Gazze’de Açlık, Soykırım ve İsrail’in Çöküş Senaryosu
Gazze Şeridi, 7 Ekim 2023’ten bu yana tarihin en ağır kuşatmalarından ve saldırılarından birine maruz kalıyor. İsrail’in bombardımanları, sistematik ablukası ve uluslararası hukuku hiçe sayan politikaları nedeniyle bölgede insani felaket her geçen gün derinleşiyor. Son 24 saatte en az 3 Filistinli açlıktan hayatını kaybederken, resmi rakamlara göre toplam can kaybı 65 bin 283’e ulaştı. Gayriresmî tahminler ise bu sayının çok daha yüksek olduğunu, gerçek ölü sayısının 680 binlere çıkabileceğini gösteriyor.
Açlık ve Kuşatma Politikası
Gazze Sağlık Bakanlığı, son günlerde yalnızca bombardıman değil, açlığın da başlıca ölüm nedeni hâline geldiğini açıklıyor. Yardım dağıtım noktaları İsrail tarafından sistematik olarak hedef alınıyor. Böylece hem gıda hem de tıbbi malzemelere erişim engelleniyor. Uluslararası Af Örgütü, İsrail’in işgal ve soykırım politikalarına destek sağlayan Boeing, Lockheed Martin, Elbit Systems ve Hikvision gibi 15 şirketi açıkladı. Bu şirketlerin tedarik zincirindeki rolü, soykırımın küresel boyutunu gözler önüne seriyor.
Uluslararası Sessizlik ve Çifte Standart
Birleşmiş Milletler Genel Kurulu, İsrail’in işgal altındaki Filistin topraklarından çekilmesi için 12 aylık süre tanımıştı. Ancak sürenin dolmasına rağmen İsrail her gün Filistinlileri açlığa mahkûm ediyor. BM yetkilileri ve insan hakları örgütleri, üye devletlerin baskı konusunda sessiz kaldığını belirtiyor. Uluslararası hukukun işletilmemesi, Filistin halkının katliamının küresel sistemin gözü önünde devam etmesine yol açıyor.
İsrail’in Varoluşsal Krizi
İbranice basında yayınlanan bir analiz, İsrail’in iki yıl içinde çökeceğini öne sürdü. Analist, Hamas’ın “yenilmez devlet” efsanesini yıktığını, halkın kitlesel göçe yöneldiğini ve devletin içeriden parçalandığını ifade ediyor. Askerlerin ağladığı, yerleşimcilerin kaçtığı, bakanların sonuçsuzca bağırdığı; yani İsrail’in psikolojik ve siyasi olarak çözülme sürecine girdiği vurgulanıyor. Bu analiz, İsrail’in sadece güvenlik krizi değil, varoluş bir deprem yaşadığını gösteriyor.
Batı’da Farklı Sesler ve Yeni Dengeler
İngiltere, Kanada ve Avustralya’nın Filistin’i resmen tanıması, dünya siyasetinde yeni bir kırılmaya işaret ediyor. Yakında yedi devletin daha bu adımı atması bekleniyor. Öte yandan ABD iç siyasetinde F-35 anlaşmaları tartışılırken İsrail lobilerinin paniğe kapıldığı görülüyor. Türkiye’ye F-35 verilmesi hâlinde İsrail’in vurulabileceği korkusu açıkça dile getiriliyor. Bu durum, Tel Aviv’in bölgedeki kırılganlığını ortaya koyuyor.
Savaş Suçları ve İtiraflar
İsrailli askerlerin sivillere karşı işlediği savaş suçları bizzat kendi ağızlarından itiraf ediliyor. Bir asker, içinde aile olduğunu bilmesine rağmen bir binaya roketatarla saldırdığını ve insanların diri diri yanışını “komik” bulduğunu anlattı. Bu tür açıklamalar, soykırımın yalnızca emir-komuta zinciriyle değil, toplumsal bir çürüme ile de bağlantılı olduğunu gösteriyor.
Sonuç: Çöküşün Eşiğinde Bir Devlet
Bugün İsrail, tarihin tüm sömürgeci projeleriyle aynı çıkmaza sürükleniyor. Yalan, gasp ve öldürme üzerine kurulu hiçbir proje uzun vadede ayakta kalamadı. Gazze’de işlenen soykırım, yalnızca Filistinlilerin değil, İsrail’in de kendi sonunu hızlandırıyor. Zaman daralıyor; ya dünya sessizliğini bozarak bu insanlık suçunu durduracak ya da tarihe, insanlığını terk ederek her şeyini kaybeden bir nükleer devletin çöküşüne tanıklık edecek.
İttihat ve Terakki ve Masonluk (19. yüzyıl sonları – 1918)
“İttihat ve Terakki’den günümüze masonluk” meselesi hem Osmanlı’nın son dönem siyasetini hem de Cumhuriyet’in siyasi ve toplumsal yönelişlerini etkileyen başlıklar arasında sık sık gündeme gelir.
Osmanlı’nın son döneminde özellikle Selanik, İzmir, İstanbul gibi merkezlerde mason locaları aktifti.
• İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin bazı önde gelen isimleri (Talat Paşa, Cavit Bey, Mithat Şükrü gibi) mason localarına üyeydi.
• Selanik’teki Macedonia Risorta locası ve diğer İtalyan-Fransız kökenli localar, İttihatçıların bir araya geldiği merkezlerden biri oldu.
• Masonluğun o dönemde cazibesi daha çok gizlilik imkânı sağlaması ve Batı tarzı fikirlerin rahatça tartışılabilmesiydi.
• 1908 II. Meşrutiyet’in ilanında İttihat ve Terakki’nin etkisi büyüktür; mason locaları da bu süreçte fikir ve örgütlenme açısından zemin teşkil etti.
2. Cumhuriyet’in Kuruluş Dönemi (1923–1935)
• Cumhuriyet’in ilanından sonra birçok kurucu kadronun mason localarıyla ilişkisinden bahsedilir; ve bu durum ayni zamanda Batı’yla uyumlu modernleşme fikriyle de ilgilidir.
• 1935’te Atatürk döneminde mason locaları göstermelik olarak kapatıldı. Çünkü zaten devlette hakim pozisyonunda idi. Her zamanda olduğu gibi faaliyetlerini gizli olarak sürdürdüler.
• Localar II. Dünya Savaşı’ndan sonra, 1948’de Demokrat Parti döneminde açiktan faaliyete geçtiler.
•
3. Soğuk Savaş Dönemi (1950–1980)
• Türkiye’de mason locaları bu dönemde özellikle iş dünyası, bürokrasi ve üniversitelerde etkili oldular.
• Masonluk, doğrudan bir siyasi parti olarak değil, “liberal Batıcı” bir çevre olarak faaliyet de bulundu.
• Darbelere dair iddialar:
• 1960 ve 1971 müdahalelerinde mason asıllı bazı asker ve bürokratların rolü olmuştur.
• Ancak bu darbeler masonlukla beraber; NATO, CIA, Gladio gibi yapılar da aktif olarak belirleyici olmuştur.
4. 12 Eylül 1980 ve Sonrası
• 1980 darbesinde mason locaları iş dünyasında etkin mason çevrelerin “serbest piyasa” politikalarıyla uyumlu bir ortam arzuladığı ifade edilir.
• 1980 sonrası ANAP ve Turgut Özal döneminde liberal ekonomiyle birlikte mason locaları yeniden güçlendi.
5. Günümüz (2000’ler – 2020’ler)
• Masonluk artık Türkiye’de bir dernek statüsünde faaliyet göstermektedir (Hür ve Kabul Edilmiş Masonlar Büyük Locası gibi).
• Özellikle iş dünyası, sivil toplum ve akademik çevrelerde etkinliklerini sürdürüyorlar.
• Küresel ölçekte Masonluk, “küresel sermaye, düşünce kuruluşları, kültürel örgütlenme” ile ilişkilendirilir.
• Türkiye’de de zaman zaman masonik yapılanmaların medya, bankacılık ve bazı siyasi lobilerde etkili oldukları bilinir.
6. Darbeler ve Masonluk İddiaları
• 1960, 1971, 1980 ve 28 Şubat süreçlerinde bazı asker-sivil masonların bulunduğu bilinir.
• Masonluk tek başına bir “darbe mekanizması” değil; daha çok NATO, CIA, Batılı çıkar ağlarının bir kanalı/ortak platformu olarak rol oynamıştır.
Kale kapılarını içeriden alanlardan olmuşlardır.
• Yani darbelerde masonluk genellikle “araç” olarak kullanılmıştır.
7. Genel Değerlendirme
• İttihat ve Terakki’den günümüze masonluk, Türkiye’de modernleşme, Batı’ya eklemlenme ve elitler arası dayanışma alanında etkili olmuştur.
• Doğrudan “Türkiye’yi masonlar yönetiyor” gibi iddialarla beraber özellikle kritik dönemlerde mason çevreler Batı’yla uyumlu politikaları desteklemişlerdir.
• Özellikle darbeler, gizli servis faaliyetleri ve küresel ekonomik çıkarlar bağlamında masonluğun “yardımcı rol” oynadığı söylenebilir.
• Arapça’da isimler ya müzekker ya da müennes olarak kullanılır.
• Gerçek (hakikî) müennes: Anne, kız, kadın gibi doğrudan dişiliğe işaret eden varlıklar.
• Mecazî müennes: Dil kaidesi gereği dişi kabul edilen kelimeler (örneğin: güneş = الشمس, toprak = الأرض).
• Çoğu isim aslî olarak müzekker kabul edilir; müenneslik ancak alâmetle (tâ merbûta, şemsî kullanım, tevkîfî kural) belirlenir.
➡️ Yani müzekkerlik aslî, müenneslik ise arızîdir. Bu, Arap dilinde “aslolan müzekkerliktir” kaidesiyle özetlenir.
2. Kur’ân’da Müzekker Kullanımının Genel Sebebi
Kur’ân’da birçok kelime ve kavramın müzekker sigasıyla zikredilmesinin sebepleri:
• Kapsayıcılık
• Müzekker sigası, Arapçada hem erkekleri hem kadınları içine alabilen cinsiyet üstü bir formdur.
• Meselâ:
“يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا” (Ey iman edenler)
Burada “ellezîne” müzekker sigasındadır; fakat hem kadın hem erkek mü’minleri kapsar.
• Aslîlik ve güç vurgusu
• Müzekker, dilde aslî olduğu için Allah Teâlâ’nın kudretini, vahyin umumiliğini, emirlerin bağlayıcılığını ifade eder.
• Müenneslik daha özel ve sınırlı bir kullanımdır.
• İlâhî hitapta üstünlük değil, kuşatıcılık esası
• Yani müzekker siganın seçilmesi erkeğe üstünlük tanımak için değil, dilin umumi kuralı sebebiyledir.
• Kur’ân’da kadınlara özel konularda ayrıca müennes ve dişi ifadeler de geçer (ör. “المؤمنات” – mü’min kadınlar).
•
3. Müzekker Kullanılan Temel Kavramlar
• Allah’ın isimleri ve sıfatları → daima müzekker sigayla gelir.
Sebep: İlâhî kudretin kemal ve azametine işaret.
• İnsan toplulukları (nas, mü’minûn, kâfirûn, münafıkûn) → müzekker sigada geçer.
Sebep: Hem erkek hem kadınları içine alan kuşatıcı dil.
• Gaybî hakikatler (azap, sevap, hesap, iman, küfür) → çoğunlukla müzekker açıdan ifade edilir.
Sebep: Cinsiyet üstü, küllî hakikatler olmaları.
• Peygamber hitapları → genellikle müzekker.
Sebep: Risalet makamı gereği “asliyet ve temsil” yönüyle kullanılır.
4. Müennesin Özellikle Tercih Edildiği Yerler
Kur’ân’da bazı kelimeler özellikle müennes sigada gelir:
• الأرض (yer/arz) – “arz” kelimesi Arapçada mecazî müennes kabul edilir.
• شمس (güneş) – mecazî müennes.
• نفس (nefs) – müennes.
• رحمة (rahmet) – tâ merbûta sebebiyle müennes.
➡️ Bu kullanım, çoğunlukla lütuf, şefkat, doğurganlık, üretkenlik, incelik gibi manaları çağrıştırır. Yani mecazî müennesin seçimi de manevî incelik taşır.
5. Hikmetler ve İncelikler
• Hitabın umumiliği: Müzekker siganın tercih edilmesi, “Kur’ân’ın evrensel hitabını” sağlar.
• Belağat inceliği: Bazı yerlerde müzekker-müennes farklılığı, ayetin nazmındaki ahenk, vezin ve secî için de önemlidir.
• Tecellî yönü: Kudret ve celâl konuları genellikle müzekker; rahmet ve cemâl konuları müennes lafızlarla ifade edilir.
6. Risale-i Nur’dan Bir Bakış
Bediüzzaman, Kur’ân’daki kelime tercihlerinin “tesadüf değil, tam hikmet ve belâgat ölçüsü” olduğunu sıkça vurgular. Mesela:
• Kur’ân’ın mucizeliği bahsinde, tek bir kelimenin yer değişmesinin manayı nasıl bozacağını izah eder.
• Dolayısıyla müzekker/müennes tercihi de tamamen bu nazm-ı İlâhî’nin bir parçasıdır.
•
✅ Özetle:
• Arapçada müzekkerlik aslî, müenneslik arızîdir.
• Kur’ân’da müzekker siganın tercih edilmesi, üstünlükten değil kapsayıcılık ve asliyetten kaynaklanır.
• Müennes sigalar ise özellikle rahmet, toprak, nefis gibi anlam derinliği taşıyan alanlarda tercih edilmiştir.
• Bu farklılıklar Kur’ân’ın nazmındaki mucizevî dengeyi gösterir.
🔎 Kudret ve celâl yönünü yansıtan müzekker sigada zikredilmiştir.
• الَّذِينَ آمَنُوا
“يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا كُتِبَ عَلَيْكُمُ الصِّيَامُ” (Bakara, 183) 🔎 Müzekker sigası hem erkek hem kadın mü’minleri kapsar; evrensel hitap sağlar.
• الْقُرْآنُ
“إِنَّهُ لَقُرْآنٌ كَرِيمٌ” (Vâkıa, 77) 🔎 Kur’ân, müzekker sigada “yücelik, azamet ve bağlayıcılık” vurgusuyla gelir.
• عَذَابٌ
“إِنَّ عَذَابَهَا كَانَ غَرَامًا” (Furkan, 65) 🔎 Azabın ciddiyet ve ağırlığı müzekker kullanımla ifade edilir.
• الْكافرون
“قُلْ يَا أَيُّهَا الْكَافِرُونَ” (Kâfirûn, 1) 🔎 Küfür ehli müzekker sigada zikredilir; kadınları da kapsayan bir topluluk ifadesidir.
📌 Müennes Kullanılan Kelimelerden Örnekler
• الأرض (yer)
“وَالْأَرْضُ مَدَدْنَاهَا” (Kaf, 7)
🔎 Arz, bereket ve doğurganlık yönüyle mecazî müennes kullanılır.
• الشمس (güneş)
“وَالشَّمْسُ تَجْرِي لِمُسْتَقَرٍّ لَهَا” (Yasin, 38) 🔎 Hayat kaynağı oluşu, cemâlî tecellîsiyle müennes olarak zikredilir.
• النفس (nefs)
“وَنَفْسٍ وَمَا سَوَّاهَا” (Şems, 7) 🔎 Nefis, tezkiye ve terbiyeye muhtaç yönüyle müennes gelmiştir.
• الرحمة (rahmet)
“وَرَحْمَتِي وَسِعَتْ كُلَّ شَيْءٍ” (A’râf, 156) 🔎 Rahmetin şefkat ve lütuf yönü müennes kalıpla ifade edilir.
• النار (ateş)
“وَقُودُهَا النَّاسُ وَالْحِجَارَةُ” (Bakara, 24) 🔎 Cehennem ateşi, kuşatıcı ve yakıcı şiddetiyle müennes lafızda zikredilmiştir. 🌟 Netice
• Müzekker kelimeler → Kudret, celâl, hüküm ve evrensel bağlayıcılığı vurgular.
• Müennes kelimeler → Rahmet, bereket, doğurganlık veya kuşatıcı ceza gibi incelikleri ifade eder.
*****
1. Arapça’da Müennes Kavramı
• Hakikî müennes: Bizzat kadınlık/dişilik ifade eden kelimeler (امرأة, بنت).
• Mecazî müennes: Tâ merbûta ile biten, çoğul kalıbı gereği veya dilde tevkîfî olarak müennes kabul edilen kelimeler (أرض, شمس, رحمة).
• Kur’ân’da müennes → çoğunlukla mecazî müenneslerdir.
2. Müennes Kullanımının Sebepleri
• Lugat kuralı: Arapçada bazı kelimeler tevkîfî olarak müennes kabul edilmiştir. (arz, güneş, ateş gibi)
• Mecazî anlam: Bereket, üretkenlik, doğurganlık, kuşatıcılık gibi yönleri ifade eder.
• Belâgat inceliği: Rahmet, şefkat veya cezanın kuşatıcılığı gibi cemâlî ve celâlî isimleri farklı yönleriyle yansıtır.
• Nazım ahengi: Kur’ân’ın secî ve vezin yapısında müennes siganın özel bir ahenk oluşturması.
3. Neden Müzekker Olarak Değil?
• Müzekker dilde aslî ve kapsayıcıdır; güç, kudret ve celâl yönünü ifade eder.
• Müennes ise hususîdir; belirli çağrışımlar (bereket, rahmet, kuşatıcılık, ceza) için tercih edilir.
• Yani “arz”ı veya “rahmet”i müzekker söylemek, onların inceliğini, şefkat ve cemâlî yönünü eksiltirdi.
• Müennes sigalar, o kavramın hassas, kuşatıcı veya lütuf/şiddet yüklü özelliğini ortaya çıkarır.
•
5. Risale-i Nur Açısından Bir Bakış
Bediüzzaman, Kur’ân’daki lafız tercihlerinin tamamen hikmet ve belâgat ölçüsüyle olduğunu söyler.
• Meselâ, “arz”ın müennes gelmesi, onun bir “rahmet anası” gibi bütün canlılara beşik oluşuna işaret eder.
• “Dünya”nın müennes oluşu, aldatıcı ve geçici yönünü gösterir.
• “Rahmet”in müennes oluşu, cemâl ve şefkat tecellîsini ön plana çıkarır.
•
✅ Özet:
• Kur’ân’da müennes kullanılan kelimeler genellikle mecazî müenneslerdir.
• Müenneslik, rahmet, bereket, üretkenlik veya kuşatıcı ceza gibi manaları taşır.
• Müzekker kullanılmamasının sebebi, bu inceliklerin kaybolmaması ve Kur’ân’ın nazmında ahengin korunmasıdır.
İktibas: “Hâlıkımızın esma-i hüsnasıyla ve sıfat-ı kutsiyesiyle onu kabiliyetimizin nisbetinde tanımaya çalışabiliriz.” (Âyet-ül Kübra, Risale-i Nur)
İzah ve Açıklama: Bu ifade, Yaratıcı’yı (Hâlık) tanıma sürecinin insan aklının ve idrakinin sınırları içinde gerçekleşebileceğini belirtir.
Esma-i Hüsna, Allah’ın en güzel isimleri, sıfat-ı kutsiyesi ise O’nun yüce sıfatlarıdır. İnsan, kendi yetenek ve kapasitesine (kabiliyetimizin nisbetinde) göre bu isim ve sıfatlar aracılığıyla Allah’ı anlamaya gayret edebilir. Bu durum, O’nun sonsuz ve sınırsız büyüklüğünü tam olarak idrak edemeyeceğimizi, ancak O’nun tecellilerini kendi sınırlarımız içinde gözlemleyerek ve tefekkür ederek marifetullaha ulaşmaya çalışabileceğimizi gösterir. Tıpkı bir okyanusun tüm suyunu bir damlada göremeyeceğimiz gibi, Yaratıcının sonsuz kemalatını da sınırlı aklımızla tam olarak kavrayamayız. Ancak O’nun sanatını, eseri olan kâinatı inceleyerek O’nun sonsuz isim ve sıfatlarını görebiliriz.
Makale: Yaratılışın Penceresinden Marifetullah
İnsanoğlu var olduğu günden bu yana “kimim, nereden geldim, nereye gidiyorum?” sorularının cevaplarını aramıştır. Bu arayış, nihayetinde Yaratıcı’yı tanıma (marifetullah) arayışına dönüşür. Ancak Yaratıcı’yı tanımak, O’nun sonsuz ve mutlak varlığını sınırlı bir akılla idrak etmekle mümkün değildir. O’nun mahiyetini tam manasıyla kavramak, insan aklının sınırlarını aşan bir durumdur. İşte tam da bu noktada, “Hâlıkımızın esma-i hüsnasıyla ve sıfat-ı kutsiyesiyle onu kabiliyetimizin nisbetinde tanımaya çalışabiliriz.” ifadesi bize bir yol haritası sunar.
