin bu enaniyetten beslendiğini ve insanlığı felakete sürüklediğini isbat eder.

3. Zerre: Kudret Kaleminin Ucu

Risalenin ikinci kısmı olan “Zerre” bahsinde ise, maddenin en küçük yapı taşı olan atomların o baş döndürücü hareketleri incelenir. Materyalistler bu hareketleri “tesadüf” ve “kaos” olarak görürken; Kur’an nûruyla bakan Bediüzzaman, her bir zerrenin bir “memur” gibi hareket ettiğini söyler.
Zerrelerin hareketi (Tahavvülât-ı Zerrat), manasız bir titreşim değil, Kâinat Kitabı’nın yazılması ve tazelenmesidir.
Metinde geçen şu tasvir, zerrenin hareketindeki hikmeti özetler:
> “Evet, geçmiş üç nokta sırrıyla; herbir zerre, mebde’-i hareketinde lisan-ı hal ile

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ

der. Yani: “Ben, Allah’ın namıyla, hesabıyla, ismiyle, izniyle, kuvvetiyle hareket ediyorum.” Sonra netice-i hareketinde, herbir masnu’ gibi herbir zerre, herbir taifesi, lisan-ı hal ile

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَم۪ينَ

der ki, bir kaside-i medhiye hükmünde olan san’atlı bir mahlukun nakşında, kudretin küçük bir kalem ucu hükmünde kendini gösterir.” Sözler.
>
Zerreler, İlahi isimlerin nakışlarını dokuyan birer “kudret kalemi ucu”dur. Bir zerre, girdiği bedende rızık olur, göze girer nur olur, beyne girer fikir olur. Bu intizamlı seyahat, başıboşluğun imkânsızlığını haykırır.

Netice: Eneden Hüve’ye Geçiş
Bu risalenin en büyük dersi; insanın “Ene”sini (Benliğini) yırtıp, her şeyde “Hüve”yi (O’nu, Allah’ı) görmesidir.
* İnsan “Ben yaptım” davasından vazgeçip, “O (Hüve) yarattı” demelidir.
* Zerrelerin tesadüfen değil, O’nun (Hüve) emriyle hareket ettiğini bilmelidir.
Otuzuncu Söz, “Ene”nin tılsımını “kulluk” ile, “Zerre”nin tılsımını “memuriyet” ile çözer.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
14/11/2025

Loading

No ResponsesKasım 15th, 2025

İHLAS VE MAHİYETİ: AMELLERİN RUHU VE EN BÜYÜK KUVVET

image_pdfimage_print

İHLAS VE MAHİYETİ: AMELLERİN RUHU VE EN BÜYÜK KUVVET

İbadetler ve hayırlı ameller, zahiri şekilleri itibarıyla birer bedendir; o bedene hayat veren ruh ise “İhlas”tır. İhlansız amel, ruhsuz bir ceset gibidir; ne yaşar ne de yükselir. Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri, bu dehşetli asırda insanı manevi tehlikelerden kurtaracak ve az bir amelle çok netice aldıracak tek çarenin ihlas olduğunu ısrarla vurgular.

1. İhlas Nedir? Rıza-yı İlahinin Esas Olması

İhlas; yapılan işin, söylenen sözün veya edilen ibadetin sadece ve sadece Allah emrettiği için yapılması ve neticesinde sadece O’nun rızasının gözetilmesidir. Araya giren halkın beğenisi, maddi menfaat, şöhret arzusu veya korku, ihlası kırar ve o ameli kıymetsizleştirir.
Üstad Hazretleri, İhlas Risalesi’nin başında bu hakikati “Birinci Düstur” olarak şöyle formüle eder:
> “Amelinizde rıza-yı İlahî olmalı. Eğer o razı olsa, bütün dünya küsse ehemmiyeti yok. Eğer o kabul etse, bütün halk reddetse tesiri yok.” (Lem’alar, Yirmi Birinci Lem’a)
>
Bu düstur, insanı “desinler” putundan ve insanların alkışına esir olmaktan kurtarır. Kişi bilir ki; Sultan-ı Ezelî razı olduktan sonra, başkalarının ne düşündüğünün bir kıymeti yoktur.

2. Keyfiyetin Kemiyete Galibiyeti

İhlasın en büyük sırrı, “az”ı “çok” yapmasıdır. İhlansız yapılan dağlar büyüklüğündeki ameller, Allah katında bir sinek kanadı kadar değer ifade etmeyebilir. Fakat ihlasla yapılan zerre kadar bir hizmet, batmanlarla (tonlarla) amele racih gelebilir (üstün olabilir).
Bu sır, manevi hizmetlerde sayının çokluğuna değil, kalitenin (ihlasın) yüksekliğine bakmayı gerektirir. Risale-i Nur’da bu husus şöyle nazara verilir:
> “Bazen bir tek kelime, sebeb-i necat (kurtuluş sebebi) ve medar-ı rıza olur. Kemiyetin (sayı çokluğunun) ehemmiyeti o kadar medar-ı nazar olmamalı. Çünkü bazen bir tek adamın irşadı, bin adamın irşadı kadar rıza-yı İlahîye medar olur.” (Lem’alar).
>
Demek ki makbuliyet; çok çalışmakta değil, halis bir niyetle çalışmaktadır.

3. En Büyük Kuvvet: Hakiki Kardeşlik
Bediüzzaman Hazretleri, bilhassa iman ve Kur’an hizmetinde bulunanlar için ihlasın bir diğer veçhini “tesanüd” (dayanışma) olarak açıklar. Enaniyetini terk etmeyen, kardeşlerini kıskanan veya onlarla rekabet eden kişi, ihlası kaybeder ve hizmete zarar verir.
İhlası kazanmanın ve muhafaza etmenin yolu; kardeşinin meziyetleriyle iftihar etmek, onun başarısını kendi başarısı bilmek ve şahsını “havuz-u müşterek”te (ortak havuzda) eritmektir.
Metinde geçen şu ifadeler, bu manevi birliği harika tasvir eder:
> “Kardeşlerinizin meziyetlerini şahıslarınızda ve faziletlerini kendinizde tasavvur edip, onların şerefleriyle şakirane iftihar etmektir.” (Lem’alar)
>
İhlaslı bir topluluk, “elif”ler gibi omuz omuza verirse; üç tane “1”, yan yana gelip “111” kuvvetinde olduğu gibi, manevi bir kuvvet kazanır.
Netice: Dini Yalnız O’na Has Kılmak
İhlas, Kur’an-ı Kerim’in en temel emridir. Zümer Suresi’nde Rabbimiz şöyle buyurur:
> “Şüphesiz biz o Kitab’ı sana hak olarak indirdik. Öyle ise sen de dini Allah’a has kılarak O’na kulluk et. İyi bilin ki, halis din yalnız Allah’ındır.” (Zümer Suresi, 39/2-3 – TDV Meali).
>
Hülasa;
* İhlas, kulluğun ruhudur.
* İhlas, en büyük manevi kuvvettir.
* İhlas, kurtuluşun yegâne çaresidir.
İnsan, ihlası kazanmak için “ölümü çokça hatırlamalı” (rabıta-i mevt) ve “iman hizmetindeki arkadaşlarının rızasını, Allah rızasının bir vesilesi” bilmelidir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
14/11/2025

Loading

No ResponsesKasım 15th, 2025

ŞÜKÜR VE KANAAT: NİMETİN LEZZETİ VE HUZURUN ANAHTARI

image_pdfimage_print

ŞÜKÜR VE KANAAT: NİMETİN LEZZETİ VE HUZURUN ANAHTARI

Kâinatın yaratılış ağacına dikkatle bakıldığında, o ağacın en uçtaki ve en tatlı meyvesinin “Şükür” olduğu görülür. Cenab-ı Hak, yarattığı hadsiz nimetlerle kendini tanıttırmak ve sevdirmek ister; mukabilinde ise kulundan sadece “Şükür” bekler. Şükürsüzlük, nimetin kıymetini bilmemek; kanaatsizlik ise o nimete hürmetsizlik etmektir.

1. Kâinatın Fabrikası Şükür Üretir

Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri, Mektubat adlı eserinde, kâinatın düzeninin tamamen şükre baktığını tesbit eder. Bir elmanın renginden kokusuna, tadından şekline kadar her özelliği, insanı onu vereni tanımaya ve O’na teşekkür etmeye davet eder.
Üstad Hazretleri, bu muazzam hakikati şöyle tasvir eder:
> “Hâlık-ı Rahman’ın ibadından istediği en mühim iş, şükürdür. Furkan-ı Hakîm’de gayet ehemmiyetle şükre davet eder.”
Mektubat” (Mektubat, Yirmi Sekizinci Mektup)
>
Görüyoruz ki; hayatın gayesi sadece yemek, içmek ve tüketmek değildir. Asıl gaye, o nimetin içindeki iltifat-ı Rabbaniyi hissedip, “Elhamdülillah” diyerek nimeti vereni tanımaktır. Şükür, nimetin lezzetini bin kat artırır; çünkü içinde “hatırlanma” ve “sevilme” lezzeti vardır.

2. İktisat ve Kanaat: Bereketin Kaynağı
Çağımızın hastalığı olan “hırs” ve “israf”, insanı hem maddi hem manevi fakirliğe sürükler. İnsan elindekiyle yetinmeyip hep daha fazlasını istedikçe, elindekinin bereketini kaybeder ve huzursuz olur. İşte burada “Kanaat” ve “İktisat” devreye girer.
Risale-i Nur’un İktisat Risalesinde çok mühim bir düstur vardır: “Kanaat bir hazinedir.” Kanaat eden, elindeki nimeti Allah’ın bir ikramı olarak görür, hürmet eder ve israf etmez. İsraf etmeyen, zillete düşmez.
Bediüzzaman Hazretleri, hırsın zararı ve kanaatin faydasını şöyle formüle eder:
> “kanaat, bir define-i hüsn-ü maişet ve rahat-ı hayattır. Hırs ise bir maden-i hasaret ve sefalettir.

Üçüncü Netice: Hırs ihlası kırar, amel-i uhreviyeyi zedeler. Çünkü bir ehl-i takvanın hırsı varsa teveccüh-ü nâsı ister. Teveccüh-ü nâsı müraat eden, ihlas-ı tammı bulamaz. Bu netice çok ehemmiyetli, çok cây-ı dikkattir.

Elhasıl: İsraf, kanaatsizliği intac eder. Kanaatsizlik ise çalışmanın şevkini kırar, tembelliğe atar; hayatından şekva kapısını açar, mütemadiyen şekva ettirir.” (Lem’alar, On Dokuzuncu Lem’a)
>
Örneğin; karınca hırsla çalıştığı için ayaklar altında ezilirken, arı kanaatle başkalarına da bal ikram ettiği için başlar üstünde taşınır. Hırs, bereketi kaçırır; kanaat ise bereketi çeker.

3. Şükür, Nimeti Ziyadeleştirir
Şükür, sadece sözlü bir “teşekkür”den ibaret değildir. Hakiki şükür; o nimeti Allah’tan bilmek, o nimete ihtiyaç hissetmek ve o nimeti veriliş gayesine uygun kullanmaktır (israf etmemektir).
Allah (c.c.), şükreden kuluna nimetini artıracağını vaad etmiştir. Ancak nankörlük ve israf, o nimetin elden alınmasına veya lezzetinin kaçmasına sebep olur. Şükür, nimet ağacının köküne dökülen bir ab-ı hayat gibidir; döktükçe meyve artar.

Netice: Nimet İçinde Nimeti Vereni Görmek

Kur’an-ı Kerim, bu ilahi kanunu İbrahim Suresi’nde bütün insanlığa şöyle ilan eder:
> “Hani Rabbiniz şöyle buyurmuştu: ‘Andolsun, eğer şükrederseniz elbette size nimetimi artırırım. Eğer nankörlük ederseniz, hiç şüphesiz azabım çok şiddetlidir.'” (İbrahim Suresi, 14/7 – TDV Meali).
>
Netice olarak; huzurlu bir hayatın formülü “Şükür ve Kanaat”tedir.
* Kanaat: “Olanda hayır vardır” deyip, mevcutla yetinip huzur bulmaktır.
* Şükür: O mevcudun sahibini tanıyıp, nimeti ebedileştirmektir.
* İktisat: Nimete hürmet edip, onu zayi etmemektir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
14/11/2025

 

 

Loading

No ResponsesKasım 15th, 2025

DUA: KULUN ACZİYET İTİRAFI VE KÂİNATIN SESİ

image_pdfimage_print

DUA: KULUN ACZİYET İTİRAFI VE KÂİNATIN SESİ

İnsan, mahiyeti itibarıyla son derece aciz ve fakirdir; ancak arzuları ve ihtiyaçları kâinatı kuşatacak kadar geniştir. Eli kısa, ama emelleri uzundur. İşte bu tezat, insanı “Dua” kapısına mecbur bırakır. Dua, insanın kendi gücünün bittiği yerde, Allah’ın kudretinin başladığını ilan etmesidir.