Allah’ın isim ve sıfatları, O’nun kainattaki tecellileridir. Her bir isim ve sıfat, O’nun farklı bir yönünü, bir kudret nişanesini gösterir. Mesela, “Şâfî” ismini hastalıklardan şifa bulduğumuzda, “Rezzâk” ismini rızkımızın geldiğini gördüğümüzde, “Hakîm” ismini ise kâinattaki mükemmel düzen ve ahengi fark ettiğimizde anlarız. Her bir varlık, her bir olay, O’nun bir isminin aynasıdır. Bir çiçeğin renklerindeki ahenk, bir kuşun kanadındaki tasarım, göklerdeki yıldızların intizamı, denizlerdeki canlıların çeşitliliği… Bütün bunlar, bize Yaratıcı’nın sanatkarlığını, ilmini, kudretini gösterir. İnsan, bu tecellileri gördükçe, kendi varlığının ve kâinatın ne kadar ince bir hesapla yaratıldığını anlar. Ve anlar ki, bu kusursuz sanatın Sahibi, ancak sonsuz kemâl sahibi bir Zat olabilir.
Tarih boyunca bu hakikati idrak eden pek çok âlim, veli ve düşünür, eserlerinde bu marifet yolculuğunu anlatmıştır. İmam Gazali, İbn Arabi, Mevlana gibi büyük şahsiyetler, kaleme aldıkları eserlerde bu yolculuğun inceliklerini işlemiş, insanın kendi iç âlemine yönelerek ve kâinat kitabını okuyarak Rabbini tanıyabileceğini vurgulamışlardır. Bu yol, salt bir bilgi birikimi değil, aynı zamanda kalbî bir tefekkür ve manevi bir uyanış gerektirir. Yaratılışın harikaları karşısında hayranlıkla durabilen ve bu harikalardan bir Yaratıcıya ulaşan bir kalp, okyanusun damlasına sığdığı gibi, Yaratıcı’nın sınırsız azametini kendi sınırlı dünyasında hissedebilir.
Özet: Bu makale, Allah’ı tanıma yolunun, O’nun isim ve sıfatları aracılığıyla ve insanın kendi idrak kapasitesi ölçüsünde mümkün olduğunu vurgulamaktadır. Her bir yaratılış eserinin, Allah’ın bir isminin tecellisi olduğu ve bu tecellileri doğru okuyarak marifetullaha ulaşılabileceği anlatılmıştır.
İzah ve Açıklama: Bu ifade, bir hayvanın, hatta bir kedinin mırıltısının bile anlamsız bir ses olmayıp, bir manası olduğunu, Yaratıcıya yönelik bir zikir ve yakarış olabileceğini anlatır. “Ya Rahim” ismi, Allah’ın merhamet ve şefkat sahibi olduğunu ifade eder. Bir kedinin acı veya sevinç anındaki mırıltısı, aslında O’nun sonsuz merhametine sığınma ve O’ndan merhamet dileme hali olarak yorumlanır. Bu durum, sadece insanların değil, tüm canlıların fıtratında Yaratıcıya karşı bir bağ ve yönelişin bulunduğunu gösterir.
Makale: Canlıların Dilinden Merhamet Arayışı
Kainat, Yaratıcı’nın sayısız eseriyle dolu bir sergi gibidir. İnsan, bu serginin en dikkatli izleyicisi olması gerekirken, çoğu zaman etrafındaki sesleri, hareketleri ve canlıları sadece sıradan şeyler olarak görür. Oysa her bir fısıltı, her bir hışırtı, her bir canlı sesi, kendine mahsus bir dille Yaratıcı’yı tesbih eder. İşte bir kedinin mırıltısı da bu eşsiz dillerden biridir. Mırıltısı, bir kedinin sevinçten, acıdan veya korkudan çıkardığı bir ses olmaktan öte, manevi bir derinlik taşır. Bu derinliği idrak edebilenler, o seste bir sığınma, bir yakarış ve bir merhamet arayışının fısıltısını duyarlar. “Hazin mırmırlarını dikkatle dinlersen, ‘Ya Rahim, ya Rahim’ çektiklerini anlarsın.” ifadesi bu hakikati dile getirir.
Kedi, yavrularına olan şefkati, kendini savunurken gösterdiği hırsı, aç kaldığında sığındığı köşesi ve doyduğunda gösterdiği memnuniyet ile kendi varoluşunun farkındadır. Ve bütün bu hallerinde, kendisini var eden ve kendisine merhamet eden bir Zat’a yönelir. Hayvanların fıtratındaki bu merhamet arayışı, insan için de büyük bir ibrettir. İnsan, sadece akıl ve irade sahibi olmakla değil, aynı zamanda bu canlıların sesini dinleyebilme ve bu seslerin ardındaki ilahi manayı hissedebilme kabiliyetiyle de donatılmıştır. Hayvanların en zor anlarında dahi bir Yaratıcıya olan yönelişi, insanın en rahat anında bile O’nu unutmaması gerektiğini hatırlatır.
Bu hikmetli bakış açısı, insanın kendini kâinatın merkezine koyup diğer canlıları sadece nesne olarak görme yanılgısından kurtarır. Her bir canlının, Yaratıcı’nın merhametinden bir pay aldığı ve kendi lisanıyla O’na yakardığı idraki, insanda daha derin bir saygı ve farkındalık uyandırır. Bu farkındalık, hem diğer canlılara karşı şefkatli olmayı, hem de insanın kendi acizliğini ve Yaratıcı’nın sonsuz merhametine olan ihtiyacını anlamasını sağlar. Böylece kâinat, sadece biyolojik bir sistem olmaktan çıkar, her anın ve her canlının bir tesbih ve dua içinde olduğu canlı bir mescide dönüşür.
Özet: Bu makale, bir kedinin mırıltısının bile Yaratıcı’nın Rahim ismine bir yakarış olabileceği fikrini işlemektedir. Bu durum, tüm canlıların fıtratında Yaratıcıya bir yönelişin bulunduğunu ve insanın bu fıtratı anlayarak kâinatla daha derin bir bağ kurabileceğini anlatmaktadır.
3. Zaman, Acizlik ve Tevekkül
İktibas: “Zamanın geçti, kabirden başka mekânın var mı? … Biçare! Aczine ve fakrına bir had var mı? … Emellerin nihayetsizdir, ecelin yakındır. … Odur herkese nokta-i istinad. Odur her zaife cihet-i istimdad..” (Mesnevi-i Nuriye – 96)
İzah ve Açıklama: Bu metin, insanın zaman karşısındaki acizliğini, ölümlü oluşunu ve bu acizlikle başa çıkmak için bir dayanak noktasına (nokta-i istinad) ihtiyaç duyduğunu anlatır. İnsan, dünyaya gelirken sahip olduğu zayıflık ve fakirlikle (muhtaçlık) yaratılmıştır. Emelleri, yani istek ve arzuları sınırsızken, ömrü kısadır. Bu çelişki karşısında çaresiz kalan insana, bir sığınak ve yardım kaynağı (cihet-i istimdad) gösterilir: Yaratıcı. O, her zayıfın dayanağı ve her muhtacın yardımcısıdır.
Makale: Fani Bir Varlık Olarak İnsan ve Sonsuz Dayanak
İnsan, gözlerini dünyaya açtığı andan itibaren bir koşuşturmacanın içinde bulur kendini. Gelecek için planlar yapar, hayaller kurar, hedeflere koşar. Ancak bu durmaksızın devam eden yarış, acı bir gerçekle kesilir: zamanın geçiciliği ve hayatın sonlu oluşu. “Zamanın geçti, kabirden başka mekânın var mı?” sorusu, insanın fani tabiatına dair sert bir yüzleşmedir. Sınırsız emelleri olan insan, her an yaklaşan ecel karşısında ne yapacağını şaşırır. “Biçare! Aczine ve fakrına bir had var mı? … Emellerin nihayetsizdir, ecelin yakındır.” Bu derin çelişki, insanı bir çıkmaza sürükler gibi görünse de, aslında doğru yolu gösteren bir pusuladır.
Bu acizlik ve fakirlik idraki, insanın kendi gücüyle var olamayacağını, bir Yaratıcıya muhtaç olduğunu anlamasını sağlar. Hayatın zorlukları, hastalıklar, kayıplar ve hüzünler karşısında insan, kendi iradesinin ne kadar sınırlı olduğunu fark eder. İşte bu farkındalık, insanı bir sığınak aramaya iter. Fıtraten zayıf ve muhtaç olan insan, güçlü ve zengin bir dayanak noktası arar. Bu dayanak, kendi gücünün bittiği yerde başlar. “Odur herkese nokta-i istinad. Odur her zaife cihet-i istimdad..” Bu dayanak, her şeye gücü yeten, sonsuz zenginlik sahibi olan Yaratıcıdır.
Tarihte, bu gerçeği idrak eden pek çok insan, zayıflıklarını bir güç kaynağına dönüştürmüştür. Peygamberler, en zor anlarında dahi Allah’a tevekkül etmiş, O’na sığınmış ve bu sayede imkânsız gibi görünen başarıları elde etmişlerdir. Hz. İbrahim’in ateşe atılması, Hz. Musa’nın denizi yarması, Hz. Yusuf’un zindanda sabrı… Bütün bunlar, kendi acizliğinin farkında olanların, Yaratıcı’nın sonsuz gücüne dayanarak nasıl büyük mucizeler gösterebildiklerinin en güzel örnekleridir. İnsanın gücü, kendi acizliğini bilip Yaratıcı’nın kudretine iltica etmesinde saklıdır.
Özet: Bu makale, insanın fani ve aciz bir varlık olduğunu, sınırsız arzularına karşı ömrünün sınırlı olduğunu ele almaktadır. Bu çaresizlik karşısında insanın bir sığınak ve dayanak noktasına ihtiyaç duyduğu ve bu dayanağın ancak sonsuz güç sahibi Yaratıcı olabileceği vurgulanmaktadır.
4. İbrahim Hakkı ve Tevekkülün Sanatı
İktibas: “…O hem Hakîm’dir, hem Rahîm’dir. Mülkünde istediği gibi tasarruf eder, çevirir. Dehşet aldığın zaman, İbrahim Hakkı gibi ‘Mevlâ görelim neyler, neylerse güzel eyler’ de, pencerelerden seyret, içlerine girme…” (Mektubat – 224)
İzah ve Açıklama: Bu metin, Allah’ın iki temel sıfatı olan “Hakîm” (her şeyi hikmetle yapan) ve “Rahîm” (sonsuz merhamet sahibi) sıfatlarına dikkat çekmektedir. Kâinatta meydana gelen olaylar, bazen insana dehşet verici ve anlamsız gelebilir. Ancak bu olayların arkasında bir hikmet ve rahmetin bulunduğuna inanmak esastır. Bu noktada, meşhur düşünür Erzurumlu İbrahim Hakkı’nın “Mevlâ görelim neyler, neylerse güzel eyler” sözü, tam bir tevekkül ve teslimiyet ifadesidir. İnsanın bu olayları, sanki bir pencereden dışarıyı seyreder gibi, dışarıda kalarak, yani duygularına kapılmadan ve gereksiz endişeye düşmeden izlemesi gerektiği vurgulanır.
Makale: Hikmet ve Rahmet Aynasında Tevekkül
Hayat, kimi zaman akıl almaz ve dehşet verici olaylarla doludur. Savaşlar, salgın hastalıklar, doğal afetler… İnsan, bu olayların karşısında kendini çaresiz ve anlamsız bir varlık gibi hissedebilir. Bu his, Yaratıcı’nın kudretine olan imanı sarsabilir. İşte bu zor anlarda, “O hem Hakîm’dir, hem Rahîm’dir. Mülkünde istediği gibi tasarruf eder, çevirir.” hakikati, sarsılmaz bir iman pınarıdır. Yaratıcı, her işi bir hikmet ve merhametle yapar. Bizim için kötü görünen bir olay, gelecekte daha büyük bir hayrın kapısını aralayabilir.
Bu ilahi hakikat, insanı gereksiz endişe ve panikten kurtarır. Erzurumlu İbrahim Hakkı’nın meşhur sözü “Mevlâ görelim neyler, neylerse güzel eyler”, bu teslimiyetin en güzel özetidir. Bu söz, bir pasiflik değil, aksine, insanın kendi sorumluluğunu yerine getirdikten sonra sonucunu Yaratıcı’nın hikmetine bırakmasıdır. İnsanın görevi, olayların içine girip çaresizliğe düşmek değil, onları bir pencereden seyrederek ibret almaktır. Yani, olayların görünen yüzüne takılıp kalmamak, arkasındaki ilahi hikmeti aramaktır. Bu durum, bir cerrahın hastasını ameliyat ederken gösterdiği merhametli sertliğe benzer. Hasta için acı verici olan bu işlem, aslında onun iyileşmesi için bir zorunluluktur.
Tarih boyunca bu teslimiyet ahlakı, pek çok insanın zorluklar karşısında dimdik durmasını sağlamıştır. Yunus Emre’nin “Cânım, varım, ben O’na teslim” deyişi, Mevlana’nın “Ne olursan ol yine gel” çağrısı, bu teslimiyetin farklı yansımalarıdır. Bu teslimiyet, bir yenilgi değil, bilakis en büyük zaferdir. Zira insan, acizliğinin farkına varıp Yaratıcı’nın sonsuz gücüne dayandığında, iç huzurunu bulur ve hayatın fırtınaları karşısında sarsılmaz bir duruş sergiler.
Özet: Bu makale, hayatın zorlukları karşısında Yaratıcı’nın hikmet ve merhametine güvenmenin önemini vurgulamaktadır. İbrahim Hakkı’nın sözüyle ifade edilen tevekkül anlayışı, olayların görünen yüzüne takılıp kalmadan, onların ardındaki ilahi manayı aramayı ve iç huzurunu korumayı öğretir.
5. Kader ve Kalıp
İktibas: “Kader, her şeye bir mikdar ve o mikdara göre bir kalıb vermiştir. Feyyaz-ı Mutlak’tan aldığı feyze olan kabiliyeti o kalıba göredir.” (Mesnevi-i Nuriye – 181)
İzah ve Açıklama: Bu metin, kaderin, her bir varlığın varoluşuna dair belirlenmiş bir ölçü (mikdar) ve bu ölçüye uygun bir şekil (kalıp) verdiğini ifade etmektedir. Her varlığın, sahip olduğu özellikler ve yetenekler, bu belirlenmiş kalıp içerisinde gelişir. Feyyaz-ı Mutlak (sonsuz feyz ve ihsan sahibi) olan Allah’tan gelen feyz (manevi akış, bereket), o varlığın fıtri yeteneğine (kabiliyeti) göre şekillenir. Yani, bir ağacın meyve vermesi, bir kuşun uçması, bir insanın düşünme yeteneği, hepsi kendi kalıpları içinde ve ilahi bir belirlemeyle gerçekleşir.
Makale: Varoluşun Mükemmel Tasarımı
Kâinatta rastgele hiçbir şey yoktur. Gözümüzün görebildiği her bir varlık, en küçük atomdan en büyük galaksilere kadar, belli bir düzen ve ölçü içinde yaratılmıştır. Bu düzenin en önemli sırrı ise kaderdir. Kader, her bir varlığa biçilmiş birer elbise, birer şablon gibidir. “Kader, her şeye bir mikdar ve o mikdara göre bir kalıb vermiştir.” Bu kalıplar, varlıkların potansiyellerini ve sınırlarını belirler. Bir elma çekirdeği, bir çam ağacı olamaz; bir kuş, bir balık gibi suda yaşayamaz. Her biri kendi fıtratına uygun bir kalıp ve ölçü ile donatılmıştır.
Bu kader, aynı zamanda varlıkların potansiyellerini açığa çıkarmaları için bir zemin de hazırlar. “Feyyaz-ı Mutlak’tan aldığı feyze olan kabiliyeti o kalıba göredir.” Bu ifade, yaratılışta her varlığın, kendisine verilen kabiliyet kadar bir lütuf ve bereket alacağını gösterir. Tıpkı bir çiçeğin topraktan sadece kendisine lazım olan suyu ve besini alması gibi, her bir varlık da Yaratıcıdan aldığı feyzi, kendi fıtratının elverdiği ölçüde kullanır. Bu durum, hiçbir varlığın boş yere yaratılmadığını ve her birinin evrenin mükemmel işleyişinde bir rolü olduğunu isbatlar.
Tarihte, bu kader inancı, insanlara hem bir teselli kaynağı hem de bir motivasyon kaynağı olmuştur. Zorluklar karşısında “kader böyleymiş” diyerek tevekkül etmek, imanın bir yansımasıdır. Ancak bu, pasif bir bekleyiş anlamına gelmez. Tam tersine, insan kendi kalıbının farkına varmalı, kendisine verilen yetenekleri keşfetmeli ve bu yetenekleri en iyi şekilde kullanarak hayatına bir anlam katmalıdır. Ressam fırçasını, şair kalemini, bilim adamı aklını bu kalıp içinde en iyi şekilde kullanır. Bu anlayış, insanı bir başkasının hayatını taklit etmekten kurtarır ve kendi özel yolculuğuna odaklanmasını sağlar.
Özet: Bu makale, kaderin her varlığa bir ölçü ve kalıp verdiğini ve bu kalıpların, varlıkların Yaratıcıdan alacağı feyze olan kabiliyetlerini belirlediğini anlatmaktadır. Bu ilke, her varlığın kendine özel bir potansiyeli olduğunu ve bu potansiyeli kullanarak evrenin bütünlüğüne katkıda bulunduğunu vurgulamaktadır.
6. İnsan, İman ve Sanat-ı İlahiye
İktibas: “İnsan, iman ile insanda tezahür eden sanat-ı ilahiye ve nukuş-u esma-i Rabbaniye itibarıyla bir kıymet alır.” (Sözler, Risale-i Nur)
İzah ve Açıklama: Bu metin, insanın gerçek değerini neyin belirlediğini açıklar. İnsanın kıymeti, sadece biyolojik bir varlık olmasından değil, iç dünyasında ve görünüşünde tecelli eden ilahi sanatın (sanat-ı ilahiye) ve Rabbi’nin isimlerinin nakışlarının (nukuş-u esma-i Rabbaniye) yansımalarından gelir. Bu tecelliler, ancak iman ile doğru bir şekilde anlaşılır ve anlamlandırılır. İman, insanı bu ilahi sanatı görebilen bir ayna haline getirir ve böylece ona eşsiz bir değer kazandırır.
Makale: İnsanlığın Yüce Değeri ve İman Aynası
İnsanoğlu, yeryüzünün en karmaşık ve en gizemli varlığıdır. Fiziksel ve biyolojik yapısının mükemmelliği, akıl ve irade gibi eşsiz yetenekleri, onu diğer canlılardan ayırır. Ancak bir insanın gerçek değeri, sadece bu özelliklerden mi gelir? İşte bu soruya cevaben, “İnsan, iman ile insanda tezahür eden sanat-ı ilahiye ve nukuş-u esma-i Rabbaniye itibarıyla bir kıymet alır.” hakikati ortaya çıkar. İnsan, sadece bir et ve kemik yığını değil, Yaratıcı’nın sanatının en güzel eseri, isimlerinin en parlak aynasıdır.
İnsandaki mükemmel beyin yapısı, karmaşık sinir sistemi, kalbin ritmik atışı, gözün kusursuz mekanizması… Bütün bunlar, rastgele oluşmuş şeyler değil, Yaratıcı’nın Sanat-ı İlahiyesinin birer şaheseridir. İnsan yüzündeki ifadeler, sesindeki tonlamalar, duygularındaki derinlikler, hepsi Esma-i Rabbaniye’nin nakışlarıdır. Örneğin, insandaki şefkat, Yaratıcı’nın Rahim isminin; adalet duygusu, Adl isminin; ilim arzusu ise Âlim isminin bir yansımasıdır. İnsan, bu tecellileri ancak iman gözüyle görebilir. İman, bu nakışları okuyabilen bir anahtar, bu sanatı anlayabilen bir kalp gözüdür. İman etmeyen bir insan, bu nakışları göremez ve sadece biyolojik bir varlık olarak kalır.
Tarih boyunca bu hakikati idrak edenler, insanlığa en büyük hizmetleri sunmuşlardır. Yunus Emre’nin “Yaratılanı severim yaratandan ötürü” deyişi, insanın taşıdığı ilahi sanatın bir kabulüdür. Mevlana’nın “Gel” çağrısı, her insanda bulunan ilahi potansiyeli görmenin bir sonucudur. İman, insanı benmerkezcilikten kurtarır ve onu, evrenin ve tüm varlıkların Yaratıcısı’na bağlar. Bu bağ, insana sadece bir değer vermekle kalmaz, aynı zamanda ona bir amaç ve anlam da kazandırır. O artık amaçsız bir varlık değil, ilahi sanatı taşıyan ve yansıtan yüce bir halifedir.
Özet: Bu makale, insanın gerçek değerinin sadece fiziksel özelliklerinden değil, iç dünyasında ve dış görünüşünde tecelli eden ilahi sanat ve isimlerin bir yansıması olarak ortaya çıktığını açıklamaktadır. Bu değerin ancak iman ile anlaşılabileceği ve imanın, insana bu ilahi nakışları okuma ve bu sayede eşsiz bir kıymet kazanma yeteneği verdiği vurgulanmaktadır.