1. Duanın Sırrı: Bir Sırr-ı Azîm-i Ubudiyet

Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri, duayı tarif ederken onun sadece bir talep değil, bir ibadet ve bir duruş olduğunu vurgular. Dua eden insan, lisan-ı haliyle der ki: “Ben yapamıyorum, elim yetişmiyor, ama Sen her şeye kadirsin ve her şeyi işitiyorsun.”
Risale-i Nur’da 24. Mektup’da bu hakikat şu muazzam cümlelerle ifade edilir:
“Dua, ubudiyetin ruhudur ve hâlis bir imanın neticesidir. Çünkü dua eden adam, duası ile gösteriyor ki: Bütün kâinata hükmeden birisi var ki en küçük işlerime ıttılaı var ve bilir, en uzak maksatlarımı yapabilir, benim her halimi görür, sesimi işitir. Öyle ise bütün mevcudatın bütün seslerini işitiyor ki benim sesimi de işitiyor. Bütün o şeyleri o yapıyor ki en küçük işlerimi de ondan bekliyorum, ondan istiyorum.” Ve;
> “Dua bir sırr-ı azîm-i ubudiyettir. Belki ubudiyetin ruhudur. Nasıl ki bir çocuk, eli yetişmediği bir meramını, bir arzusunu elde etmek için ya ağlar ya ister. Yani, acz-i fiilî veya kavlî lisanıyla bir nevi dua eder, maksuduna muvaffak olur. Öyle de, insan bütün zîhayat âlemi içinde nazik, nazenin, nazdar bir çocuk hükmündedir.” (Sözler, Yirmi Üçüncü Söz).
>
Demek ki dua, insanın Allah karşısındaki çocuksu acziyetini kabul etmesi ve O’nun rahmet kucağına sığınmasıdır.

2. Cevap Vermek Başka, Kabul Etmek Başkadır
Müminlerin zihnini en çok meşgul eden sorulardan biri şudur: “Dua ediyorum ama kabul olmuyor, neden?” Bediüzzaman Hazretleri, Yirmi Dördüncü Mektupta bu meseleyi “Hikmet” penceresinden harika bir surette çözer.
Üstad’a göre, cevapsız kalan hiçbir dua yoktur. Cenab-ı Hak, “Bana dua edin, size cevap vereyim” buyurmuştur. Ancak “cevap vermek” ile “kabul etmek” (aynen istenileni vermek) farklı şeylerdir.
Metinde geçen meşhur doktor temsili bu konuyu zihinlere nakşeder:
> “Meselâ: Hasta bir çocuk çağırır: ‘Ya Hekim! Bana bak.’
> Hekim: ‘Lebbeyk,’ der. ‘Ne istersin?’ cevap verir.
> Çocuk: ‘Şu ilacı ver bana’ der.
> Hekim: ‘Ya aynen istediğini verir, yahut hastalığına maslahatlı (faydalı) olduğunu bildiği başka bir ilacı verir, yahut hastalığına zarar olduğunu bildiği için hiç vermez.’
> İşte Cenab-ı Hak, Hakîm-i Mutlak’tır; hâzır, nâzır olduğu için, abdin duasına cevap verir… Fakat insanın heveskârane ve harisane tehakkümüyle (zorlamasıyla) değil, belki hikmet-i Rabbaniyenin iktizasıyla (gereğiyle) ya istediğini veya daha evlâsını (iyisini) verir veya hiç vermez.” (Sözler).
>
Bu pencereden bakınca; kabul olmadı zannedilen dualar, ya “henüz vakti gelmemiştir” ya “daha iyisi verilmiştir” ya da “ahirete tehir edilmiştir” demektir. Dua bir ibadettir; neticesi ahirete bakar. Dünyevi istekler ise o ibadetin vaktidir.

3. Kâinatın Umumi Duası
Sadece insan değil, bütün mevcudat dua halindedir. Risale-i Nur, kâinattaki duaları üç ana sınıfa ayırır:
* İstidat Lisanıyla Dua: Tohumların ağaç olmak istemesi, kabiliyetlerin inkişaf etme arzusu.
* İhtiyac-ı Fıtri Lisanıyla Dua: Canlıların rızık ve yaşam ihtiyaçlarını, dilleriyle söyleyemeseler bile halleriyle istemeleri (Yavruların acziyeti gibi).
* Iztırar Lisanıyla Dua: Darda kalan, çaresiz olanın (ister mümin ister kâfir) o anki samimiyetle sığınması.
İşte insan da bu kâinat korosuna katılıp, şuurlu bir şekilde Rabbine yöneldiğinde, kâinatın en gür sesi olur.
Netice: Duanız Olmasa Ne Ehemmiyetiniz Var?
Dua, insanın Allah katındaki değerini belirleyen en mühim ölçüdür. Dua etmeyen insan, kendini kendine malik zanneder, kibrine yenilir ve Rabbinden kopar.
Kur’an-ı Kerim, Furkan Suresi’nde bu hakikati insanlığın yüzüne çarparcasına ilan eder:
> “(Resûlüm!) De ki: Duanız olmasa, Rabbim size ne diye değer versin?..” (Furkan Suresi, 25/77)
>
Hülasa; Dua, müminin en güçlü silahı, en latif ibadeti ve Rabbiyle olan en samimi diyaloğudur. Kabul edilip edilmemesi değil, o kapıyı çalmış olmak asıl kazançtır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
14/11/2025

Loading

No ResponsesKasım 15th, 2025

İMANIN İKİ KANADI: SABIR VE TEVEKKÜL

image_pdfimage_print

İMANIN İKİ KANADI: SABIR VE TEVEKKÜL

İnsan, fıtratı gereği aciz ve fakirdir; bela ve musibetlere karşı zayıftır, ihtiyaçları ise sınırsızdır. Hayat yolculuğunda karşılaştığı zorluklar, hastalıklar ve düşmanlar onu sarsar. İşte bu noktada, Kur’an-ı Kerim’in ve iman hakikatlerinin ders verdiği iki manevi silah devreye girer: Musibetlere karşı Sabır, hadiselerin ağırlığına karşı Tevekkül.

1. Sabır: Üç Farklı Cephede Mücadele

Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri, sabrı pasif bir bekleyiş olarak değil, aktif bir direnç kuvveti olarak tarif eder. Bediuzzaman sabrı üç kategoride ele alır:
* Masiyete (Günahlara) Karşı Sabır: Nefsin haram arzularına karşı durmak.
* Musibete Karşı Sabır: Hastalık ve belalara karşı isyan etmeden dayanmak.
* Taatte (İbadette) Sabır: İbadetlerin sürekliliğindeki zorluğa göğüs germek.
Üstad’ın sabır konusundaki en mühim tespiti, insanın bu “sabır kuvvetini” yanlış kullanmasıdır. Cenab-ı Hak, insana her an için yetecek kadar sabır kuvveti vermiştir. Ancak insan, “vehim” (yanlış düşünce) ile bu kuvveti dağıtır.
Risale-i Nur’da bu hakikat şöyle tasvir edilir:
> “Cenab-ı Hakk’ın sana verdiği sabır kuvvetini, eğer yanlış yolda dağıtmazsan, her meşakkate ve her musibete kâfi gelebilir. Ve o kuvvetle dayanabilirsin.” ,
“”Sen, üç sabırla mükellefsin. Birisi: Taat üstünde sabırdır. Birisi: Masiyetten sabırdır. Diğeri: Musibete karşı sabırdır.”
>
İnsan; geçmişteki bitmiş acıları düşünüp hüzünlenerek ve gelecekte gelmesi muhtemel (ama henüz gelmemiş) günleri düşünüp endişelenerek, elindeki sabır kuvvetini sağa sola saçar. Neticede “hazır zamandaki” musibete karşı sabrı tükenir ve şikayete başlar. Halbuki “bugün” için verilen sabır, bugünün yüküne yeter.

2. Tevekkül: Kâinatın Sultanına Dayanmak
Tevekkül; sebepleri tamamen reddetmek veya tembellik etmek demek değildir. Bilakis, vazifesini yaptıktan sonra, yükü üzerinden atıp neticeyi Allah’tan beklemektir. İnsan, hadiselerin dizgininin kendi elinde olmadığını, her şeyin “Müsebbibü’l-Esbab” (Sebepleri Yaratan) olan Allah’ın kudretinde olduğunu bilmelidir.
Risale-i Nur’un Yirmi Üçüncü Sözünde tevekkülün tarifi şöyledir:
> “Tevekkül, esbabı bütün bütün reddetmek değildir. Belki esbabı dest-i kudretin perdesi bilip riayet ederek; esbaba teşebbüs ise, bir nevi dua-i fiilî telâkki ederek; müsebbebatı yalnız Cenab-ı Hak’tan istemek ve neticeleri Ondan bilmek ve Ona minnettar olmaktan ibarettir.”
>
Tevekkül eden insan bilir ki; kâinat başıboş değildir. Bir Sultan-ı Zîşan, her şeyi idare etmektedir. Bu inanç, insanı “dünya kadar ağır” yüklerin altında ezilmekten kurtarır.

3. İmanın Verdiği Emniyet ve Huzur
Sabır ve tevekkül, imanın derecesine göre kuvvet kazanır. İnsan, Allah’ın “Hakîm” (Hikmet Sahibi) ve “Rahîm” (Merhamet Sahibi) olduğuna ne kadar kuvvetli inanırsa, başına gelenlerde o kadar hikmet arar ve O’na güvenir.
Musibetler, zahiri (dışsal) nazarda çirkin ve acı görünebilir. Ancak tevekkül ehli, o hadisenin arkasındaki “Kader-i İlahi”nin adaletini ve rahmetini görür.
> “İman tevhidi, tevhid teslimi, teslim tevekkülü, tevekkül saadet-i dâreyni (iki cihan saadetini) iktiza eder.” (Sözler)
>
Bu silsile gösteriyor ki, tevekkül imanın doğal bir neticesidir. Allah’a inanan, O’na güvenir. O’na güvenen, hadiseler karşısında titremez.
Netice: Vekil Olarak Allah Yeter
Kur’an-ı Kerim, müminlerin en zor anlarında bile sığınacakları o muazzam kaleyi Al-i İmran Suresi’nde şöyle gösterir:
> “Bize Allah yeter. O, ne güzel vekildir!” (Âl-i İmrân Suresi, 3/173)
>
Hayatın ağır yüklerine karşı belimiz büküldüğünde yapılacak iş: Evvela sebeplere başvurmak (fiili dua), sonra “Hasbünallah” (Allah bize yeter) diyerek O’nun rahmetine itimad etmek ve o andaki sıkıntıya karşı sabır kuvvetini idareli kullanmaktır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
14/11/2025

Loading

No ResponsesKasım 15th, 2025

NETİCE VE HATİME: İMANIN İNSANA KAZANDIRDIĞI EBEDİ TESELLİ

image_pdfimage_print

NETİCE VE HATİME: İMANIN İNSANA KAZANDIRDIĞI EBEDİ TESELLİ

Kâinat kitabının sayfalarını çevirdiğimizde ve “Burhan-ı İnnî” (eserden müessire giden delil) metoduyla baktığımızda gördük ki; her şey “Ebed! Ebed!” diye haykırmakta ve bir “Dâr-ı Saadet”i göstermektedir. Peki, bu hakikate iman etmek, insanın şu anki dünya hayatını nasıl değiştirir? “Yokluk” korkusundan kurtulan bir ruh, nasıl bir huzura kavuşur?

1. Yokluk Kâbusundan Varlık Nûruna

Eğer ahiret inancı olmazsa, insan mahlukatın en bedbahtı olur. Çünkü akıl ve şuur sahibidir; geçmişin hüzünlerini ve geleceğin (ölümün) korkularını bugüne taşır. Sevdiklerinin ebediyen yok olacağını, kendisinin de çürüyüp hiçliğe karışacağını düşünen bir insan için dünya, ne kadar süslü olursa olsun, manevi bir cehennemdir.
Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri, Risale-i Nur’un muhtelif yerlerinde ve bilhassa Sözler mecmuasında bu dehşetli hali ve imanın getirdiği nuru şöyle mukayese eder:
> “Madem ölümün mahiyeti hakikat noktasında budur; ona dehşetli bakmak değil bilakis rahmet ve saadetin bir mukaddimesi nazarıyla bakmak gerektir. Hem ehlullahın bir kısmının ölümden korkmaları, ölümün dehşetinden değildir. Belki daha fazla hayır kazanacağım diye vazife-i hayatın idamesinden kazanacakları hayrat içindir.

Evet ehl-i iman için ölüm, rahmet kapısıdır. Ehl-i dalalet için zulümat-ı ebediye kuyusudur.

Lemalar” (Lem’alar, Yirmi Beşinci Lem’a – Hastalar Risalesi’nden)
>
Ahiret inancı, “ölüm” kelimesinin manasını değiştirir. Ölüm; “idam” değil, “terhis”tir. Kabir; karanlık bir kuyu değil, nurlu bir âleme açılan kapıdır. Bu inanç, insanın ruhundaki o derin “ebediyet yarasını” tedavi eden yegâne merhemdir.