Genel Makale Özeti ve Bütünlük Değerlendirmesi
Bu makaleler serisi, farklı açılardan Yaratıcı’yı ve O’nun kâinattaki tecellilerini tanıma ve anlama çabasını ele almaktadır. İlk makale, Yaratıcı’yı sınırlı aklımızla ancak O’nun isim ve sıfatları aracılığıyla tanıyabileceğimizi vurgulayarak bir başlangıç noktası sunar.
İkinci makale, bir kedinin mırıltısı gibi küçük ve önemsiz görünen bir olayda bile ilahi merhametin izlerini görebileceğimizi, böylece kâinattaki her şeyin bir anlam taşıdığını anlatır.
Üçüncü makale, insanın fani ve aciz bir varlık olduğunu kabul ederek, bu acizliğin Yaratıcı’nın sonsuz gücüne sığınmak için bir sebep olduğunu açıklar.
Dördüncü makale, hayatın zorlukları karşısında tevekkül ve teslimiyetin önemini, her olayın ardında bir hikmet ve rahmetin bulunduğunu anlatır.
Beşinci makale, kaderin her varlığa biçtiği özel bir kalıp ve ölçü olduğunu, bu sayede her şeyin mükemmel bir düzen içinde var olduğunu gösterir.
Son olarak, altıncı makale, tüm bu tecellilerin en büyüğünün insanda olduğunu ve insanın gerçek değerini, içindeki ilahi sanatı imanla okumasıyla kazandığını vurgular.
Bu makaleler, birbirinden bağımsız konuları ele alsa da, ortak bir tema etrafında birleşir: Yaratıcı’yı tanımak ve O’na iman etmek. Her biri, farklı bir pencereden kâinat kitabını okumayı öğretir. Bir bütün olarak ele alındığında, bu metinler, insanın kendi varlığını, kâinatı ve Yaratıcı’yı anlamak için nasıl bir yolculuğa çıkması gerektiğini gösteren kapsamlı bir rehber niteliğindedir. Bu yolculuk, dışarıdaki büyük olaylardan, içimizdeki en derin hislere kadar her şeyi kapsar ve sonuçta, insanın kendi acizliğini bilip Yaratıcı’nın sonsuz kudretine sığınmasıyla tamamlanır.
Gündem: “Ortak Zulüm” , Soykırım Tartışması ve Ağlayan Gazze
Özet. Son iki yılda Gazze’de yaşananlar hem bölgesel hem de küresel siyaseti derinden sarstı. Savaşa ilişkin insani bilanço, uluslararası hukuk tartışmaları, devletler arası askeri ve diplomatik ilişkiler ve sivil topluma yansıyan öfke, bu olayı sadece “bir çatışma” olmaktan çıkarıp tarihe geçecek bir dönemeç hâline getirdi. Bu makale, sonuçları kronolojik ve kavramsal bir açıdan değerlendirerek “İsrail–ABD ortaklığı” iddialarının köklerini, “soykırım” ifadelerinin hukuki ve siyasi boyutlarını ve Gazze’deki insani krizin tarihî anlamını tartışır.
1. Kısa tarihçe ve çatışmanın dönüşümü
2023 Ekim’inde başlayan saldırılar, bölgesel dinamikleri ve uluslararası ilişkileri hızla değiştirdi. Olayların ilk safhası askerî çatışma niteliğinde iken, takip eden aylarda altyapının tahribi, ablukalar, kıtlık riski ve kitlesel sivil ölümleri gündemi şekillendirdi. Bu durum, savaşın “sadece askerî operasyon” olmaktan çıkıp bir “insani felaket” hâline gelmesine yol açtı; uluslararası toplumda tartışmalar, yardım erişimi, silah satışları ve hukuki tanımlamalar ekseninde yoğunlaştı. (Genel kronoloji ve insani etkiler için bkz. ilgili haber raporları; aşağıda kaynaklar belirtilmiştir.)
2. ABD–İsrail ilişkileri: askerî destek ve tartışmalı satışlar
ABD ile İsrail arasındaki stratejik işbirliği uzun yıllara dayanır; eğitim, istihbarat paylaşımı ve askeri yardım bu ilişkinin temel sütunlarıdır. 2025 sonbaharında gündeme gelen yeni silah satışları —örneğin yaklaşık 6 milyar dolarlık Apache helikopterleri ve zırhlı araçlar ihtiva eden paket— Washington ile Tel Aviv arasındaki askeri bağın günlük bir göstergesi olarak yorumlandı. Bu tür tekliflerin Kongre onayına sunulması, hem ABD içinde hem de dünya çapında yoğun politik ve ahlaki tartışmalara yol açtı; bazı milletvekilleri ve sivil toplum aktörleri, ileri düzey saldırı teçhizatının sivil kayıpları artırabileceğini ve bu nedenle durdurulması gerektiğini savundu.
İsrail’in zulmüne ABD sadece destek olmadı, aynı zamanda ortak oldu.
Tartışma noktası: Bir devletin başka bir devlete askerî teçhizat satması uluslararası hukukta genellikle yasaldır; ancak satışın “bilerek” sivil ölümlere katkı sağladığına dair makul şüphe varsa, silah transferini durdurma yükümlülüğü (ahlaki ve zaman içinde hukuki baskı) gündeme gelebilir. Bu durum, uluslararası ilişkilerde “suç ortaklığı” veya “suçta iştirak” tartışmalarına kapı açar.
3. İnsanî bilanço: ölümler, açlık ve sağlık krizi
Gazze içindeki resmi ve sivil kaynakların raporları, on binlerce sivilin hayatını kaybettiğini, yüz binlercesinin yerlerinden edildiğini ve geniş çaplı bir sağlık ve beslenme krizinin süregeldiğini gösteriyor. Birleşmiş Milletler organları ile uluslararası sağlık kuruluşları, Gazze’de kıtlık, yetersiz tıbbi bakım ve çocuklarda artan malnutrisyon ölümleri gibi bulgular bildirdi; WHO ve OCHA gibi kuruluşların değerlendirmeleri, insani durumun “kritik” olduğunu ortaya koyuyor. Bu insani veriler, hem saha gerçekliğini hem de hukuki değerlendirmeler açısından önemli bir arka plan sunar.
4. “Soykırım” beyannamesi: hukuki çerçeve ve siyasi sonuçlar
Uluslararası hukukta “soykırım” tanımı 1948 Genocide Convention’da yer alır: bir ulusal, etnik, ırki veya dini grubu “tamamen veya kısmen yok etme” kastıyla işlenen belirli eylemler soykırım sayılır. Bu kastın (intent) açık ve net olarak belirli fiillerin (öldürme, ciddi bedeni/ruhi zarar verme, yaşam koşullarını yok edici şekilde dayatma, doğumları engelleyici tedbirler vb.) sistematik ve hedefli şekilde uygulanması, soykırım olduğunu açıkça göstermektedir
2025’in ortalarında Birleşmiş Milletler tarafından hazırlanan ve bağımsız üç üyeden oluşan bir komisyonun raporu, bazı üst düzey İsrail yetkililerinin eylemlerinin ve söylemlerinin “soykırım” kriterlerini karşılayabileceği yönünde bir çok belge sundu; rapor, dört maddede (Genocide Convention’ın belirlediği beş fiilden dördünde) deliller bulunduğunu belirtti. Bu rapor, uluslararası siyaset, yaptırım tartışmaları ve adli süreçler açısından önemli etki oluşturdu.
5. Diplomasi, protestolar ve uluslararası kamuoyu
Bireysel devlet liderlerinin açıklamaları, parlamento kararları ve sivil toplum hareketleri krizin küresel yankısını belirliyor. Örneğin İspanya Başbakanı Pedro Sánchez’in sert eleştirileri ve bazı Avrupa ülkelerinin tepkileri, devlet-düzeyinde yaptırım ve izolasyon çağrılarını gündeme getirdi; İsveç gibi ülkelerde geniş protesto gösterileri ve entelektüel çevrelerden sert eleştiriler yükseldi. Kamuoyunun tepkisi, diplomasinin şekillenmesinde ve uluslararası hukuki yollara iten baskıda belirleyici oluyor.
6. Tarihî perspektif ve sonuç
Tarih, büyük insani felaketlerin yalnızca çatışma anındaki silah kullanımıyla sınırlı kalmadığını, aynı zamanda erişim engelleri, ekonomik kuşatma, altyapı yıkımı ve sürdürülmüş istikrarsızlığın uzun vadede “soykırım benzeri” sonuçlar doğurabileceğini gösterir. Nitekim geçmişte çeşitli örneklerde (Ruanda, Bosna, Darfur vb.) benzer tartışmalar uluslararası hukuk süreçlerine ve ulusal/uluslararası mahkemelere taşındı. Gazze durumu da muhtemelen gelecek yıllarda tarihçiler, hukukçular ve siyaset bilimciler tarafından “21. yüzyılın kritik bir sınavı” olarak ele alınacak ve sürekli İsrail’in bu soykırımı unutulmayacak ve hatırlanacaktır.
Öne çıkan sonuçlar:
• Askerî/ekonomik destek kararları sadece iki devlet arasında kapalı bir mesele değildir; uluslararası hukuki sorumluluk, sivil toplum baskısı ve vicdani kaygılar da karar vericiler üzerinde etkili olur.
• “Soykırım” BM raporlarıyla da tescil edilmiştir.
• İnsanî yardımin erişimi, açlık ve sağlık krizinin önlenmesi bugünün en acil ihtiyaçlarındandır; bu alanlarda uluslararası mekanizmaların güçlendirilmesi şarttır.
•
7. Ne yapılmalı? (Kısa politika önerileri)
• Acil insani koridorlar ve gıda/ilaç erişimi: Tarafsız uluslararası garantilerle geçici insani koridorların açılması.
• Silah transferlerinin bağımsız denetimi: Kritik teçhizat satışlarının insanî etki değerlendirmesi yapıldıktan sonra onaylanması.
• Bağımsız uluslararası soruşturmalar: Hukuki süreçlerin hızlandırılması ve delillerin korunması.
• Barış planına yatırım: Sadece askeri değil, ekonomik, insani ve politik çözümleri ihtiva eden kapsamlı bir yol haritası.
Kur’ân-ı Kerîm’de Peygamber Efendimiz’e (s.a.v.) olan saygı, sadece bir sevgi meselesi değil; imanla doğrudan bağlantılı bir edep ve itaattir. Ayetlerden hareketle şunları görebiliyoruz:
1. Onun Sözünü ve Davranışını Üstün Tutmak “Ey iman edenler! Allah’ın ve Resûlünün önüne geçmeyin. Allah’tan korkun. Şüphesiz Allah işitendir, bilendir.” (Hucurât, 49/1) 🔹 Burada “önüne geçmeyin” ifadesi; kendi görüşümüzü, aklımızı veya ölçümüzü, Resûlullah’ın (s.a.v.) getirdiği ölçülerin önüne koymamaktır. Saygı, önce itaat ve teslimiyetle başlar. 2. Sesleri Yükseltmemek, Edebi Korumak “Ey iman edenler! Seslerinizi Peygamber’in sesinin üstüne yükseltmeyin; birbirinize bağırdığınız gibi ona yüksek sesle hitap etmeyin. Yoksa farkına varmadan amelleriniz boşa gider.” (Hucurât, 49/2) 🔹 Bu ayet, zahiren bir konuşma adabı gibi görünse de, batınen çok daha derin bir ölçüdür: Resûlullah’ın şahsiyetine ve sünnetine karşı laubalilik, hafife alma, küçümseme, imanı tehlikeye atar. 3. Ona İtaat = Allah’a İtaat “Kim Peygambere itaat ederse, Allah’a itaat etmiş olur.” (Nisâ, 4/80) 🔹 Peygamber’e saygı, sadece bir duygu değil; onun emir ve yasaklarını Allah’ın emri bilip uygulamaktır. 🔹” Peygamber size ne verdiyse onu alın; size neyi yasakladıysa ondan da kaçının. Allah’a gönülden saygı bes¬leyip O’na karşı gelmekten sakının.” Haşr.7. 4. Ona Salât ve Selâm Getirmek “Şüphesiz Allah ve melekleri Peygamber’e salât ediyorlar. Ey iman edenler! Siz de ona salât edin ve tam bir teslimiyetle selâm verin.” (Ahzâb, 33/56) 🔹 Saygının en bariz tezahürü: sürekli salât ve selâm getirmek, onunla kalbî bir bağ kurmak. 5. Onu Üstün Sevgiyle Sevmek Kur’an, Peygamberimizin (s.a.v.) mü’minlere “canlarından daha yakın” olduğunu bildirir: “Peygamber, müminlere kendi nefislerinden daha önceliklidir.” (Ahzâb, 33/6) 🔹 Yani iman, Resûlullah’ı kendi nefsimizden, ailemizden ve dünyadaki her şeyden üstün tutmayı gerektirir. ✅ Özet: Kur’an’a göre Peygamberimize saygı; • Onun önüne geçmemek, • Sesimizi, sözümüzü ve fikrimizi onun ölçülerinin üzerine çıkarmamak, • Ona itaat etmek, • Sünnetine sarılmak, • Salât ü selâm getirmek, • Onu her şeyden çok sevmekle gerçekleşir. *** Ecdad buna istinaden bu mukaddes manalari hiç tek başına kullanmamış,sifatlarıyla, izafet terkibiyle dile getirmiştir. -Mekke-i Mükerreme -Kabe-i Muazzama -Beyti Atik -Medine-i Münevvere -Şam-ı Şerif -Hadis-i Şerif -Kudüs-ü Şerif -Mescidi Aksa -Mübarek Mescid -Mescidi Şerif -Mescidi Nebi -Makamı İbrahim -Haremi Şerif -Kuran-ı Kerim -Furkan-ı Hakim -Kitab-ı Mukaddes Kütüb-i mukaddes -Muhammed Mustafa -Ravza-i Mutahhara -Ramazanı Mübarek – Sahabe-i Kiram -Ashab-ı Güzin -Hatice-i Kübra -Fatimat-uz Zehra -Ebubekir-i Sıddık -Ömer’i Faruk -Aliyy-el Mürteza -Osman-ı Zinnureyn
****
Rasulullahı neden bu kadar çok seviyoruz? Çünkü 1400 küsur senedir bütün güzelliklerin temelinde o var? Neden mi bu kadar çok seviyoruz? Çünkü tüm güzellikler kesilmeden, sürekli artarak devam ediyor da ondan. Allahın isimlerinin tecellisi içinde en çok tecellilerin zuhuruna vesile odur da ondan. Mahlukat içinde en kemal ve zirve noktasında eşsiz olarak o bulunmaktadır. Mefhumu muhalifiyle, O Zatı kaldır, geriye ne kalır. Onca güzellikler kaybolup gider.
Kudüs’ün Tapusu ve İnsanlığın Vicdanı
Osmanlı arşivlerinde muhafaza edilen 170 bin Kudüs tapusu, yalnızca bir mülkiyet belgesi değildir. Bu kayıtlar, tarihin sahih şahitleri, hukukun canlı vesikaları ve bugün Filistin halkının en güçlü delillerinden biridir. Kudüs’ün Osmanlı defterlerinde kayıtlı olması, yalnızca hukuki bir mesele değil; aynı zamanda bir medeniyet hafızasıdır.
Bugün İsrail Başbakanı Netanyahu’nun “Kudüs bizim şehrimiz” iddiası, bu belgelerin varlığı karşısında aciz bir söylemden ibarettir. Çünkü tarih yalan söylemez. Kudüs’ün taşına, toprağına, mescidine, hanına ve vakıf malına dair kayıtlar, asırlar boyunca Osmanlı’nın adaletli idaresiyle şekillenmiştir. Bu gerçek, yalnızca Müslümanların değil, Kudüs’te yaşayan bütün milletlerin ortak mirasıdır.
Tarihin Sesini Susturamazsınız
Arşiv Dairesi Başkanı Abdullah Ünlü’nün dediği gibi, bu belgeler hukuki ispat vesikalarıdır. 1566’dan itibaren kayda geçen defterler, bugünün tartışmalarına en güçlü cevaptır. Netanyahu’nun söylemleri, bir hak iddiası değil, olsa olsa bir çaresizlik ilanıdır. Çünkü hak, zorbalıkla değil, belgelerle ve tarihî gerçeklerle sabittir.
Gazze’de İnsanlığın İmtihanı
Ne var ki mesele yalnız Kudüs’ün mülkiyeti değildir. Bugün Gazze’de, dünyanın gözü önünde bir soykırım işlenmektedir. 65 bini aşkın canın kaybedildiği bu trajedide, insanlığın onuru bombalar altında kalmaktadır. Adalet Bakanı Yılmaz Tunç’un da işaret ettiği gibi, “Bu hukuksuzluğa engel olmak” yalnız Filistinlilerin değil, bütün insanlığın vazifesidir.
Evet, uluslararası hukuk, insan hakları sözleşmeleri, Birleşmiş Milletler kararları vardır. Fakat bunlar, eğer güçlülerin çıkarı uğruna rafa kaldırılıyorsa, kağıttan birer kuraldan öteye geçemez. Gerçek adalet, ancak insanlığın vicdanında hayat bulabilir.
Batı’nın İki Yüzü
Bugün Fransa ve Portekiz’in Filistin Devleti’ni tanıma hamleleri, tarihi bir adım olarak değerlendirilebilir. Ancak diğer tarafta ABD’nin, BM’deki ateşkes çağrılarını veto etmesi, Batı’nın ikiyüzlü tavrını açıkça ortaya koymaktadır. İsrail’in zulmüne verilen bu sınırsız destek, yalnızca Filistinlilerin değil, bütün insanlığın vicdanında kapanmaz yaralar açmaktadır.
Ben & Jerry’s’in kurucusunun istifası bile, şirketlerin dahi bu sessizlik komplosuna alet edildiğini göstermektedir. Susmak, zulme ortak olmaktır.
Erdoğan’ın Sözü ve Tarihin Hatırlattığı Hakikat
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın TEKNOFEST’te söylediği “Kudüs-ü Şerif’e ait tek bir çakıl taşını dahi vermeyiz” ifadesi, sadece bir siyasi söylem değil; tarihî bir sorumluluğun ilanıdır. Çünkü Kudüs, İslam dünyasının kalbi, insanlığın ortak vicdanıdır.
Sonuç: Kudüs ve Gazze, İnsanlığın Aynasıdır
Bugün Kudüs’ün Osmanlı tapuları, tarihten yükselen bir hakikat feryadıdır. Gazze’de dökülen kan ise insanlığın utanç belgesidir. Bir yanda arşivlerde saklanan adalet vesikaları, diğer yanda çocukların, kadınların canına kasteden zulmün vesikaları…
Tarih, her ikisini de kaydediyor. Ve bir gün gelecek; mazlumların gözyaşı zalimlerin zulmünü boğacak. Çünkü Kudüs yalnızca taşlardan ibaret değildir; Kudüs, insanlığın imtihanıdır.
Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
Makale: Varlığın İmtihanı ve Hakikatin Işığı
Hayat, kimi zaman akıntıya karşı kürek çekmek gibidir; zorluklarla dolu, meçhul ve yorucu. Ancak bu zorluklar, aynı zamanda ruhumuza derinlik katan, bizi dönüştüren imtihanlardır. Bu imtihanlara ve hayatın farklı veçhelerine dair derin ve düşündürücü hakikatleri barındırıyor.
İtaat ve İmtihan: Yaratılışın Özü
Allah’ın (c.c.) Hz. Adem’e secde etme emrine karşı gelerek, ‘Sana emrettiğimde seni secde etmekten alıkoyan nedir?’ sorusuna maruz kalan İblis’in durumu, itaat ve isyan arasındaki ince çizgiyi gözler önüne seriyor. Bu ayet, insanın yaratılış gayesini, yani Allah’a kul olmayı ve O’nun emirlerine mutlak bir teslimiyet göstermeyi vurgular.
İblis, kendini ateşten yaratılmış, Adem’i ise çamurdan yaratılmış görerek üstünlük iddia etti. Bu kibir ve gurur, onu ebedi bir helake sürükledi. Bu olay, bize kibir, isyan ve cehaletin birleştiğinde ne kadar yıkıcı olabileceğini gösterir. İnsan, kendi nefsini ve aklını mutlak hakikat sanarak ilahi emirlere karşı geldiğinde, İblis’in düştüğü duruma düşebilir. Bu nedenle, tevazu ve teslimiyet, hakikate ulaşmanın yegâne yollarıdır.
Her Şeyde Bir Güzellik Vardır
Kainattaki her şeyin iki tür güzelliği vardır:
‘Her şeyde, hattâ en çirkin görünen şeylerde, hakikî bir hüsn ciheti vardır. Evet, kâinattaki her şey, her hâdise, ya bizzat güzeldir, ona hüsn-ü bizzat denilir; veya neticeleri cihetiyle güzeldir ki, ona hüsn-ü bilgayr denilir.’
Bu ifade, görünüşte kötü veya çirkin gibi duran olayların bile içinde bir hayır barındırdığını anlatır. Örneğin, bir hastalığın getirdiği zorluklar, kişiyi sabır, şükür ve manevi arınma gibi güzelliklere ulaştırabilir. Kışın çetin soğukları, baharın eşsiz canlılığının habercisidir. Yani, bazen doğrudan göremediğimiz güzellikler, olayların sonuçlarında veya uzun vadeli etkilerinde ortaya çıkar. Bu bakış açısı, bizi olaylara daha geniş bir perspektiften bakmaya ve her durumda Allah’ın hikmetini aramaya davet eder. Bu, umutsuzluğa düşmeden yaşamanın ve her anın bir ders olduğunu anlamanın anahtarıdır.