2. Hüzünlü Ayrılıkların Vuslata Dönüşmesi

İnsanın en nazik ve hassas damarı “şefkat”tir. İnsan, annesinden, evladından, dostlarından ayrılmaya dayanamaz. Ahiretsiz bir düşüncede, her ölüm ebedi bir ayrılıktır (firak-ı ebedi). Bu düşünce, kalbi paramparça eder.
Ancak “Haşir” ve “Ahiret” hakikati imdada yetiştiğinde, insan anlar ki: Bu ayrılık geçicidir. Sevdikleri yok olmamış, sadece “mekân değiştirmişlerdir” ve ileride “Dâr-ı Saadet”te onlarla tekrar görüşecektir. Bu hakikat, en acı ölümlerde dahi insana sabır ve metanet kuvveti verir.

3. Lezzetlerin Devamı ve Şükür

Önceki analizlerimizde “Bab-ı Kerem ve Rahmet”te değindiğimiz gibi; nimetin devam edeceği inancı, o nimeti hakiki nimet yapar. İnsan bilir ki; bu dünyada tattığı lezzetler, asılları ahirette olan meyvelerin numuneleridir.
Dünyadaki güzelliklerin solması ve bitmesi onu üzmez. Çünkü bilir ki; o güzelliklerin kaynağı olan Esma-i İlahiye bakidir ve o isimlerin tecellileri ahirette daha parlak bir şekilde devam edecektir. Risale-i Nur’un ifadesiyle:
> “Madem O var, her şey var.”
>
Allah’ın varlığı ve ahiretin vaadi, insan için her şeye bedeldir.

Genel Netice: Kâinatın Sırrı Çözülmüştür
Silsile boyunca incelediğimiz İstidat, Hafîziyet, Sultaniyet, Rahmet, Adalet ve Risalet hakikatleri birleştiğinde, şu netice ortaya çıkar:
Bu kâinatın Sahibi, insanı bu dünyaya sadece yemek, içmek ve sonra yok olmak için göndermemiştir. İnsan;
* İstidatlarıyla ebede namzettir,
* Hafîziyetle amelleri kayıt altındadır,
* Sultaniyetle bir Padişahın memurudur,
* Rahmetle beslenen nazlı bir misafirdir,
* Adaletle hesaba çekilecek bir sorumludur,
* Risaletle uyarılmış ve müjdelenmiş bir yolcudur.
Kur’an-ı Kerim, bu büyük müjdeyi ve kurtuluşu şu ayetle ilan eder:
> “Rabbimiz Allah’tır deyip sonra da dosdoğru yaşayanlara korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir. Onlar cennetliklerdir. Yapmakta olduklarına karşılık, orada sürekli kalacaklardır.” (Ahkâf Suresi, 46/13-14)
>

Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
14/11/2025

Loading

No ResponsesKasım 15th, 2025

BAB-I RİSALET VE VAHİY: AHİRETİN EN SADIK ŞAHİTLERİ

image_pdfimage_print

BAB-I RİSALET VE VAHİY: AHİRETİN EN SADIK ŞAHİTLERİ

Şimdiye kadar incelediğimiz delillerde (nizam, rahmet, adalet), kâinatın işleyişine bakarak “Bu muazzam sistem ahireti gerektirir” demiştik. Şimdi ise bizzat bu sistemin Sahibinin (Celle Celalühü) sözüne ve O’nun en has hizmetkarının şehadetine kulak veriyoruz. Bir sarayın varlığını binlerce kilometre uzaktan dumanına bakarak anlamak başkadır; o saraydan gelen sadık bir elçinin ve padişahın fermanının “Saray vardır ve sizi bekliyor” demesi bambaşkadır.

1. Burhan-ı Natık: Doğru Sözlü Şahit
Kâinatın Yaratıcısı, bu muazzam eserini manasız bırakmamış, onun manasını ders verecek bir “Muallim” ve O’nun saltanatını ilan edecek bir “Dellal” göndermiştir. O Zat (a.s.m.), bütün ömrü boyunca “sıdk” (doğruluk) ile tanınmış, dost ve düşmanının ittifakıyla yalan söylememiş bir zattır.
Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri, Onuncu Söz olan Haşir Risalesi’nin “Beşinci Hakikat”inde, Peygamber Efendimiz’in (a.s.m.) şahadetinin gücünü şöyle nazara verir:
> “Acaba hiç mümkün müdür ki bütün akılları hayrette bırakan şu intizam-ı âlem ve geniş rahmet içinde kusursuz hüsn-ü sanat, misilsiz cemal-i rububiyet; o duaya icabet etmemekle böyle bir çirkinliği, böyle bir merhametsizliği, böyle bir intizamsızlığı kabul etsin? Yani en cüz’î, en ehemmiyetsiz arzuları, sesleri ehemmiyetle işitip îfa etsin, yerine getirsin; en ehemmiyetli, lüzumlu arzuları ehemmiyetsiz görüp işitmesin, anlamasın, yapmasın? Hâşâ ve kellâ, yüz bin defa hâşâ! Böyle bir cemal, böyle bir çirkinliği kabul edip çirkin olamaz.

Demek, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm, risaletiyle dünyanın kapısını açtığı gibi ubudiyetiyle de âhiretin kapısını açar. “Sözler
>
Peygamber Efendimiz (a.s.m.), bin mucizenin tasdikiyle ve bütün peygamberlerin ittifakıyla “Ahiret vardır, ebedi saadet gelecektir” diye müjde vermiştir. Asla yalan söylemeyen bir Zat’ın, “görüyorum” dediği ve Rabbinden naklettiği bir hakikati inkar etmek, güneşin varlığını inkar etmekten daha zordur.

2. Vahyin Israrı: Kur’an’ın Ebediyet Davası
Peygamber Efendimiz’in (a.s.m.) şahadetiyle beraber, Allah’ın kelamı olan Kur’an-ı Kerim’in en büyük davası “Tevhid”den sonra “Haşir”dir (Diriliş). Kur’an, yüzlerce ayetiyle, binlerce işaretiyle ahireti haber verir, isbat eder ve insanları o güne hazırlar.
Bir padişahın “Sizi ödüllendireceğim” diye defalarca söz vermesi ve fermanlar yayınlaması karşısında, “Acaba yapar mı?” demek, o padişahın kudretine iftira ve vaadine itimatsızlık olur. Kâinatın Sahibi, Kur’an lisanıyla ebediyeti vaad etmiştir.
Üstad Hazretleri bu vaadin kesinliğini şöyle vurgular:
> “Hiç mümkün müdür ki: En edna bir hâceti, en edna bir mahlukundan görüp kemal-i şefkatle ummadığı yerden is’af eden ve en gizli bir sesi, en gizli bir mahlukundan işitip imdat eden, lisan-ı hal ve kāl ile istenilen her şeye icabet eden nihayetsiz bir şefkat ve bir merhamet sahibi bir Rab; en büyük bir abdinden (Hâşiye) ,en sevgili bir mahlukundan en büyük hâcetini görüp bitirmesin, is’af etmesin; en yüksek duayı işitip kabul etmesin? “Sözler.