İman ile Gelen Hoşnutluk
Bir diğeri ise, iman nimetinin ne kadar değerli olduğunu ve bu nimete sahip olan birinin hayatın tüm aşamalarını hoş karşılayabileceğini belirtiyor: ‘Madem iman gibi hadsiz derecede kıymettar bir nimet bizde vardır. İhtiyarlık da hoştur, hastalık da hoştur, vefat da hoştur. Nâhoş bir şey varsa o da günahtır, sefahattir, bid’atlardır, dalâlettir.’
İman, zorlukları hafifleten bir kalkan gibidir. İhtiyarlığın getirdiği zayıflık, hastalıkların verdiği sıkıntı ve hatta ölümün kendisi, iman ehli için birer imtihan ve manevi yükseliş vesilesidir. Çünkü onlar, bu zorlukların sonunda Rablerine kavuşacaklarını ve bu dünyadaki geçici sıkıntıların, ebedi mutluluğun habercisi olduğunu bilirler. Makalenin vurguladığı gibi, gerçek “nâhoş” şeyler, yani tatsız ve kötü olanlar, Allah’ın rızasına uymayan günahlar ve sapkınlıklardır.
Duaya Verilen Karşılık: Kırık Kalplerin Gücü
Duaların gücüne ve özellikle de çaresiz kalmış, kalbi kırık insanların dualarının büyük tesirine dikkat çeken ifadede:
‘Bilahassa muztar olanların dualarının büyük bir tesiri vardır… Demek dualara cevap veren zât, bütün mahlûkata hâkim-dir. Öyle ise bütün mahlûkata dahi Hâlık’tır.’
Dua ile Allah arasında kurulan doğrudan ve sarsılmaz bağı anlatır. Bir dertten kurtulmak için çaresizce yapılan dua, yani muztar kalan birinin duası, ilahi kudretin harekete geçmesine sebep olabilir. Bu durumu, “kırık bir tahta parçası üzerindeki fakir ve kalbi kırık bir masumun duası” ile denizin fırtınasının dinmesi gibi mucizevi bir örnekle somutlaşıyor. Bu örnek, Allah’ın dualara cevap veren, tüm varlıkların sahibi ve yaratıcısı (Halık) olduğunu gösterir. Dua, bu nedenle bir güçsüzlük değil, aksine en büyük güçtür.
Yeterince Verilen Ömür: Düşünmenin Sorumluluğu
İnsanların düşünmek ve ibret almak için yeterli bir ömre sahip olduğunu vurgulayan ayette:
‘Size, düşünebilecek kimsenin düşünebileceği kadar ömür vermedik mi?’ (Fâtır Sûresi, 37. Ayet).
Bu ayet, ömrün sadece nefes alıp vermekle geçen bir zaman dilimi olmadığını, aksine bir tefekkür ve sorumluluk dönemi olduğunu ifade eder. İnsan, kendisine verilen bu hayatı, etrafındaki ilahi işaretleri, evrendeki mükemmel düzeni ve kendi varlığını sorgulamak için kullanmalıdır. Eğer insan, kendisine verilen bu yeterli ömrü düşünmeden, boş bir şekilde geçirirse, büyük bir fırsatı kaçırmış olur. Bu, her birimizin hayatı boyunca sürekli kendimize sormamız gereken bir sorudur.
‘Binaenaleyh İncil’de Ahmed, Tevrat’ta Ahyed, Kur’an’da Muhammed ismiyle müsemma, iki cihanın güneşi, kabrin arka tarafında milyonlarca Farukî Ahmedler ile muhat olarak sakindir. Onların ziyaretlerine gitmek için niye acele etmiyoruz? Geri kalmak hatadır.’
Bu metin, Hz. Muhammed’in (s.a.v.) sadece bir peygamber değil, aynı zamanda tüm peygamberlerin ve kitapların müjdelediği bir zat olduğunu anlatır. “İki cihanın güneşi” olarak nitelenmesi, onun getirdiği ilahi ışığın hem bu dünyayı hem de ahireti aydınlattığını gösterir. Bu yazı, bizi ahirete ve ebedi hayata hazırlanmaya, dünyevi meşguliyetleri bir kenara bırakarak manevi rehberliğin peşinden gitmeye teşvik eder. Bu, dünya hayatında uyanık olmanın ve asıl varış yerinin ahiret olduğunu hatırlamanın bir yoludur.
Makalenin Özeti
Bu makale, farklı derin anlamlı metinleri bir araya getirerek hayatın manevi veçhelerini irdelemektedir.
İlk olarak, Allah’a itaat ve teslimiyetin önemi vurgulanarak, kibir ve isyanın sonuçları ele alınmıştır.
İkinci olarak, görünüşteki kötülüklerin bile içinde bir hayır barındırdığı ve bu duruma “hüsn-ü bilgayr” denildiği anlatılmıştır.
Üçüncü olarak, iman nimetinin yaşlılık, hastalık ve ölüm gibi zorlukları nasıl hoş kıldığından bahsedilerek, asıl kötü olanın günahlar olduğu belirtilmiştir.
Ardından, çaresiz insanların duasının gücü ve Allah’ın dualara cevap verici (Halık) olduğu açıklanmıştır.
Beşinci olarak, insanın düşünmek ve tefekkür etmek için yeterli bir ömre sahip olduğu ve bu ömrü boş geçirmemesi gerektiği hatırlatılmıştır.
Son olarak, Hz. Muhammed’in (s.a.v.) ebedi makamı ve ona tabi olmanın önemi üzerinde durulmuştur.
Genel olarak, makale, bu hayatın bir imtihan olduğu ve bu imtihanı anlamak için iman, tefekkür ve teslimiyetin kilit rol oynadığına dikkat çekmektedir.
Oyunların Görünen ve Görünmeyen Yüzü: Hakan Fidan’a Suikast Girişimi ve Tarihî Süreç
Tarihin en ibretli derslerinden biri şudur: Milletlerin bağımsızlık mücadelesinde, en çok hedef alınanlar, karanlık planları bozanlardır. Son günlerde Dışişleri Bakanı Hakan Fidan’ın açıkladığı “arsenik ve cıva ile suikast girişimi” bu hakikati bir kez daha gözler önüne serdi. Görünürde bir tesadüf gibi durabilir; fakat tarihî sürece bakıldığında bunun ne kadar derin bağlantıları olduğu ortaya çıkar.
7 Şubat MİT Krizi: Gizli Eller Açığa Çıkıyor
2012’deki “7 Şubat MİT kumpası”, aslında sadece bir yargı operasyonu değil; devletin kalbine yöneltilmiş stratejik bir saldırıydı. O gün hedef alınan isimlerin başında dönemin MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ın bulunması tesadüf değildi. Çünkü MİT, özellikle çözüm süreçleri, terör dengeleri ve dış bağlantılar noktasında “oyun kuran” değil, “oyun bozan” bir aktör hâline gelmeye başlamıştı.
FETÖ eliyle sahnelenen o operasyon, aslında Türkiye’nin devlet aklını felç etme girişimiydi. Başarılı olsaydı; hem devletin mahremiyeti çözülmüş, hem de ülkenin bağımsız karar mekanizmaları tamamen dışa bağımlı hâle gelmiş olacaktı.
Suikast Girişimi: Tesadüf mü, Zincirin Bir Halkası mı?
Fidan’ın açıkladığı zehirleme girişimi, 7 Şubat kumpasının ve ardından gelen 15 Temmuz’un bir devamı niteliğinde okunmalıdır. Çünkü tarih şunu gösteriyor: Birileri Türkiye’nin devlet reflekslerini törpülemek, oyun kurucu aklını susturmak istiyor.
Arsenik ve cıva gibi sinsice kullanılan yöntemler, düşmanın ne kadar gözü kara ve aynı zamanda ne kadar korkak olduğunu gösterir. Açık savaşla değil, zehirle vurmayı seçmeleri, aslında verdikleri mücadelenin ne kadar karanlık ve gayrimeşru olduğunun delilidir.
15 Temmuz ve MİT’in Rolü
Tarihte birçok darbe girişiminde istihbaratın ya göz yumması ya da yetersiz kalması, süreci kolaylaştırmıştı. Ancak 15 Temmuz’da MİT’in erken uyarısı, darbenin seyrini değiştirdi. Bu, belki de devletin kader çizgisinde en kritik dönemeçlerden biriydi. Hakan Fidan’ın ve ekibinin rolü burada hayati bir önem arz ediyordu.
Darbenin başarısızlığa uğraması, sadece tankların yollarda durdurulması değil; aynı zamanda devlet aklının zamanında devreye girmesiyle mümkün oldu. Bu da belli ki, karanlık odakların hafızasında unutulmaz bir yara açtı.
Neden Fidan?
Çünkü Fidan, sadece bir bürokrat değil; devlet aklının yeniden inşasında anahtar bir aktör. Oyun kuranları tanıyan, onların planlarını deşifre eden, milletin geleceğini ipotek altına almak isteyenlere karşı set olan bir figür.
Onun şahsında aslında Türkiye’nin “bağımsız iradesi” hedef alınıyor. Bugün zehirle, dün kumpasla, evvelsi gün darbe ile… Hepsi aynı zincirin farklı halkalarıdır.
Tarihin İbret Dersi
Tarih boyunca, milletlerin mukadderatında kritik görevler üstlenen isimler hedef alınmıştır. Osmanlı’dan günümüze kadar nice devlet adamı, ya hançerle ya zehirle ya da kumpasla devre dışı bırakılmıştır. Ama tarih aynı zamanda şunu da gösterir: Hak ve adalet mücadelesinde hedef alınanlar, aslında en doğru yerde duranlardır.
Sonuç: Milletin Hafızası Diri Kalmalı
Bugün yapılması gereken, bu suikast girişimini bir bireysel olay gibi değil, Türkiye’nin bağımsızlık mücadelesinin bir parçası olarak okumaktır. Hakan Fidan şahsında aslında bir mesaj verilmek istenmiştir: “Oyunları görmeyin, çomak sokmayın, sessiz kalın.”
Ama bu milletin tarihi, oyunları bozanların, çomak sokanların ve sessiz kalmayanların tarihi olmuştur. Ve ibretli olan şu ki: Her saldırı, milletin bağışıklığını güçlendirmiş, devlet aklını daha da keskinleştirmiştir.
Küresel Vicdanın Uyanışı ve Filistin’in Direnişi
Filistin meselesi, yalnızca Orta Doğu coğrafyasının değil, tüm insanlığın vicdanını sınayan bir imtihandır. Bugün Gazze’de yaşanan katliamlar, bir yandan siyonist zulmün boyutlarını ortaya koyarken, diğer yandan dünyadaki toplumsal uyanışın ve küresel vicdan hareketinin büyüdüğünü göstermektedir.
Sanat Dünyasının Vicdan Çağrısı
Oscar ödüllü oyuncu Cillian Murphy, Joaquin Phoenix, Javier Bardem, Penélope Cruz ve genç şarkıcı Billie Eilish gibi dünya çapında tanınan sanatçılar, Filistin için bir araya gelerek hazırladıkları video çalışmasında zulme dikkat çektiler. Bu, Hollywood’un uzun yıllar boyunca İsrail yanlısı propagandanın merkezi olarak algılanmasına karşı önemli bir kırılmayı işaret etmektedir.
Susan Sarandon örneğinde olduğu gibi, Filistin’e destek veren birçok sanatçı işlerinden edilse de bu sesler susturulamamış, bilakis daha da güçlenmiştir. Sarandon’un “Herkes özgür olana kadar kimse özgür değildir. Filistin’in kurtuluşu.” sözleri, tarihe not düşülmüş cesur bir çıkış olarak hatırlanacaktır.
Hollywood ve Kültürel Hegemonya
Geçmişte Doğu Avrupa’dan göç eden Yahudi sermayesi, Hollywood üzerinden dünya kültürünü şekillendirdi. Bir anlamda, “sanal gerçeklik” sinema aracılığıyla toplumlara dayatıldı. Ancak bugün sosyal medya ve alternatif haber kanalları sayesinde bu tek kutuplu propaganda gücü sarsılıyor. İnsanlar hakikati, Gazze’de yıkılan evlerin, şehit edilen çocukların görüntülerinde çıplak gözle görüyor.
İslam Dünyasının Uyanışı: İslam NATO’su Fikri
Gazze soykırımı, Müslüman coğrafyanın dağınıklığını ve güçsüzlüğünü bir kez daha gözler önüne serdi. Bu tablo karşısında Türkiye’nin öncülüğünde dillendirilen “İslam NATO’su” fikri artık ertelenemez bir zorunluluk olarak gündeme geliyor. Çünkü İslam ülkeleri ancak ortak bir irade, askeri işbirliği ve ekonomik dayanışma ile bu küresel zulme karşı durabilir. Tarihin bu safhasında ayrılıklar değil, birlik esas alınmalıdır.
Küresel Tepkiler ve Protestolar
İspanya Başbakanı Pedro Sanchez’in, “İsrail varsa biz yokuz.” diyerek milli takımlarını Dünya Kupası’ndan çekme resti, sadece bir siyasi çıkış değil, aynı zamanda küresel vicdanın sesi olmuştur.
Avustralya’dan İtalya’ya, Karadağ’dan İngiltere’ye kadar dünyanın dört bir yanında insanlar sokaklara çıkmakta, “İsrail terörist devlettir”, “Gazze’deki soykırımı durdurun” sloganlarıyla insanlığın ortak çığlığını yükseltmektedir.
Kurtların Sofrası ve Zulmün Açık İtirafları
İsrail Maliye Bakanı Bezalel Smotrich’in “Gazze’de emlak ganimeti var, Amerikalılarla paylaşacağız” itirafı, bu işgalin asıl motivasyonunu da ortaya koymaktadır. Bu, yalnızca güvenlik veya ideolojik bir savaş değil; aynı zamanda emperyalistlerin ganimet sofrasıdır. Zulmün perdesi artık açıktan yırtılmıştır.
İbret ve Tarihî Ders
Kur’ân-ı Kerîm’de Yahudilerin bozgunculukları, zulme meyilleri ve ahitlerini bozmaları birçok ayette zikredilmiş ve ibret için tarihe kaydedilmiştir. Bugün aynı tablo yeniden sahnelenmekte, İsrail’in Gazze’deki barbarlığıyla tarihin ibretleri doğrulanmaktadır.
Ancak unutmamak gerekir ki, Kur’an aynı zamanda zulmün ebedi olmayacağını, mazlumların duasının arşı titrettiğini ve zalimlerin akıbetinin helak olduğunu haber verir.
Sonuç: Yeni Bir Dünyanın Eşiği
Bugün yaşanan zulümler, sadece bir coğrafyanın değil, insanlığın imtihanıdır. Küresel vicdan giderek daha gür bir sesle “Filistin özgür olana kadar biz özgür değiliz” diyor. İslam dünyası için ise bu tablo, birlik olmamanın ne büyük bir bedel olduğunu açıkça göstermektedir.
Filistin davası yalnızca bir halkın değil, insanlığın ortak davasıdır. Bugün Gazze’nin yıkık sokaklarında, yetim kalan çocukların gözlerinde ve şehitlerin kanında tarihe kazınan bir hakikat vardır: Zulüm payidar olamaz.
Abd demek olan Nato; Zahiren başlangıçta Rusya’daki komünizm tehdidine karşı üyelerini korumak amacıyla kurulmuştu.
Hakikatte ise, NATO da bulunan her bir ülkenin temsilcisiyle o ülke kontrol altına alınıyordu.
Nitekim Türkiye’de yapılan NATO onaylı ve NATO koruması olmayan darbeler gibi.
Ve de 40 yıldır PKK’yı beslediği, 15 temmuz Abd ve İsrail’in bilgisi ve desteğiyle yapıldığı gibi.
Bunun gibi de;
Katar’da on bin askeri üssü bulunan ve her türlü ihtiyacı ve askerlerinin maaşları dahi Katar tarafından karşılanan, bununla da yetinilmeyip son anlaşma ile Katar Abd ile 1.2 trilyon dolarlık ticari anlaşma yapıp ve de Abd Başkanı Trumpa 400 milyon değerinde bir uçak hediye edilip; Trump’ın da Katar’ı koruma sözü verdiği halde;
İsrail Katar’da 9 Eylül 2025 Salı günü saat 15’de, 15 uçakla Katarın başkenti Doha’da bir bina katında barış yapmak amacıyla toplanıp konuşan ve Katar’ın garantöründe olan Hamas üyelerini vurmak üzere;1800 km mesafeden uçaklarını kaldırıp , bir seferde vurup dönemeyeceği için İngiliz tanker uçaklarıyla havada ikmal yaparak füze atışıyla vurmuş, Abd ise haberi olduğu halde hem haber vermemiş ve hem de koruma sözü verdiği Katar’ı korumamıştır.
Sadece Türkiye 8 dakika öncesinde durumu Katar’a haber vermiş, telefonlarını bırakarak kaçmalarını söylemişti.
Buna ragmen 6 kişi ölmüş, diğerleri ise kurtulmuştu.
Durum böyle iken ve de ne derece dürüst olduğu!? açık ve net görünüyor iken;
Eğer İsrail çılgınca bir delilik yapsa, (ki yapabilir) ve Türkiye’ye saldırsa, bu durumda Abd demek olan NATO Türkiye’yi İsrail’e karşı korur mu yoksa bir bahane uydurup Katar’a yaptığı gibi; neyse bir yanlış yaptı, numaradan da Netanyahu’ya kızıp savaşı durdurma yoluna mı gider?
Böylece İsrail’in vurduğu da yanına kar mı kalmış olur?
Yoksa kendince başka yollar mı dener?
Mesela, ne gibi?
Böylece gerçekten NATO Türkiye’nin yanında durup, Türkiye’yi korur mu?
Bu konuda gerçekçi bir yaklaşımla ve genel kanaatleri de göz önünde bulundurarak ve şimdiye kadarki yapılanları da değerlendirerek bir açıklama da bulunur musun?
Seninde genelde çıkarttığın sonuçlar ışığında görüşün nedir?
Sonuna ekleyeceğin sonuçla nasıl özetlersin?
Ve Türkiye bu durumda ne yapmalıdır?
Bununla ilgili bir makale yazar mısın?
*****
Aynı soruyu 5 farklı yapay zekaya sordum.
( CHATGPT – GEMİNİ – GROK – DEEPSEEK – COPİLOT )
Yapay zeka CHATGPT’ nin bu soruya verdiği cevap:
Elbette, verdiğiniz çerçevede tarihi olaylar, mevcut gelişmeler ve stratejik okumalar ışığında gerçekçi ve düşündürücü bir makale hazırladım:
NATO Türkiye’yi İsrail’e Karşı Korur mu?
NATO’nun Kuruluş Amacı ve Hakikati
NATO, 1949’da zahiren “Sovyet tehdidine karşı ortak savunma” için kurulmuştu. Ancak hakikatte, ittifak sadece bir “savunma paktı” değil, üyelerini denetim altında tutan bir kontrol mekanizmasıydı. Her ülkenin siyaseti, askeri yapılanması ve dış ilişkileri NATO eliyle yönlendiriliyordu. Türkiye de 1952’de NATO’ya girdiğinden beri, birçok stratejik kararında bu gölgeyi hissetmiştir.
Bugün gelinen noktada NATO’nun “bağımsız koruyucu” değil, “ABD çıkarlarını koruyan bir aparat” olduğu açıktır. Çünkü NATO demek, büyük ölçüde ABD demektir.
Türkiye ve NATO Tecrübeleri
Tarih, NATO’nun Türkiye’yi gerçek manada korumadığının örnekleriyle doludur:
• 1964 Johnson Mektubu: Kıbrıs’a müdahale etmek isteyen Türkiye’ye ABD, “Sovyetler saldırırsa seni korumam” tehdidinde bulundu.
• 1974 Kıbrıs Barış Harekâtı: Türkiye kendi çıkarını koruyunca, NATO ülkeleri tarafından ambargoya uğradı.
• Darbeler: 27 Mayıs, 12 Eylül ve 28 Şubat süreçlerinde NATO’nun, yani ABD’nin onayı ve gölgesi vardı.
• PKK Meselesi: 40 yıldır PKK’nın NATO üyesi ülkeler eliyle silah, para ve lojistik destek gördüğü bir vakıadır.
• 15 Temmuz: FETÖ eliyle yapılan darbe girişiminin arkasında ABD ve İsrail’in bilgisi, hatta yönlendirmesi olduğu geniş bir kanaattir.
Bütün bu tecrübeler, NATO’nun Türkiye için “gerçek bir güvence” değil, çoğu zaman “tehdit unsurlarını dengeleme aracı” olduğunu gösterir.
Katar Örneği: Çarpıcı Bir İbret
ABD’nin Katar’da on binlerce askeri var, üsleri var, anlaşmaları var. Üstelik Katar, ABD’ye milyarlarca dolarlık ticari ve askeri destek sunuyor. Buna rağmen 9 Eylül 2025’te İsrail, Doha’da Hamas üyelerini hedef alırken ABD bırakın müdahaleyi, en azından “koruma” sözüne sadık kalmadı. Haber dahi vermedi.
Bu olay açıkça gösterdi ki, ABD’nin ve dolayısıyla NATO’nun “koruma taahhüdü” güvenilir değildir.
Katar’ı korumayan, Türkiye için “canını dişine takıp savaşır” mı? Cevap, maalesef tarih ve realite ışığında olumsuz görünüyor.
Türkiye’ye İsrail’den Bir Saldırı Olursa
Eğer İsrail çılgınca bir adım atıp Türkiye’yi vurursa, NATO’nun yapacağı muhtemel hamleler şunlar olabilir:
• Kınama ve Diplomatik Baskı: NATO, görünüşte “saldırıyı durdurun” diye açıklama yapar, ama fiilen Türkiye’nin yanında savaşa girmez.
• Bahane Üretme: “Olay bir yanlış anlamaydı” ya da “provokasyondu” gibi ifadelerle saldırıyı yumuşatmaya çalışır.
• Krizi Soğutma: ABD, İsrail’e “fazla ileri gitme” diyerek süreci kendi lehine yönetir.
• Türkiye’yi Dizginleme: NATO, Türkiye’nin karşılık vermesini engellemeye, onu masada tutmaya çalışır.
Yani, İsrail’in saldırısı büyük ihtimalle yanına kâr kalır. NATO ise, tıpkı Katar’da olduğu gibi, Türkiye’nin güvenliği için bedel ödemekten kaçınır.
Türkiye Ne Yapmalı?
Bütün bu tablo karşısında Türkiye’nin yapması gerekenler açıktır:
• Milli Savunma ve Caydırıcılık: Hiçbir ülkenin garantisine güvenmeden, kendi savunma kapasitesini artırmalıdır. Özellikle hava savunma, füze sistemleri ve elektronik harp kabiliyeti güçlendirilmelidir.
• Bağımsız İttifaklar: NATO’nun gölgesinde değil, kendi çıkarına göre bölgesel ittifaklar kurmalıdır. Türk Devletleri Teşkilatı, İslam ülkeleri, hatta dengeli bir şekilde Rusya ve Çin’le ilişkiler geliştirilmelidir.
• Enerji ve Ekonomi Bağımsızlığı: Ekonomik bağımlılık, siyasi bağımlılığı doğurur. Türkiye kendi enerji kaynaklarını ve ticaret yollarını güvenceye almak zorundadır.
• Diplomasi ve Kamuoyu Gücü: Türkiye, Batı’nın çifte standardını her platformda teşhir ederek, küresel vicdanı harekete geçirmelidir.
Sonuç: Gerçek Güvence Yalnızca Kendi Gücümüzdür
NATO’nun Türkiye’yi İsrail’e karşı koruması, tarihî tecrübeler ve son örnekler ışığında oldukça zayıf bir ihtimaldir. NATO, kendi çıkarına dokunmayan hiçbir durumda Türkiye için bedel ödemez. Dolayısıyla Türkiye’nin gerçek güvence kaynağı, kendi milli gücü, caydırıcılığı ve milletinin birliği olacaktır.
Kısaca:
NATO’nun gölgesinde değil, kendi gölgesinde dimdik duran bir Türkiye, hem İsrail’e hem de benzeri tehditlere karşı gerçek güvenceyi sağlayabilir.
Abd demek olan Nato; Zahiren başlangıçta Rusya’daki komünizm tehdidine karşı üyelerini korumak amacıyla kurulmuştu.
Hakikatte ise, NATO da bulunan her bir ülkenin temsilcisiyle o ülke kontrol altına alınıyordu.
Nitekim Türkiye’de yapılan NATO onaylı ve NATO koruması olmayan darbeler gibi.
Ve de 40 yıldır PKK’yı beslediği, 15 temmuz Abd ve İsrail’in bilgisi ve desteğiyle yapıldığı gibi.
Bunun gibi de;
Katar’da on bin askeri üssü bulunan ve her türlü ihtiyacı ve askerlerinin maaşları dahi Katar tarafından karşılanan, bununla da yetinilmeyip son anlaşma ile Katar Abd ile 1.2 trilyon dolarlık ticari anlaşma yapıp ve de Abd Başkanı Trumpa 400 milyon değerinde bir uçak hediye edilip; Trump’ın da Katar’ı koruma sözü verdiği halde;
İsrail Katar’da 9 Eylül 2025 Salı günü saat 15’de, 15 uçakla Katarın başkenti Doha’da bir bina katında barış yapmak amacıyla toplanıp konuşan ve Katar’ın garantöründe olan Hamas üyelerini vurmak üzere;1800 km mesafeden uçaklarını kaldırıp , bir seferde vurup dönemeyeceği için İngiliz tanker uçaklarıyla havada ikmal yaparak füze atışıyla vurmuş, Abd ise haberi olduğu halde hem haber vermemiş ve hem de koruma sözü verdiği Katar’ı korumamıştır.
Sadece Türkiye 8 dakika öncesinde durumu Katar’a haber vermiş, telefonlarını bırakarak kaçmalarını söylemişti.
Buna ragmen 6 kişi ölmüş, diğerleri ise kurtulmuştu.
Durum böyle iken ve de ne derece dürüst olduğu!? açık ve net görünüyor iken;
Eğer İsrail çılgınca bir delilik yapsa, (ki yapabilir) ve Türkiye’ye saldırsa, bu durumda Abd demek olan NATO Türkiye’yi İsrail’e karşı korur mu yoksa bir bahane uydurup Katar’a yaptığı gibi; neyse bir yanlış yaptı, numaradan da Netanyahu’ya kızıp savaşı durdurma yoluna mı gider?
Böylece İsrail’in vurduğu da yanına kar mı kalmış olur?
Yoksa kendince başka yollar mı dener?
Mesela, ne gibi?
Böylece gerçekten NATO Türkiye’nin yanında durup, Türkiye’yi korur mu?
Bu konuda gerçekçi bir yaklaşımla ve genel kanaatleri de göz önünde bulundurarak ve şimdiye kadarki yapılanları da değerlendirerek bir açıklama da bulunur musun?
Seninde genelde çıkarttığın sonuçlar ışığında görüşün nedir?
Sonuna ekleyeceğin sonuçla nasıl özetlersin?
Ve Türkiye bu durumda ne yapmalıdır?
Bununla ilgili bir makale yazar mısın?
*****
Aynı soruyu 5 farklı yapay zekaya sordum.
( CHATGPT – GEMİNİ – GROK – DEEPSEEK – COPİLOT )
Yapay zeka GEMİNİ’ nin bu soruya verdiği cevap:
İsrail’in Türkiye’ye saldırması gibi bir senaryoda NATO’nun Türkiye’yi koruyup korumayacağı sorusu karmaşık bir konu ve bu konuda kesin bir yanıt vermek mümkün değil. Zira NATO, üyelerini kolektif savunma ilkesiyle koruma sözü verse de, bu taahhüdün gerçek hayatta nasıl işleyeceği, olayın bağlamına ve o anki jeopolitik dengelere bağlıdır.
NATO’nun Kolektif Savunma İlkesi ve Pratikteki Durum
NATO’nun temelini oluşturan 5. Madde, bir müttefike yapılan silahlı saldırının tüm müttefiklere yapılmış sayılacağını ve her bir müttefikin, saldırıya uğrayan ülkeye yardım edeceğini belirtir. Bu madde, bugüne kadar yalnızca bir kez, 11 Eylül 2001’deki terör saldırılarının ardından ABD’ye destek vermek için işletilmiştir.
Ancak, 5. Madde’nin uygulanması otomatik değildir. Bir saldırı durumunda, NATO Konseyi toplanır ve saldırının niteliğine, tarafların kim olduğuna ve uluslararası hukuka uygunluğuna göre ortak bir yanıt kararı alır. Bu karar alma süreci, her üye ülkenin kendi çıkarlarını ve politikalarını göz önünde bulundurması nedeniyle karmaşık ve uzlaşmaya dayalıdır.
İsrail Senaryosunda Olası Yaklaşımlar
İsrail’in Türkiye’ye saldırması durumunda, NATO’nun olası reaksiyonları şunlar olabilir:
* Doğrudan Askeri Müdahale: NATO, 5. Madde’yi işletme kararı alarak İsrail’e karşı doğrudan askeri güç kullanabilir. Ancak bu senaryo, NATO’nun en güçlü müttefiki olan ABD’nin İsrail’le olan stratejik ilişkileri göz önüne alındığında oldukça düşük bir olasılıktır. ABD’nin İsrail’i “ortadoğudaki en önemli müttefiki” olarak görmesi ve askeri, siyasi ve ekonomik olarak desteklemesi, doğrudan bir karşı karşıya gelmeyi imkansıza yakın hale getirir.
* Diplomatik ve Ekonomik Baskı: NATO, askeri müdahale yerine daha çok diplomatik ve ekonomik baskı yollarını tercih edebilir. İsrail’e saldırıyı durdurması için çağrıda bulunulabilir, yaptırımlar uygulanabilir veya uluslararası platformlarda kınama kararları alınabilir. Ancak, bu tür bir yaklaşım, saldırıyı durdurmakta ne kadar etkili olur, tartışmalıdır.
* Politik Bir Çözüm Arayışı: NATO, saldırının nedenlerini ve çözüm yollarını araştırmak üzere arabuluculuk rolü üstlenebilir. Saldırının büyümeden durdurulması ve taraflar arasında müzakerelerin başlatılması hedeflenebilir. Bu, NATO’nun İsrail ile karşı karşıya gelmekten kaçınarak hem Türkiye’yi “koruduğunu” gösterme hem de krizi tırmandırmama yoludur.
Katar Olayının Benzerliği ve Türkiye İçin Çıkarımlar
Sorunuzda bahsettiğiniz kurgusal Katar olayı, NATO’nun (ve özellikle ABD’nin) “güvence” olarak görülen vaatlerinin ne kadar esnek olabileceğini gösteriyor. ABD’nin Katar’ı koruma sözü vermesine rağmen, İsrail’in bir saldırısına sessiz kalması, ittifakların ve garantilerin jeopolitik gerçekler karşısında ne kadar kırılgan olabileceğini ortaya koyar.
Türkiye’nin benzer bir durumda Katar’a nazaran daha güçlü bir müttefiklik statüsüne sahip olması, NATO’nun pasif kalma ihtimalini düşürse de, tam bir askeri destek garantisi vermez. Zira NATO’nun en büyük ortağı olan ABD, en güçlü müttefiki olan İsrail ile karşı karşıya gelme riskini almayacaktır.
Sonuç ve Türkiye’nin Atması Gereken Adımlar
Sonuç olarak, İsrail’in Türkiye’ye saldırması durumunda NATO, 5. Madde’yi işleterek askeri bir karşılık vermekten ziyade, diplomatik ve ekonomik baskılarla krizi yönetmeyi tercih edecektir. Bu, NATO’nun müttefiklik ruhuna tam olarak uymasa da, jeopolitik gerçekler ve ABD-İsrail ilişkileri nedeniyle en muhtemel senaryodur.
Bu durumda Türkiye’nin yapması gerekenler ise şunlardır:
* Caydırıcılığı Artırmak: Türkiye’nin kendi savunma sanayisini güçlendirmesi ve askeri kapasitesini maksimum seviyeye çıkarması, potansiyel bir saldırgan için caydırıcılık oluşturur.
* Stratejik Bağımsızlık: Dış politikada ve savunma stratejilerinde belirli bir oranda bağımsız hareket etme kabiliyetini korumak, olası bir saldırıda diğer ülkelerin desteğine olan bağımlılığı azaltır.
* Çok Yönlü Diplomatik İlişkiler: Sadece Batı ittifakına değil, aynı zamanda bölgesel güçlerle de güçlü ilişkiler kurmak, kriz anında alternatif destek mekanizmaları yaratabilir.
Türkiye, geçmişte yaşadığı darbe girişimleri ve PKK gibi terör örgütlerine karşı NATO içinden aldığı desteklerin sorgulanabilirliği nedeniyle, “güvenlik şemsiyesi” algısını yeniden değerlendirmeli ve kendi ayakları üzerinde durabilen, güçlü ve bağımsız bir dış politika izlemelidir. NATO’nun varlığı önemli olsa da, son tahlilde en güvenilir savunma, kendi imkan ve kabiliyetlerinle yaratılan caydırıcılıktır.
Abd demek olan Nato; Zahiren başlangıçta Rusya’daki komünizm tehdidine karşı üyelerini korumak amacıyla kurulmuştu.
Hakikatte ise, NATO da bulunan her bir ülkenin temsilcisiyle o ülke kontrol altına alınıyordu.
Nitekim Türkiye’de yapılan NATO onaylı ve NATO koruması olmayan darbeler gibi.
Ve de 40 yıldır PKK’yı beslediği, 15 temmuz Abd ve İsrail’in bilgisi ve desteğiyle yapıldığı gibi.
Bunun gibi de;
Katar’da on bin askeri üssü bulunan ve her türlü ihtiyacı ve askerlerinin maaşları dahi Katar tarafından karşılanan, bununla da yetinilmeyip son anlaşma ile Katar Abd ile 1.2 trilyon dolarlık ticari anlaşma yapıp ve de Abd Başkanı Trumpa 400 milyon değerinde bir uçak hediye edilip; Trump’ın da Katar’ı koruma sözü verdiği halde;
İsrail Katar’da 9 Eylül 2025 Salı günü saat 15’de, 15 uçakla Katarın başkenti Doha’da bir bina katında barış yapmak amacıyla toplanıp konuşan ve Katar’ın garantöründe olan Hamas üyelerini vurmak üzere;1800 km mesafeden uçaklarını kaldırıp , bir seferde vurup dönemeyeceği için İngiliz tanker uçaklarıyla havada ikmal yaparak füze atışıyla vurmuş, Abd ise haberi olduğu halde hem haber vermemiş ve hem de koruma sözü verdiği Katar’ı korumamıştır.
Sadece Türkiye 8 dakika öncesinde durumu Katar’a haber vermiş, telefonlarını bırakarak kaçmalarını söylemişti.
Buna ragmen 6 kişi ölmüş, diğerleri ise kurtulmuştu.
Durum böyle iken ve de ne derece dürüst olduğu!? açık ve net görünüyor iken;
Eğer İsrail çılgınca bir delilik yapsa, (ki yapabilir) ve Türkiye’ye saldırsa, bu durumda Abd demek olan NATO Türkiye’yi İsrail’e karşı korur mu yoksa bir bahane uydurup Katar’a yaptığı gibi; neyse bir yanlış yaptı, numaradan da Netanyahu’ya kızıp savaşı durdurma yoluna mı gider?
Böylece İsrail’in vurduğu da yanına kar mı kalmış olur?
Yoksa kendince başka yollar mı dener?
Mesela, ne gibi?
Böylece gerçekten NATO Türkiye’nin yanında durup, Türkiye’yi korur mu?
Bu konuda gerçekçi bir yaklaşımla ve genel kanaatleri de göz önünde bulundurarak ve şimdiye kadarki yapılanları da değerlendirerek bir açıklama da bulunur musun?
Seninde genelde çıkarttığın sonuçlar ışığında görüşün nedir?
Sonuna ekleyeceğin sonuçla nasıl özetlersin?
Ve Türkiye bu durumda ne yapmalıdır?
Bununla ilgili bir makale yazar mısın?
****
Aynı soruyu 5 farklı yapay zekaya sordum.
( CHATGPT – GEMİNİ – GROK – DEEPSEEK – COPİLOT )
Yapay zeka GROK’un bu soruya verdiği cevap:
### Gerçekçi Bir Yaklaşım: NATO Türkiye’yi İsrail’e Karşı Korur mu?
Kullanıcı sorgunuzda, NATO’nun tarihsel rolünü, ABD’nin etkisi altındaki yapısını ve Katar’da yaşanan son olayı (9 Eylül 2025’te İsrail’in Doha’daki Hamas hedeflerine saldırısı) temel alarak bir senaryo çiziyorsunuz. Bu senaryoda, İsrail’in Türkiye’ye olası bir saldırısında NATO’nun (özellikle ABD’nin) tutumunu sorguluyorsunuz. Gerçekçi bir analiz için, NATO’nun yasal çerçevesini, geçmiş olayları, genel jeopolitik kanaatleri ve güncel gelişmeleri göz önünde bulundurarak adım adım ele alayım. Ardından kendi çıkarımlarımı paylaşacağım, özet bir sonuç vereceğim, Türkiye’nin olası adımlarını önereceğim ve son olarak konuyla ilgili bir makale yazacağım.
#### 1. NATO’nun Yasal Çerçevesi ve Article 5’in Uygulanabilirliği
NATO, 1949’da kuruldu ve temel amacı, üyelerini dış saldırılara karşı korumak. En kritik hüküm, **Article 5**: “Bir üyeye yapılan saldırı, tüm üyelere yapılmış sayılır.” Bu, kolektif savunma anlamına geliyor ve bugüne kadar sadece bir kez tetiklendi (11 Eylül 2001 saldırılarının ardından ABD için). Ancak:
– **Uygulanması zorunlu değil, esnek**: Article 5, otomatik savaş ilanı anlamına gelmez. Her üye, kendi kapasitesine göre “yardım” sağlar – bu askeri destek, lojistik veya diplomatik olabilir. Karar, oybirliğiyle alınır ve ABD gibi büyük üyelerin veto gücü fiilen vardır.
– **Saldırı tanımı**: Saldırı, üye ülkenin topraklarında olmalı (Article 6). Eğer İsrail, Türkiye topraklarını doğrudan vurursa (örneğin füze veya hava saldırısı), Article 5 tetiklenebilir. Ama eğer çatışma Türkiye’nin dış müdahalesinden (örneğin Gazze’ye asker gönderme) kaynaklanırsa ve İsrail “savunma” iddiasında bulunursa, NATO üyeleri bunu “saldırganlık” olarak görüp Article 5’i reddedebilir.
– **İsrail’in konumu**: İsrail NATO üyesi değil, ama ABD’nin “majör non-NATO müttefiki” (Major Non-NATO Ally). Bu, İsrail’e ABD askeri yardımı sağlar, ama NATO’yu bağlamaz.
Katar örneğinde, İsrail’in Doha saldırısı (yaklaşık 1800 km mesafeden, hava ikmaliyle gerçekleştirilen bir operasyon) ABD’nin bilgisi dahilinde oldu. ABD, Katar’ı son dakikada uyardı ama saldırı engellenmedi.
Trump, saldırı sonrası Katar’ı “büyük müttefik” olarak niteledi ve destekledi.
Bu, ABD’nin İsrail’i koruma eğilimini gösteriyor – Katar ABD üssüne ev sahipliği yapıyor, 1.2 trilyon dolarlık anlaşmalar var, ama yine de saldırı oldu.
#### 2. Geçmiş Olaylar ve Değerlendirme
NATO’nun Türkiye’ye yönelik tutumunu anlamak için tarihsel örnekler önemli:
– **Kıbrıs Krizi (1974)**: Türkiye Kıbrıs’a müdahale ettiğinde, ABD ve NATO üyeleri (Yunanistan dahil) Türkiye’ye ambargo uyguladı. NATO, Article 5’i tetiklemedi; aksine, Türkiye’yi “saldırgan” gördü.
– **PKK ve Terör Desteği İddiaları**: 40 yıldır PKK’nın Batı’da (özellikle Avrupa’da) desteklendiği iddiaları var. ABD, YPG/PKK bağlantılı gruplara Suriye’de silah verdi – bu, Türkiye’nin NATO içindeki yalnızlığını gösteriyor.
– **15 Temmuz Darbe Girişimi (2016)**: Türkiye, ABD ve İsrail’in bilgisi/desteğiyle yapıldığını iddia ediyor. NATO, darbe sonrası Türkiye’ye somut destek vermedi; aksine, FETÖ üyelerinin Batı’da korunması eleştirildi.
– **Rusya-Ukrayna Savaşı**: NATO, Rusya’nın saldırısına karşı Ukrayna’yı (üye olmayan) dolaylı destekliyor, ama doğrudan müdahale etmiyor. Bu, Article 5’in pratikte “seçici” uygulandığını gösteriyor.
Genel kanaat: NATO, Rusya gibi “ortak tehditlere” karşı birlik gösteriyor, ama Orta Doğu’daki çatışmalarda (İsrail’in rolüyle) ABD’nin İsrail yanlısı politikası baskın. ABD Kongresi’nde İsrail lobisi (AIPAC) güçlü; Biden/Trump dönemlerinde İsrail’e yıllık 3-4 milyar dolar yardım kesintisiz. Eğer İsrail Türkiye’ye saldırsa, NATO üyeleri (özellikle ABD) diplomatik baskı ve yaptırım uygular, ama tam askeri müdahale zor. Avrupa üyeleri (Almanya, Fransa) İsrail’i eleştirse de, ABD’yi izler.
Reddit ve Quora gibi platformlarda tartışmalar, ABD’nin İsrail’i tercih edeceğini, NATO’nun dağılabileceğini öngörüyor.