“”İşte, eğer saadet-i ebediye olmazsa, şu esaslı nizam, bir suret-i zaife-i vâhiyeden ibaret kalır. Yalancı, esassız bir nizam olur. Nizam ve intizamın ruhu olan maneviyat ve revâbıt ve niseb, heba olup gider.
Demek, nizamı nizam eden, saadet-i ebediyedir. Öyle ise, nizam-ı âlem, saadet-i ebediyeye işaret ediyor.” (Sözler, 29. Söz, İkinci Maksat)
>
3. Duanın Gücü: Sebebi Hilkat-i Eflak
Risale-i Nur’da çok orijinal ve derûnî bir bakış açısı daha sunulur: Peygamber Efendimiz (a.s.m.), sadece ahireti haber veren bir elçi değildir; aynı zamanda yaptığı muazzam dua ile ahiretin yaratılmasına bir “sebep”tir.
Nasıl ki bir padişah, çok sevdiği bir yaverinin hatırı için bir şehri inşa eder veya bir ziyafet tertip eder; aynen öyle de Cenab-ı Hak, “Habibim” dediği Hz. Muhammed’in (a.s.m.) ve onun arkasındaki milyonlarca müminin “Bize ebedi saadet ver, bizi yokluğa atma!” şeklindeki ısrarlı dualarını geri çevirmez.
Metinde geçen şu hakikat çok çarpıcıdır:
> “”Şu Zat’ın tek duası, baharımızın icadı kadar kudretine hafif gelen şu cennetin binasına sebebiyet verecekti.”
>
Netice: Söz Veren, Sözünü Tutar
Kur’an-ı Kerim, bu vaadin kesinliğini Tegabün Suresi’nde şöyle ilan eder:
> “İnkâr edenler, kesinlikle diriltilmeyeceklerini iddia ettiler. De ki: Hayır! Rabbime andolsun ki, mutlaka diriltileceksiniz, sonra yaptıklarınız size haber verilecektir. Bu, Allah’a göre kolaydır.” (Tegabün Suresi, 64/7″
>
Hülasa; Kâinatın Hâlık’ı, en sevdiği kulunu (a.s.m.) yanıltmaz ve mahcup etmez; en büyük kitabı olan Kur’an’ı yalanlamaz. Madem O (c.c.) “Var” diyor ve Resulü (a.s.m.) “Görüyorum” diyor; öyleyse ahiret, dünya kadar kesin bir hakikattir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
14/11/2025

Loading

No ResponsesKasım 15th, 2025

BAB-I İNAYET VE ADALET: ERTELENEN HESAPLAR VE MAHKEME-İ KÜBRA

image_pdfimage_print

BAB-I İNAYET VE ADALET: ERTELENEN HESAPLAR VE MAHKEME-İ KÜBRA

Kâinat kitabını tefekkür nazarıyla incelediğimizde, her sayfada iki mühim hakikatin parladığını görürüz: Biri “İnayet” (lütuf, yardım, özen), diğeri ise “Adalet” (denge, ölçü, her şeye hakkını verme).
Hiçbir canlının rızkı unutulmaz, en zayıf mahlukat en iyi şekilde beslenir (İnayet). Her şey hassas bir ölçü ile yaratılır, yıldızların yörüngesinden atomların hareketine kadar şaşmaz bir denge vardır (Adalet). Hal böyleyken, insan hayatındaki görünürdeki “adaletsizliklerin” bir açıklaması olmak zorundadır.

1. Kâinattaki Denge ve İnsanın Konumu

Cenab-ı Hakk’ın “Adl” ve “Hakîm” isimleri, kâinatta her şeye layık olduğu vücudu, kabiliyeti ve rızkı vermiştir. Bir çiçeğin yaprağındaki simetriden, gezegenlerin cazibesine kadar her yerde bir “Mizan” (ölçü) hakimdir.
Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri, bu kozmik adaleti ve insan başıboş bırakılırsa doğacak tezatı şöyle ifade eder:
> “Şimdi hiç mümkün müdür ki şöyle icraat-ı rububiyette hâkim bir hikmet, o rububiyetin kanadına iltica eden ve iman ile itaat edenlerin taltifini istemesin ve ebedî taltif etmesin?
……Şimdi hiç mümkün müdür ki böyle en küçük bir mahlukun en küçük bir hâcetinin imdadına koşan bir adalet ve hikmet, insan gibi en büyük bir mahlukun beka gibi en büyük bir hâcetini mühmel bıraksın? En büyük istimdadını ve en büyük sualini cevapsız bıraksın? Rububiyetin haşmetini, ibadının hukukunu muhafaza etmekle muhafaza etmesin? “Sözler
>
Kâinattaki bu muazzam adalet, insanın hukukunun zayi edilmesine müsaade etmez.

2. Dünyadaki Zulümler ve Ertelenen Cezalar

Dünya hayatına baktığımızda, kâinatın genelindeki dengenin aksine, insanlık âleminde bazen zalimlerin refah içinde, mazlumların ise zillet ve acı içinde yaşadığını görürüz. Adalet-i Mutlaka, bu dünyada tam manasıyla tecelli etmemektedir.
Eğer ölüm her şeyin sonu olsaydı (haşa), zalim yaptığı zulümle kâr etmiş, mazlum ise çektiği acıyla kalmış olacaktı. Bu durum, kâinatın Yaratıcısının mutlak adaletine ve hikmetine taban tabana zıttır. Demek ki, bu dünyadaki adalet “tehir” edilmektedir (ertelenmektedir), “ihmal” edilmemektedir.
Üstad Bediüzzaman, bu hususu şu meşhur ve çarpıcı cümle ile özetler:
> “Halbuki bu muvakkat dünyada o hikmet, o adalete lâyık binden biri, insanda icra edilmiyor, tehir ediliyor. Ehl-i dalaletin çoğu ceza almadan; ehl-i hidayetin de çoğu mükâfat görmeden buradan göçüp gidiyorlar. Demek bir mahkeme-i kübraya, bir saadet-i uzmaya bırakılıyor. “Sözler
>
Bu erteleme, ahiretin varlığının en kuvvetli isbatlarından biridir. Çünkü Mutlak Adalet, mutlak bir mahkemeyi ve nihai bir hükmü gerektirir.