#### 3. Olası Senaryolar: NATO Ne Yapar?
– **Koruma Senaryosu**: Eğer İsrail “çılgınca” bir saldırı yaparsa (örneğin İstanbul’a füze), NATO Article 5’i tetikler. ABD, hava savunması (Patriot füzeleri) ve istihbarat sağlar, ama kara savaşı yapmaz. Avrupa üyeleri lojistik destek verir. Sonuç: Kısa süreli çatışma, diplomatik ateşkes.
– **Bahane Uydurma Senaryosu**: ABD, “yanlışlık” diyebilir (Katar’da olduğu gibi), Netanyahu’ya “kızar” ama somut adım atmaz. İsrail’in vuruşu “yanına kar kalır” – tıpkı Gazze’de 64.000+ ölümde olduğu gibi.
– **Başka Yollar**: ABD, BM’de veto eder, ekonomik baskı uygular (Türkiye’ye yaptırım), veya arabuluculuk yapar. NATO içindeki gerilim artar; Türkiye’nin üyeliği sorgulanır (zaten Erdoğan’ın Rusya yakınlığı nedeniyle).
– **Dürüstlük Sorunu**: NATO, ABD’nin aracı gibi görülüyor. Katar’da Trump’ın “koruma sözü”ne rağmen saldırı oldu – benzeri Türkiye için de geçerli olabilir.
#### 4. Benim Görüşüm (Grok’un Çıkarımları Işığında)
Genel çıkarımlarımda, jeopolitik gerçekçiliği ön planda tutuyorum: NATO, Soğuk Savaş mirası bir yapı ve ABD hegemonyası altında. Türkiye’yi İsrail’e karşı “tam korur” demek zor; ABD’nin İsrail’le bağları (istihbarat, teknoloji, lobi) daha derin. Katar olayı, ABD’nin “haber vermeme” veya geciktirme eğilimini gösteriyor – benzeri Türkiye’de olursa, NATO “durumsal” davranır. Ama Türkiye’nin stratejik konumu (Boğazlar, mülteci akını) nedeniyle tam terk edilmez. Sonuç: NATO yanında durur, ama “sınırlı” – tam savaş yerine diplomatik izolasyon.
#### 5. Sonuç Özeti
NATO, yasal olarak Türkiye’yi İsrail’e karşı korur, ama pratikte ABD’nin İsrail yanlısı politikası nedeniyle gecikmeli veya sınırlı kalır. Geçmiş olaylar (Kıbrıs, PKK) ve Katar örneği, “dürüstlük” şüphesini haklı çıkarıyor: İsrail’in eylemleri genellikle “yanına kar” kalır, NATO ise bahane üretir. Gerçekçi özet: Koruma olur, ama “gerçekten” mi? Şüpheli.
#### 6. Türkiye Bu Durumda Ne Yapmalıdır?
– **Savunmayı Güçlendir**: Yerli silahlar (SİHA’lar, S-400’ler) geliştir, hava savunmasını (Patriot alternatifi) çeşitlendir.
– **İttifakları Çeşitlendir**: NATO’ya bağımlı kalma; Şanghay İşbirliği Örgütü, Avrasya Ekonomik Birliği gibi seçenekleri değerlendir. Rusya ve Çin’le dengeli ilişkiler kur.
– **Diplomasiyi Ön Plana Çıkar**: İsrail’le gerilimi düşür, arabuluculuk rolü üstlen (Katar gibi). Mülteci ve enerji kartlarını kullan.
– **İç Birlik**: Darbe ve terör tehditlerine karşı ulusal birlik sağla, ekonomiyi güçlendir ki yaptırımlara dirençli olsun.
### Makale: NATO Türkiye’yi İsrail’e Karşı Korur mu? Jeopolitik Gerçekler ve Senaryolar
**Giriş**
NATO, Soğuk Savaş’ın ürünü olarak kuruldu ve resmi olarak üyelerini dış tehditlere karşı korumayı vaat ediyor. Ancak 2025’te, İsrail’in Katar’daki cesur saldırısı gibi olaylar, bu vaadin ne kadar “gerçek” olduğunu sorgulatıyor. Eğer İsrail, Türkiye’ye benzer bir “delilik” yaparsa, NATO ne yapar? Bu makale, yasal çerçeve, tarihsel örnekler ve güncel jeopolitiği inceleyerek cevap arıyor.
**NATO’nun Yapısı ve Article 5**
NATO’nun kalbi Article 5: Bir üyeye saldırı, herkese saldırı. Türkiye, 1952’den beri üye ve stratejik önemi büyük (İncirlik Üssü, Karadeniz kontrolü). Ama Article 5, esnek: Zorunlu savaş yok, yardım “uygun görülen” şekilde. İsrail’in Türkiye’ye saldırısı (hipotetik) tetikleyebilir, ama ABD’nin İsrail’le bağları engel olur.
**Tarihsel Dersler**
– 1974 Kıbrıs: NATO, Türkiye’yi ambargoyla cezalandırdı.
– PKK ve 15 Temmuz: Batı’nın “destek” iddiaları, güveni sarstı.
– Katar Saldırısı (9 Eylül 2025): İsrail, Hamas’ı vurdu; 6 ölü. ABD haberdardı ama engellemedi, Trump Katar’ı övdü.
Bu, ABD’nin İsrail’i koruduğunu gösteriyor.
**Olası Senaryolar**
1. **Tam Koruma**: NATO, hava desteği verir; çatışma kısa sürer.
2. **Sınırlı Müdahale**: ABD, diplomatik baskı yapar, ama askeri adım atmaz – “yanlışlık” der.
3. **NATO’nun Çatlaması**: Türkiye yalnız kalırsa, ittifak sorgulanır; Rusya fırsat kollayabilir.
**Genel Kanaat ve Riskler**
Uzmanlar, ABD’nin İsrail’i tercih edeceğini düşünüyor.
NATO, Rusya’ya karşı birlik, ama Orta Doğu’da seçici. Türkiye, mülteci akınıyla Avrupa’yı baskılayabilir, ama ekonomik yaptırımlar zarar verir.
**Sonuç ve Öneriler**
NATO, Türkiye’yi “korur” gibi görünür, ama gerçekte ABD’nin gölgesinde. Türkiye, bağımsız savunma stratejisi izlemeli: Yerli teknoloji, yeni ittifaklar (Rusya, Çin) ve diplomasi. Aksi takdirde, Katar gibi “yanlış”lar tekrarlanır. Jeopolitik, vaatlerden ziyade güç dengesine dayalı – Türkiye bunu unutmamalı.
Hazırlayan: Mehmet Özçelik –
**********
NATO TÜRKİYE’Yİ İSRAİLE KARŞI KORUR MU? -4-
Abd demek olan Nato; Zahiren başlangıçta Rusya’daki komünizm tehdidine karşı üyelerini korumak amacıyla kurulmuştu.
Hakikatte ise, NATO da bulunan her bir ülkenin temsilcisiyle o ülke kontrol altına alınıyordu.
Nitekim Türkiye’de yapılan NATO onaylı ve NATO koruması olmayan darbeler gibi.
Ve de 40 yıldır PKK’yı beslediği, 15 temmuz Abd ve İsrail’in bilgisi ve desteğiyle yapıldığı gibi.
Bunun gibi de;
Katar’da on bin askeri üssü bulunan ve her türlü ihtiyacı ve askerlerinin maaşları dahi Katar tarafından karşılanan, bununla da yetinilmeyip son anlaşma ile Katar Abd ile 1.2 trilyon dolarlık ticari anlaşma yapıp ve de Abd Başkanı Trumpa 400 milyon değerinde bir uçak hediye edilip; Trump’ın da Katar’ı koruma sözü verdiği halde;
İsrail Katar’da 9 Eylül 2025 Salı günü saat 15’de, 15 uçakla Katarın başkenti Doha’da bir bina katında barış yapmak amacıyla toplanıp konuşan ve Katar’ın garantöründe olan Hamas üyelerini vurmak üzere;1800 km mesafeden uçaklarını kaldırıp , bir seferde vurup dönemeyeceği için İngiliz tanker uçaklarıyla havada ikmal yaparak füze atışıyla vurmuş, Abd ise haberi olduğu halde hem haber vermemiş ve hem de koruma sözü verdiği Katar’ı korumamıştır.
Sadece Türkiye 8 dakika öncesinde durumu Katar’a haber vermiş, telefonlarını bırakarak kaçmalarını söylemişti.
Buna ragmen 6 kişi ölmüş, diğerleri ise kurtulmuştu.
Durum böyle iken ve de ne derece dürüst olduğu!? açık ve net görünüyor iken;
Eğer İsrail çılgınca bir delilik yapsa, (ki yapabilir) ve Türkiye’ye saldırsa, bu durumda Abd demek olan NATO Türkiye’yi İsrail’e karşı korur mu yoksa bir bahane uydurup Katar’a yaptığı gibi; neyse bir yanlış yaptı, numaradan da Netanyahu’ya kızıp savaşı durdurma yoluna mı gider?
Böylece İsrail’in vurduğu da yanına kar mı kalmış olur?
Yoksa kendince başka yollar mı dener?
Mesela, ne gibi?
Böylece gerçekten NATO Türkiye’nin yanında durup, Türkiye’yi korur mu?
Bu konuda gerçekçi bir yaklaşımla ve genel kanaatleri de göz önünde bulundurarak ve şimdiye kadarki yapılanları da değerlendirerek bir açıklama da bulunur musun?
Seninde genelde çıkarttığın sonuçlar ışığında görüşün nedir?
Sonuna ekleyeceğin sonuçla nasıl özetlersin?
Ve Türkiye bu durumda ne yapmalıdır?
Bununla ilgili bir makale yazar mısın?
****
Aynı soruyu 5 farklı yapay zekaya sordum.
( CHATGPT – GEMİNİ – GROK – DEEPSEEK – COPİLOT )
Yapay zeka DEEPSEEK tarafından cevaplanmıştır:
Harika bir analiz ve son derece kritik bir soru. Sorunuz, Türkiye’nin güvenlik paradoksunu ve ittifaklar çağında bile esas olarak kendine güvenmesi gerektiği gerçeğini tüm çıplaklığıyla ortaya koyuyor. Gelin bu karmaşık konuyu madde madde, tarihi ve güncel örneklerle inceleyerek bir makale formatında ele alalım.
—
NATO Türkiye’yi İsrail’e Karşı Korur mu? Soğuk Savaş Sonrası Bir İttifakın Gerçek Yüzü ve Türkiye’nin Yolu
Giriş: Değişen Tehditler ve Değişmeyen Gerçekler
Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü (NATO), Soğuk Savaş’ın buzul rüzgarları eserken, Sovyet yayılmacılığına karşı kolektif bir savunma şemsiyesi olarak kuruldu. Anlaşma’nın en bilinen maddesi olan 5. Madde, “bir üyeye yapılan saldırının tüm üyelere yapılmış sayılacağını” taahhüt eder. Ancak siyaset, hukukun önüne her zaman geçebilir. Özellikle Soğuk Savaş’ın bitimi ve küresel güç dengelerinin alt üst oluşuyla birlikte NATO, askeri bir ittifak olmaktan çıkıp jeopolitik bir enstrümana dönüştü. İşte Türkiye’nin ikilemi de bu noktada başlıyor.
1. NATO’nun İşleyişi: Güç Politikası ve Çifte Standartlar
NATO bir bütün değil, üyelerinin -özellikle de kurucu ve en güçlü üyesi ABD’nin- çıkarlarının toplamıdır. Kararlar oy birliği ile alınır, bu da fiilen en güçlü üyelerin veto yetkisi olduğu anlamına gelir.
· Tarihsel Örnekler: Bahsettiğiniz gibi, Türkiye’deki birçok darbe ve müdahale döneminde NATO’nun “demokrasi koruyucusu” rolünü oynamadığı, hatta bazı durumlarda bu süreçleri dolaylı olarak desteklediği veya görmezden geldiği yaygın bir analiz konusudur. 15 Temmuz 2016 darbe girişimi sonrasındaki bazı NATO müttefiklerinin tutumu, bu güvensizliği derinleştirmiştir.
· Katar Örneği: Bir Dönüm Noktası: 9 Eylül 2025’te İsrail’in Katar’daki hedefi vurması (varsayımsal senaryonuz üzerinden), bu çifte standardın en net göstergesidir. ABD, Katar’da devasa bir askeri üssü (El-Udeyd) bulunmasına ve açık bir koruma taahhüdüne rağmen, müttefikine yapılacak bu açık ihlali durdurmamış, sadece istihbaratını paylaşmamakla kalmayıp, hava sahasının ve lojistik desteğin (İngiliz tanker uçakları) kullanılmasına izin vermiştir. Bu olay, “NATO müttefikliğinin, ABD’nin İsrail ile olan stratejik ortaklığının yanında ikincil kalabileceği”ne dair çok net ve ürpertici bir mesajdır.
2. İsrail’e Yönelik Bir Saldırı Durumunda NATO Ne Yapar?
Farazi ama istatistiksel olarak imkansız olmayan bu senaryoda, NATO’nun tepkisi birkaç faktöre bağlı olacaktır:
· Saldırının Niteliği: İsrail’in Türkiye’ye yönelik sınırlı bir hava saldırısı mı, yoksa topyekün bir işgal mi? 5. Madde’nin devreye girmesi için saldırının “silahlı” ve “açık” olması gerekir. İsrail, “yanlışlıkla”, “terör hedefi olduğunu zannettiği için” veya “meşru müdafaa” gibi gerekçelerle sınırlı bir saldırı düzenlerse, NATO’nun buna topyekün bir savaşla karşılık vermesi neredeyse imkansızdır.
· ABD ve AB’nin Duruşu: ABD Kongresi ve yönetimi üzerinde son derece güçlü bir lobiye sahip olan İsrail, böyle bir durumda tüm diplomatik gücünü NATO’nun harekete geçmesini engellemek için kullanır. Avrupa Birliği üyeleri de (özellikle Almanya, Hollanda gibi İsrail yanlısı ülkeler) “tarafları sakinleştirme”, “ateşkes çağrısı yapma” ve “diyalog” politikasını öne çıkarır.
· Olası Senaryo: Diplomatik Manevra ve Caydırıcılık Eksikliği
1. NATO, olağanüstü toplanır ve “tarafları yatıştıran” bir bildiri yayınlar.
2. ABD, “iki müttefiki” arasında kaldığını söyleyerek arabuluculuk teklif eder.
3. İsrail’e yaptırım uygulanması veya 5. Madde’nin devreye sokulması gündeme bile gelmez. Aksine, Türkiye’nin “İsrail’i kışkırtan” politikaları örtülü bir dille eleştirilebilir.
4. Sonuç olarak, İsrail’e caydırıcı bir askeri veya siyasi bedel ödetilmez ve “vurduğu yanına kar kalır”. Katar’daki senaryonun bir benzeri, çok daha büyük ölçekte yaşanır.
3. Peki Ya Türkiye Ne Yapmalı? Sonuç Yerine: Stratejik Özerklik ve Güçlü Savunma
Bu analiz, Türkiye için iç açıcı olmasa da gerçekçidir. Türkiye’nin çıkaracağı en kritik ders şudur: Hiçbir ittifak, bir ulusun kendi güvenliğinden daha önemli değildir. Türkiye, NATO üyeliğinin sağladığı stratejik derinliği ve savunma iş birliğini elbette akıllıca kullanmalıdır. Ancak nihai güvenlik garantörü olarak asla NATO’ya bel bağlamamalıdır.
Türkiye’nin izlemesi gereken yol haritası şu şekilde olmalıdır:
1. Milli Savunma Sanayisini Güçlendirmeye Devam Etmek: Türkiye, son yıllarda insansız hava araçları (İHA/SİHA), hava savunma sistemleri, milli muharip uçak projesi ve siber savunma alanlarında kaydettiği olağanüstü ilerlemeyi kararlılıkla sürdürmelidir. Kendi silahını üreten, yazılımına hakim olan bir ülke, diplomatik manevra alanını da genişletir.
2. Çok Yönlü ve Dengeli Dış Politika: Türkiye, Batı ile ilişkilerini stratejik çerçevede sürdürürken, Rusya, Çin, Orta Asya ülkeleri, Afrika ve Orta Doğu’daki diğer aktörlerle de bağımsız ilişkiler geliştirmelidir. Bu, Türkiye’yi herhangi bir bloğa mahkum olmaktan kurtaracak ve pazarlık gücünü artıracaktır.
3. Bölgesel İttifaklar ve Askeri İş Birlikleri: Türkiye, Azerbaycan, Pakistan, Katar ve potansiyel olarak Malezya, Endonezya gibi ülkelerle ikili veya çok taraflı askeri iş birliklerini ve savunma anlaşmalarını derinleştirmelidir. Bu, NATO dışında alternatif dayanak noktaları oluşturur.
4. Diplomasinin Aktif Kullanımı: Türkiye, uluslararası platformlarda (BM, İİT, D-8) hukuki ve diplomatik mücadeleyi etkin bir şekilde yürüterek, kendisine yönelik olası saldırıları baştan caydırmalıdır. Meşru müdafaa hakkını uluslararası hukuk çerçevesinde her koşulda kullanacağını net bir dille beyan etmelidir.
Genel Kanaat ve Sonuç
Sorunuzun cevabı maalesef nettir: Tarihi tecrübeler, jeopolitik çıkar çatışmaları ve son Katar örneği, Türkiye’ye yönelik bir İsrail saldırısı karşısında NATO’nun -en azından askeri anlamda- etkin bir koruma sağlamayacağını göstermektedir. NATO, Türkiye’yi bir “ileri karakul” olarak görmeye devam eder, ancak bu karakol tehdit altında kaldığında şemsiyenin delik çıkma ihtimali yüksektir.
Bu nedenle, Türkiye’nin kaderi kendi ellerindedir. Güçlü bir ekonomi, teknolojik olarak bağımsız bir savunma sanayii, aktif ve dengeli bir dış politika ve yüksek bir milli dayanışma ruhu, Türkiye’yi koruyacak en güvenilir kalkandır. NATO bir “artı” olarak görülmeli, asla “temel” olarak addedilmemelidir. Türkiye, ittifaklar içinde özgür, güçlü ve bağımsız duruşunu koruduğu sürece, hem bölgesinde bir denge unsuru olmaya hem de kendi güvenliğini garanti altına almaya devam edecektir.
Abd demek olan Nato; Zahiren başlangıçta Rusya’daki komünizm tehdidine karşı üyelerini korumak amacıyla kurulmuştu.
Hakikatte ise, NATO da bulunan her bir ülkenin temsilcisiyle o ülke kontrol altına alınıyordu.
Nitekim Türkiye’de yapılan NATO onaylı ve NATO koruması olmayan darbeler gibi.
Ve de 40 yıldır PKK’yı beslediği, 15 temmuz Abd ve İsrail’in bilgisi ve desteğiyle yapıldığı gibi.
Bunun gibi de;
Katar’da on bin askeri üssü bulunan ve her türlü ihtiyacı ve askerlerinin maaşları dahi Katar tarafından karşılanan, bununla da yetinilmeyip son anlaşma ile Katar Abd ile 1.2 trilyon dolarlık ticari anlaşma yapıp ve de Abd Başkanı Trumpa 400 milyon değerinde bir uçak hediye edilip; Trump’ın da Katar’ı koruma sözü verdiği halde;
İsrail Katar’da 9 Eylül 2025 Salı günü saat 15’de, 15 uçakla Katarın başkenti Doha’da bir bina katında barış yapmak amacıyla toplanıp konuşan ve Katar’ın garantöründe olan Hamas üyelerini vurmak üzere;1800 km mesafeden uçaklarını kaldırıp , bir seferde vurup dönemeyeceği için İngiliz tanker uçaklarıyla havada ikmal yaparak füze atışıyla vurmuş, Abd ise haberi olduğu halde hem haber vermemiş ve hem de koruma sözü verdiği Katar’ı korumamıştır.
Sadece Türkiye 8 dakika öncesinde durumu Katar’a haber vermiş, telefonlarını bırakarak kaçmalarını söylemişti.
Buna ragmen 6 kişi ölmüş, diğerleri ise kurtulmuştu.
Durum böyle iken ve de ne derece dürüst olduğu!? açık ve net görünüyor iken;
Eğer İsrail çılgınca bir delilik yapsa, (ki yapabilir) ve Türkiye’ye saldırsa, bu durumda Abd demek olan NATO Türkiye’yi İsrail’e karşı korur mu yoksa bir bahane uydurup Katar’a yaptığı gibi; neyse bir yanlış yaptı, numaradan da Netanyahu’ya kızıp savaşı durdurma yoluna mı gider?
Böylece İsrail’in vurduğu da yanına kar mı kalmış olur?
Yoksa kendince başka yollar mı dener?
Mesela, ne gibi?
Böylece gerçekten NATO Türkiye’nin yanında durup, Türkiye’yi korur mu?
Bu konuda gerçekçi bir yaklaşımla ve genel kanaatleri de göz önünde bulundurarak ve şimdiye kadarki yapılanları da değerlendirerek bir açıklama da bulunur musun?
Seninde genelde çıkarttığın sonuçlar ışığında görüşün nedir?
Sonuna ekleyeceğin sonuçla nasıl özetlersin?
Ve Türkiye bu durumda ne yapmalıdır?
Bununla ilgili bir makale yazar mısın?
***
Aynı soruyu 5 farklı yapay zekaya sordum.
( CHATGPT – GEMİNİ – GROK – DEEPSEEK – COPİLOT )
Yapay zeka COPİLOT tarafından cevaplanmıştır:
Elbette Mehmet Hocam, bu sorunuz hem stratejik hem de ahlaki boyutlarıyla derin bir analiz gerektiriyor. Aşağıda, NATO’nun yapısal gerçekliği, ABD-İsrail ilişkileri, Türkiye’nin jeopolitik konumu ve olası senaryolar ışığında kapsamlı bir değerlendirme sundum.
—
🇹🇷 NATO Türkiye’yi İsrail’e Karşı Korur mu?
🛡️ NATO’nun 5. Maddesi ve Gerçekçi İşleyişi
NATO’nun kuruluş amacı, 1949’da Sovyet tehdidine karşı kolektif savunma sağlamaktı. En çok tartışılan ve güvence olarak görülen 5. Madde, bir üyeye yapılan saldırının tüm üyeye yapılmış sayılacağını belirtir. Ancak bu madde otomatik bir askeri müdahale anlamına gelmez. Her ülke kendi kararına göre yardım eder. Bu da siyasi irade ve çıkarlar doğrultusunda şekillenir.
– Kosova, Irak, Libya gibi örneklerde NATO’nun müdahalesi hep siyasi çıkarlarla örtüşmüştür.
– Türkiye’ye yönelik tehditlerde, örneğin Suriye’den gelen füze saldırılarında, NATO sadece savunma sistemleri (Patriotlar) göndermiştir; doğrudan askeri müdahale olmamıştır.
🇺🇸 ABD-İsrail İlişkileri ve Katar Örneği
ABD’nin İsrail ile olan ilişkisi, sadece stratejik değil, ideolojik ve lobisel bağlarla da güçlenmiştir. Katar örneğinde olduğu gibi:
– ABD, Katar’a koruma sözü vermesine rağmen, İsrail’in Hamas üyelerine yönelik saldırısında sessiz kalmıştır.
– Bu durum, ABD’nin İsrail’e karşı tarafsız kalamayacağını, hatta zaman zaman destekleyici pozisyonda olduğunu göstermektedir.
🇮🇱 İsrail Türkiye’ye Saldırırsa Ne Olur?
Bu senaryo, hem askeri hem diplomatik açıdan çok katmanlıdır:
– Askeri açıdan, Türkiye NATO’nun ikinci büyük ordusuna sahiptir. İsrail’in teknolojik üstünlüğü olsa da, Türkiye’nin geniş coğrafyası ve savaş tecrübesi karşısında kara harekâtı başarıya ulaşamaz.
– Diplomatik açıdan, İsrail’in Türkiye’ye saldırması NATO içinde büyük bir krize yol açar. Ancak ABD’nin İsrail yanlısı tutumu nedeniyle NATO’nun tam anlamıyla Türkiye’nin yanında duracağı garanti değildir.
🧭 Türkiye Ne Yapmalı?
1. Stratejik Bağımsızlık: Türkiye, NATO’ya güvenmek yerine kendi savunma sistemlerini güçlendirmeli. SİHA’lar, yerli füze sistemleri ve elektronik harp kabiliyeti artırılmalı.
2. Bölgesel İttifaklar: Pakistan, Azerbaycan, Katar gibi ülkelerle askeri iş birliği derinleştirilmeli.
3. Diplomatik Önleme: İsrail’in agresif politikaları uluslararası platformlarda teşhir edilmeli. BM, İİT gibi kuruluşlarda aktif diplomasi yürütülmeli.
4. İstihbarat Güçlendirme: Katar örneğinde olduğu gibi, erken uyarı sistemleri ve istihbarat paylaşımı hayati öneme sahiptir.
—
🔍 Sonuç: NATO’nun Kalkanı, Siyasi İrade ile Çalışır
NATO’nun Türkiye’yi koruyup korumayacağı, hukuki metinlerden çok siyasi iradeye bağlıdır. ABD’nin İsrail’e olan bağlılığı, Türkiye’nin güvenliğini ikinci plana atabilir. Bu nedenle Türkiye, kendi savunma kapasitesini artırmalı, bölgesel ittifaklarını güçlendirmeli ve diplomatik alanda daha aktif olmalıdır.
NOT: 5 Yapay zekanın hepside hep aynı noktada birleşti;
1. Nato böyle bir saldırıda fiili bir yardımda bulunmaz.
2. Abd israilin yanında olup, İsrail aleyhine alınacak kararları veto eder.
3.İşin fazla abartılmaması ve yatıştırma amaçlı diplomatik girişimde bulunulur.
4. Bu saldırıda öncekiler gibi aynı akibetle sonuçlanıp, Türkiye yalnız bırakılır.
5. Onun için Türkiye kendi tedbirini kendi almalı, askeri gücünü arttırmalı, caydırıcı olmalıdır.
6. Her halükarda israilin yaptığı yanına kar olarak kalır.
Soykırımın Gölgesinde Küresel Vicdan: Gazze, Emperyalizm ve Tarihî Kırılmalar
Giriş
Tarih, insanlığın hem vicdan hem de zulümle sınandığı bir sahnedir. 20. yüzyılın başında sömürgeci devletlerin cetvellerle çizdiği sınırlar, bugün Ortadoğu’da kan ve gözyaşının sebeplerinden biri olmuştur. Gazze’de yaşananlar sadece bir askeri işgal veya siyasi çatışma değil, insanlığın ortak vicdanına yönelmiş bir soykırım olarak tarihe geçmektedir. Bugün İrlanda Cumhurbaşkanı Michael D. Higgins’in “soykırım yapanların ve destekleyenlerin BM’den çıkarılması gerekir” çıkışı, Londra Belediye Başkanı Sadık Khan’ın Gazze için ilk kez “soykırım” ifadesini kullanması, tarihin önemli dönüm noktaları olarak kayda geçmiştir.
Emperyalizmin Süregelen Gölgesi
ABD’nin, İsrail’in işgal ve soykırım politikalarına verdiği koşulsuz destek yeni değildir. Daha önce Vietnam’da, Irak’ta ve Afganistan’da görüldüğü gibi, küresel emperyal güçler çıkarları uğruna milyonların hayatını hiçe saymıştır. Trump yönetiminin Gazze meselesinde İngiltere’den bile daha geri bir pozisyonda kalması, ABD’nin İsrail ile olan “göbek bağı” tartışmalarını derinleştirmiştir. Epstein skandalı, Mossad ilişkileri ve Washington’un sürekli vetoları bu bağı daha da görünür kılmaktadır.
Küresel Vicdanın Yükselişi
Bununla birlikte, tarihte ilk kez Batı’da kitlesel olarak yükselen vicdani bir hareket dikkat çekmektedir. Londra’daki “Together for Palestine” konserinde Hollywood yıldızları, sanatçılar ve halk, “sessizlik suç ortaklığıdır” diyerek ayağa kalkmıştır. İtalya’da sendikaların genel greve gitmesi, Ravenna Limanı’nda işçilerin İsrail’e silah sevkiyatını durdurması, Avrupa’nın kendi vicdanıyla yüzleşmeye başladığının işaretidir. Tarihte Güney Afrika’daki Apartheid rejiminin çöküşünde sivil toplumun uluslararası dayanışması nasıl etkili olduysa, bugün de benzer bir dalganın Gazze için yükseldiği görülmektedir.
Tarihî Paralellik: Enver Paşa ve Kafkas İslam Ordusu
Ankara’da yapılan “Kafkas İslam Ordusu ve Enver Paşa” anması, bugünkü gündemle şaşırtıcı bir paralellik taşımaktadır. 1918’de Enver Paşa ve Nuri Paşa önderliğindeki İslam Ordusu, işgal altındaki Bakü’yü özgürleştirmiştir. O günün “kahramanlık ruhu”, bugün Sumud Filosu ile Gazze’ye insani yardım götürmeye çalışan vicdan sahiplerinde yeniden hayat bulmaktadır. Tarih bize, işgal ve zulmün ne kadar güçlü olursa olsun, direnişin ve fedakârlığın asla yok edilemeyeceğini göstermektedir.
Türkiye’nin Rolü
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın BM’de “Filistin’in sesi olacağız” çıkışı, Türkiye’nin bu meselede tarihî misyonunu üstlenmeye devam ettiğini ortaya koymaktadır. Devlet Bahçeli’nin “Kudüs düşerse Ankara düşer” sözü, meseleyi yalnızca bir Filistin meselesi değil, aynı zamanda bölgesel ve küresel bir medeniyet davası olarak tanımlamaktadır. Türkiye’nin Gazze’ye yardımlarda ilk sırada olması, insani diplomasi açısından da önemlidir.
Sonuç: Tarih Tekerrür Ediyor mu?
Tarih tekerrür etmez; fakat ibret alınmadığında benzer sahneler farklı dönemlerde yeniden karşımıza çıkar. Bugün Gazze’de yaşananlar, Bosna’da, Ruanda’da ve daha geride Endülüs’te Müslümanların yaşadıklarını hatırlatmaktadır. Fakat bir fark var: Bu kez küresel vicdan daha güçlü bir sesle haykırıyor. İrlanda’dan İtalya’ya, Londra’dan Ankara’ya kadar genişleyen bu ses, gelecekte insanlığın ortak hafızasında bir dönüm noktası olacaktır.
Gazze sadece Filistin’in değil, tüm insanlığın sınavıdır. Bu sınavda sessiz kalanlar tarihin karanlık sayfalarına yazılırken, zulme karşı duranlar vicdanın ve insanlığın onurlu sayfalarında yer alacaktır.
”Sık sık verilen aynı öğütten sıkılma. Çünkü bir çiviyi çakabilmek için defalarca vurmak gerekir.” – Hz. Mevlana (R.A)
Bu hikmetli söz, insan gelişiminin ve öğrenme sürecinin temel bir gerçeğini dile getirir. Bir işi başarıyla tamamlamak için gösterdiğimiz tekrar eden çabaların, aslında o işin ruhunu ve inceliklerini kavramamız için ne kadar elzem olduğunu anlatır. Hz. Mevlana’nın bu metaforu, bir çivinin yerine oturması için gereken darbelerle, bir fikrin, bir bilginin veya bir ahlaki değerin kalbimize ve zihnimize nüfuz etmesi için gereken tekrarları ustaca eşleştirir.
İzah ve Açıklama:
Günümüz dünyasında, her şeyin hızlı tüketildiği ve anlık sonuçların beklendiği bir kültürde yaşıyoruz. Bu durum, sabır ve sebat gerektiren süreçlere karşı tahammülsüzlüğümüzü artırıyor. Bir öğüdün defalarca tekrarlanması, bize sıkıcı veya gereksiz gelebilir. Ancak, tıpkı bir çivinin sağlamlaşması için ardı ardına gelen darbelerin kaçınılmaz olması gibi, bir bilginin de tam anlamıyla yerleşmesi için tekrar tekrar işlenmesi gerekir. Bu tekrarlar, bilginin sadece zihinde kalmasını değil, aynı zamanda karaktere ve davranışlara yansımasını sağlar. Tarih, bu ilkeyle yoğrulmuş sayısız örnekle doludur. Büyük ustalar, zanaatlarını mükemmelleştirmek için binlerce kez aynı hareketi tekrarlamıştır. Filozoflar ve alimler, aynı ahlaki prensipleri farklı açılarda tekrar tekrar ele alarak, öğrencilerine ve topluma aşılamaya çalışmışlardır. Bu süreç, sadece bilgiyi aktarmakla kalmaz, aynı zamanda bilginin derinliğini ve önemini pekiştirir. Öğüdün tekrarı, onun sadece bir fikir değil, yaşanması gereken bir hakikat olduğunu hatırlatır. Bu makaleden çıkarılacak en önemli ibret şudur: Hayatımızda bize sık sık hatırlatılan, belki de duymaktan yorulduğumuz öğütler, aslında en değerli hazinelerimizdir. Onlar, bizi doğru yolda tutmaya çalışan, düşmememiz için uyarıcı levhalar gibidir. Edebiyatın en büyük eserlerinde, kahramanların aynı hataları tekrar tekrar yapıp, sonunda aynı dersi öğrenmesi bu gerçeği yansıtır. Hayat da bize aynı öğütleri, farklı kılıklarda tekrar tekrar sunar. Bu tekrardan sıkılmak yerine, her tekrarın bizi daha iyi bir insan yapma fırsatı olduğunu anlamalıyız.
Özet:
Bu makale, Hz. Mevlana’nın “Sık sık verilen aynı öğütten sıkılma. Çünkü bir çiviyi çakabilmek için defalarca vurmak gerekir” sözünü merkeze alarak, tekrarlanan öğütlerin önemini ve hikmetini ele almaktadır. Hızlı sonuç bekleyen modern dünyanın aksine, bir bilginin veya ahlaki değerin kalıcı olması için sabır ve tekrar gerektiğini vurgular. Tarihi ve edebi örneklerle bu fikri destekleyen makale, en değerli derslerin genellikle en çok tekrar edilenler olduğunu ve her tekrarın, bilginin derinleşmesine hizmet ettiğini ifade eder.
Makale 2: İman Dolu Bir Kalbin Azmi
”Bir azm, eğer iman dolu bir kalbe girerse insan da, o imandaki son sırra ererse En azgın ölümler ona zincir vuramazlar”
Bu derin ve manevi söz, azmin sadece dünyevi bir gayret olmadığını, ilahi bir kaynaktan beslendiğinde nasıl aşılmaz bir güç haline geldiğini anlatır. İmanla perçinlenmiş bir kararlılığın, en büyük engelleri bile aşabileceği, hatta ölümün bile bu ruha karşı güçsüz kalacağı fikrini işler. Bu söz, fiziki güçten ziyade, deruni ve manevi bir direnişin, gerçek özgürlüğün anahtarı olduğunu ima eder.
İzah ve Açıklama:
Azim, hedefe ulaşma yolundaki sarsılmaz kararlılıktır. Ancak bu söz, azmin kaynağını imana bağlayarak onu sıradan bir kavramdan üstün bir hale getirir. Bir kalpteki iman, azmi sadece bir irade eylemi olmaktan çıkarır, onu ilahi bir misyonun parçası yapar. Bu, bir insanın sadece kendi hırs ve hedefleri için değil, daha büyük, manevi bir amaç için mücadele etmesidir. Bu tür bir azim, geçici zorluklardan etkilenmez, çünkü nihai ödülü bu dünyada aramaz. Tarih boyunca, bu tür bir azimle donanmış şahsiyetlerin hayatları, bizlere ilham kaynağı olmuştur. Zorbalık ve baskı altında, inançlarından taviz vermeden direnen peygamberler, alimler ve düşünürler bu azmin en parlak örnekleridir. Onlar için ölüm bile, inançlarını terk etmeye kıyasla daha hafif bir bedeldi. Bu, bedenin sonu olsa bile ruhun ve inanışın devam ettiği bir düşünce yapısıdır. Bu makaleden çıkarılacak ibret, en büyük engelin aslında fiziki değil, manevi bir engel olduğudur. Eğer bir insan, içindeki imanı ve bu imandan doğan azmi yitirirse, en konforlu koşullarda bile esir kalabilir. Aksine, bir insan imanla donanmışsa, zorlukların ve hatta ölümün bile zincir vuramayacağı bir özgürlüğe kavuşur. Bu, insanın kendi varlığını, inancını ve gayretini en yüksek mertebeye taşımasıyla elde edilen bir ölümsüzlüktür. Edebiyatta ve tarihte, bu tür karakterler, çoğu zaman fiziki olarak yenilse bile, fikirlerinin ve ruhlarının ölümsüzlüğü sayesinde galip gelmişlerdir.
Özet:
Bu makale, “Bir azm, eğer iman dolu bir kalbe girerse insan da, o imandaki son sırra ererse En azgın ölümler ona zincir vuramazlar” sözünü temel alarak, azmin manevi boyutunu inceler. İmanla beslenen bir kararlılığın, dünyevi engelleri ve hatta ölüm korkusunu nasıl aştığını ele alır. Makale, tarihi ve manevi şahsiyetlerin bu tür bir azimle nasıl ölümsüzleştiklerini örnek vererek, gerçek özgürlüğün ve gücün, dahili inançtan geldiğini vurgular.
Makale 3: Dünya Hayatının Faniliği ve Ahirete Yöneliş
“Dünya madem fânidir. Hem madem ömür kısadır. Hem madem gayet lüzumlu vazifeler çoktur. Hem madem hayat-ı ebediye burada kazanılacaktır…Hem madem dünya sahipsiz değil. Hem madem şu misafirhane-i dünyanın gayet Hakîm ve Kerîm bir müdebbiri var. Hem madem ne iyilik ve ne fenalık cezasız kalmayacaktır. Hem madem sırrınca teklif-i mâlâyutak yoktur. Hem madem zararsız yol, zararlı yola müreccahtır. Hem madem dünyevî dostlar ve rütbeler kabir kapısına kadardır.”
Pasaj, dünya hayatının geçiciliğini, insanın bu dünyada bir misafir olduğunu ve asıl hayatın ahirette kazanılacağını anlatır.
İzah ve Açıklama:
Bu metin, İslam düşüncesinin temel taşlarından biri olan ahiret inancını ve dünya hayatının bir imtihan olduğu fikrini çok güçlü bir şekilde işler. “Dünya madem fânîdir. Hem madem ömür kısadır…” ifadesiyle başlayan pasaj, dünyanın geçici ve aldatıcı güzelliklerine karşı bir uyarı niteliğindedir. İnsan, bu dünyada bir “misafir” olarak tanımlanır ve bu misafirliğin bilincinde olması istenir. Metin, dünyanın “sahipsiz olmadığını” ve “Hakîm ve Kerîm bir Müdebbir’in” (hikmet sahibi ve cömert bir yöneticinin) varlığını hatırlatarak, her eylemin bir karşılığı olduğunu vurgular. Ayet kısmı ise, “Allah hiçbir kimseye gücünün yetmediğinden fazlasını yüklemez” anlamıyla, insanın taşıyabileceği sorumluluklarla yükümlü kılındığını ifade eder. Bu, hem bir rahatlama hem de bir uyarıdır: Herkese kendi kapasitesi dahilinde görevler verilmiştir ve bu görevlerden sorumlu tutulacaktır. Bu görevler arasında en önemlisi, “dünya için ahireti unutmamak” ve ahireti dünyaya feda etmemektir. Bu makaleden çıkarılacak ibret, hayatın gerçek amacının dünyevi başarılar, mal ve mülk biriktirmek olmadığını, aksine, kalıcı olan ahiret yurdu için çabalamak olduğunu hatırlatmasıdır. Pasaj, “En bahtiyar odur ki: Dünya için ahireti unutmasın” diyerek, gerçek mutluluğun dünyada ve ahirette dengeyi kurmaktan geçtiğini vurgular. Dünya, ahiretin tarlasıdır ve ne ekilirse o biçilir. Düşündürücü olan kısım ise, dünyevi makamların ve dostlukların “kabir kapısına kadar” olduğu gerçeğidir. Bu, insanın ahirette sadece kendi amelleriyle baş başa kalacağını gösterir.
Özet:
Bu makale, dünya hayatının faniliğini ve ahiret hayatının ebediliğini konu alan bir metni incelemektedir. Pasaj, insanın bu dünyada bir misafir olduğunu, her eylemin bir karşılığı olduğunu ve asıl hedefin ahiret için hazırlık yapmak olması gerektiğini vurgular. Makale, Kur’an ayetiyle desteklenen bu düşünceyi, insanın gücü dahilindeki sorumluluklara dikkat çekerek açıklar. Sonuç olarak, gerçek mutluluğun, dünya ve ahiret dengesini kurarak ebedi saadete ulaşmak olduğunu belirtir.
Makale 4: Yaratılıştaki İlahi Mühürler
”her bir zîhayatta bir sikke-i ehadiyet, bir turra-i samediyet vardır. Risale-i Nur-Sözler/ 320″
Bu ifade, evrendeki her canlı varlığın (zîhayat) üzerinde, Allah’ın birliğini (sikke-i ehadiyet) ve her şeyin O’na muhtaç olduğunu (turra-i samediyet) gösteren delillerin bulunduğunu anlatır. Nitekim kelebek, kuş, meyve gibi unsurlar, bu ilahi mührün somut örnekleridir.
İzah ve Açıklama:
“Sikke-i ehadiyet”, yani “birliğin mührü”, bir sanatçının eserine attığı imza gibidir. Her bir canlının, mikroskobik düzeyden devasa boyutlara kadar, kusursuz bir uyum ve düzen içinde yaratılmış olması, tek bir Yaratıcının varlığına işaret eder. Örneğin, bir kelebeğin kanadındaki desenlerin estetiği ve simetrisi, ya da bir çiçeğin polenlerini taşıyacak şekilde tasarlanmış yapısı, tesadüflerin ötesinde, ilahi bir sanatın varlığını gösterir. ”Turra-i samediyet”, yani “samediyet mührü”, her şeyin Allah’a muhtaç olduğu, O’nun ise hiçbir şeye muhtaç olmadığı gerçeğidir. Bir kuşun beslenme tekrarı, bir bitkinin topraktan besin alması veya bir meyvenin olgunlaşması, tüm bu süreçlerin Allah’ın sonsuz kudreti ve yönetimi altında gerçekleştiğini gösterir. Bu, tabiattaki her unsurun kendi başına var olamadığını, hayatta kalabilmek için sürekli ilahi bir desteğe ihtiyaç duyduğunu anlatır. Bu makaleden çıkarılacak ibret, insanın çevresindeki her şeye sadece fiziki bir varlık olarak değil, aynı zamanda ilahi bir sanat eseri olarak bakabilmesidir. Her bir canlı, bir kitap sayfası gibi okunabilir ve bu sayfalarda Yaratıcının isimleri ve sıfatları keşfedilebilir. Bu bakış açısı, insana hem tevazu kazandırır hem de kainatla derin bir bağ kurmasını sağlar. Dünyadaki her varlık, aslında kendisini ve Yaratıcısını anlamak için birer delil ve rehberdir.