3. İnayet ve Cömertlik, İsrafı Reddeder

Ayrıca “İnayet” (lütuf ve yardım) penceresinden baktığımızda; Allah’ın insana verdiği göz, kulak, akıl, kalp gibi paha biçilmez cihazlar, büyük bir sermayedir. Eğer insan ölünce yok olacaksa, bu kadar kıymetli cihazların ona verilmesi bir “israf” ve bir “aldatmaca” olurdu.
Cömert ve Kerim olan Allah, kuluna ihsan ettiği bu duyguları ve latifeleri, ebedi bir hayatta tam manasıyla kullanması için vermiştir. Dünyadaki inayet, ahiretteki saadetin habercisidir.
“Hiç mümkün müdür ki: Nihayetsiz cûd u sehavet, tükenmez servet, bitmez hazineler, misilsiz sermedî cemal, kusursuz ebedî kemal; bir dâr-ı saadet ve mahall-i ziyafet içinde daimî bulunacak olan muhtaç şâkirleri, müştak âyinedarları, mütehayyir seyircileri istemesinler? “Sözler

Netice: Mahkeme Kurulacaktır
Kur’an-ı Kerim, zalimlerin cezadan kaçamayacağını ve adaletin mutlaka yerini bulacağını İbrahim Suresi’nde şöyle ihtar eder:
> “Sakın, Allah’ı zalimlerin yaptıklarından habersiz sanma! Allah, onları ancak gözlerin dehşetle bakakalacağı bir güne erteliyor.” (İbrahim Suresi, 14/42″
>
Hülasa; kâinattaki hassas mizan ve nizam, küçük bir hatayı bile affetmezken, insan gibi büyük bir mahlukun büyük cinayetlerini (küfür ve zulüm gibi) cezasız bırakmaz. Bu dünyada görülmeyen o büyük hesap, Mahkeme-i Kübra’ya bırakılmıştır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
14/11/2025

Loading

No ResponsesKasım 15th, 2025

BAB-I KEREM VE RAHMET: SONSUZ İKRAMIN EBEDİ NETİCESİ

image_pdfimage_print

BAB-I KEREM VE RAHMET: SONSUZ İKRAMIN EBEDİ NETİCESİ

Kâinatın yüzüne dikkatle bakıldığında, her tarafta coşkun bir merhametin ve sınırsız bir cömertliğin (Kerem) izleri görülür. Hiçbir canlı unutulmamakta, en aciz yavruların rızkı en mükemmel şekilde gönderilmekte, kuru topraktan rengarenk çiçekler ve tatlı meyveler, canlıların imdadına koşturulmaktadır. Bu muazzam faaliyet, bu kâinatın Yaratıcısının mutlak bir “Rahîm” (Sonsuz Merhamet Sahibi) ve “Kerîm” (Sonsuz Cömertlik Sahibi) olduğunu güneş gibi gösterir.

1. Hakiki Kerem, İdamı Kabul Etmez

Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri, Onuncu Söz olan Haşir Risalesi’nin “İkinci Hakikat”inde, bu sonsuz merhametin ahireti nasıl zorunlu kıldığını harikulade bir mantıkla izah eder. Mantık şudur: Bir zât, misafirlerine nihayetsiz ikramlarda bulunsa, onları şefkatle beslese, sonra da o misafirleri ebediyen yok etse (idam etse), bu durum o zâtın cömertliğine ve merhametine tamamen zıt ve aykırı düşer.
Risale-i Nur’da bu hakikat şöyle ifade edilir:
> “Evet, hiç mümkün müdür ki insan umum mevcudat içinde ehemmiyetli bir vazifesi, ehemmiyetli bir istidadı olsun da insanın Rabb’i de insana bu kadar muntazam masnuatıyla kendini tanıttırsa, mukabilinde insan iman ile onu tanımazsa; hem bu kadar rahmetin süslü meyveleriyle kendini sevdirse, mukabilinde insan ibadetle kendini ona sevdirmese; hem bu kadar bu türlü nimetleriyle muhabbet ve rahmetini ona gösterse; mukabilinde insan şükür ve hamdle ona hürmet etmese cezasız kalsın, başı boş bırakılsın, o izzet, gayret sahibi Zat-ı Zülcelal bir dâr-ı mücazat hazırlamasın?

Hem hiç mümkün müdür ki: O Rahman-ı Rahîm’in kendini tanıttırmasına mukabil, iman ile tanımakla ve sevdirmesine mukabil, ibadetle sevmek ve sevdirmekle ve rahmetine mukabil, şükür ile hürmet etmekle mukabele eden mü’minlere bir dâr-ı mükâfatı, bir saadet-i ebediyeyi vermesin?” Sözler.
>
Bu ifadelerden anlaşılan şudur: Allah’ın rahmeti, insanı hiçliğe atmaya müsaade etmez. Çünkü hiçlik ve yokluk, en büyük musibettir. Sonsuz merhamet sahibi olan Allah, sevdiği ve nimetlendirdiği kuluna en büyük kötülük olan “ebedi yok oluşu” reva görmez.

2. Nimetin Zehir Olmaması İçin Ebediyet Şarttır
Dünyadaki nimetler ne kadar güzel olursa olsun, eğer sonunda ebedi bir ayrılık varsa, o nimetler insana acı verir. “Ayrılık acısı, vuslat lezzetini bozar.” İnsanın aklı olduğu için, gelecekteki ölümü düşünür ve yediği lezzetli bir yemekten sonra “Bu da bitecek, ben de öleceğim” diye hüzünlenir.
Eğer ahiret olmazsa, Allah’ın verdiği akıl ve şefkat gibi duygular, insanı sürekli geçmiş ve geleceğin hüzünleriyle yakan birer azap aletine dönüşür. Halbuki “Rahmet”, kendisine muhatap olanı acı içinde bırakmaz.
Bediüzzaman Hazretleri, şefkatin hakiki mahiyetini şöyle tasvir eder:
> “Hilkat-i kâinatta bir hikmet-i tamme görünüyor. Evet, inayet-i ezeliyenin timsali olan hikmet-i İlahiye, kâinatın umumunda gösterdiği maslahatların riayeti ve hikmetlerin iltizamı lisanı ile saadet-i ebediyeyi ilan eder.
Çünkü saadet-i ebediye olmazsa şu kâinatta bilbedahe sabit olan hikmetleri, faydaları, mükâbere ile inkâr etmek lâzım gelir. Onuncu Söz’ün Onuncu Hakikati, bu hakikati güneş gibi gösterdiğinden, ona iktifaen burada ihtisar ederiz.
….İşte, eğer saadet-i ebediye olmazsa, şu esaslı nizam, bir suret-i zaife-i vahiyeden ibaret kalır. Yalancı, esassız bir nizam olur.” Sözler.29.söz.
>
Demek ki, Allah’ın rahmetinin hakiki rahmet olması ve nimetlerin şükrü gerektiren gerçek nimetler olması için, ebedi bir hayatın varlığı şarttır. Ahiret, bu dünyadaki lezzetlerin zehirli bir bala dönüşmesini engelleyen yegâne hakikattir.