Özet:
Bu makale, Bediüzzaman Said Nursi’nin “her bir zîhayatta bir sikke-i ehadiyet, bir turra-i samediyet vardır” sözünü merkeze alarak, evrendeki her canlıda Allah’ın birliğine ve sonsuz gücüne dair delillerin bulunduğunu açıklar. Kelebek, kuş, meyve gibi örneklerle bu fikri somutlaştıran makale, doğadaki düzen ve uyumun tesadüfi olmadığını, ilahi bir sanatın eseri olduğunu vurgular. İnsanların bu delillere bakarak hem kendilerini hem de Yaratıcılarını daha iyi anlayabileceğini belirtir.
Makale 5: Kıyamet Günü ve Eşlerin Arasındaki Yabancılaşma
”Kulakları sağır eden o ses geldiğinde, İşte o gün kişi kardeşinden, annesinden, babasından, eşinden ve çocuklarından kaçar. O gün onlardan her birinin işi başından aşkındır.”Abese Suresi. 33-37.) Bu ayetler, kıyamet gününde yaşanacak olan dehşeti ve insanların o gün kardeşlerinden, anne ve babalarından, eşlerinden ve çocuklarından bile kaçacağını anlatır.
İzah ve Açıklama:
Abese Suresi’nin bu ayetleri, kıyamet gününün dehşetini ve her türlü dünyevi bağın anlamsızlaşacağı o anı tasvir eder. “Büyük çığlık” (es-sâhha) olarak adlandırılan kıyametin kopmasıyla, insanlar o ana kadar en yakınları olan aile fertlerinden bile yüz çevireceklerdir. Bu durum, o günün ne kadar büyük bir korku ve panik günü olduğunu gösterir. İnsanlar, sevdikleriyle ilgilenmek yerine, sadece kendi durumlarını düşünmek zorunda kalacaklardır.
Makale:
Kıyamet Günü: Bir Yabancılaşma Senaryosu
Kıyamet, sadece dünyanın sonu değil, aynı zamanda insan ilişkilerinin de dönüşeceği, hatta tamamen yok olacağı bir andır. Kur’an’ın Abese Suresi’nde geçen bu ayetler, o dehşetli günü tasvir ederken, en yakın bağlarımızın bile o anın baskısı altında nasıl kırılacağını gözler önüne serer. “O gün kişi kardeşinden kaçacak, annesinden ve babasından, bir de karısından ve çocuklarından” ifadesi, dünya hayatında her şeyin üstünde tuttuğumuz bağların, kıyamet günü ne kadar anlamsız kalacağını anlatır. Bu hikmetli söz, bize kıyamet gününün fiziksel yıkımından ziyade, psikolojik ve manevi boyutunu düşündürür. O günün “büyük çığlık” ile başlaması, her şeyi sarsan bir gürültüyle birlikte, dahili bir sarsıntının da habercisidir. İnsan, kendi amelleriyle baş başa kalacak ve bu durum, kendisini en iyi tanıyan ve sevenlerden bile kaçmasına neden olacaktır. Çünkü o gün “her birinin işi başından aşkındır.” Herkesin kendi hesabıyla meşgul olacağı bu durumda, başkasının derdine düşmek mümkün olmayacaktır. Bu makaleden çıkarılacak ibret şudur: Dünyadaki ilişkilerimiz ne kadar güçlü olursa olsun, nihai olarak herkes kendi bireysel kaderiyle yüzleşecektir. Bu, bize dünyevi ilişkilerin geçiciliğini ve asıl kalıcı olanın bireyin kendi amelleri ve Allah ile olan ilişkisi olduğunu hatırlatır. Bu ayetler, aynı zamanda, kıyamet hazırlığının ne kadar acil ve kişisel bir mesele olduğunu vurgular. Kişi, o gün için kendi başına sorumludur ve bu sorumluluk, en sevdiklerini bile geride bırakmasına neden olacak kadar ağırdır.
Özet:
Bu makale, Abese Suresi’nin kıyamet gününü tasvir eden ayetlerini ele almaktadır. Ayetlerin, “büyük çığlık” gününde insanların en yakınlarından bile nasıl kaçacağını anlattığına dikkat çeker. Makale, bu durumun kıyametin fiziksel yıkımının yanı sıra, insan ilişkilerinin de son bulacağı bir “yabancılaşma senaryosu” olduğunu vurgular. İbret olarak, dünyevi bağların geçici olduğunu ve herkesin ahirette kendi amelleriyle baş başa kalacağını belirtir.
“Ehl-i ilhad ile ve bilhâssa Avrupa mukallidleriyle münazara ile iştigal edenler büyük bir tehlikeye maruzdurlar. Çünki nefisleri tezkiyesiz ve emniyetsiz olması ihtimaliyle tedricen hasımlarına mağlub olur ki, bîtarafane muhakeme denilen münsifane münazarada nefs-i emmareye emniyet edilemez. Çünki insaflı bir münazır, hayalî bir münazara sahasında, arasıra hasmının libasını giyer, ona bir dava vekili olarak onun lehinde müdafaada bulunur. Bu vaziyetin tekrarıyla, dimağında bir tenkid lekesinin husule geleceğinden, zarar verir. Lâkin niyeti hâlis olur ve kuvvetine güvenirse, zararı yoktur. Böyle vaziyete düşen bir adamın çare-i necatı, tazarru’ ve istiğfardır. Bu suretle o lekeyi izale edebilir.”
(Mesnevi-i Nuriye 112.sh – Risale-i Nur)
***
1. Bilimsel İzah
🔹 Nefis ve Tehlikesi:
Metinde geçen “nefs-i emmare”, insanın içindeki bencil, menfaatçi, kolayca yanıltılabilen tarafını temsil eder. Modern psikolojide buna ego’nun zaafları veya bilişsel çarpıtmalar denebilir. Bir kişi kendi nefsini terbiye etmeden tartışmaya girerse, karşı tarafın düşüncelerini savunurken farkında olmadan onlara meyletme riski vardır.
🔹 Kognitif Etki (Beynin İkna Olabilirliği):
Beyin, sürekli tekrar edilen düşüncelere karşı bağışıklığını kaybeder. “Bir davayı hasmın gözüyle savunma” hâli, “bilişsel uyum” prensibiyle kişide zamanla şüphe ve tereddüt doğurabilir. Özellikle inanç temelli konularda bu, kişiyi yavaş yavaş zayıflatır.
🔹 Niyet ve Koruyucu Etken:
Bediüzzaman “niyeti hâlis olursa zarar vermez” derken, aslında motivasyon ve amaç meselesine işaret ediyor. Bugün psikolojide de, “amaç odaklı bilinç” kişinin zihnini daha dayanıklı kılar. Eğer münazara, nefis tatmini için değil, hakikati savunma için yapılırsa; zihindeki bu risk minimize olur.
🔹 Çare: Tazarru ve İstiğfar
Modern bilim açısından bu, bir tür duygusal arınma ve bilişsel resetlemedir. İstiğfar, kişiye hem farkındalık kazandırır, hem de hatanın etkisini azaltarak zihni tazeler.
2. Edebî ve Manevî İzah
İnsan aklı, bir terazidir; fakat kalbin nuruyla aydınlanmazsa, karanlık bir çarşıda yolunu kaybeden bir seyyaha benzer. Münazara meydanı, iki kılıç ustasının karşı karşıya geldiği bir düello gibidir. Hasmının kılıcını denemek için onun silahını eline alan kişi, farkında olmadan onun tarzına alışabilir. İşte o zaman, zihninde “tenkid lekesi” dediği bir iz bırakır.
Bediüzzaman’ın uyardığı şey şudur:
• Tartışma, hakikati bulmak için değil, nefsin üstün gelme arzusu için yapılırsa, kişi kendine zarar verir.
• Zihin, sık sık karşı tarafın elbiselerini giyerse, o elbisenin rengi kendi ruhuna sinmeye başlar.
Buna karşı tek çare, kalbin gözyaşlarıyla yıkanmasıdır: istiğfar. Çünkü istiğfar, insanın nefsini küçük düşürür, aklını gururdan kurtarır, kalbini yeniden saflaştırır.
3. Günümüze Yansıması
Bugün akademide, sosyal medyada veya fikir tartışmalarında aynı risk mevcuttur. İnsan, sürekli karşı fikirleri dile getirirken zamanla kendi inancına karşı soğukluk hissedebilir. Bunun için:
• Niyet kontrolü (niçin tartışıyorum?)
• Nefis muhasebesi (ben mi konuşuyorum, hakikat mi?)
• Dua ve istiğfar (zihni temizlemek için)
bir koruyucu kalkan vazifesi görür.
📌 Özet:
Bediüzzaman’ın ifadesi aslında bir psikolojik uyarıdır: Münazara, hakikati savunmak yerine nefsi tatmin ederse, kişi yavaş yavaş hasmına yenik düşer.
Aynı zamanda bir manevî reçetedir: Halis niyet, istiğfar ve kalbin arınması, bu tehlikeyi bertaraf eder.
• Yahudilik, kendisini “Allah’ın seçilmiş kavmi” anlayışı üzerine kurduğu için, İsa Mesih’in (Hz. İsa) peygamberliği ve Hristiyanlığın ilahî bir vahiy oluşunu kesinlikle reddeder.
• Hristiyanlık, Yahudiliğin içinden çıkmasına rağmen, Yahudiler onu bir “sapma” ve “bozulmuş yorum” olarak görmüşlerdir.
• Yahudi kaynaklarında, Hristiyanlık zamanla bir “putperestleşme” olarak ele alınır; özellikle teslis inancı (Baba–Oğul–Ruhulkudüs) Yahudi inancına aykırı bulunur.
Ancak Yahudiler de Üzeyir peygamberi Kur’an’ın ifadesiyle;Allah’ın oğlu olarak kabul eder.
2. Hz. İsa ve Hz. Meryem Hakkındaki Görüşler
Hz. İsa (aleyhisselâm)
• Yahudiler Hz. İsa’yı peygamber kabul etmezler.
• Onu, Tanrı’nın oğlu veya Mesih olarak görmezler.
• Hatta bazı klasik Yahudi metinlerinde İsa’ya (hâşâ) sihirbaz, yalancı peygamber veya Yahudi şeriatini bozmak isteyen biri olarak bakılmıştır.
Hz. Meryem (aleyhâ’s-selâm)
• Yahudilikte Hz. Meryem’in iffetini ve mucizevi bakire doğumunu kabul etmezler.
• Talmud’un bazı bölümlerinde (polemik amaçlı) Meryem validemiz hakkında çirkin ithamlar yapılmıştır.
• Yani Yahudi inancında, Hristiyanlıktaki gibi kutsal, temiz ve yüce bir konuma sahip değildir.
3. Yahudi Tenkitleri
Yahudilerin Hristiyanlığa yönelttiği başlıca eleştiriler:
• Teslis inancı: Baba–Oğul–Ruh anlayışını reddederler.
• İlâhlaştırma: İsa’nın Tanrı veya Tanrı’nın oğlu kabul edilmesini şirk olarak görürler.
• Meryem’in bakireliği: Hz. Meryem’in mucizevi doğumunu kabul etmezler, bunun insan kaynaklı bir durum olduğunu savunurlar.
• Mesih beklentisi: Yahudiler, Tevrat’taki “Mesih” vaatlerinin İsa’da gerçekleşmediğine inanır; hâlâ kendi bekledikleri Mesih’in geleceğini söylerler.
• Çarmıh ve kurtuluş: Hristiyanlığın merkezindeki “İsa’nın çarmıhta ölümüyle günahların bağışlanması” fikrine karşı çıkarlar. Günahın, kişisel tevbe ve amel ile affedileceğini savunurlar.
4. Tarihî Gerilim
• Yahudiler, Hz. İsa’nın tebliğine ilk karşı çıkan topluluk olmuşlardır.
• Hz. İsa’yı reddetmekle kalmamış, Roma yönetimiyle işbirliği yaparak onun çarmıha gerilmesi için baskı yapmışlardır (Kur’an-ı Kerîm ise onların onu öldüremediklerini, Allah’ın onu katına yükselttiğini bildirir: Nisâ 157-158).
• Bu yüzden tarih boyunca Hristiyan–Yahudi ilişkileri daima gergin olmuştur. Orta Çağ’da Hristiyan dünyasında Yahudiler sık sık “Mesih katili” olmakla itham edilmiştir.
5. Kur’ân’ın Tavrı
Kur’ân, Hz. Meryem’i “seçilmiş, tertemiz, seçilmiş” olarak över (Âl-i İmrân 42, Meryem 16-36).
Ayrıca Yahudilerin Hz. Meryem hakkında söyledikleri iftiraları şiddetle reddeder:
“Meryem’e büyük bir iftira attılar.”
(Nisâ 156)
Ve İsa’nın öldürülmediğini, Allah tarafından yükseltildiğini bildirir.
📌 Sonuç:
Yahudiler Hristiyanlığı aslî bir ilahî din olarak değil, Yahudilikten sapma olarak görürler. Hz. İsa’yı peygamber kabul etmez, Hz. Meryem’in iffet ve mucizevi doğumunu reddederler. Hristiyanlığın temel inançlarını (teslis, Mesih, çarmıh) şiddetle eleştirirler.
***
1. Kur’ân’ın Yahudilere Dair Tavrı
Kur’ân, Yahudilerin Hz. Meryem’e attıkları iftiraları çok açık biçimde kınar:
“Küfürlerinde ısrar etmeleri, Meryem’e büyük bir iftira atmaları sebebiyle…”
(Nisâ, 4/156)
Bu ayette Yahudilerin Meryem validemize yönelttikleri çirkin itham reddedilmiş, onun tertemiz olduğu vurgulanmıştır.
Ayrıca Yahudilerin Hz. İsa’yı öldürdüklerini iddia etmeleri de kesin bir şekilde reddedilir:
“Onlar, ‘Biz Allah’ın Resûlü Meryem oğlu Mesih İsa’yı öldürdük’ demeleri sebebiyle (lanetlendiler). Oysa onu ne öldürdüler ne de astılar. Fakat onlara (öyle) gösterildi…”
(Nisâ, 4/157-158)
Yani Kur’ân, Yahudilerin hem Meryem hakkındaki iftiralarını hem de İsa’nın öldürülmesi iddialarını batıl sayar.
2. Mucizevi doğum:
Bediüzzaman, Meryem validemiz ve Hz. İsa hakkında Kur’ân’ın çizdiği çerçeveyi teyit eder. Özellikle şu noktaları öne çıkarır:
• İsa (a.s.) mucizevi bir şekilde babasız doğmuştur. Bu doğum, Cenâb-ı Hakk’ın kudretinin bir tecellisidir; tıpkı Hz. Âdem’in anasız ve babasız yaratılması gibi.
• Hz. Meryem’in iffet ve takvâsı Kur’ân’da defalarca övülür. Onun şahsiyeti, iffet ve ismetin sembolüdür.
• Yahudilerin yaptığı iftiralar, Risale-i Nur’a göre “inkârın getirdiği körlük”ten doğar. İman nuru sönünce, en açık hakikatler bile görülmez olur.
• Hz. İsa’nın nüzulü meselesinde de Bediüzzaman, ileride Hristiyanlığın saf tevhid çizgisine dönerek İslam’la birleşeceğini, o zaman Yahudilerin bugünkü reddedişlerinin de tarih önünde hükmünü kaybedeceğini anlatır.
3. Tefekkürî Bir Bakış
• Yahudiler, Allah’ın seçilmiş kavmi olduklarını iddia ederek Hz. İsa’yı ve Meryem’i reddettiler. Oysa bu reddediş, onları Allah’ın gazabına sürükledi.
• Hristiyanlar ise aşırı giderek Hz. İsa’yı ulûhiyet mertebesine çıkardılar.
• Kur’ân ise ifrat ve tefrit arasındaki dengeyi kurdu:
• Hz. İsa: Allah’ın kulu ve Resûlü.
• Hz. Meryem: Allah’ın tertemiz kıldığı saliha bir kadın.
• Hristiyanlık ve Yahudilik arasındaki çatışmayı çözen tek hakikat, Kur’ân’ın getirdiği tevhidî ölçüdür.
🌺 Netice:
Yahudiler Hz. Meryem’i ve Hz. İsa’yı reddederek inkârın karanlığına saplandılar. Hristiyanlar ise ifrat edip onları ulûhiyet derecesine yükselttiler. Kur’ân ise en doğru ve mutedil çizgiyi gösterdi:
• Meryem, iffetin zirvesi.
• İsa, Allah’ın kelimesi ve ruhu, ama kul ve resûl.
• Tevhid, iki sapma arasındaki hakikatin ta kendisi.
****
Durum böyle iken özellikle bugün Hristiyan dünyası İsrail ile nasıl ortak hareket etmektedir?
🌿 Tarih boyunca Yahudiler ile Hristiyanlar arasında Hz. İsa’nın reddi ve “Meryem’e iftira” sebebiyle derin bir düşmanlık vardı. Hristiyan dünyası yüzyıllarca Yahudileri “Mesih katili” olarak suçladı. Hatta Orta Çağ boyunca Avrupa’da Yahudiler dışlanmış, katliamlara uğramış, sürgün edilmiştir.
Ama bugün manzara değişmiş görünüyor. Özellikle son yüzyılda Hristiyan Batı ile İsrail’in aynı cephede buluştuğunu görüyoruz. Bunun arka planı birkaç başlıkta özetlenebilir:
1. Siyasî Çıkar Ortaklığı
• 1948’de İsrail kurulduğunda en büyük desteği ABD ve Batı Avrupa ülkelerinden aldı.
• İsrail, Batı’nın Ortadoğu’daki askerî–siyasî karakolu haline geldi.
• Enerji yollarını kontrol etmek, İslam dünyasını zayıf tutmak için Batı, İsrail’in varlığını stratejik garanti olarak görüyor.
2. Teolojik Zemin (Evanjelik–Siyonist İşbirliği)
• Özellikle Amerika’daki Evanjelik Hristiyanlar, Tevrat’taki “vaadedilmiş topraklar” inancını İsrail’in kurulmasıyla bağlantılı görüyorlar.
• Onlara göre İsrail’in güçlenmesi, Hz. İsa’nın tekrar yeryüzüne inişini hızlandıracak!
• Bu yüzden Evanjelik hareketler İsrail’e koşulsuz destek veriyor. ABD siyasetinde İsrail lobisinin gücü büyük ölçüde bu dinî zeminden besleniyor.
3. Modernleşme ve Seküler Yaklaşım
• Bugün Hristiyan Batı dünyası, aslında saf Hristiyanlıktan çok seküler bir uygarlık çizgisi takip ediyor.
• Din, devlet politikalarında sembolik bir yer tutarken, esas belirleyici olan çıkar ve strateji oluyor.
• Bu açıdan Yahudilerle teolojik ihtilaflar geri planda kalmış, “İslam’a karşı ortak cephe” ön plana çıkmıştır.
4. Kur’ân’ın İşareti
Kur’ân, Hristiyan ve Yahudilerin zaman zaman birleşerek Müslümanlara karşı hareket edeceğini haber verir:
“Ey iman edenler! Yahudi ve Hristiyanları dost ve sırdaş edinmeyin. Çünkü onlar birbirinin dostudur. Sizden kim onları dost edinirse, kesinlikle onlardan olur. Şüphesiz ki Allah, zâlimler topluluğunu doğru yola erdirmez…”
(Mâide, 5/51)
Tarih boyunca birbirine düşman olan iki topluluğun, çıkar söz konusu olduğunda birleşmesi bu ayetin işaret ettiği bir vakıadır.
5. Risale-i Nur’un Penceresi
Bediüzzaman, ileride Hristiyanlığın saf tevhid çizgisine yaklaşacağını, İslam’a dahil olup ittifak edeceğini söyler.
Aksi takdirde izmihlale yani yok olmaya mahkum olacağını ifade eder
Ancak bugünkü durum, daha çok Evanjelik–Siyonist menfaat ortaklığıdır. Yani Hristiyanlığın asli ruhundan değil, siyasî çıkar ve bozulmuş din anlayışından doğmaktadır.
📌 Sonuç:
Bugün Hristiyan Batı dünyası ile İsrail’in ortak hareket etmesi, tarihî düşmanlığın bitmesinden değil;
• siyasî çıkarların,
• Evanjelik–Siyonist teolojik işbirliğinin,
• ve İslam dünyasına karşı stratejik birlik ihtiyacının sonucudur.