3. Cömertlik, Daimi Bir Ziyafeti İktiza Eder
Kısa bir süre için misafir ağırlayan bir ev sahibi bile, misafirini memnun etmek için çırpınır. Kâinatın sahibi ise, insanı bu dünyada hadsiz nimetlerle donatmıştır. Bu kadar masraf, bu kadar özen, sadece 60-70 yıllık, hastalık ve musibetlerle dolu bir hayat için olamaz. Bu özen, insanın çok daha kıymetli bir aleme namzet olduğunun delilidir.
Dünya, o Kerîm Zât’ın sadece bir numune dairesidir. Asıl hazineler ve asıl ziyafet, Dâr-ı Saadet’tedir.
Netice: Rahmetin Eserlerine Bakmak
Bu hakikat, Kur’an-ı Kerim’de Rum Suresi’nde şu muazzam ayetle özetlenir ve insan aklına havale edilir:
> “Allah’ın rahmetinin eserlerine bak! Yeryüzünü ölümünden sonra nasıl diriltiyor. Şüphe yok ki O, ölüleri de elbette diriltecektir. O, her şeye hakkıyla gücü yetendir.” (Rûm Suresi, 30/50)
>
Netice olarak; “Bab-ı Kerem ve Rahmet” bize müjdeler ki: Ölüm bir son değil, Rahîm-i Zülcemal’in ebedi sofrasına bir davetiyedir. O’nun merhameti, bizi yokluk karanlığında bırakmayacaktır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
14/11/2025

Loading

No ResponsesKasım 15th, 2025

BAB-I SULTANİYET VE RUBUBİYET: HAŞMETLİ SALTANATIN İKTİZASI

image_pdfimage_print

BAB-I SULTANİYET VE RUBUBİYET: HAŞMETLİ SALTANATIN İKTİZASI

Kâinata ibret nazarıyla baktığımızda, zerrelerden yıldızlara kadar her şeyin harika bir itaat ve intizam içinde hareket ettiğini görürüz. Bu muazzam düzen, perde arkasında hükmeden, her şeye sözünü geçiren mutlak bir “Rububiyet” (Terbiye edicilik ve Efendilik) ve “Sultaniyet” (Hükümdarlık) olduğunu isbat eder.
Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri, bu hakikati Haşir Risalesi’nde şöyle bir mantık silsilesiyle açıklar:

1. Haşmetli Bir Saltanat Yok Olamaz
Nasıl ki bir padişahın saltanatının şanı; kendisine sığınanları korumayı, isyan edenleri cezalandırmayı ve ikram ettiği misafirlerini ağırlayacağı daimi bir sarayı gerektirir. Aynen öyle de, Ezel ve Ebed Sultanı olan Cenab-ı Hakk’ın rububiyeti, şu fani dünyada göründüğü gibi yarım kalamaz.
Bu dünyada gördüğümüz saltanat, sadece bir numunedir. Asıl büyük saltanatın tezahürü için başka bir diyara ihtiyaç vardır. Üstad bu durumu şöyle ifade eder:
> “Hiç mümkün müdür ki: Şe’n-i rububiyet ve saltanat-ı uluhiyet, bâhusus böyle bir kâinatı, kemalâtını göstermek için gayet âlî gayeler ve yüksek maksatlar ile icad etsin, onun gayat ve makasıdına karşı iman ve ubudiyetle mukabele eden mü’minlere mükâfatı bulunmasın ve o makasıdı red ve tahkir ile mukabele eden ehl-i dalalete mücazat etmesin?”
Sözler
>
Bu muhteşem ifade, kâinatın her köşesinin İlahi bir sanatla süslendiğini ve bu sanatın seyircisi olan insanın asla ihmal edilmeyeceğini vurgular.

2. Dünya, O Haşmete Layık Bir Mekân Değildir
Bu dünyadaki hayat, o muazzam saltanatın tam manasıyla zuhur etmesi için çok dar ve kısadır. Zulümler cezasız, iyilikler tam mükâfatsız kalıyor gibi görünür. Halbuki saltanatın izzeti ve adaleti, tam bir karşılık verilmesini ister.
Eğer ahiret gelmezse, ölüm her şeyi hiçliğe atarsa; bu durum, kâinatta görünen o kusursuz “Hikmet” ve “Adalet” ile taban tabana zıt ve aykırı olur. O mutlak Sultan’ın şanına, mahlukatını yokluğa atarak acizliğini göstermek yakışmaz.
Risale-i Nur’da bu husus şu şekilde vurgulanır:
> “Hiç mümkün müdür ki: Zerrelerden güneşlere kadar cereyan eden hikmet ve intizam, adalet ve mizanla rububiyetin saltanatını gösteren Zat-ı Zülcelal, rububiyetin cenah-ı himayesine iltica eden ve hikmet ve adalete, iman ve ubudiyetle tevfik-i hareket eden mü’minleri taltif etmesin ve o hikmet ve adalete küfür ve tuğyan ile isyan eden edepsizleri te’dib etmesin?”Sözler
>
3. İdam Değil, Terhis ve Tebdil-i Mekân

İnsanın ölümü, zahiri nazarda bir yok oluş gibi görünse de, Bab-ı Sultaniyet penceresinden bakıldığında, vazifeden terhis edilmek ve padişahın has dairesine alınmaktır. Çünkü Sultan, sevdiği ve kendine muhatap kabul ettiği (insan gibi) kıymetli bir sanatını ebediyen yok etmez. Onu, bu geçici çalışma sahasından, ebedi bir istirahat ve ücret alma yurduna nakleder.
Netice: Saltanat, Ebedi Bir Yurdu Zorunlu Kılar

Kur’an-ı Kerim’de Cenab-ı Hak, mülkün ve saltanatın sadece Kendisine ait olduğunu ve dönüşün O’na olacağını defalarca beyan eder. Mülk Suresi’nin başındaki ayet, bu hakikati cihan şümul bir dille haykırır:
> “Mülk elinde bulunan Allah ne yücedir! O, her şeye hakkıyla gücü yetendir. O ki, hanginizin daha güzel davranacağını sınamak için ölümü ve hayatı yaratmıştır. O, mutlak galiptir, çok bağışlayıcıdır.” (Mülk Suresi, 67/1-2)
>
Netice olarak; kâinattaki bu muazzam düzen ve saltanat (Rububiyet), eğer arkasında “Dâr-ı Saadet” (Cennet) ve “Dâr-ı Ceza” (Cehennem) bulunmazsa, manasız kalır. Haşmetli bir saltanat, sönük bir sonu kabul etmez. Demek ki, bu dünyanın Sultanı, bizi ebedi bir diyara davet etmektedir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
14/11/2025

 

 

Loading

No ResponsesKasım 15th, 2025